Ana Sayfa Blog Sayfa 2643

Kullanmaktan nasiplenmeye, kakafoniden senfoniye – Ahmet Batal

Bir maddeyi kullanmakla bir bireyi kullanmak arasında şöyle bir fark var. Maddeyi eşya olarak bir forma soktuğumuzda herhangi bir amacı olmayan bir yapı taşını şekle sokmuş oluruz. Oysa bir bireyin bedenini, gücünü, eylemini kendi amacımıza yönelik bir forma soktuğumuz anda bu yapıların bireyin kendi amaçları doğrultusunda işletilmesinin önü kapatılır. Kendi menfaatimiz için bireyin menfaatini yadsır, onu soktuğumuz bu yeni formu bireyin asıl formuna yeğ tutarız. Onun vücudundan, gücünden, zamanından çalmış; kendini gerçekleştirmesini engellemiş hatta yıkıma uğratmış oluruz. Özetle birey kullanmak bireyin kendini gerçekleştirmesi yönünde bir eksiklik yaratmadan mümkün değildir. Doğal olarak, bireyin kendisini gerçekleştirmesinde bir eksiklik yaratmayan faydalanmalara bireyi “kullanmak” demek de doğru değildir. Bu tarz faydalanmalara o yüzden bundan sonra bireyden “nasiplenmek” diyeceğim. Birey kendini gerçekleştirirken etrafa saçılan, ondan kopup artık doğanın, hayatın bir parçası olan şeylerden faydalanmak anlamında…

Kişinin bambaşka hayalleri varken sırf gününü kurtarmak adına çalıştırılması o kişinin kullanılmasıdır. Konfeksiyon atölyesinde asgari ücretle çalışan birinin diktiği pantolonu giydiğimde şunu derim ona: Benim pantolon giymem senin zevklerin ve becerilerin doğrultusunda kendini gerçekleştirmene ayıracağın vakitten daha değerli. Oysa kıyafet dikmeyi seven, hayatı giysi tasarlamak olan bir terzinin diktiğini giymek, onu kullanmak değil, ondan nasiplenmek olurdu.

Mesela E=mc2’den faydalanan hangi bilim insanı Einstein’i kullandığı hissine kapılabilir? E=mc2’yi bulduğu için kimse Einstein’a para vermemiş olsa bile (Nobel para ödülünü fotoelektrik etkiden aldı) bu O’nun fizik yaparak kendini gerçekletirirken elde ettiği bir sonuç, etrafa saçtığı bir cevherdir. O’ndan hiçbir şey eksiltmemiş bu denklemden faydalanan da Einstein’ı kullanmış değil, O’ndan nasiplenmiş olur. Oysa bu sureçte bir yandan da hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olduğu patent ofisinde yazdığı her bir rapor Einstein’in hayatından çalınarak üretilmiş bir nesnedir. Bu raporları kullananan herkes, karşılığı verilmiş olsa da, Einstein’i kullanmıştır.

Kişinin insanda “karşılığını veriyorum, o halde kullanmış olmam” sanrısına kapılmaması neredeyse mümkün değilken; hayvanda ise, kişinin hayvandan kendi menfaati için çalmadığını; ondan alırken onun refahından, ömründen eksiltmediğini düşünebilmesi imkansızdır. Hayvanın köleliği normaldir, kimsenin bunu inkar edecek hali yoktur. Bir ineği doğadan alıp ahıra, süt çiftliğine kapatırım. Kapatılsınlar. Tavuklar kafeslerde doğalarının onlarca katı yumurta üretmeye zorlansın. Çünkü onların bedenlerinin, hislerinin ve ömürlerinin kendilerini gerçekleştirmek yerine benim tereyağlı sucuklu yumurtamın gerçekleştirilmesine harcanması daha mühimdir. Onların hayatının doğal formları gözüme bir taşın doğal şekli kadar sebepsiz ve değersiz gözükür. O yüzden bir mermeri alıp ondan masa yaptığım gibi; hayvanın da hayatını yontar, büker, keser; ondan kendim için anlamlı olan formu yaratırım.

Hayvan kullanımı bu kadar açıkken, hayvandan nasiplenmek kafa karıştırıcı olabiliyor. Bir tavuğun zaten vücudunu terk etmiş bir yumurtayı yemek tavuğu kullanmak değil, ondan nasiplenmek zannedilebilir. Oysa yumurtanın tavuğun vücudundan çıkmış olması, hayatından da çıkmış olduğu anlamına gelmez. Tavuklar yumurtalarından civciv çıkmayacak olsa bile yumurtanın üstüne tünemeye devam ederler, yumurtaları alınırsa strese girerler. Bazıları yumurtalarını yiyebilir de. Vücut bağı kopsa da yumurtayla henüz hayat bağı kopmamıştır. Hepsinden önemlisi yumurtanın üstüne tünemese bile eğer biz o yumurta için hayvanı zapt etmiş, onu kafese ya da kümese koymuş isek kendi kazancımız için onun doğal yaşam formunu bozmuş, onun psikolojisinden ve zamanından eksiltmiş oluruz. Örneğe uygun nasiplenme olsa olsa yabani bir kuşun doğaya terk ettiğinden emin olduğumuz yumurtasını alıp yemek olabilir. Yine doğada yaşayan bir hayvan sürüsünün arkalarında bıraktığı gübreleri toplamak, hayvandan nasiplenmektir. Çünkü dışkısına bile sahip çıkacak hayvan olsa olsa insan olabilir. Kolay tozlaşsın diye ekinlerini arıların bulunduğu bölgeye eken kişi arıdan hiçbir şey eksiltmez. Arı bal derdinde dolanırken çiftçi arıyı kullanmış değil ondan nasiplenmiş olur. Ya da doğal yollarla ölmüş bir keçinin derisini alıp ondan vurmalı çalgı yapan bir müzisyenin yaptığı da nasiplenmektir. Kedi, köpeğin zaten dökülen tüylerini toplayıp bunlardan hırka gibi bir kıyafet yapmak mesela… Hayvan tüyünü terk etmiştir zaten, bizim hırkamız ondan bir şey eksiltmeyecektir. Tüy, deri, yumurta, dışkı.. Eğer hayvan bunlarla bağını koparmış, bunları arkasında bırakmışsa ve bu süreçte bizim hayvana bir etkimiz olmamışsa hayvandan değil doğadan almış oluruz aslında. Hayvanın doğaya bıraktığından ya da kattığından nasiplenmiş oluruz.

Kafamızda kullanmakla nasiplenmek arasındaki bu tanımsal ayrımı yaptığımızda bu kavramların algı dünyamızda cehennem ve cennet kadar zıt iki kutbun, iki hissin de en büyük kaynakları olduklarını fark etmenin önü açılıyor. Kullanmak, yani kendin için başkasından eksiltmek, diğerinin hayatından kendininkini koparmadan mümkün olamaz. İster insan olsun ister diğer hayvanlar, kullandığımız bireyden kendimizi bilinçli ya da bilinçsiz koparırız. Şöyle düşünelim, o asgari ücretle çalışıp pantolonu diken kendi babamız olsaydı? Ya da oturduğumuz evin badanasını, boyasını bizim bir akşam eğlencemizin parasına bir hafta çalışarak annemiz yapsaydı? Yine hayatımıza insan kullanarak devam edebilir miydik? Peki yediğimiz but kedimizin bacağı olsaydı? İçtiğimiz süt için köpeğimizi yavrularından ayırsalar, onu makinelere bağlasalar, kafeslere hapsetselerdi? Yine hayvan kullanabilir miydik? Bağımız olanı kullanmak bu kadar zorsa, kullandığımıza bağlılık hissetmememiz de, onla bağımız olmadığından değil, kullanabilmek için olan bağı koparmamızdan kaynaklanıyor. Kullandıkça kullandıklarımızdan kopuyor, gittikçe daha da yalnızlaşıyoruz. İnsan olarak şu gezegende kendimizi bu kadar yalnız hissediyorsak; evrim bir yandan, bilişsel psikoloji bir yandan siz kardeşsiniz derken biz kendimizi hala diğer hayvanlardan bu kadar kopuk uzaylılar sanıyorsak bunda onları kullanıyor olmamızın payı çok büyük. İnsanın varoluşsal yalnızlığı o kadar da varoluşsal olmayabilir. Yaşadığımız toplum ve zamanın üstümüzde kurduğu hayvan kullanılabilir algısı ve pratiği bizi diğer hayvan kardeşlerimizden kopardıkça koparıyor. Bu da yetmezmiş gibi insan kullanımını da normal gibi algıladıkça sadece diğer hayvanlardan değil, diğer insanlardan da kopuyoruz, yalnızlığımıza yalnızlık katıyoruz.

