Yeşil Gazete yazarlarından ve Bilgi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Alper Akyüz’ün Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle “Terör örgütü propagandası” iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi Heyetine,
11 Ocak 2016 tarihinde “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı
bildiriye imzamı verdiğim için Terörle Mücadele Kanununun 7/2. Maddesi
kapsamında suçlandığım iddianame nedeniyle karşınızdayım.
İmzadan hemen sonra 24 Mart günü ifadeye çağrılmış ve 4 Nisan’da
avukatlarımla birlikte ifade vermişken hakkımda dava açılması için iki
seneden fazla zaman geçti.
Sonuna yaklaştığımız 2018 senesinin Haziran ayının başlarında
hakkımda iddianame hazırlanıp mahkemeniz tarafından kabul edilerek dava
açılmasına rağmen, bu iddianame nüfus idaresinde kayıtlı güncel adresim
yerine hayatımın hiç bir döneminde bir ilgim olmayan bir adrese
gönderilmiş olduğu için tebliğ edilemedi. Sonunda 25 Eylül günü yapılan
ilk celseden e-devlet yoluyla haberdar olarak huzurunuzda bulunmam
sayesinde elden alabildim.
Öncelikle sanırım kendimi hukuk okur yazarlığı bulunan bir vatandaş
olarak tanımlayabilsem de hukuk fakültesi mezunu olmamam nedeniyle
yargılamada usulün ve özenin önemini ve belirleyiciliğini benden
öğrenecek değilsiniz.
Buna karşın gerek aynı eylem hakkında faillere ayrı ayrı bireysel
davalar açılarak birbiriyle tutarsız süreçler yaşanması ve farklı
sonuçlar alınmasına, gerekse de adı iddianame olsa da içinde kişisel
olarak bana karşı olması gereğini bir yana bıraksak bile toplamda da hiç
bir somut delil barındırmadığı gibi çeşitli mantık hataları ve
gerçekliğin manipülasyonu yoluyla kurgulanan ve hazırlık savcısı İsmet
Bozkurt’un kişisel kaanatleri yoluyla oluşturulmuş, tamamı benzeri
davalarda yargılanan bütün akademisyenlerin iddianamelerinin birebir
kopyası olan bir belgeyi kabul etmiş olmanız durumu için üzücü demek
bile yetersiz kalıyor.
Nitekim güya tek başına benim adıma düzenlenmiş olan iddianame
başlangıcında hiç tutuklanmadığım halde tutuklama müzekkerelerinden
delil olarak bahsedilmiş, altında imzam olmayan ve açıklandığı
toplantıya katılmadığım 10 Mart 2016 tarihli basın açıklamasına da
aleyhimde delil olarak yer verilmiştir. İddianameye 4/4/2016 tarihli
ifademden aktarıldığı belirtilen kısım dahi bana ait değildir.
İfade sırasında tüm sorulara yanıt olarak yazılı olarak sunduğum ve
çeşitli AİHM kararlarına referans verdiğim, dolayısıyla dava açılmasının
reddedilmesi için tek başına yeterli olan o kısa ifadem dahi
iddianameye aktarılmamıştır. İddianamenin hukuki bir niteliği ve
geçerliliği yoktur.
Bu davalar silsilesinin hukuki bir dava olmadığını, siyasi bir
talimatla açılıp farklı mahkemeler ve hatta aynı mahkemenin farklı
heyetlerince farklı şekillerde sürdürüldüğünü gözlüyoruz.
Tanık olduğumuz “ifade özgürlüğünü mahkum etme iştahına” ise insan
haklarını ve karakteristiğini hatırlatmak dışında nasıl karşı
çıkabileceğimizi bilemiyoruz.
Ben 1994’te uçak mühendisliği bölümünden mezun oldum. Sonrasında aynı
alanda doktora seviyesine kadar ilerlemiş olsam da öğrenciliğim
sırasında dahil olduğum uluslararası ve yerel sivil toplum
kuruluşlarında edindiğim kazanımlar sonucunda sivil toplum ve sosyal
bilimler alanında önemli bir birikim edindim.
O dönem halen Türkiye’nin Avrupa Birliğine (AB) aday statüsü
tanınmamış olsa da inişli çıkışlı süreçlerle yakınlaşma politikası
güdülüyordu.
