Ana Sayfa Blog Sayfa 2644

Zaman mahlûku – Aksu Bora

Bu yazı birikimdergisi.com sitesinden alındı

Yıllar önce, sekreterlik yaptığım şirketin yenilikçi ortaklarından biri, çalışanların eğitimden geçmesi gerektiğine karar verdi. Eğitime gelen, komik bir adamdı. Ekose gömlek, ip kravat falan… Bu adam, şöyle bir hikâye anlatmıştı: Çocukken kar yağdığında, büyükanneleri onlara karsambaç diye bir tatlı yaparmış. Temiz karla pekmezi karıştırarak. Doğru zamanlamanın ne kadar önemli olduğunu göstermeyi amaçlıyordu sanırım. Ben bundan hızlı hareket etmemizin beklendiği sonucunu çıkarmıştım. Zaman kullanımı. Kar eriyince tatlı matlı kalmaz ortada, cıvık bir bulamaç.

O günlerde aynı anda birden fazla şeyle uğraşmak, “multi-skilled” olmak, değer verilen bir şeydi. Çocuk da yaparsın, kariyer de. Hepsini yapabilmek için hızlı olmak lazım. Çok çok hızlı. Böylece zaman, sanki üst üste biner ve böylece çoğalır. Çocuğun zamanıyla kariyerin zamanı mesela, bulaşığınkiyle televizyon dizisininki…

Şimdi, hızın o kadar da özenilecek bir şey olmadığı, yavaşlamanın ve odaklanmanın (farkındalık) gerektiği fikri daha yaygın kabul görüyor. Şimdi ve buradasın, yaşadığın anın farkına var ve tadını çıkar. Karsambaç değil de ekşi mayalı ekmek. İkisinin de kendi zamanı var, biri hızlı, biri yavaş. Nesnelerin zamanına uyum sağlamaya çalışmakla mı ilgili bu yoksa kendi zamanına uygun bir nesne seçmekle mi? 

Bullet-journal diye bir şeyler var, rastlamışsınızdır. Ajanda-günlük gibi bir şey. Aylık hedefler, haftalık işler, düşünceler, duygular yazılıyor. Hızı değil, farkındalığı öne çıkaran bir şey. İnsanın kendini kayda geçirmesi. 

Bullet-journal’ın olayı, “kişiselleştirme”. Herkesin kullandığı bir ajanda değil, kendinize ait bir defter. Renkli kalemler, post-itler, fotoğraflar… kullanarak bir “tasarım” yapıyorsunuz. Hayatınızı tasarlıyorsunuz. Bir arkadaşınızla randevunuz mu var, onu yazıyorsunuz ilgili güne, sonra o arkadaşınızı simgeleyen bir desen çiziyorsunuz mesela. Sinemaya gidiyorsunuz, bileti iliştirip filmle ilgili küçük bir şey yazıyorsunuz – belki o filmin size çağrıştırdığı bir şeyi, bir repliği… Limon çekirdeklerini filizlendirip saksıya diktiniz, limon fideleri elde etmeye uğraşıyorsunuz. Bunu gün gün izleyen vinyetler çiziyorsunuz. Güzel değil mi? Yaratıcı. Bence de. Bütün bunlar bir araya geldiğinde, sizin hikâyeniz oluyor. İşte, kendi hikâyesinin kahramanı olmanın yolu da bu! 

Walter Benjamin bir zanaat olarak hikâye anlatıcılığının yavaşça silinip gittiğini söylemekte aceleci mi davranmıştı? Deneyimin değer kaybettiğinden dert yanıp insanların enformasyona boğulduklarını ileri sürmekte? İşte orada, deneyimler kayda geçirilip dururken? Felaket haberleri felaketzedelerin her birinin biricik hikâyeleriyle birlikte aktarılırken? 

Örgütsüz kapitalizmin popüler kelimesi “esneklik” tabii, ama hemen onunla birlikte, ona yapışmış halde gelen birkaç tane daha var: “deneyim”, “tasarım/yaratıcılık”, “ilham” ve “hikâye”. Yaratıcı endüstrilerin esnek birikimin “rol modeli” olduğu bir zamanda, elbette ki esnekliğe yapışmış bu kelimeler sadece sinema, programlama yahut reklamcılık gibi yaratıcı endüstrilere akmıyor. Aslında sadece endüstrilere (ya da üretime diyelim) de akmıyor. Üretimin ve tüketimin, dağıtımın ve finansın birbirleri üzerine yığıldığı bir zamanda (örgütsüz kapitalizmin örgütsüzlüğünün önemli bir göstergesi bu zaten, değil mi?), bunlar gündelik hayatın her alanına yayılan, kültürü ve insanları biçimlendiren ideallere dönüşüyorlar. Ne iş yaparsanız yapın, kişi olarak değerinizi artıran nitelikler. 

Böylece, “kendi hikâyenin kahramanı ol” öğüdü ile “ürünü değil, hikâyeyi satıyorsun” öğüdü pek güzel anlaşabilir hale geliyor – kendin, hikâyen, ürün, kahraman… “Çünkü insanlar hikâyelerden etkilenir”. Doğru. Mesela bir fast-food markasının şu harika hikâyesindeki gibi (link: https://youtu.be/Dl-6C1elTl8 ) Adına hikâye dendiği için, gerçeklikle ilişkisi de daha gevşek olabiliyor, sorun yok (bahse konu markanın bu minnoş filmin kötü adamıyla yaptığı ve epey süren işbirliği sonucu nasıl büyüdüğü ile ilgili başka bir hikâyeyi de internetten bulabilirsiniz.)

Benjamin’in hikâye anlatısıyla ilgili o müthiş metnine yeniden dönelim: “bir zanaat olarak hikâye anlatıcılığı….” Onun kadar melankolik olmayan bir (tabii ki!) Amerikalı, Sennett de bize zanaatkârlığın nasıl bir insanlık durumunu temsil ettiğini anlatmıştı: Angaje olunmuş özgül bir insanlık durumu olarak zanaatkârlık. Pek de “kişiselleştirilmiş” bir şey değil. Her zaman toplulukla ilgili. Eski Yunanlılar için olduğu kadar, mesela Linux programcıları için de. “Yeter sayıda göz yuvarlağı olduğunda, bütün program hataları, basit gelir”. Gayrı şahsi bir işin ucu bucağı görünmeyen bir topluluk tarafından yapılması. Düzeltilmesi, geliştirilmesi, yeniden yapılması. Çok farklı donanımlara, farklı bilgilere ve becerilere sahip insanların aynı şey üzerinde çalışmaları. Bu da heyecanlı bir hikâye işte. Bir kahramanı yok üstelik.