Öte yandan nasiplenmek kullanmanın yarattığı hissin tam tersini yaratmıyor mu? Kullanmak bizde bir üstünlük duygusu yaratıyor. Şişen egomuzla beraber farkında olmadan yalnızlık hissimiz de artırıyor. Nasiplenmek tam tersi içimizi şükranla doldurup bizi de hayatla/doğayla uyumlanmış hissettiriyor. Hayvan ve insan kardeşlerimize egoyla değil hayranlıkla, şiddetle değil sevgiyle yaklaştırıyor. Bireyin kendini gerçekleştirmesinden payımıza düşeni almış olmuyoruz sadece, payımıza düşeni yapmış da oluyoruz o esnada; yaşamın uyumlu bir parçasına dönüşüyoruz kendimiz de. Yaşamın dişlilerini yoran şımarık bencil bir çocuktan hayvan ve insan kardeşlerimizle kenetli, onlarla uyum içinde dönen bir çark oluveriyoruz.

Kullanmanın yarattığı yalnızlıktan başkasını hissetmedik, çıkardığı kakafoniden başka ses duymadık. Yine de ne kalbimiz uzak nasiplenmenin bize katacağı o bütünlük hissini hissetmeye, ne de kulaklarımız sağır üreteceği senfoniyi duymaya. Her şey bir algımızı değiştirmeye bakıyor.

.

.

Ahmet Batal

Samsun kent merkezinde ağaç katliamı: Çamlık alandaki 60 yıllık ağaçlar kesildi

Samsun Elektrik Mühendisleri Odası, şehirde bir ağaç katliamı yaşandığını duyurdu. Yapılan yazılı açıklamada Samsun Adalet mahallesindeki çamlık alanda bulunan 60 yıllık çam ağaçlarının kesildiği belirtiliyor.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Samsun Şubesi Enerji Komisyonu Başkanı ve Samsun Çevre Platformu (SAMÇEP) sözcüsü Mehmet Özdağ konuya dair yaptığı açıklamada, “Bu alan yeşil alan idi. 13 Temmuz 2018 tarihli Samsun Büyükşehir belediye meclis kararı ile eğitim alanına çevrilmiş. Aslında eğitim alanı olarak belirlenen Kazımkarabekir Mahallesindeki başka bir boş alan parka çevrilmiş ve bu ağaçların olduğu alanla değiştirilmiş” dedi.

Mehmet Özdağ, ağaçların belediye ekipleri tarafından kesildiği Çamlık alanın şehir içinde nefes alınabillecek bir ada görevi gördüğünü de ifade ediyor

Bu karardan çok geç haberleri olduğunu, iş makinaları sahaya indikten sonra bilgi edinebildiklerini aktaran Mehmet Özdağ, “Halen gerekli idar makamlara ve hukuki itiraz süreçlerimizi sürdürüyoruz. Bu süreç bitmeden ağaçların kesilmek istenmesi AKP’nin keyfi kamu yönetimi anlayışını gösteriyor.” diye konuştu.

.

(Yeşil Gazete)

Türkiye ile BM ortaklığında Afrika’nın çorak topraklarını iyileştirme projesi: Köprüler

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)  ve Türkiye, Sahra sınırları içerisindeki üç Afrika ülkesinde 5.000 hektarlık çorak toprağı ortaklaşa yeniden iyileştirme kararı aldı. Üç yıllık projenin Afrika Büyük Yeşil Duvar Girişimi sınırları içerisinde arazi bozulmasıyla mücadele eden ülkeler için önemli bir kazanım olduğu belirtiliyor.

Türkiye’den 3 milyon ve FAO’nun “Çölleşmeye Karşı Eylem” programından da 600.000 olmak üzere toplam bütçesinin 3.6 milyon dolar olduğu belirtilen ve “İyileştirmeyi Destekleyen, Gelir, Kalkınma, Ekosistem Hizmetlerinin Güçlendirilmesi” açılımıyla ifade edilen KÖPRÜLER adlı yeni proje, Eritre, Moritanya ve Sudan’daki kurak ve yarı kurak alanların iyileştirilmesi amacını güdüyor.

KÖPRÜLER, programın başarılı olduğu kanıtlanan iyileştirme yöntemine dayanıyor ve bu vesileyle 2019 yılının başlarında 50.000 hektarlık bir araziyi de iyileştirme sürecine alması tahmin ediliyor. Proje aynı zamanda ekonomik büyümeyi canlandırmak, gelir artışı ve iş yaratımı sağlamak ile  odun dışı orman ürünlerinin değer zincirlerinin gelişimini de desteklemek amacında.

KÖPRÜLER projesine dair detay bilgiye FAO web sitesinde yer alan bu bağlantı üzerinden erişim mümkün.

.

(Yeşil Gazete)

Konformizme başkaldırmak: Ne Havyar Ne Kebap! – Abdullah Onay

Bu yazı hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/ dan alınmıştır

Fransa’da Sarı Yelekliler protestoları esnasındaki bir duvar yazısı hayvan hakları savunucularını haklı olarak rahatsız etti. Duvarda “Kahrolsun havyar, Yaşasın Kebap” yazıyordu.

Kimileri ise hissettikleri “ayaklanma” heyecanı içinde bunu bir ayrıntı, bir ironi olarak yorumladılar. Abartılacak bir şey yoktu. Sınıfsal tepki içeren bir göndermeydi sadece. (1)

Oysa biliyoruz ki dil o derece masum ve nötr bir şey değil. Derek Ryan’ın vurguladığı gibi:

“Dil hayvanlara yapılan zulmü maskeliyor. Ve bence çok sorunlu. Foer’ın kitabında müthiş bir bölüm vardı; hayvanlara ettiğimiz muameleyle ilintili kelimelerin listesini alfabetik olarak sunuyor ve bu kelimelerin arkasında sakladığı gerçeği yapısökümüne uğratıyordu. (…) Bu kelimelerle ilgili gerçek sorun şu ki, insan-hayvan ilişkisinde potansiyel bir etik sorgulamayı geçersiz kılıyorlar. Bizi etik davrandığımıza inandırıp vicdanlarımızı rahatlatıyorlar, neredeyse bir ödül sunarmışız gibi hissediyoruz kendimizi. Bu kelimelerin çoğunlukla bize yalan söylemesi de, aslında kandırılmaktan hoşnut olduğumuzu gösteriyor.” (2)

Bu anlamda “yaşasın kebap” da masum bir ifade değil. Günümüzde bir fast food’a dönüşmüş, orta (ve tabii ki alt) sınıfların bolca tükettikleri bir yiyecek olan kebap, hayvanlara yapılan zulmün önemli bir parçası. Dünya genelinde orta sınıfların büyümesi, tüketim normlarındaki değişim, et tüketiminin de artışına yol açıyor. (3) Ancak hızla tüketilebilen ve diğer yiyecek gruplarına nazaran daha ucuz seçenekleri olan “kebap” için yine de net çizgilerle ayrılmış bir üst-alt sınıf yiyecek ayrımı olduğunu söylemek zor.  “Kebap” kuşkusuz bir göçmenlik göndermesi de içeriyor. Lakin, yine sınıf temeline bakıldığında göçmenlerin tamamının alt sınıflardan, işsizlerden oluştuğunu iddia etmek ne derece mümkün?