Türkiye’nin o dönem ERASMUS programını da içeren AB Eğitim ve Gençlik
Programlarına katılımı için yürüttüğümüz çalışmalarda Avrupa
Parlamentosunda ilgili karar tasarısını bloke eden parlamenterler
Türkiye’nin o dönemdeki insan hakları ve demokrasi konusundaki durumunu
ve özellikle de polisin toplantı ve gösteri yürüyüşlerine sert
müdahalelerini argüman olarak karşımıza getiriyor, biz ise yanıt olarak
orta ve uzun vadede insan hakları ve demokrasi anlayışı ve kültürünün
gençlere bu programlardan yararlanma fırsatı verilmesiyle
gelişebileceğini söylüyorduk.
Uzun bir süreç sonunda başarılı olduk ve 2004’ten bu yana bu
programlardan yüz binlerce genç yararlandı; eğer yakınınızda ERASMUS ya
da başka bir gençlik değişimi yoluyla bir dönemini Avrupa’da geçirmiş
kimse varsa buna katkıda bulunmuş olmaktan mutluyum.
Mühendislik bilimlerinde kariyerimi sürdüremeyecek bir noktaya
geldiğimde ise bu süreçlerde edindiğim bilgi ve deneyim sayesinde ülkeye
ve insanlığa sivil toplum ve sosyal bilimler alanında mühendislikten
daha fazla katkı yapabileceğime inanarak tezimi vermeden ayrıldım.
Sonrasında sivil toplum, gönüllülük, gençlik, insan hakları, ekoloji
ve sosyal hareketler alanında gerek eğitmenlik ve gönüllülük, gerekse de
akademik çalışmalarımı sürdürdüm ve doktoramı organizasyon-yönetim
alanında tamamladım. AB uyum süreci, sivil toplum, insan hakları, iş ve
emek sosyolojisi ve çevre-ekoloji alanlarıyla bunların birbiriyle
kesişimleri uzmanlık alanlarım oldu.
Bu uzmanlığımı sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle olduğu
kadar İçişleri Bakanlığı personeline davet üzerine verdiğim eğitimlerde,
ve yine davet üzerine katıldığım toplantılarda İçişleri ve AB
Bakanlığıyla ve Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler
gibi uluslararası kuruluşların çeşitli birimleriyle paylaştım.
Üzerinde çalıştığım konulara yine ‘iyi yaşam’ amacıyla haklar ve
değerler temelli çalışan sivil toplum örgütlenmelerini yakından izlemem
nedeniyle uygulamalı etik de dahil oldu ve halen bu konuda da derslerimi
sürdürüyorum.
Bütün bu süreçte memleketin her yerinden ve çok çeşitli alanlardan ve
görüşlerden devlet görevlileriyle ve sivil toplum aktivistiyle
eğitimlerde ve toplantılarda, üniversite öğrencileriyle ise derslerde
buluştuk ve içten tartışmalar gerçekleştirdik.
Bu tartışmalarda ayrımcılığa ve ayrımcı uygulamalara karşı insan
hakları konusundaki ilkesel tutumum nedeniyle muhafazakar ve
milliyetçilerden, toplum ve siyasette şiddeti koşulsuz olarak reddetmem
nedeniyle de en azından söylemlerinde silahlı mücadeleyi kendilerine
göre gerektiğinde başvurulabilecek bir yöntem olarak kabul eden sol
muhalif kesimlerden tepki gördüğüm çok olmuştur.
Dolayısıyla benzeri bir tartışmayı burada da yapmam gerekecek. Bunu
kolaylaştırmak içinse şimdi size Myanmar’daki Arakan müslümanlarına
yönelik zulüm konusunda Myanmar’lı aydınlar tarafından hazırlanmış bir
bildiri okuyacağım:
“Myanmar hükümeti vatandaşlarını Rohingya bölgesinde haftalarca süren
sokağa çıkma yasakları altında fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm
etmekte, yerleşim yerlerine ancak bir savaşta kullanılacak ağır
silahlarla saldırarak, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, işkence
ve kötü muamele yasağı başta olmak üzere anayasa ve taraf olduğu
uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış olan hemen tüm hak ve
özgürlükleri ihlal etmektedir.