Kendi hikâyesinin kahramanı olmakla ve kişiselleştirmeyle ilgili anlatının gücünü ve çekiciliğini inkâr etmek mümkün değil. Dünya yıkılsa kendi köşende memnun mesut yaşamanı sağlayabilecek kadar malzeme de veriyor üstelik. Dünyayı değiştirmek gibi olmayacak hayallerin peşinde bir sürü saçma sapan insanla uğraşmak zorunda kalmadan, kendi hikâyeni yazabilirsin nihayetinde.

Neyse ki, bu güçlü ve çekici anlatının rüzgârına pek de kapılmadan, bir insanın “kendi hikâyesi”nin ancak başka insanlarla birlikte yaratılabileceğini unutmadan çabalayıp duranlar var. Farkındasınızdır. Son on-on beş yılda, gıda topluluklarından eğitim kooperatiflerine, okuma gruplarından takas ağlarına… ne kadar çok topluluk kuruldu. Birlikte bir şey yapmak üzere. Zanaatkârın yaptığı gibi bir şey. Buralarda güçlerinin yettiğince çabalarken, bir araya gelmelerine sebep olan işin girdisini çıktısını keşfederken, geliştirip yaparken, anlatılmaya değer hikâyeler, tecrübeler yaratıyorlar. İlham veriyorlar. Yaşadığımız dünyanın kötülüklerini olduğu kadar, imkânlarını da fark etmemizi sağlıyorlar. Farklı işlerin üst üste binerek zamanı çoğaltması değil de farklı hayatların birbirine açılarak genişlemesi gibi. Onlara bakınca zamanın nesnelerle olduğu kadar ilişkilerle de ilgili bir şey olduğunu hatırlıyor insan. İster ekşi mayalı ekmek olsun ister karsambaç. Zaman değil ki o, hayat!

Aksu Bora – Birikim

ABD’nin çekilmesi ne anlama geliyor?- Fehim Taştekin

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

ABD Başkanı Donald Trump dün, “Suriye’de IŞİD’i yendik, Trump başkanlığı döneminde orada bulunmamızın tek nedeni oydu” tweet’iyle pimi çekilmiş el bombasını evvela kendi yönetim birimlerine atmış oldu. Beyaz Saray, Pentagon ve Dışişleri’nden afallaya afallaya gelen açıklamalar kararın koordinasyon sağlanmadan alındığını gösteriyor. Trump’ın şoke ettiği ekibinde küplere bindiği söylenen Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton da var.

Önce Pentagon Sözcüsü Bob Manning, Trump’ı yalanlarcasına, “Şu an için ortaklarımızla çalışmaya devam ediyoruz” dedi. Bunu, Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Sanders’ın, “IŞİD’e karşı zafer, operasyonun sona erdiği anlamına gelmiyor. Bir sonraki aşamasına geçiş için ABD birliklerinin eve dönüşünü başlattık” açıklaması izledi.

Sonra bir yetkili planla ilgili detaya girdi:

– Çekilme, IŞİD’e karşı son operasyon tamamlandıktan sonra başlayacak.

– ABD askerleri Suriye’den 60 ile 100 gün arasında çekilecek.

– Ülkedeki Dışişleri personeli 24 saat içinde tahliye edilecek.

Bir yetkiliye göre Trump çekilme kararını cuma günü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon konuşmasında aldı. Bir başka yetkili, “Kendi kararını verdi. Erdoğan’la tartıştığı bir şey değildi. Sadece Erdoğan’a kararını bildirdi” diyerek bunu yalanladı.

Farklı kaynaklara göre karar açıklanmadan önce Pentagon’un sahadaki ortağı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile paylaşıldı.

***

Daha aybaşında Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, Fırat’ın doğusunda 35-40 bin kişilik ordu kurma planının henüz yüzde 20’lik kısmını tamamladıklarını ve işe devam ettiklerini söylemişken birden bire çekilme kararına nasıl gelindi?

Önce bunu şaşırtıcı olmaktan çıkartan bir-iki hatırlatma yapalım:

Trump yönetiminin 2016’daki seçim vaadi Suriye’den derhal çekilmekti. Fakat hem Pentagon hem de Körfez’deki ortaklarının baskısıyla çekilme planı rafa kalkarken sahadaki askeri varlık üç temel hedefle güncellendi:

– IŞİD yenilecek.
– İran unsurları çekilecek.
– Suriye’de siyasi geçiş sağlanacak.

Hesapta Fırat’ın doğusunda kontrol edilen bölge, Suriye’nin geleceğini şekillendirirken en önemli koz olacaktı. Bunu Rex Tillerson, Dışişleri Bakanlığı koltuğuna veda etmeden önce dillendirmişti.

Bu arada Trump, Körfez’deki müttefiklerini, “Siz asker gönderin, para verin” diyerek işin içine sokmaya çalıştı. Araplardan 4-5 milyar dolar para beklerken Fırat projesine gelen fon 350 milyon doları ancak buldu. Güya Arap NATO’su kurulacak, Suriye’de konuşlanacaktı. Bu da katıksız bir fanteziydi.

İran’ın elini kolunu kesme hedefiyle ilgili de planın ayakları yere basmıyordu. Amerikalılar, SDG ile Deyr el Zor’dan Ürdün sınırındaki Tanaf üssüne kadar inerek Irak-Suriye sınırını İran’a kapatmaktan bahsediyordu. Suriye ordusu hızlı bir hamleyle bunu suya düşürdü. İran’ı geriletme stratejisi yürümezken bu konuda Rusya ile çalışmanın daha kestirme yol olduğu görüldü. Amman Operasyon Odası’nın kontrolündeki Güney Cephesi, Rusya’nın İran unsurlarını sınırdan 80-100 km uzaklaştırma vaadi karşısında, ABD’nin muhaliflerin fişini çekmesiyle çöktü. Bu strateji İran açısından da makbuldü. Sonuçta müttefiki Suriye kazanıyordu.