Ayrıca alt sınıflara ait olduğunu varsaysak bile, hayvanlara yapılan zulmü meşrulaştırmaması gerekir.

Bu sınıfsal vurgu bahsettiğim duvar yazısı üzerinden de yapıldı. Oysa, Fransa’daki ayaklanma talepleri katılımcıları itibariyle, birçok yorumcunun da belirttiği üzere, (4) orta sınıflara dayanan bir protesto. Esas olarak tüketim normlarındaki düşüşe bir tepkiye dayanıyor. Alt sınıfların da eylemlerde yer almaları bu durumu değiştirmiyor. Ayrıca protestonun “Fransız” vurgusunu da unutmamak gerekiyor. Bu anlamda heterojen bir oluşumdan da söz edilebilir.

Bunlar tartışılıyor, anlamaya çalışılıyor, ama şunu söylemek mümkün, bu ve buna benzer hareketlerin “çıkarlar” üzerinden yola çıktığı açık. Çıkarlar üzerinden harekete geçmek ise kapitalizmin mantığına çok ters değil. Tarihe baktığımızda da bu tür protestolardan elde edilen kazanımların, sistem için çok da yıkıcı olmadığını biliyoruz. Nitekim Fransa’daki  protestoların birtakım kazanımlar ile sönümleneceği tahminleri de yapılıyor. Ne yazık ki, bu “çıkar” mantığını aşmaya dönük hareketlerin ciddi kriz yaşadıkları bir çağdan geçiyoruz.

İtiraz-isyan vb. toplumsal protestolar, statükoyu bozma yönünde uyarıcı bir etki yaratıyorsa heyecan duymak gerekiyor ama her kalkışmanın da “sol” bir niteliğe sahip olduğunu iddia etmek gerekmiyor.

Eğer bir hareket, özgürlükçü ve eşitlikçi talepler doğrultusunda, ve de gerçekten kapitalizm karşıtlığı üzerinden yola çıkacaksa, zulmün dibi olan hayvan sömürüsüne kayıtsız kalamaz, kalmaması da icap eder. İnsanların bunun farkında olmadıkları, önemsemedikleri günler geride kaldı. Yeni bir toplumsal dinamik, bir süre sonra öyle ya da böyle etkili hale geliyor. Kadın hareketi, ekoloji hareketi vb.’de olduğu gibi.

Velhasıl bütün bu değişkenler üzerinden baktığımızda sloganda masumiyet aramak abes. İlla ki, bir masumiyet aranacaksa, etin-kebabın mağdurları olan hayvanlara bakmak gerekiyor?

Bu ayaklanmalara dair duyulan heyecan ise yine orta sınıf muhaliflerce, içinde varlıklarını sürdürüp sıkıldıkları konformizme dair bir tepkinin göstergesi olabilir. Ama konformizme gösterilecek asıl tepki, uzakta olup bitenlerden heyecanlanmaktan ziyade, bizzat kendi hayatlarımızdaki ikiyüzlülüğün konformizminden kurtulmaya yönelik yapacaklarımız değil midir?

Mesela bunun için haberdar olunduğu, söz düzeyinde karşı çıkıldığı halde, kanıksanan, önem verilmeyen “ikiyüzlü” davranılan, (5) hayvan zulmünü sürdürmeye yönelik  gündelik hayat pratiklerinde bir değişime gidilebilir, bıkkınlık veren, ama tutsağı olunan konformizmden kurtulmanın ilk adımı atılabilir!

(*) Yazıya dair ve öneri ve eleştirilerinden ötürü Kerem Ünüvar’a teşekkür ederim.

(1) Sosyalist Parti seçmenlerine yönelik “havyar yiyen sol” tepkisini de hatırlatmak lazım. Ahmet İnsel, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7352/ulusal-cephe-nin-onlenebilir-ama-onlenemeyen-yukselisi#.XBqS32gzaUk

(2) Derek Ryan ile söyleşi: http://t24.com.tr/k24/yazi/derek-ryan,741 Derek Ryan’ın Hayvan Teorisi Kitabı İletişim Yayınları’nca 2019 yılı içerisinde yayımlanacak.

(3) Fransa, Kuzey ülkelerinde görülen et tüketimindeki düşüşü yaşamakla birlikte, hâlâ listenin en üst sıralarında yer alıyor. .

(4) Bu konuda kayda değer yorumlar için bkz. Ahmet İnsel, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9235/sari-yelekle-ifade-edilen-hinc-ve-ofke#.XBtMvWgzaUk; Aybars Yanık, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9234/sari-yelekliler-kaslar-catilirken#.XBtOUWgzaUk; Selman Saç, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/9241/ayin-sonunu-getiremeyenler-gezegenin-sonunun-gelmesine-karsi#.XBtO-WgzaUk; Ali Akay, https://t24.com.tr/yazarlar/ali-akay/fransada-ne-oluyor,20985; Alican Tayla, https://www.birartibir.org/siyaset/190-bu-fransa-hangi-fransahttp://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/9268/birlikte-yasama-ilkeleri-isiginda-sari-yelekliler-hareketi#.XBn48WgzaUk; M. Görkem Doğan, https://gazetehayir.com/m-gorkem-dogan-sari-yeleklilerin-gelecegi-olmayabilir-ama-populizmin-fransada-bir-gelecegi-oldugu-ortada/

(5) İkiyüzlülükten kasıt şu: “Anket yapıldığında, Amerikalıların yüzde 96’sı hayvanların yasalarla korunmayı hak ettiklerini, yüzde 76’sı hayvan refahının ucuz etten daha önemli olduğunu ve neredeyse üçte ikisi çiftlik hayvanlarına yapılan muamele karşısında sadece yasalar değil ‘katı yasalar’ çıkarılması gerektiğini söylüyor. Bu kadar insanın, böylesine dayanışma içinde olduğu başka bir mesele zor bulunur.” Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek, çev. Garo Kargıcı, Siren Yay.

Bu yazı hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/ dan alınmıştır

.

.

Abdullah Onay

Sadece sessiz kalmış olmamak için ve yetersiz olduğunu bilerek… – Alper Akyüz

Yeşil Gazete yazarlarından ve Bilgi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Alper Akyüz’ün Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.

İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi Heyetine, 

11 Ocak 2016 tarihinde “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildiriye imzamı verdiğim için Terörle Mücadele Kanununun 7/2. Maddesi kapsamında suçlandığım iddianame nedeniyle karşınızdayım.

İmzadan hemen sonra 24 Mart günü ifadeye çağrılmış ve 4 Nisan’da avukatlarımla birlikte ifade vermişken hakkımda dava açılması için iki seneden fazla zaman geçti.

Sonuna yaklaştığımız 2018 senesinin Haziran ayının başlarında hakkımda iddianame hazırlanıp mahkemeniz tarafından kabul edilerek dava açılmasına rağmen, bu iddianame nüfus idaresinde kayıtlı güncel adresim yerine hayatımın hiç bir döneminde bir ilgim olmayan bir adrese gönderilmiş olduğu için tebliğ edilemedi. Sonunda 25 Eylül günü yapılan ilk celseden e-devlet yoluyla haberdar olarak huzurunuzda bulunmam sayesinde elden alabildim.

Öncelikle sanırım kendimi hukuk okur yazarlığı bulunan bir vatandaş olarak tanımlayabilsem de hukuk fakültesi mezunu olmamam nedeniyle yargılamada usulün ve özenin önemini ve belirleyiciliğini benden öğrenecek değilsiniz.