Bu kasıtlı ve planlı kıyım Myanmar’ın kendi hukukunun ve taraf olduğu
uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve
uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali
niteliğindedir.
Devletin başta Arakanlı müslümanlar olmak üzere tüm bölge halklarına
karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün
politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının
kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının
tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan
vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin
edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin
yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini
talep ediyoruz.
Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm
yollarının kurulmasını, hükümetin Arakanlıların siyasi iradesinin
taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturmasını talep ediyoruz.
Müzakere görüşmelerinde toplumun geniş kesimlerinden bağımsız
gözlemcilerin bulunmasını talep ediyor ve bu gözlemciler arasında
gönüllü olarak yer almak istediğimizi beyan ediyoruz. Siyasi iktidarın
muhalefeti bastırmaya yönelik tüm yaptırımlarına karşı çıkıyoruz.
Devletin vatandaşlarına uyguladığı şiddete hemen şimdi son vermesini
talep ediyor, bu ülkenin aydınları olarak sessiz kalıp bu katliamın suç
ortağı olmayacağımızı beyan ediyor, bu talebimiz yerine gelene kadar
siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temaslarımızı
durmaksızın sürdüreceğimizi taahhüt ediyoruz.”
Bizim hükümetlerimizin de en azından zamanında oldukça duyarlı
davrandığı ve Myanmar devletini kınadığı olaylar ile ilgili olarak
yayımlanan bu bildirinin içeriğinin ne kadar doğru olup olmadığından
veya dilinin ne kadar sert ya da mutedil olduğundan bağımsız olarak, en
başta bu bildirinin imzacılarının en temel haklarından biri olan ifade
özgürlüğünü kullandıkları ve duyarlı Myanmar yurttaşları olarak mensubu
bulundukları devleti eleştirme ve hukuk çerçevesinde davranmaya davet
etme hak ve sorumluluklarını yerine getirdikleri söylenebilir.
Felsefede ve özellikle uygulamalı etik alanında sıkça başvurulan bir
yöntem olan düşünce deneyinde bana katıldığınız için teşekkür ederim.
Böyle bir bildiri yok tabii ki, olabilirdi ve şaşırtıcı olmazdı.
Sadece içeriğindeki isimleri değiştirerek şu anda yargılama konusu
edinilen bildirinin aynısını okudum. Ancak bağlamından koparmayı, her
biri kendi içinde eşsiz olan iki farklı bağlamı karşılaştırma kefesine
koymayı ve bazı hatalar yapmayı göze alarak yarattığım bu uyarlama
bildiriyi içindeki ithamların doğru ya da eleştiri ve taleplerin haklı
olup olmadığıyla ilgilenmeden önce insan hakları ilkeleri açısından
incelemek gerekir.
Myanmar yasaları ne derse desin, bu bildiri Birleşmiş Milletler (BM)
Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 19.Maddesi kapsamında
ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilirdi ve Myanmar hükümeti bu
nedenle imzacıları yargılarsa insan haklarını bir kez de bu madde
açısından ihlal etmiş olurdu; uluslararası alanda da tepkiyle
karşılaşırdı.
Myanmar’ın halen bu sözleşmeye taraf olmaması dahi küresel ölçekte
norm oluşturucu olarak kabul edilen ve yürürlükte olan sözleşmeye
referans verilmesine engel oluşturmaz. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Konseyi ve İnsan Hakları Komiseri de raporlarını hazırlar, gözlemci
gönderme girişiminde bulunurlar, periyodik izleme toplantılarında konuyu
gündeme getirir ve açıklamalarını yaparlar.
Myanmar örneğinden farklı olarak Türkiye bu sözleşmenin (ve diğer BM
insan hakları sözleşmelerinin büyük çoğunluğunun) tarafıdır.
Bağlayıcı olmasına karşın yaptırımı olmadığından bazı çevrelerce
küçümsenebilen BM sözleşmelerine ek olarak yine Myanmar örneğinden
farklı olarak bölgesel bir hükümetlerarası kuruluş olan Avrupa
Konseyinin tam üyesidir, bu kuruluş bünyesinde imzalanmış İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesine (İHAS) taraftır ve bu sözleşmenin ihlal iddialarını
karara bağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararlarını da
tanır.