IŞİD bittikten sonra ABD’nin Suriye’de İran’ı bloke etme bahanesiyle kalmasının zorlaşacağı aşikârdı. Üstelik bu planla Türk-Amerikan ilişkileri rayından çıkıyordu.

Bu yüzden yeni bir strateji arayışı başladı. Ana fikir, 300-400 milyar dolar gerektiren Suriye’nin yeniden inşa sürecine omuz verme karşılığında bu ülkedeki siyasal değişimi satın almak. Bunun için de Şam’la diyalog kaçınılmazdı. (Bu konuyu 19 Aralık’taki Gazete Duvar yazımda anlatmaya çalışmıştım.) Beri tarafta Astana sürecinde Türkiye, İran ve Rusya yol alıp anayasa komitesi kuracak noktaya gelirken Araplar arasında, “Bir Arap ülkesinin geleceğini başkalarına bırakamayız” diyen bir anlayış karşılık bulmaya başlamıştı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Şam’a heyet göndermesi, Bahreyn’in Şam’a sıcak mesajlar vermesi, Ürdün-Suriye sınır kapısının açılması, Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir’in Şam’ı ziyaret etmesi ve Suriye’nin Arap Birliği’ne dönüşünün yolunun açılması bu konseptte gelişti.

Bu gidişat, istenilen sonucu verdiği takdirde ABD mecburen Suriye’deki hikayesine nokta koyacaktı. Ama yeni strateji de bu kadar hızlı çekilmeyi gerektirmiyordu. İşte burada Türkiye faktörü devreye giriyor. Ankara, Fırat’ın doğusuna operasyon baskısıyla Trump’ı Türkiye ile Kürtler arasında bir seçim yapmaya itti. Amerikan yönetimi 2016’dan beri bu noktaya gelmemek için Türkiye’yi teskin ve oyalama taktikleri izliyordu. Belki Trump da Ankara’nın baskısını kendi orijinal çekilme planına dönmek için bir fırsata dönüştürmüş olabilir.

Türkiye’yi yeniden kazanma ve Rus çemberinden çıkarma kaygısı Amerikan yönetiminin bir kanadında zaten baskındı. Türkiye’yi çekme hesabıyla, Dışişleri, Rus S-400 anlaşmasından vazgeçmesini temin için Türkiye’ye Patriot füze sisteminin satışını onayladı. Bu hamlenin ikincisi şimdi Suriye’de gelişiyor.

***

Bundan sonra ne olacak? Bir sürü belirsizlik var. Bir kere çekilme süreci uzayabilir. Şimdilik 2-3 aylık takvimden bahsediliyor. Trump’ın kararına karşı Pentagon ve Kongre’den itirazlar gelmeye devam ederken çekilme dallanıp budaklanabilir. New York Times’a sızdırılan bilgilerde görüldüğü gibi Savunma Bakanı Jim Mattis gibi isimler “Kürtlere ihanet olur”, “Kürtler Türkiye’nin saldırısına maruz kalır”, “Rusya ve İran’ın nüfuz alanı açılır”, “Kürtleri terk etmek, ABD’nin Afganistan’dan Yemen ve Somali’ye uzanan coğrafyada yerel savaşçıların güvenini kazanmasını zorlaştırır” gibi argümanlarla sürece yeni boyutlar katabilirler. Ki Trump’ın dediği gibi IŞİD’in işi bitmiş de değil. Mattis’in yanı sıra Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, IŞİD’le mücadele koordinatörü Brett McGurk, Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey de IŞİD’in belli bölgelerde hâlâ kontrolünü sürdürdüğünü söylüyor. Elbette çekilme IŞİD’e karşı operasyonların biteceği anlamına da gelmiyor. ABD operasyonları Irak ve Türkiye üzerinden sürdürülebilir.

***

Bilinmeyen bir diğer husus, Trump’ın çekilme karşılığında Erdoğan ile bir pazarlık yapıp yapmadığı. Amerikan askerlerinin çekilmesi, otomatik olarak Türkiye’nin planladığı operasyona yeşil ışık yakıldığı anlamına gelmiyor. Yine de sormak gerekiyor; Trump, Erdoğan’a, “Biz çekiliyoruz, sen de rahat ol, bu işi siyasi süreç ile halledelim” demiş olabilir mi? Ya da Araplar için düşlediği jandarmalığı NATO’daki müttefikine vererek Amerikan çıkarlarını bu şekilde sürdürmeyi uygun görmüş olabilir mi? Böyle olduğunu düşünenler yok değil. Mesela Yeni Amerika Güvenlik Merkezi’nden Nicholas Heras, “Görünen şu ki Trump, Erdoğan’ın Suriye’deki yükü ABD’nin sırtından alma konusundaki sözlerine inandı” diyor.

***

Yeni bir denge oluşurken Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna geçip geçmeyeceği konusunda Rusya’nın tutumu kritik hale geliyor. Operasyonun önünü açarak hem Amerikan askeri varlığını zora sokmak hem iki NATO müttefiki arasında çatlak yaratmak hem de Kürtleri Şam’la uzlaşmaya mecbur etmek Rusya için kullanışlı bir tercihti. Ama ABD’nin çekilmesi bunu bir tercih olmaktan çıkarabilir. ABD’nin yerini Türkiye’nin alması ne Rusya ne İran ne de Suriye’nin işine gelir. Ayrıca Rusya Kürtleri hesaba katmadan bölgede kalıcı çözümün olamayacağını görüyor. Bu konuda Türkiye ile anlaşamadıklarını zaten gizlemiyorlar.

***

Manzara pek puslu ve Kürtleri neyin beklediği belirsiz. Kürtler 2014’te ‘davetsiz’ gelen Amerikan yardımıyla projeyi büyütüp Rakka ve Deyr el Zor’a gitmeye karar verirken üç beklenti içindeydi:

– IŞİD’i Fırat hattında tehdit olmaktan tamamen çıkarma.
– Türkiye ve Suriye ordularının olası operasyonlarına karşı korunma.
– Siyasi tanınma.

Sahada Amerikan varlığına diplomatlar da eklendi ama demokratik özerk yapının tanınması konusundaki beklenti karşılık bulmadı. ABD’nin geçen yıl Irak tarafında Kerkük’ün Kürdistan’ın kontrolünden çıkarılmasına sessiz kalması da Suriye’de olabileceklerle ilgili kötü bir sinyaldi. Bu arada ortada bir taahhüt yoktu ama Amerikan ortaklığı Afrin’de de caydırıcı etki yaratmadı.