Buna karşın gerek aynı eylem hakkında faillere ayrı ayrı bireysel davalar açılarak birbiriyle tutarsız süreçler yaşanması ve farklı sonuçlar alınmasına, gerekse de adı iddianame olsa da içinde kişisel olarak bana karşı olması gereğini bir yana bıraksak bile toplamda da hiç bir somut delil barındırmadığı gibi çeşitli mantık hataları ve gerçekliğin manipülasyonu yoluyla kurgulanan ve hazırlık savcısı İsmet Bozkurt’un kişisel kaanatleri yoluyla oluşturulmuş, tamamı benzeri davalarda yargılanan bütün akademisyenlerin iddianamelerinin birebir kopyası olan bir belgeyi kabul etmiş olmanız durumu için üzücü demek bile yetersiz kalıyor.

Nitekim güya tek başına benim adıma düzenlenmiş olan iddianame başlangıcında hiç tutuklanmadığım halde tutuklama müzekkerelerinden delil olarak bahsedilmiş, altında imzam olmayan ve açıklandığı toplantıya katılmadığım 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamasına da aleyhimde delil olarak yer verilmiştir. İddianameye 4/4/2016 tarihli ifademden aktarıldığı belirtilen kısım dahi bana ait değildir.

İfade sırasında tüm sorulara yanıt olarak yazılı olarak sunduğum ve çeşitli AİHM kararlarına referans verdiğim, dolayısıyla dava açılmasının reddedilmesi için tek başına yeterli olan o kısa ifadem dahi iddianameye aktarılmamıştır. İddianamenin hukuki bir niteliği ve geçerliliği yoktur.

Bu davalar silsilesinin hukuki bir dava olmadığını, siyasi bir talimatla açılıp farklı mahkemeler ve hatta aynı mahkemenin farklı heyetlerince farklı şekillerde sürdürüldüğünü gözlüyoruz.

Tanık olduğumuz “ifade özgürlüğünü mahkum etme iştahına” ise insan haklarını ve karakteristiğini hatırlatmak dışında nasıl karşı çıkabileceğimizi bilemiyoruz.

Ben 1994’te uçak mühendisliği bölümünden mezun oldum. Sonrasında aynı alanda doktora seviyesine kadar ilerlemiş olsam da öğrenciliğim sırasında dahil olduğum uluslararası ve yerel sivil toplum kuruluşlarında edindiğim kazanımlar sonucunda sivil toplum ve sosyal bilimler alanında önemli bir birikim edindim.

O dönem halen Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) aday statüsü tanınmamış olsa da inişli çıkışlı süreçlerle yakınlaşma politikası güdülüyordu.

Türkiye’nin o dönem ERASMUS programını da içeren AB Eğitim ve Gençlik Programlarına katılımı için yürüttüğümüz çalışmalarda Avrupa Parlamentosunda ilgili karar tasarısını bloke eden parlamenterler Türkiye’nin o dönemdeki insan hakları ve demokrasi konusundaki durumunu ve özellikle de polisin toplantı ve gösteri yürüyüşlerine sert müdahalelerini argüman olarak karşımıza getiriyor, biz ise yanıt olarak orta ve uzun vadede insan hakları ve demokrasi anlayışı ve kültürünün gençlere bu programlardan yararlanma fırsatı verilmesiyle gelişebileceğini söylüyorduk.

Uzun bir süreç sonunda başarılı olduk ve 2004’ten bu yana bu programlardan yüz binlerce genç yararlandı; eğer yakınınızda ERASMUS ya da başka bir gençlik değişimi yoluyla bir dönemini Avrupa’da geçirmiş kimse varsa buna katkıda bulunmuş olmaktan mutluyum.

Mühendislik bilimlerinde kariyerimi sürdüremeyecek bir noktaya geldiğimde ise bu süreçlerde edindiğim bilgi ve deneyim sayesinde ülkeye ve insanlığa sivil toplum ve sosyal bilimler alanında mühendislikten daha fazla katkı yapabileceğime inanarak tezimi vermeden ayrıldım.

Sonrasında sivil toplum, gönüllülük, gençlik, insan hakları, ekoloji ve sosyal hareketler alanında gerek eğitmenlik ve gönüllülük, gerekse de akademik çalışmalarımı sürdürdüm ve doktoramı organizasyon-yönetim alanında tamamladım. AB uyum süreci, sivil toplum, insan hakları, iş ve emek sosyolojisi ve çevre-ekoloji alanlarıyla bunların birbiriyle kesişimleri uzmanlık alanlarım oldu.

Bu uzmanlığımı sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle olduğu kadar İçişleri Bakanlığı personeline davet üzerine verdiğim eğitimlerde, ve yine davet üzerine katıldığım toplantılarda İçişleri ve AB Bakanlığıyla ve Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların çeşitli birimleriyle paylaştım.

Üzerinde çalıştığım konulara yine ‘iyi yaşam’ amacıyla haklar ve değerler temelli çalışan sivil toplum örgütlenmelerini yakından izlemem nedeniyle uygulamalı etik de dahil oldu ve halen bu konuda da derslerimi sürdürüyorum.

Bütün bu süreçte memleketin her yerinden ve çok çeşitli alanlardan ve görüşlerden devlet görevlileriyle ve sivil toplum aktivistiyle eğitimlerde ve toplantılarda, üniversite öğrencileriyle ise derslerde buluştuk ve içten tartışmalar gerçekleştirdik.

Bu tartışmalarda ayrımcılığa ve ayrımcı uygulamalara karşı insan hakları konusundaki ilkesel tutumum nedeniyle muhafazakar ve milliyetçilerden, toplum ve siyasette şiddeti koşulsuz olarak reddetmem nedeniyle de en azından söylemlerinde silahlı mücadeleyi kendilerine göre gerektiğinde başvurulabilecek bir yöntem olarak kabul eden sol muhalif kesimlerden tepki gördüğüm çok olmuştur.

Dolayısıyla benzeri bir tartışmayı burada da yapmam gerekecek. Bunu kolaylaştırmak içinse şimdi size Myanmar’daki Arakan müslümanlarına yönelik zulüm konusunda Myanmar’lı aydınlar tarafından hazırlanmış bir bildiri okuyacağım:

“Myanmar hükümeti vatandaşlarını Rohingya bölgesinde haftalarca süren sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve özgürlükleri ihlal etmektedir.

Bu kasıtlı ve planlı kıyım Myanmar’ın kendi hukukunun ve taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğindedir.

Devletin başta Arakanlı müslümanlar olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini talep ediyoruz.

Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Arakanlıların siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz.

Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.

Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini talep ediyor, bu ülkenin aydınları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”

Bizim hükümetlerimizin de en azından zamanında oldukça duyarlı davrandığı ve Myanmar devletini kınadığı olaylar ile ilgili olarak yayımlanan bu bildirinin içeriğinin ne kadar doğru olup olmadığından veya dilinin ne kadar sert ya da mutedil olduğundan bağımsız olarak, en başta bu bildirinin imzacılarının en temel haklarından biri olan ifade özgürlüğünü kullandıkları ve duyarlı Myanmar yurttaşları olarak mensubu bulundukları devleti eleştirme ve hukuk çerçevesinde davranmaya davet etme hak ve sorumluluklarını yerine getirdikleri söylenebilir.

Felsefede ve özellikle uygulamalı etik alanında sıkça başvurulan bir yöntem olan düşünce deneyinde bana katıldığınız için teşekkür ederim.

Böyle bir bildiri yok tabii ki, olabilirdi ve şaşırtıcı olmazdı. Sadece içeriğindeki isimleri değiştirerek şu anda yargılama konusu edinilen bildirinin aynısını okudum. Ancak bağlamından koparmayı, her biri kendi içinde eşsiz olan iki farklı bağlamı karşılaştırma kefesine koymayı ve bazı hatalar yapmayı göze alarak yarattığım bu uyarlama bildiriyi içindeki ithamların doğru ya da eleştiri ve taleplerin haklı olup olmadığıyla ilgilenmeden önce insan hakları ilkeleri açısından incelemek gerekir.