Bunun da ötesinde anayasasına temel haklarla ilgili sözleşmelerin
bağlayıcılığı ve sözleşme hükümleriyle ulusal yasalar arasında çelişki
olduğunda sözleşme hükümlerinin uygulanmasını zorunlu kılan 90.maddeyi
koymuştur. Sadece bu temel gerçekler ile doğrudan beraat kararı
verilmesi gerekirken davanın açılmış olması bile ciddi bir hak ihlali
oluşturmaktadır.
Bir yılı aşkın süredir her hafta onlarca meslektaşım bu binanın
çeşitli mahkeme salonlarında duruşmalara çıktı. Bir çoğu her biri
derslerde okutulabilecek ya da akademik dergilerde yayımlanabilecek
nitelikteki metinleri savunma olarak sundular.
Bütün bu çalışmaların üzerine ek olarak neler söylenebileceğini
bulmakta zorlandıklarını ifade ettiler, yine de her biri sadece mahkeme
heyetlerine değil, aslen kendilerine ve mesleklerine gösterdikleri saygı
gereği özenle oluşturdukları beyanlarla yargılamaya yeni boyutlar
getirmeyi başardılar.
Bazıları bildiriye bir değişiklik yaratacağını umarak, başka bazıları
ise bir umutları olmasa da sadece ses çıkarmak için imza attıklarını
belirttiler.
John Berger’in protesto hakkında yazdığı şu notlar bence o dönemde bu
bildirinin binlerce akademisyen tarafından imzalanmasının arkasındaki
motivasyonu en iyi anlatan ifadelerden birisidir:
“Her ciddi siyasi protesto mevcut olmayan adalete yapılan bir çağrı
ve bu adaletin istikbalde gerçekleşeceğine dair bir umuttur; ancak
protestoların birincil nedeni bu umut değildir. Karşı çıkmamak son
derece onur kırıcı, küçültücü, ölümden de beter olacağı için protesto
eder insan. (…) Protesto, sıfırlanmayı ve suskunluğa mahkûm edilmeyi
reddetmektir. Bu sebeple, gerçekleşirse eğer, o anda küçük bir zaferdir
protesto. Her an gibi geçici de olsa iz bırakır. Geçip gitse de
belleklere kazınmıştır. Protesto aslında başka, daha adil bir gelecek
için göze alınmış bir fedakârlık değildir; içinde bulunulan zamanın
kifayetsiz bir kurtarılışıdır. Mesele, kifayetsiz sıfatıyla tekrar
tekrar nasıl yaşanabileceğidir.” (Bento’nun Eskiz Defteri, John Berger,
Çeviren: Beril Eyüboğlu, Metis Yayınları, Kasım 2012, İstanbul, sf.
87-88.)
Ben de sonuçta bu kadar çok imza toplanacağını ve somut bir
değişiklik yaratacağını düşünmeden, sadece sessiz kalmış olmamak için ve
yetersiz olduğunu bilerek imza attım.
Hemen sonrasında beklemediğim şekilde devletin en tepesinde yarattığı
tepkiye ise şaşırdığımı söylemem gerekir. O zamandan bu yana tanık
olduklarıma artık şaşırmıyorum tabii ve bu bile başlı başına korkutucu.
İddianamenin içeriğindeki tutarsızlıklar ve mantık hatalarını
beyanında neredeyse satır satır incelemiş olan Haldun Gülalp’in 17 Ekim
2018 tarihinde 37. Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı savunmayı savunmama ek
olarak sunuyorum. Ancak asıl dikkat çekmek istediğim nokta biraz daha
farklı.
Biz araştırmacılar ve üniversite mensuplarının öğrencileri ve hatta
başka meslektaşlarımızı en çok bunaltan özelliklerimizden birisi
ayrıntılara gösterdiğimiz özen ve mükemmeliyetçiliğimizdir; hepimizin ya
da çoğumuzun böyle olduğumuzu değil, işini iyi yapmaya çalışanlarımızın
böyle davranmayı bir erdem olarak gördüğünü söylemeye çalışıyorum.