Şimdi Kürtler, Türkiye’nin olası operasyonunu önlemek için Suriye yönetimiyle anlaşma yoluna gidebilir. Buna karşın Türkiye de kuvvetle muhtemel Kürtlere statü verilmesini önlemek için sahadaki askeri mevcudiyetini caydırıcı faktör olarak tutmaya devam edecek. Ankara’nın Şam’la yeniden el sıkışmasının önünde Kürtler bir ‘diyet’ olarak duruyor. Kürtlerin bu kez eli daha da zayıflamış olmakla birlikte Şam’ın Ankara’yı memnun edecek bir tercihte bulunup bulunmayacağı belirsiz. Burada da Rusya’nın yönlendirmesi önem kazanıyor.

Türkiye Fırat’ın doğusuna inmese bile Afrin, Cerablus, El Rai, Azez ve El Bab’daki askeri kontrolü ve İdlib’de beslediği onlarca örgütle süreçleri etkilemeye devam edebilir. Bu kartın ters tepmemesi elbette Rusya ve İran’la ortaklığını sürdürmesine bağlı.

Fehim Taştekin – Gazete Duvar

ABD’den yeni Suriye hamlesi

ABD Başkanı Donald Trump, Suriye stratejisinde büyük bir değişikliğe giderek bölgedeki askerlerini çekme kararı aldı. Beyaz Saray, Suriye’deki 2 bine yakın Amerikan askerinin eve dönüşünün başladığını duyurdu. Geri çekilme için açıklanmış net bir takvim  olmamasına rağmen sızan bilgilere göre 60 ila 100 gün içerisinde tüm askerler bölgeyi terk etmiş olacağı öne sürülüyor.

ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada “IŞİD’e karşı çok büyük bir iş yaptık. Dünyanın o bölgesinde sayıları çok az kaldı ve önümüzdeki 30 gün içinde (IŞİD mensubu)hiçbiri kalmayacak” ifadesini kullanmıştı.

Konuyla ilgili tweet atan ABD Başkanı Donald Trump, “Suriye’de IŞİD’i yendik. Benim başkanlık dönemimde orada kalmak için tek sebebimiz oydu” dedi.

Beyaz Saray’ın paylaştığı mesajda,”Beş yıl önce, IŞİD, Ortadoğu’da çok güçlü ve tehlikeli bir güçtü, şimdi ise ABD, bu bölgesel hilafeti yendi. Suriye’de IŞİD’e karşı kazanılan bu zaferler, Uluslararası Koalisyon’un ve yürüttüğü kampanyanın sona erdiği anlamına gelmiyor. Bu kampanyanın bir sonraki aşamasına geçiş için ABD askerlerinin eve dönüşünü başlattık” denildi.    

Paylaşılan son mesajda ABD ve müttefiklerinin gerektiğinde ABD’nin çıkarlarını korumak için her seviyede yeniden harekete geçmeye hazır oldukları belirtildi. Radikal dinci teröristlerin toprak ele geçirmesi,fonlanması, desteklenmesi ve herhangi bir şekilde sınırları ihlâl etmesine karşı birlikte çalışmaya devam edecekleri vurgulandı.

Trump – Erdoğan görüşmesi

Reuters, “Karar, Trump ile Türk mevkidaşı Recep Tayyip Erdoğan arasında cuma günü gerçekleşen telefon görüşmesinin ardından geldi” açıklaması yaptı. ABD’li yetkili “Takip eden her şey, o telefon görüşmesinde varılan anlaşmanın hayata geçirilmesidir”dedi.

Euronews’da yer alan bir habere göre ise Beyaz Saray’dan bir üst düzey yetkili Başkan Trump’ın Suriye’den çekilme kararını tek başına aldığını ve bu konuyu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile önceden görüşmediğini açıkladı. Bununla birlikte başkanın kararın ardından cumhurbaşkanını bilgilendirdiğini sözlerine ekledi.

ABD’de tepkiler

Bu arada Pentagon’un, Suriye’den çekilmeye karşı çıktığı ve son dakikaya kadar Trump’ı vazgeçirmeye çalıştığı da iddia edildi.

Pentagon sözcüsü Albay Bob Manning çekilme iddialarını yalanlayarak, “Şu an için ortaklarımızla birlikte ve ortaklarımızkanalıyla çalışmaya devam ediyoruz” dedi.

Pentagon daha sonra yaptığı açıklamada ise, “IŞİD’e karşı harekatta yeni aşamaya geçilirken ABD askerlerinin Suriye’den geri dönüş süreci başladı” dedi.

Trump’ın Suriye’den çekilme kararı Amerikan Kongresi’nde de geniş yankı buldu. Özellikle Başkan Trump’ın mensubu olduğu Cumhuriyetçilerden eleştiri sesleri yükseldi. Eleştirilerde alınan bu kararın Esad’ı ve dolayısıyla da onun destekçisi olan Rusya ve İran’ın elini güçlendireceği dile getirildi.

Demokratlar’ın yanı sıra Trump’ın kendi partisinden Kongre üyeleri de karara tepki gösterdi.

ABD’li Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham, “ABD’li askerlerin Suriye’den çekilmesi büyük hata olur”dedi.

Florida eyaletinden Cumhuriyetçi senatör Marco Rubio, Suriye’den “hızlı ve tam kapsamlı şekilde” çekilmenin IŞİD’e karşı savaşın ötesinde, aylar ve yıllar sürecek ciddi etkilere yol açacak büyük bir hata olacağı uyarısında bulundu.

Senato Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Rubio Twitter üzerinden paylaştığı mesajda, “Suriye’den aceleyle çekilme, Kürtler ve Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) IŞİD’e karşı savaşlarını sonlandırmalarına yol açar ve Suriye’nin İsrail’in en büyük düşmanlarına teslim eder. Bu korkunç bir hata. ABD ve İsrail açısından ciddi neticeler doğuracak, IŞİD, İran ve Hizbullah’a ise büyük fayda sağlayacak”ifadelerini kullandı.

Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Cumhuriyetçi Bob Corker da gazetecilere yaptığı açıklamada, Suriye’den çekilme kararından önceden haberinin olmadığını, bir açıklama yapmadan önce Savunma Bakanı Jim Mattis veDışişleri Mike Pompeo’dan izahat beklediğini söyledi.