Myanmar yasaları ne derse desin, bu bildiri Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 19.Maddesi kapsamında ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilirdi ve Myanmar hükümeti bu nedenle imzacıları yargılarsa insan haklarını bir kez de bu madde açısından ihlal etmiş olurdu; uluslararası alanda da tepkiyle karşılaşırdı.

Myanmar’ın halen bu sözleşmeye taraf olmaması dahi küresel ölçekte norm oluşturucu olarak kabul edilen ve yürürlükte olan sözleşmeye referans verilmesine engel oluşturmaz. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi ve İnsan Hakları Komiseri de raporlarını hazırlar, gözlemci gönderme girişiminde bulunurlar, periyodik izleme toplantılarında konuyu gündeme getirir ve açıklamalarını yaparlar.

Myanmar örneğinden farklı olarak Türkiye bu sözleşmenin (ve diğer BM insan hakları sözleşmelerinin büyük çoğunluğunun) tarafıdır.

Bağlayıcı olmasına karşın yaptırımı olmadığından bazı çevrelerce küçümsenebilen BM sözleşmelerine ek olarak yine Myanmar örneğinden farklı olarak bölgesel bir hükümetlerarası kuruluş olan Avrupa Konseyinin tam üyesidir, bu kuruluş bünyesinde imzalanmış İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine (İHAS) taraftır ve bu sözleşmenin ihlal iddialarını karara bağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararlarını da tanır.

Bunun da ötesinde anayasasına temel haklarla ilgili sözleşmelerin bağlayıcılığı ve sözleşme hükümleriyle ulusal yasalar arasında çelişki olduğunda sözleşme hükümlerinin uygulanmasını zorunlu kılan 90.maddeyi koymuştur. Sadece bu temel gerçekler ile doğrudan beraat kararı verilmesi gerekirken davanın açılmış olması bile ciddi bir hak ihlali oluşturmaktadır.

Bir yılı aşkın süredir her hafta onlarca meslektaşım bu binanın çeşitli mahkeme salonlarında duruşmalara çıktı. Bir çoğu her biri derslerde okutulabilecek ya da akademik dergilerde yayımlanabilecek nitelikteki metinleri savunma olarak sundular.

Bütün bu çalışmaların üzerine ek olarak neler söylenebileceğini bulmakta zorlandıklarını ifade ettiler, yine de her biri sadece mahkeme heyetlerine değil, aslen kendilerine ve mesleklerine gösterdikleri saygı gereği özenle oluşturdukları beyanlarla yargılamaya yeni boyutlar getirmeyi başardılar.

Bazıları bildiriye bir değişiklik yaratacağını umarak, başka bazıları ise bir umutları olmasa da sadece ses çıkarmak için imza attıklarını belirttiler.

John Berger’in protesto hakkında yazdığı şu notlar bence o dönemde bu bildirinin binlerce akademisyen tarafından imzalanmasının arkasındaki motivasyonu en iyi anlatan ifadelerden birisidir:

“Her ciddi siyasi protesto mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur; ancak protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto eder insan. (…) Protesto, sıfırlanmayı ve suskunluğa mahkûm edilmeyi reddetmektir. Bu sebeple, gerçekleşirse eğer, o anda küçük bir zaferdir protesto. Her an gibi geçici de olsa iz bırakır. Geçip gitse de belleklere kazınmıştır. Protesto aslında başka, daha adil bir gelecek için göze alınmış bir fedakârlık değildir; içinde bulunulan zamanın kifayetsiz bir kurtarılışıdır. Mesele, kifayetsiz sıfatıyla tekrar tekrar nasıl yaşanabileceğidir.” (Bento’nun Eskiz Defteri, John Berger, Çeviren: Beril Eyüboğlu, Metis Yayınları, Kasım 2012, İstanbul, sf. 87-88.)

Ben de sonuçta bu kadar çok imza toplanacağını ve somut bir değişiklik yaratacağını düşünmeden, sadece sessiz kalmış olmamak için ve yetersiz olduğunu bilerek imza attım.

Hemen sonrasında beklemediğim şekilde devletin en tepesinde yarattığı tepkiye ise şaşırdığımı söylemem gerekir. O zamandan bu yana tanık olduklarıma artık şaşırmıyorum tabii ve bu bile başlı başına korkutucu.

İddianamenin içeriğindeki tutarsızlıklar ve mantık hatalarını beyanında neredeyse satır satır incelemiş olan Haldun Gülalp’in 17 Ekim 2018 tarihinde 37. Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı savunmayı savunmama ek olarak sunuyorum. Ancak asıl dikkat çekmek istediğim nokta biraz daha farklı.

Biz araştırmacılar ve üniversite mensuplarının öğrencileri ve hatta başka meslektaşlarımızı en çok bunaltan özelliklerimizden birisi ayrıntılara gösterdiğimiz özen ve mükemmeliyetçiliğimizdir; hepimizin ya da çoğumuzun böyle olduğumuzu değil, işini iyi yapmaya çalışanlarımızın böyle davranmayı bir erdem olarak gördüğünü söylemeye çalışıyorum.

Mesleğine saygı duymak bunu gerektirir ve meslek etiğimiz mesleğimizi öncelikle sadece iş yerimiz olarak sınıflar ve üniversite ortamlarıyla sınırlı olmadan kamusal fayda için, toplum ve insanlık olarak ‘iyi yaşam’a katkıda bulunma amacıyla icra etmeyi gerektirir.

Bunun için maaş da alırız tabii, maaşın karşılığı biraz da üniversitenin kurumsal saygınlığını işimizi iyi yaparak korumamızdır. Bu yüzden bu savunmayı hazırlamaya harcadığım zamanın karşılığında üniversitemizde de uygulanan ve neoliberal sistemin uygulamalarından birisi olan performans puanlamasına bu metin ile de başvuracağım doğal olarak.

Sivil toplum, katılımcı demokrasi, insan hakları konularında çalışan bir akademisyen olarak içinde yaşadığım toplumun ve bire bir tanışmasam da gerek vatandaşlık bağı nedeniyle, gerekse de sadece insan olmaları hasletiyle ortaklaştığım insanların yine vatandaşı olduğum devletin uygulamaya soktuğu yanlış politikalar nedeniyle mağdur olması durumunda kamuoyunda duyulacak bir ses çıkarmak sadece hak değil, aynı zamanda mesleki bir sorumluluktur.

Uygulamalı etik derslerimin bir haftasını da hukuk ve yargı etiği konuları oluşturur. Hukukun, yargı kurumlarının ve avukatlık, savcılık ve hakimlik mesleklerinin haklılaştırılması (yani “bu kurum ve meslekler neden varlar ve bunlara neden ihtiyacımız var” sorularının yanıtının aranması) etiğin konularından birisidir.

Bununla birlikte öğrencilerin de vatandaş olarak her an yargı kurumlarına işlerinin düşebileceği ve hukuk tekniği ve jargonu açısından kendileriyle meslek erbabı arasında bir bilgi ve güç asimetrisi olacağından bu gücün güçlü pozisyonda olan tarafından kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi yargı etiğinin ele aldığı temel sorundur.

Etik (ahlaki kuralların üstten buyurganlığının tersine) en başta gücü elinde bulunduranın sorumluluğudur.

Bu nedenle güç ve bilgi asimetrisine karşı bir yandan yargılananın avukat tarafından savunulması bir hak olarak tanınır, öte yandan da bu mesleklerin tamamı için mesleki etik ilkeler bütünü oluşturulur.

Yasaların aksine etik ilkeler yaptırımla bağlayıcı değildirler, ancak en az yasalar kadar önemlidirler, bizzat mesleki topluluklar ve üyeleri tarafından korunmalıdırlar ve işleyişi düzenleyen yasaların ve kurumların temelini oluşturmaları beklenir.