Mesleğine saygı duymak bunu gerektirir ve meslek etiğimiz mesleğimizi
öncelikle sadece iş yerimiz olarak sınıflar ve üniversite ortamlarıyla
sınırlı olmadan kamusal fayda için, toplum ve insanlık olarak ‘iyi
yaşam’a katkıda bulunma amacıyla icra etmeyi gerektirir.
Bunun için maaş da alırız tabii, maaşın karşılığı biraz da
üniversitenin kurumsal saygınlığını işimizi iyi yaparak korumamızdır. Bu
yüzden bu savunmayı hazırlamaya harcadığım zamanın karşılığında
üniversitemizde de uygulanan ve neoliberal sistemin uygulamalarından
birisi olan performans puanlamasına bu metin ile de başvuracağım doğal
olarak.
Sivil toplum, katılımcı demokrasi, insan hakları konularında çalışan
bir akademisyen olarak içinde yaşadığım toplumun ve bire bir tanışmasam
da gerek vatandaşlık bağı nedeniyle, gerekse de sadece insan olmaları
hasletiyle ortaklaştığım insanların yine vatandaşı olduğum devletin
uygulamaya soktuğu yanlış politikalar nedeniyle mağdur olması durumunda
kamuoyunda duyulacak bir ses çıkarmak sadece hak değil, aynı zamanda
mesleki bir sorumluluktur.
Uygulamalı etik derslerimin bir haftasını da hukuk ve yargı etiği
konuları oluşturur. Hukukun, yargı kurumlarının ve avukatlık, savcılık
ve hakimlik mesleklerinin haklılaştırılması (yani “bu kurum ve meslekler
neden varlar ve bunlara neden ihtiyacımız var” sorularının yanıtının
aranması) etiğin konularından birisidir.
Bununla birlikte öğrencilerin de vatandaş olarak her an yargı
kurumlarına işlerinin düşebileceği ve hukuk tekniği ve jargonu açısından
kendileriyle meslek erbabı arasında bir bilgi ve güç asimetrisi
olacağından bu gücün güçlü pozisyonda olan tarafından kötüye
kullanılmasının önüne geçilmesi yargı etiğinin ele aldığı temel
sorundur.
Etik (ahlaki kuralların üstten buyurganlığının tersine) en başta gücü elinde bulunduranın sorumluluğudur.
Bu nedenle güç ve bilgi asimetrisine karşı bir yandan yargılananın
avukat tarafından savunulması bir hak olarak tanınır, öte yandan da bu
mesleklerin tamamı için mesleki etik ilkeler bütünü oluşturulur.
Yasaların aksine etik ilkeler yaptırımla bağlayıcı değildirler, ancak
en az yasalar kadar önemlidirler, bizzat mesleki topluluklar ve üyeleri
tarafından korunmalıdırlar ve işleyişi düzenleyen yasaların ve
kurumların temelini oluşturmaları beklenir.
Bu bağlantı kaybolduğunda ise kurumlara, mesleklere ve meslek
erbabına güven giderek aşınır ve kendilerine elde tuttukları güç
nedeniyle görünürde saygı gösterilmeye devam edilse bile meşruiyetleri
için için erir, giderek toplumsal birlikteliğin zemini de kaybolmaya
başlar.
Hukuka ve hukuğun ruhuna en başta hukuk meslek erbabının uyması da
meslek etiğinin gereğidir, ancak bu davalarda karşılaştığımız hukuk dışı
davranış ve uygulamalar sonuç alma açısından hukuki savunmanın ötesine
geçmemizi ve meslek etiği kavramına değinmemizi gerektiriyor.
Yine mesleki etiğim gereği değindiğim konularda referanslarla
ilerlerim. Savcılar açısından mesleki etiği düzenleyen ve Hakimler ve
Savcılar Kurulunun internet sitelerinde de bulunabilen uluslar arası
belge Budapeşte İlkeleri olarak da bilinen Avrupa Konseyi Savcılar İçin
Etik Ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa İlkeleridir. Bu belgenin
genel ilkeleri sıralayan kısımlarını geçerek ceza soruşturmalarıyla
ilgili olan III.bölüme gelirsek:
b) ve c) maddelerine göre savcılar “Görevlerini adil, tarafsız,
objektif olarak, hukukun koyduğu hükümler çerçevesinde ve bağımsız
olarak icra etmelidirler” ve “Ceza adalet sisteminin mümkün olduğunca
hızlı işlemesini sağlamaya çalışmalı, adaletin yararına hareket
etmelidirler”.