Demokrat senatör Tim Kaine de gazetecilere açıklamasında, bu karar alınırken ordunun görüşünün alınıp alınmadığını sorguladı.

Uluslararası tepkiler

ABD’nin Suriye’den askerlerini çekeceğini açıklamasına ilk tepkiler İsrail, İngiltere ve Rusya’dan geldi.

İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, ABD’nin geri çekilme takvimi ve yöntemlerinin yanı sıra İsrail’e olası etkilerini değerlendireceklerini ve her koşulda kendi güvenliklerini sağlamayı sürdüreceklerini belirtti.

ABD’nin Suriye’den çekilmeyi değerlendirdiği iddiası, Rusya’nın bölgedeki Amerikan varlığına yönelik eleştirilerinin ardından geldi. Rusya Dışişleri Bakanlığı, Çarşamba günü yaptığı açıklamada Suriye’deki ABD güçlerinin iç savaştaki ülke için yürütülen barış çabalarına engel olduğunu öne sürdü. Bakanlık Sözcüsü Maria Zakhorava tarafından yapılan açıklamada Washington yönetimi Suriye’de yasa dışı bir şekilde asker bulundurmakla suçlandı.

Geri çekilme kararının ardından Rusya’dan yapılan açıklamada , ABD’nin çekilme kararının Suriye’de siyasiçözümün önünü açtığı belirtildi. TASS haber ajansının yayınladığı RusyaDişişleri Bakanlığı açıklamasına göre, ABD ordusunun çekilmesiyle Suriye’de anayasa yazım komisyonunun oluşturulmasının geleceğinin parlak olduğu belirtildi.

İngiltere Savunma Bakanı ise, Başkan Donald Trump’ın IŞİD’in Suriye’de yenilgiye uğratıldığı söylemine şiddetle karşı çıktıklarını açıkladı.

Kürtlerden tepki

Amerika’nın Suriye’deki askerlerini geri çekeceği yönündeki kararına, bundan doğrudan etkileneceklerini savunan Suriyeli Kürt grupların temsilcileri de tepki gösterdi.

Merkezi Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı kentinde olan Suriye Demokratik Konseyi Sözcüsü Amjad Othman konuyla ilgili görüşlerini Amerika’nın Sesi’ne aktardı: “Bu karar terörle mücadeleyi etkileyecektir çünkü bu savaş daha uzun süre devam edecek.”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bölgeye yönelik yeni askeri hamle yapma hazırlığında olduğuna da dikkat çeken Othman buna istinaden, “Bizim burada tecrübeli bir ordumuz var ve her türlü olasılıkla karşılaşmaya hazır” ifadesini kullandı.

ABD’nin bölgedeki etkisi bitecek mi?

ABD’nin Suriye’de halen 2 bin askeri bulunuyor. Bunların büyük çoğunluğu IŞİD’le mücadele kapsamındaki özel operasyonlarda çatı yapısını Kürt YPG ve Arap milislerin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri adlı grupla birlikte çalışıyor. Amerikan askerleri Suriye’den tamamen çekilse dahi ABD’nin bölgedeki askeri varlığı etkin bir şekilde devam ediyor. Irak’ta halen 5 bin 200 askeri bulunan ABD, Suriye’de de IŞİD’le ilgili mücadele haricinde bugüne kadar Katar ve Ortadoğu’daki başka üslerde havadan müdahale gücünü hazır tutuyor.

(Ajanslar, Yeşil Gazete)

Üsküdar’da bir öğrenci velisi zorunlu din dersine karşı açtığı davayı kazandı

Üsküdar’da bir okulda öğrenci velisi Selnur Aysever, çocuğunun zorunlu din dersinden muaf tutulması talebiyle açtığı davayı kazandı.  İstanbul Üsküdar’daki İTÜ Geliştirme Vakfı Beylerbeyi İlkokulu 4’üncü sınıf öğrencisinin velisi Selnur Aysever, çocuğunun zorunlu din dersinden muaf tutulması talebiyle 5 Ekim 2017’de bir dilekçe verdi.

İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, başvuruyu “Hristiyan ya da Musevi dinlerinden birine mensup olduğunuzu belgelendirin” diyerek 10 Kasım 2017’de reddetmişti. Ret yanıtını avukatı Özge Demir aracılığıyla idare mahkemesine taşıyan Aysever, ret işleminin iptalini talep etmişti. İstanbul 4’üncü İdare Mahkemesi yaklaşık bir yıllık değerlendirme sürecinin ardından, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ret işlemini hukuka aykırı bularak iptal etmişti. Mahkemenin kararına herhangi bir itiraz gelmedi ve konu Danıştay’a taşınmadı.

İstanbul 4’üncü İdare Mahkemesi yaptığı bildirimde kararın kesinleştiğini duyurdu. Kesinleşme kararını sosyal medya hesabından paylaşan Aysever şunları kaydetti: “Bu fotoğraf, zorunlu din dersine karşı açtığım davayı kazandığımı belgeleyen fotoğraftır. Karar kesinleşti ve artık kızım eğitim hayatı boyunca din dersinden muaf olacak.”

(Mezopotamya Ajansı)

Şule Çet’in ölümüyle ilgili iddianame kabul edildi

Şule Çet’in ölümüyle ilgili hazırlanan iddianame mahkeme tarafından kabul edildi.

Ankara’da Gazi Üniversitesi Tekstil Tasarımı öğrencisi Şule Çet, 29 Mayıs’ta sabaha karşı saat 04.00 sıralarında bir plazanın 20’nci katından düşerek ölmüştü. Olayın ardından şüpheliler Çet’in patronu Çağatay Aksu ve arkadaşı Berk Akand gözaltına alınmıştı. Çağatay Aksu ifadesinde Çet’in intihar ettiğini öne sürdü. 2 şüpheli ifadelerinin ardından serbest bırakıldı. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman’ın talimatıyla cinayet soruşturmasına dönüştürülen soruşturma kapsamında şüpheliler tutuklandı.

Soruşturma sonunda hazırlanan iddianamede Şule Çet’in cinsel saldırıya maruz kaldığını ve plazanın 20’inci katından atılarak öldürüldüğü belirtildi. İddianamede, “kasten öldürme”, “cinsel saldırı” ve “hürriyetten yoksun bırakma” suçlamaları yöneltilen Çağatay Aksu ve Berk Akand hakkında, ağırlaştırılmış müebbet ve 39 yıla kadar hapis cezası talep edildi. İddianame, Ankara 31’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Tutuklu sanıklar, 6 Şubat 2019’da hakim karşısına çıkacak.