Bu bağlantı kaybolduğunda ise kurumlara, mesleklere ve meslek erbabına güven giderek aşınır ve kendilerine elde tuttukları güç nedeniyle görünürde saygı gösterilmeye devam edilse bile meşruiyetleri için için erir, giderek toplumsal birlikteliğin zemini de kaybolmaya başlar.

Hukuka ve hukuğun ruhuna en başta hukuk meslek erbabının uyması da meslek etiğinin gereğidir, ancak bu davalarda karşılaştığımız hukuk dışı davranış ve uygulamalar sonuç alma açısından hukuki savunmanın ötesine geçmemizi ve meslek etiği kavramına değinmemizi gerektiriyor.

Yine mesleki etiğim gereği değindiğim konularda referanslarla ilerlerim. Savcılar açısından mesleki etiği düzenleyen ve Hakimler ve Savcılar Kurulunun internet sitelerinde de bulunabilen uluslar arası belge Budapeşte İlkeleri olarak da bilinen Avrupa Konseyi Savcılar İçin Etik Ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa İlkeleridir. Bu belgenin genel ilkeleri sıralayan kısımlarını geçerek ceza soruşturmalarıyla ilgili olan III.bölüme gelirsek:

b) ve c) maddelerine göre savcılar “Görevlerini adil, tarafsız, objektif olarak, hukukun koyduğu hükümler çerçevesinde ve bağımsız olarak icra etmelidirler” ve “Ceza adalet sisteminin mümkün olduğunca hızlı işlemesini sağlamaya çalışmalı, adaletin yararına hareket etmelidirler”.

İki sene sonunda dava açmaya karar vermenin veya içinde bildirinin kendisi dışında herhangi bir somut kanıt bulunmayan ve objektif denemeyecek kanaatler, siyasi tartışmalar ve manipüle edilmiş, çarpıtılmış ve eksik aktarılmış bilgiler üzerine kurulan özensiz bir iddianameyi iki senede tamamlamanın bu ilkelerle bir ilgisi olmadığı söylenebilir.

e) maddesine göre savcılar “Dava açılıp açılmaması yönünde bir karar almadan veya adaletin seyrini etkileyebilecek başka kararlar almadan önce gerekli ve makul tüm soruşturma ve incelemelerin yapılmakta veya yapılmış olmasını temin etmeye çalışmalıdırlar”,

f) maddesine göre “Bir davada sanığın lehine ya da aleyhine olup olmamasına bakmaksızın sanığı etkileyen durumlar da dâhil olmak üzere davanın tüm hususlarını göz önünde bulundurmalıdırlar”,

g) maddesine göre “Tarafsız bir soruşturma neticesinde suçun bulunmadığı görüldüğünde dava açmamalı veya davaya devam etmemelidirler”

h) maddesine göre “Davayı sebatla, ama adil şekilde ve kanıtlarla ortaya konanların ötesine geçmeyecek biçimde takip etmelidirler.”

Hazırlık savcısı bütün bu ilkeleri ihlal ederek içinde ne herhangi bir örgüt adı geçen, ne de şiddeti öven veya teşvik eden hiç bir ifade bulunmayan bildiriyi yasa maddesi metninde açıkça “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek” diye belirten Terörle Mücadele Kanununun 7/2 Maddesinden suçlayacak bir iddianame hazırlamış, içine bu iddiayı destekleyecek hiç bir somut kanıt ya da sanıklar olarak bizlerin lehine olacak unsurları görmezden gelmiş, sonunda bu nitelikteki bir soruşturma sonunda bir de dava açılmasını talep etmiştir.

l) maddesine göre savcılar “Özellikle hukuk ve adil yargılanma ilkesine uygun olarak sanığa ve vekiline gerekli bilgileri vermek suretiyle tarafların eşitliği (equality of arms) ilkesini korumalıdırlar”, ancak hazırlık soruşturması sırasında her aşaması oldukça şeffaf olan eylemle ilgili dosyaya getirilen gizlilik kararı nedeniyle bilgi almamızın mümkün olmadığını geçen celsede avukatlarım da belirtmişti.

Son olarak o) maddesine göre “Kararları, mevcut kanıtların tarafsız ve profesyonel şekilde değerlendirilmesine dayalı olarak almalıdırlar.”; iddianamede ise somut bir kanıta yer verilmediği gibi kurulan mantık hataları, dosyaların ayrılarak bireysel davalar açılması gibi uygulamalar da savcının yetkinliğinin veya iyi niyetinin sorgulanmasına neden oluyor; hangisinin daha vahim olduğunu takdirlerinize bırakıyorum.

Savcılar için olduğu gibi hakimler için de yine HSK sitesinden de erişilebilecek bir etik ilkeler bütünü var: Birleşmiş Milletler Bangalore Yargı Etiği İlkeleri. Bu ilkeler bütünü 6 temel değer etrafında detaylandırılmış: Bağımsızlık, Tarafsızlık, Doğruluk, Dürüstlük, Eşitlik ve Ehliyet ve Liyakat.

Bu belgenin 1.3. maddesine göre “Hâkim, yasama ve yürütme organlarıyla uygunsuz bağlantılardan ve bu organların etkisinden bağımsız olmalı ve ayrıca makul bir şekilde gözlemlendiğinde de bunlardan bağımsız görünmelidir.”,

2.1. maddesine göre “Hâkim, yargı görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir.”,

5.2. maddesine göre “Hâkim, yargı görevlerini yerine getirirken davaya mesnet olmayan sebeplere dayanarak herhangi bir kişi ya da gruba karşı sözle veya davranışlarıyla yanlılık veya önyargı sergilememelidir.” 

1.6. maddesine göre “Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir.”

Dolayısıyla heyetiniz de benden önceki duruşmalarda olduğu gibi meslektaşlarıma bildiriyle eleştirdiğimiz yürütme organının politikalarının sizce doğruluğunu ima eden ya da var sayan sorular sorduğunuzda, ya da herhangi bir delil sunmadan savcı tarafından iddianameye eklenmemiş ek ve cezası daha ağır olan bir maddeden yargılanma olasılığından bahsedip ek savunma istediğinizde bağımsızlık ve tarafsızlık görüntüsüne zarar verirsiniz, yüksek standartlar sergilememiş olursunuz ve dolayısıyla yargıya yönelik kamusal güveni zayıflatmış olursunuz.

Ehliyet ve liyakat konusunda ise 6.2 maddeye göre “Hâkim, uluslararası sözleşmeler ve insan hakları normlarını oluşturan diğer belgeler dâhil olmak üzere uluslararası hukuktaki ilgili gelişmeleri takip etmelidir.”

Dolayısıyla özellikle uluslararası sözleşmelere, kuruluşlara ve bu sözleşme ve kuruluşların hüküm ve kararlarının anayasamız gereğince de bağlayıcılığına atıf yaptığımızda bu göreve ehil ve layık olduğunuza güveniyor ve aksi bir görüntü yaratmamanızı umuyoruz.

6.4. maddeye göre “Hâkim, mahkemedeki tüm yargılama aşamalarında düzeni ve davranış uygunluğunu sağlamalı; davanın tarafları, (…) tanıklar, avukatlar ve hâkimin resmi sıfatıyla muhatap olduğu diğer kişilerle ilişkilerinde sabırlı, vakur ve nazik olmalıdır.”

Aynı belgenin 2.2, 2.3. ve 2.5. maddelerine göre “Hâkim, mahkeme içerisinde ve dışında, halkın, hukukçuların ve dava taraflarının yargı ve hâkim tarafsızlığına duyduğu güveni koruyacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. Hâkim, makul olduğu ölçüde, duruşma ve karar aşamalarında davadan reddini gerektirecek durumları en aza indirecek şekilde hareket etmelidir. (…) Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği veya makul bir gözlemcide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi doğurabileceği durumlarda yargılamanın herhangi bir aşamasına katılmaktan kaçınmalıdır.”