İki sene sonunda dava açmaya karar vermenin veya içinde bildirinin
kendisi dışında herhangi bir somut kanıt bulunmayan ve objektif
denemeyecek kanaatler, siyasi tartışmalar ve manipüle edilmiş,
çarpıtılmış ve eksik aktarılmış bilgiler üzerine kurulan özensiz bir
iddianameyi iki senede tamamlamanın bu ilkelerle bir ilgisi olmadığı
söylenebilir.
e) maddesine göre savcılar “Dava açılıp açılmaması yönünde bir karar
almadan veya adaletin seyrini etkileyebilecek başka kararlar almadan
önce gerekli ve makul tüm soruşturma ve incelemelerin yapılmakta veya
yapılmış olmasını temin etmeye çalışmalıdırlar”,
f) maddesine göre “Bir davada sanığın lehine ya da aleyhine olup
olmamasına bakmaksızın sanığı etkileyen durumlar da dâhil olmak üzere
davanın tüm hususlarını göz önünde bulundurmalıdırlar”,
g) maddesine göre “Tarafsız bir soruşturma neticesinde suçun
bulunmadığı görüldüğünde dava açmamalı veya davaya devam etmemelidirler”
h) maddesine göre “Davayı sebatla, ama adil şekilde ve kanıtlarla
ortaya konanların ötesine geçmeyecek biçimde takip etmelidirler.”
Hazırlık savcısı bütün bu ilkeleri ihlal ederek içinde ne herhangi
bir örgüt adı geçen, ne de şiddeti öven veya teşvik eden hiç bir ifade
bulunmayan bildiriyi yasa maddesi metninde açıkça “Terör örgütünün;
cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya
övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek” diye belirten
Terörle Mücadele Kanununun 7/2 Maddesinden suçlayacak bir iddianame
hazırlamış, içine bu iddiayı destekleyecek hiç bir somut kanıt ya da
sanıklar olarak bizlerin lehine olacak unsurları görmezden gelmiş,
sonunda bu nitelikteki bir soruşturma sonunda bir de dava açılmasını
talep etmiştir.
l) maddesine göre savcılar “Özellikle hukuk ve adil yargılanma
ilkesine uygun olarak sanığa ve vekiline gerekli bilgileri vermek
suretiyle tarafların eşitliği (equality of arms) ilkesini
korumalıdırlar”, ancak hazırlık soruşturması sırasında her aşaması
oldukça şeffaf olan eylemle ilgili dosyaya getirilen gizlilik kararı
nedeniyle bilgi almamızın mümkün olmadığını geçen celsede avukatlarım da
belirtmişti.
Son olarak o) maddesine göre “Kararları, mevcut kanıtların tarafsız
ve profesyonel şekilde değerlendirilmesine dayalı olarak almalıdırlar.”;
iddianamede ise somut bir kanıta yer verilmediği gibi kurulan mantık
hataları, dosyaların ayrılarak bireysel davalar açılması gibi
uygulamalar da savcının yetkinliğinin veya iyi niyetinin sorgulanmasına
neden oluyor; hangisinin daha vahim olduğunu takdirlerinize bırakıyorum.
Savcılar için olduğu gibi hakimler için de yine HSK sitesinden de
erişilebilecek bir etik ilkeler bütünü var: Birleşmiş Milletler
Bangalore Yargı Etiği İlkeleri. Bu ilkeler bütünü 6 temel değer
etrafında detaylandırılmış: Bağımsızlık, Tarafsızlık, Doğruluk,
Dürüstlük, Eşitlik ve Ehliyet ve Liyakat.