(Gazete Duvar)

Türkiye toplumsal cinsiyet eşitliğinde 149 ülke arasında 130’uncu sırada

Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) 2018 Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre Türkiye, cinsiyet eşitliğinde 149 ülke arasında 130. sırada. Rapora göre toplumsal cinsiyet eşitliğinde en öndeki ülke İzlanda, son sıradaki ülke Yemen.

Rapor, 149 ülke temel alınarak hazırlandı ve ülkeler cinsiyet eşitsizliği, eğitim, sağlık, siyaset ve iş hayatı başlıklarında incelendi.

Eğitime, sağlığa, siyasete katılımda kadın-erkek eşitsizliği son 10 yılda iyileşme göstermesine rağmen, söz konusu ilk üç alanda kadınların katılımı 2017’ye göre geriledi.

Raporda, cinsiyet eşitliği endeksinde 1 puan tam eşitlik anlamına geliyor. Bu puana en çok yaklaşan ülkeler İzlanda, Norveç, İsveç, Suriye, Irak, Pakistan ve Yemen ise 1 puanın en uzağındaki ülkeler. 

Yönetimdeki kadınlar arttı

Rapora göre 2018’de kadınların iş hayatına katılımında belirgin bir artış gözlense de kadınlar ile erkekler arasında maaş farkı yüzde 51 oranında. Raporda, olumlu olarak ilerleyen tek alanda, kadınların yönetim kademelerindeki artış. Kadınların yönetim kademelerinde olması yüzde 34 oranında artmış durumda. 

Bilgi gerektiren alanlarda kadın temsili yok

Raporda, işgücü piyasasında kadın katılımının düştüğü ve bunun nedeni de “teknoloji/makineleşme” olarak gösterildi. Raporda kadınların yaptığı işlerin artık otomatik makinalarca gerçekleştirildiği ifade edildi. 

Raporda, bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik gibi beceri ve bilgi gerektiren alanlarda kadınlar yine yeterince temsil edilmediği de vurgulandı. 

Raporda, Türkiye ile ilgili şu bilgilere yer veriliyor:

Türkiye, 149 ülke arasından 19 ülkeyi, toplumsal cinsiyeteşitliği başlığında geride bırakarak listenin 130. sırasında yer aldı. Türkiye’nin geride bıraktığı ülkeler sırasıyla şöyle: Fildişi Sahili, Bahreyn, Nijerya, Togo, Mısır, Moritanya, Fas, Ürdün, Umman Sultanlığı, Lübnan, Suudi Arabistan, İran, Mali, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Çad, Suriye, Irak, Pakistan, Yemen.

2006 yılında bu sıralamada 105. olan Türkiye, 12 yılda 25 sıra geriledi. 

Türkiye, 149 ülke arasında, “Kadınların ekonomik katılımı ve fırsat eşitliği” konusunda 131. sırada yer alırken, eğitimde 106., sağlıkta 67. ve politik katılımda 113. sırada görünüyor. 

Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri arasındaki listede de 7. sırada yer alıyor, aynı listede Yemen son sırada. 

(T24)

TİHV Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya 2 yıl 6 ay hapis

Barış Akademisyenleri’nin, sokağa çıkma yasakları döneminde yayınladığı ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisine imza attığı gerekçesiyle ‘terör örgütü propagandası’ suçlamasıyla yargılanan, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı (TİHV) Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıktı. Fincancı 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.

“Size rahatsızlık veren o görüntüler benim işimin bir parçası, ama sizin de işinizin parçası”

Duruşmada söz alan Fincancı, mahkemenin dosyasına eklediği Cizre ön inceleme raporuna ilişkin “Sizin beni Google’layarak bulduğunuzu tahmin ettiğim ve suç unsuru gibi göstermeye çalıştığınız Cizre ön inceleme raporumuzu da beyanımda zaten alıntılamış, inceleme sırasında bulduğum çocuk kemiğinin fotoğrafı da dâhil, birkaç kez ‘ceset fotoğrafı’ diye rahatsızlığınızı ifade ettiğiniz fotoğraflarla o dönemde yaşananları aktarmaya çalışmıştım. Size rahatsızlık veren o görüntüler benim işimin bir parçası, ama sizin de işinizin parçası. Öyle olmalı. Burası bir Ağır Ceza Mahkemesi, dolayısıyla benim 4 Ekim’de yapmış olduğum sunum bir suç duyurusu niteliği taşımalıydı sizin için” dedi.

“Barış istemek suç değildir”

“Hakikat ve hak mücadelesinin suça dönüştürülmesinin utancı içindeyim” diyen Fincancı, “Bağımsız ve tarafsız olmadığını düşündüğüm mahkemelerde uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan barış talebinin, insan hakları ihlallerinin belgelenmesinin cezalandırılması, insan haklarının, hukuk rejimi ile korunması zorunluluğunun hiçe sayıldığını göstermektedir burada hepimize. Geçtiğimiz celse ceza alan Gençay Gürsoy ile aynı konumda olmayı onur sayarım. Barış istemek suç değildir suçlamalarınızı kabul etmiyorum” diye konuştu.

Fincancı, hükmün açıklanmasının geri bırakılması hükümlerini de kabul etmediğini söyledi. 

Mahkeme heyetinin reddi talep edildi 

Fincancı’nın avukatı Meriç Eyüboğlu, başından beri tarafsızlık ilkesinin ortadan kalktığını belirterek heyetin reddini talep etti. Eyüboğlu, “Aynı bildiriden yargılanan akademisyenler hakkında verdiğiniz ceza kararlarını da, müvekkilim Gençay Gürsoy’un dosyasına duruşma sabahı yeni belgeler alındığını ve üst sınırdan ceza verdiğinizi de biliyoruz. Ve şimdiden Şebnem hocaya verilecek cezanın yine alt sınırdan ayrılarak verileceğini biliyoruz. En baştan belli tarafsızlık ilkesi ortadan kalkmıştır. Görüşünüzü açıkladığınız için objektif ve subjektif olarak tarafsız değilsiniz. Müvekkil ifadesini verirken yapmış olduğunuz müdahaleler müvekkilin savunmasında kullandığını e raporu aleyhe dosyaya konmuş. Doğrudan yargılama konusu olmadığı halde subjektif olarak daha ağır ceza verilme saikini gösteriyor. Yargılama evresinde tüm delillerin toplanması yönündeki taleplerimiz reddedildi. Dolayısıyla tüm bu sebeplerle heyetin reddini istiyoruz” dedi.