Bu hususların zaten başta Ceza Muhakemeleri Kanunu olmak üzere çeşitli bağlayıcı yasal belgelerde sıralandığını söyleyebilirsiniz.

Ancak benim bu etik ilkeleri burada sıralama ihtiyacı hissetmem bugüne kadar aynı fiil kapsamında akademisyenlerin yargılamalarında bağlayıcı olması gereken hukuk ve usul kurallarının çeşitli mahkemelerde savcılar ve hakimler tarafından göz ardı edilmiş olması, bir çok hakimin taraflarını belirtecek şekilde uygunsuz yorumlar yapmış olmaları, bazı sanıkların savunma haklarını açık açık ihlal etmiş olmaları ve prosedürel yetkilerini hukuk ilke ve teamüllerine aykırı kullanmış olmalarıdır.

Bu hukuka ve usule aykırı vakaların bir kaydı birikimli olarak bu dava kapsamında yargı kurumunun meşruiyetinin bizzat yargı mensupları eliyle nasıl aşındırıldığını gösterecektir. Dolayısıyla sizden aslen derhal beraatimi değil, bu kararınız yoluyla mesleğinizin saygınlığına sahip çıkmanızı talep ediyorum.

Alper Akyüz

ODTÜ Rektörlüğü’nden, ‘panel ve toplantı yasağı’ duyurusu

Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden olan Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde yerel seçimler öncesinde, yasaklar dönemi başladı. Dün 19 Aralık cezaevi katliamları, Sarı Yelekliler ve krizle ilgili üç  ayrı etkinliğin engellenmek istenmesi ve kampüse polis yığınağı yapılmasının ardından ODTÜ Rektörlüğü ODTÜ mensuplarına elektronik posta göndererek yeni dönem kriterlerini duyurdu.

Üniversite dışından siyasi parti, topluluk, kurum ve kuruluşlar ile üniversite bünyesinde resmi topluluk olmayan gruplar tarafından yapılmak istenen panel ve/veya toplantılara izin verilmeyeceğini bildiren Rektörlük, bunun gerekçesi olarak da eğitim ve araştırma ortamına zarar vermemeyi gösterdi.

ODTÜ Rektörlüğünün gönderdiği elektronik posta şöyle:

Değerli Mensuplarımız,

Ülkemizin içinde bulunduğu seçim süreci boyunca Üniversitemiz dışından siyasi parti, topluluk, kurum ve kuruluşlar ile Üniversitemiz bünyesinde resmi topluluk olmayan gruplar tarafından yapılmak istenen panel ve/veya toplantılara izin verilmeyecektir. Üniversitemiz resmi topluluklarından gelen toplantı taleplerinde ise mevcut uygulama devam edecektir.

Üniversitemizin eğitim ve araştırma ortamına zarar vermemek için mensup ve öğrencilerimizin bu konularda gerekli duyarlılığı göstereceğine inanıyoruz.

Saygılarımızla.

Rektörlük

.

(Mülkiye Haber)

Japon medyası Sinop’ta: Sinop halkı bu santralı istemiyor!

Tokyo Broadcasting System (TBS) basın kuruluşundan iki temsilci, Peter S Harold ve Yusuke Sakurai, Japonya’nın Sinop Nükleer Santrali Projesi’nden çekileceği yönündeki haberlerinin ardından bir durum değerlendirmesi yapmak amacıyla Sinop NKP Yürütme Kurulu üyeleri  Kayhan Konukçu (Dönem Sözcüsü), Zeki Karataş, Murat Şahin, Fuat Aydın ve Samsun Çevre Platformu (SAMÇEP) sözcüsü Mehmet Özdağ ile görüştü.

Görüşme, Sinop NGS için Japonya’da gündemde olan maliyet artışları nedeniyle yatırımcı Japon şirketlerinin projeden vazgeçmeleri konusunun araştırılmasıyla ilgili olarak gerçekleştirildi.

‘Sinop halkı bu santralı istemiyor’

Serbest gazeteci Yavuz Harani’nin rehberliğinde Sinop’a gelerek temaslarda bulunan TBS temsilcilerinin, “Sinop halkı neden nükleer istemiyor?” sorusunu, Akkuyu için 2 Milyon m2 alan tahsis edilmiş iken Sinop’ta tahsis edilen alanın bunun 5 katı, 10 Milyon m2 olmasının kaygı verici olduğunu belirten Mehmet Özdağ, “Sinop NGS’nin atıklarının nihai olarak burada saklanacağı ve hatta başka ülkelerin bile nükleer atıklarının buraya getirilebileceği kaygısı var.

İnşaat aşamasından 32.6 milyon m3 hafriyat yapılacağı, yılda 2 Milyon m3 taş kırma eleme işlemi yapılacağı belirtiliyor. Böylesine büyük bir hafriyat ve taş ocağı işletmeciliği Sinop ilini tümden toz, moloz kirliliğine maruz bırakacak. Doğal yapı tümüyle yok olacak, şu anda pek çok doğal yaşam alanı olan orman ve sulak alanlar çorak araziye dönüşecek.

Santral işletmesi esnasında soğutma amaçlı, günde 28 Milyon m3 su denizden çekilecek, klorlanacak, kaynatılacak ve denize geri salınacak. Sinop ili Karadeniz’de Türkiye balıkçılığının en önemli merkezlerinden biridir. Balıkçılık yok olacak. Ayrıca işletme esnasında soğutma suyuna ve havaya radyoaktif sızıntıların olabileceği ÇED raporunda açıkça belirtilmiş.  Sinop halkı bu santralı istemiyor” şeklinde konuştu.

Görüşme sırasında 2013 yılında Japonya ve Türkiye Başbakanlarının işbirliği anlaşması yapmasından bugüne gelinen durumu da özetleyen SAMÇEP sözcüsü Özdağ, ” İnce Burun Yarımadası ve çevresi orman alanı olarak belirlenmiş ve yakın çevresi doğal yaban yaşam koruma alanları olan bir bölgedir. Bu alanda depremsellik araştırmalarının yapıldığı ancak, ÇED süreçlerinin tamamlanmamış olmasına rağmen ormanlık alanda 650 binden fazla ağaç kesimi yapıldığı görülüyor.

Elektrik enerjisi kurulu güç ve tüketim bakımından ise son beş yılda yaklaşık %20’lik büyüme oldu. Türkiye’nin elektrik enerjisi kurulu gücünün proje toplamı an itibariyle 120.000 mega vat (MW)’ı aşmış durumda. Yani nükleer santrallar hariç önümüzdeki 10 yıllık ihtiyacın bile üzerinde proje stoku var.” dedi.

‘Türkiye’nin bu santrala ihtiyacı yok!’

Özdağ, TBS program yapımcısına Nükleer Karşıtı Platform  önlüğü ve şapkası hediye ediyor

Sinop NGS’deki yatırım artışlarına dair de Japonya’nın TBS  kuruluşu temsilcileri Peter S. Harold ve Yusuke Sakurai’ye açıklamalarda bulunan SAMÇEP sözcüsü ve aynı zamanda Elektrik Mühendisleri Odası(EMO) Samsun Şubesi Enerji Komisyonu Başkanı Mehmet Özdağ şu bilgileri aktardı:

“018 yılı Ocak-Kasım 11 aylık dönemde kurulu güç %6,3 artarken tüketim %1 artış göstermiş durumdadır. Enerji Bakanlığımızın talep tahminleri gerçeklerden çok uzak.

Önümüzdeki iki yıl boyunca Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz ortamında kurulu kapasite artarken tüketimde daralmanın devam edeceği görülüyor. Şu anda bile ani en yüksek tüketim tepe değerinden %45 daha fazla kurulu gücümüz var. Ve biraz önce söylediğim gibi şu anda nükleersiz toplam proje stokumuz mevcut ekonomik gelişmeler ışığında 10 yıldan daha uzun dönemde yeterli görünüyor.