Bu belgenin 1.3. maddesine göre “Hâkim, yasama ve yürütme
organlarıyla uygunsuz bağlantılardan ve bu organların etkisinden
bağımsız olmalı ve ayrıca makul bir şekilde gözlemlendiğinde de
bunlardan bağımsız görünmelidir.”,
2.1. maddesine göre “Hâkim, yargı görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir.”,
5.2. maddesine göre “Hâkim, yargı görevlerini yerine getirirken
davaya mesnet olmayan sebeplere dayanarak herhangi bir kişi ya da gruba
karşı sözle veya davranışlarıyla yanlılık veya önyargı
sergilememelidir.”
1.6. maddesine göre “Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan
yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla yargı etiği ile
ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir.”
Dolayısıyla heyetiniz de benden önceki duruşmalarda olduğu gibi
meslektaşlarıma bildiriyle eleştirdiğimiz yürütme organının
politikalarının sizce doğruluğunu ima eden ya da var sayan sorular
sorduğunuzda, ya da herhangi bir delil sunmadan savcı tarafından
iddianameye eklenmemiş ek ve cezası daha ağır olan bir maddeden
yargılanma olasılığından bahsedip ek savunma istediğinizde bağımsızlık
ve tarafsızlık görüntüsüne zarar verirsiniz, yüksek standartlar
sergilememiş olursunuz ve dolayısıyla yargıya yönelik kamusal güveni
zayıflatmış olursunuz.
Ehliyet ve liyakat konusunda ise 6.2 maddeye göre “Hâkim,
uluslararası sözleşmeler ve insan hakları normlarını oluşturan diğer
belgeler dâhil olmak üzere uluslararası hukuktaki ilgili gelişmeleri
takip etmelidir.”
Dolayısıyla özellikle uluslararası sözleşmelere, kuruluşlara ve bu
sözleşme ve kuruluşların hüküm ve kararlarının anayasamız gereğince de
bağlayıcılığına atıf yaptığımızda bu göreve ehil ve layık olduğunuza
güveniyor ve aksi bir görüntü yaratmamanızı umuyoruz.
6.4. maddeye göre “Hâkim, mahkemedeki tüm yargılama aşamalarında
düzeni ve davranış uygunluğunu sağlamalı; davanın tarafları, (…)
tanıklar, avukatlar ve hâkimin resmi sıfatıyla muhatap olduğu diğer
kişilerle ilişkilerinde sabırlı, vakur ve nazik olmalıdır.”
Aynı belgenin 2.2, 2.3. ve 2.5. maddelerine göre “Hâkim, mahkeme
içerisinde ve dışında, halkın, hukukçuların ve dava taraflarının yargı
ve hâkim tarafsızlığına duyduğu güveni koruyacak ve artıracak
davranışlar içerisinde olmalıdır. Hâkim, makul olduğu ölçüde, duruşma ve
karar aşamalarında davadan reddini gerektirecek durumları en aza
indirecek şekilde hareket etmelidir. (…) Hâkim, tarafsız olarak karar
veremeyeceği veya makul bir gözlemcide tarafsız olarak karar
veremeyeceği izlenimi doğurabileceği durumlarda yargılamanın herhangi
bir aşamasına katılmaktan kaçınmalıdır.”
Bu hususların zaten başta Ceza Muhakemeleri Kanunu olmak üzere
çeşitli bağlayıcı yasal belgelerde sıralandığını söyleyebilirsiniz.
Ancak benim bu etik ilkeleri burada sıralama ihtiyacı hissetmem
bugüne kadar aynı fiil kapsamında akademisyenlerin yargılamalarında
bağlayıcı olması gereken hukuk ve usul kurallarının çeşitli mahkemelerde
savcılar ve hakimler tarafından göz ardı edilmiş olması, bir çok
hakimin taraflarını belirtecek şekilde uygunsuz yorumlar yapmış
olmaları, bazı sanıkların savunma haklarını açık açık ihlal etmiş
olmaları ve prosedürel yetkilerini hukuk ilke ve teamüllerine aykırı
kullanmış olmalarıdır.
Bu hukuka ve usule aykırı vakaların bir kaydı birikimli olarak bu dava kapsamında yargı kurumunun meşruiyetinin bizzat yargı mensupları eliyle nasıl aşındırıldığını gösterecektir. Dolayısıyla sizden aslen derhal beraatimi değil, bu kararınız yoluyla mesleğinizin saygınlığına sahip çıkmanızı talep ediyorum.
Alper Akyüz