Mahkeme heyeti, ‘yargılamayı uzatmaya ilişkin yapıldığı’ gerekçesiyle reddi hakim talebini reddetti.

“İktidarın beklentileri doğrultusunda yargılama”

Avukat Yıldız İmrek de, heyetin yargılamayı ‘acele bitirmek isteğinde’ olduğunu söyledi. İmrek, “İktidarın beklentileri doğrultusunda ifade özgürlüğünü susturucu bir rol oynayarak bu anlamda hızlandırıcı yargılama yapıyorsunuz” dedi.

“Asıl ben itham ediyorum”

Avukatların beraate ilişkin taleplerinin ardından son sözü sorulan Fincancı, “Bu topraklar ağır acıların yaşandığı topraklar. Biz burada bugün yüzleşememenin acısını görüyoruz. Bugün 19 Aralık. Bundan 18 yıl önce cezaevlerine saldırılıp ‘hayata dönüş operasyonu’ yapıldı. 40 yıl önce Maraş Katliamı yapıldı. Bunlarla yüzleşmeyi başardığımızda bu yargılamaların utanç belgesi olacağını düşünüyorum. Suçlamaları kabul etmiyorum. Emile Zola’nın dediği gibi; Asıl ben itham ediyorum” dedi.

Cezada indirime gidilmedi 

Kararını açıklayan mahkeme heyeti Fincancı’ya 2 yıl 6 ay ceza verdi. Mahkeme kararında şu ifadelere yer verildi:

“Sanığın üzerine atılı ‘Terör örgütü propagandası suçundan’ eylemine uyan suçun işleniş şekli ve özelliği sanığın suç tarihinden hemen önce ve sonrasında vermiş olduğu röportajlarında kullanmış olduğu ifadeler, suça konu bildiri içeriğiyle örtüşecek şekilde TSK’nin tamamen savunma ve güvenlik amaçlı bölgedeki faaliyetini vahşet, soykırım girişimi, savaş suçu ve Kürt halkına topyekun saldırı olarak ifade etmesi, bölgede PKK/KCK silahlı terör örgütü tarafından yapılan hendek kazma eylemlerini övmesi, öz yönetim anlayışına sahip çıkması bir bütün olarak değerlendirildiğinde sanığın güttüğü amaç ve saiki, sanığın kastının yoğunluğu, bildiriden sonraki bildiriyi sahiplenme ve kabullenme iradesi, suç konusunun önem ve değeri, oluşan tehlikenin boyutu dikkate alınarak takdiren cezanın yasal alt sınırından ayrılarak teşdit uygulanmasıyla sanığın 1 yıl 8 ay, suça konu bildirinin basın ve yayın yoluyla işlenmesi nedeniyle yarı oranında arttırılarak 1 yıl 18 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verildi.”

Mahkeme, yasal imkan bulunmadığından hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulanmasına yer olmadığına hükmetti. Mahkeme, Fincancı’nın ‘duruşmadaki olumsuz gözlemlenen tutum ve davranışları’ ile ‘suçun işlenmesinden sonra pişmanlık duymaması’ gerekçeleriyle cezada indirime gitmedi.

“30 aylık bir onur madalyası aldım”

Duruşmanın ardından konuşan Fincancı, “Sağ olsun mahkeme uygun biçimde görevini yaptı. Bana 30 aylık bir onur madalyası taktı. Sevgili Gençay Gürsoy’a verilen cezayı duyunca ‘acaba bana da böyle bir madalya takarlar mı’ diye umut etmiştim. Sağ olsunlar, madalyamı aldım” dedi. 

(Artı Gerçek)

Kötü hissetmek…- Murat Sevinç

Bu yazı gazeteduvar.com.tr sitesinden alındı

Diken’de “İt muamelesi görmeme hakkı” başlıklı bir yazı kaleme almıştım aylar önce. Eşitlik sorununa ve yurttaşlığın değerine vurgu yapan, sinirli bir yazıydı. Şimdi tam hatırlamıyorum neye sinirlendiğimi ama ya bir dolmuşçunun, taksicinin ya da yolda bayırda herhangi birilerinin davranışıdır herhalde. Sinirlenmek de değil de, daha ziyade ‘kötü hissetmek’ diyebilirim.

Son zamanlarda benim de, tanıdıkların da herhalde en yoğun yaşadığımız duygu bu. Yalancı bir iyimserlik üzerine doğru düzgün hiçbir şey kurulamayacağına göre, durumun ya da durumumuzun vahametini kabul ederek adım atmanın, çaba harcamanın yararına inanıyorum. Aslında başımıza gelen her neyse, biraz da çoğunluğun kendisini pek kötü hissetmemesinden sanırım!

Bu durumda, “Hiç mi iyi bir şey yok kardeşim,” diye sorar ya biri mutlaka! Var tabii. Bir sürü dürüst insan var. İşini iyi yapan insanlar. Çok güzel şehirler, köyler var. Harika bir coğrafya. Eş dost var. Nadir de olsa, insan gibi davranmayı başarabilen kimileriyle de karşılaşıyoruz. Sağda solda, pek çok yerde hemfikir olduklarımız var. Çok iyi tiyatrolar ve oyuncular var. Çok iyi müzisyenler var. Birileri şahane film çekebiliyor. Birileri nefis şiir ve roman yazıyor. Birileri tüm zorluklara karşın gazete çıkarıyor. Birileri inatla işini yapmaya ve iyi yapmaya çalışıyor. Harika kahve kokusu geliyor bazı dükkânlardan. Şu ara bazı mağazalar da ışıklandırıldı, çok affedersiniz hep Hıristiyan adetlerine uyanlar tarafından!

Var anlayacağınız, biraz düşününce her yerde iyilik güzellik var, sizler de farkındasınız. Ama görünmez haldeler şu ara, buna kuşku yok.