Ayrıca Sinop NGS için 20 yıl gibi uzun bir zaman %100 alım garantili piyasa fiyatının şu an iki katı maliyetle alım yapılacak olması bizim için ekonomik felaketi derinleştirecektir.

2017 yılında Enerji Bakanlığının 10 yıl alım garantili Güneş ihalesi nükleerin yarı fiyatına, rüzgar ihalesi ise üçte bir fiyatına.

Ayrıca unutulmasın ki güneş ve rüzgar enerji sistemlerinde maliyetler düşmeye devam ederken depolama/saklama teknolojilerinde de baş döndürücü bir hızla gelişme devam ediyor. Dünya yenilenebilir enerjide devrim yaşarken biz neden enerjinin 1970’ler versiyonu ile uğraşalım ki?

Kısacası Türkiye’nin bu santrala ihtiyacı yok. Bu söylediklerim Türkiye’ye olan maliyet kalemleri.”

‘Türkiye’deişler Japonya’da olduğu gibi işlemez’

Japonya’dan gelen gazetecilere Japonya ile Türkiye arasındaki farklara ilişkin de bilgilendirmede bulunan Mehmet Özdağ, “Bence Japon şirketleri de en az halkımız kadar bu işten zararlı çıkarlar. Bakın Akkuyu için bizim bildiğimiz 2015 yılında o dönemin enerji bakanı Rusya’dan Türkiye’ye 3 Milyar Dolar para geldi demişti, şu ana kadar gelen para toplamı 4 milyar doları geçmiş olmalı. Siz Akkuyu’da 4 milyar dolarlık bir imalat görüyor musunuz? Japon firmalarına bu bir uyarı olmalı. Türkiye’de işler Japonya’da olduğu gibi gitmez.” diye konuştu.

SAMÇEP sözcüsü Mehmet Özdağ , sözlerini “Türk halkı Hiroşima’da ölen 7 yaşındaki kız çocuğuna Nazım’ın dizeleri ile halen göz yaşı dökerken, Fukuşima mağdurlarının acısını yüreğinde hissederken Japon halkının da bizim için kaygılanmasını ve nükleer santral karşıtı mücadelemize destek vermelerini bekliyoruz.” diyerek tamamladı. 

.

(Yeşil Gazete)

Trans kadın mahpus Diren Coşkun tahliye edildi

17 aydır cezaevinde olan trans kadın mahpus Diren Coşkun, 17 Aralık Pazartesi günü tahliye edildi. 

Diyarbakır’da kaldığı D Tipi Cezaevi’nde erkek koğuşuna koyulmak istenmesine karşı çıktığında tekli hücreye alınan Coşkun, ardından Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’ne gönderilmişti. Tekirdağ’da kaldığı süreçte haklarına erişemediği için 25 Ocak’ta ölüm orucuna başlayan Coşkun, taleplerinin bir kısmının karşılanması sonucunda 21 Şubat tarihinde ölüm orucunu sonlandırmıştı.

Konuyla ilgili Keskesor LGBTİ+ Oluşumundan bir aktivist şunları belirtti:

“Diren Coşkun, tutuklu bulunduğu Tekirdağ 2 No’lu Cezaevi’nde cinsiyet geçişi ile ilgili ameliyat, epilasyon ve diğer tıbbi, psikolojik, psikiyatrik ve sosyal desteğin sağlanması ve kendisine uygulanan kötü muamelenin son bulması amacıyla 25 Ocak’ta ölüm orucu eylemine başlamıştı. Arkadaşımız Trans kadın Diren Coşkun, cezaevi yönetimi ile başlayan görüşmeler sonucunda 21 Şubat’ta ölüm orucuna ara vermişti.

Diren Coşkun, 28 Şubat’ta cezaevi yönetiminin tedavi hakkını kullanabilmesi için adım atması üzerine eylemini sonlandırmıştı. Ve bugün 17 Aralık 2018 de tekrar aramızda. Diren Coşkun şahsında tüm trans arkadaşlarımız özgürleşene dek mücadeleye devam edeceğiz.”

.

(Kaos GL, Pembe Hayat)

Macaristan, Viktor Orban’ın köle yasasına karşı ayakta

Macaristan sokaklarında günlerdir ülkenin başbakanı Viktor Orban karşıtı sloganlar duyuluyor. Köle yasası olarak adlandırılan yıllık fazla mesai sınırını artıran yeni iş kanununa yönelik protestolarda bir hafta geride kaldı. Yeni düzenleme, şirketlerin çalışanlarından yılda 400 saate kadar fazla mesai talep edebilmesini öngörüyor. İşverenlere de bu mesai ücretlerini 3 yıla kadar geciktirebilmeleri hakkı tanıyor.

Öte yandan, milletvekillerinden Bernadett Szel ve Akos Hadhazy, beş maddeden oluşan dilekçelerini okumak devlet televizyonu MTVA’ya gitmiş silahlı güvenlik görevlileri tarafından dışarı atılmışlardı. Milletvekillerine okutulmayan 5 madde şu şekilde;

♦Köle yasasının acilen iptal edilmesi 

♦ Polis memurlarına verilen fazla mesainin azaltılması

♦ Fidesz tarafından yönetilen, ayrı mahkemelerin son bulması, yargı bağımsızlığının geri gelmesi 

♦ Macaristan’ın Avrupa Birliği ortak savcılık kurumu EPPO’ya dahil olması

♦ Devlet medyasının bağımsız olması

12 Aralık’tan beri her gün sadece Budapeşte’de değil, Pécs, Győr, Békéscsaba ve diğer kasabalarda da gösteriler düzenleniyor. 13 Aralık’taki Budapeşte mitingi, Öğrenci sendikası ve Özgür Üniversite Grubu tarafından düzenlendi. Tanınmış bir Macar filozof olan Gáspár Miklós Tamás, Macaristan’da uzun zamandır öğrencilerin ve işçilerin birlikte göstermediklerini belirtti.

.

(Birgün)

Göç alanındaki ilk uluslararası mutabakat onaylandı

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, göç konusunu küresel boyutta ele alan, iş birliğini teşvik eden ve insan kaçakçılığıyla mücadeleyi amaçlayan Küresel Göç Mutabakatı’nı onayladı.

10 Aralık’ta Fas’ın Marakeş kentinde 165 ülkenin destek verdiği mutabakat, bugün de BM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Mutabakatı onaylayan karara 152 ülke destek verirken, anlaşmaya taraf olmayan ABD başta olmak üzere Macaristan, Çekya, Polonya ve İsrail karşı çıktı, 12 ülke ise çekimser kaldı.

Mutabakat, birçok ülke tarafından kabul görse de aşırı sağcı siyasetçilerin hedefi haline geldi. Karşı çıkan ülkeler, mutabakatın, egemenlik haklarına saygı duymadığını ileri sürüyor.

ABD de egemenlik haklarına saygı duyulmadığı gerekçesiyle ne Küresel Göç Mutabakatı ne de Küresel Mülteci Mutabakatı’na destek verdi.  Mutabakat, uluslararası yasal bağlayıcılığı bulunmasa da göç konusunda anlaşmaya varılan ilk uluslararası sözleşme olma özelliğini taşıyor. Birleşmiş Milletlere göre dünya genelinde 250 milyondan fazla göçmen bulunuyor ve bu kişiler dünya nüfusunun yüzde 3’ünü oluşturuyor.

Küresel Göç Mutabakatı’nda yer alan 23 hedef, devletler arası iş birliğiyle ülkelerin egemenlik hakları da dikkate alınarak göçün yasal, güvenli ve düzgün bir hale getirilmesini içeriyor.

Hiçbir ülkenin küresel göçle tek başına mücadele edemeyeceğine vurgu yapılan mutabakat ile göçmenlerin haklarının düzenlenmesi, çocuk ve kadın göçmenlerin haklarının korunması ve insan kaçakçılığıyla mücadele amaçlanıyor.

.

(Cumhuriyet)