Öyle acayip şeyler yaşıyor ve öyle ürkütücü diyaloglara, monologlara tanık oluyoruz ki, iyi hoş olanı da fark edemez hâldeyiz. Bu yüzden, var olan tüm iyilikler bir yana, kendimizi kandıramayacak kadar çok kötülükle çevrelenmiş durumdayız. Olup biteni görmezden gelenler bir süre sonra iyice zombileşecek! Yalana iltifat, peşi sıra duyarsızlığı ve kişiliksizleşmeyi sürüklüyor çünkü. Ortada aldıracak bir şeyler varsa aldırmak gerekmez mi?

‘Kötülük’ sözcüğünü laf olsun diye kullanmıyorum; hakikaten, katıksız bir kötülük söz konusu olan. Hani bir şehrimizdeki (huzur şehri!) stadyumda bir grup taraftar Ankara Garı’nda parçalanan insanların cenazesini yuhalamıştı ya; işte öyle saf kötülük hali. Üstelik bu düzeyde kötücül tavrı, hiçbir tepkiyle, küfürle filan karşılayamıyor insan. O cenaze yuhalayan adam, tecavüz de eder, hırsızlık da yapar, orman da yakar, durup dururken adam da öldürür.

Bunları düşünmek, tanık olmak; herhangi bir ekonomik krizden filan çok daha moral bozucu bir durum toplum ortalaması açısından. Aman canım bakmayın toplum dediğime, bizimki ‘kalabalık’ daha ziyade. Toplum filan değiliz, ağzımız alışmış öyle adlandırıyoruz işte. Hem günlük hayatın hem güncel siyasetin etkisi çok sarsıcı oluyor insan üzerinde. Nobran kabalıkla, sürekli hakaretle, akıl almaz adaletsizliklerle, cezasızlık kültürüyle, insanı önce çileden çıkaran sonra duyarsızlaştıran yalanlarla yaşamak… Ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi “Hayat devam ediyor” demek. Etsin etmesine de, hiçbir şey olmuyormuş gibi değil.

Ne zaman Selahattin Demirtaş ya da onunla aynı konumdaki insanlarla ilgili bir haber okusam kötü hissediyorum. Okumadığımda da. Yalnızca mesleki gerekçelerle ya da aşırı bağımsız yargının lüzumundan fazla adil yargılamasına tanık olmam nedeniyle değil. Her defasında bir kez daha inanamıyorum şu kayıtsızlığa. Çıkın mahallenize, “Bu adamlar neden içeride?” sorusunu yöneltin insanlara, muhtemelen büyük çoğunluk size gerekçelerini anlatır. Yani durumun farkında olmayanların ‘çoğunlukta’ olduğunu hiç zannetmiyorum. Ama bu gerçek hiçbir şeyi değiştirmiyor. Biriyle çay içiyorsunuz ve sohbet esnasında “Yapılan çok büyük haksızlık!” diyorsunuz ve ardından sohbete kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Çok rahatsız edici, mutsuzluk verici bir durum değil mi bu hakikaten? “Evet ya olacak iş değil be, duydun mu ne demiş son duruşmada?!” Duydum, elinin körünü demiş!

Osman Kavala… Diğerleri… Öğrenciler… Zaten hep aynı isimleri, yine hep aynı insanlar gündeme getiriyor. Sonra yine o herkes, çaresizce kaldığı yerden devam ediyor. Muhalif birileri de diyor ki, “Ya ama o da Soros filan.” “Demirtaş da hendeklere şeyapmadı ama!” Öyle mi? “Eh savunmasında yanıt verdi ya tüm bu suçlamalara, okumadın mı?” Okumadı. Ayrıca okusa da bir şey değişmiyor. Bilmek ile bilmemek arasındaki derin ayrımın önemini kaybettiği anlar var. İşte öyle bir eşikteyiz sanırım. Bilen de, bilmeyenlerle aynı sessizliğe gömülmüş durumda.
Örneğin bir CHP milletvekili cezaevinden çıktı bir süre önce. Çıkması gerekiyordu. Ben de onun durumuyla ilgili uzun bir anayasa yazısı yazmıştım, anayasa uygulanıyormuşçasına! Çıktıktan sonra, kendisiyle neredeyse aynı hukuksal konumda olan HDP’li vekille ilgili tek sözcük sarf etmedi. Onun için anayasa yazısı yazanlar, diğerini görmezden geldi. Ne tuhaf değil mi! Değil, diyorsunuz haklı olarak.

Geçenlerde Sırrı Süreyya Önder cezaevi kapısındaydı. Kapıda el salladı ve yaklaşık iki yıl yatmak üzere içeri girdi. Ben de bunu internetten okuyup hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Nerede kalmıştım? Aynı yerden mi? Mümkün mü? Neden girdi cezaevine? İddianamesine, sarf ettiği bir-iki sözcük çarpıtılarak konulmuş. Ne fark etti peki? Barış sürecinde destek istenip işbirliği yapılan insanlara, şimdi “destek verdikleri” için ceza kesiliyor! Hiçbir şey değişmiyor yaşamımızda. Onlarla birlikte hareket eden dönemin siyasetçileri de sus pus. Gıkları çıkmıyor. Zerrece mahcup olmuyorlar belli ki. Eh kötü hissetmeyelim mi şimdi?

Daha iki üç gün önce bir TV sunucusu, epeyce hakaret işitti malumunuz. Hem de söylemediği şeyler nedeniyle! Sosyal medya hesabından “Demeseydi iyiydi,” gibi bir şeyler yazmış. Gerekçesi çok basit görünmüyor mu? Milyonlarca insanın izlediği sunucu, çaresizlik içinde ve muhtemelen endişeyle esprili üslup kullanmak zorunda kalıyor. ‘Yurttaş olunmasına izin verilmemesi’ tam da böyle bir şey işte. Yurttaşlık, her dört beş yılda bir önüne bırakılan sandığa şuursuzca zarf atmak değil; kişilik haklarını herkese karşı savunabilmektir oysa. Olup biten ve Portakal’ın endişeli mesajı, çok kötü hissettirmiyor mu? Çok hem de.

Ne kadar yorucu ve kötü hissettiren şeyler değil mi? Nasıl da değersiz mahluklarız. Bizim vergilerimizle bize kötü davranan insanlar tarafından hizaya çekilmek ve korkmak. Endişelenmek. Her insanı alçaltıp böcek gibi hissettirecek duygular bunlar. Aşçının uşaktan, ulağın şoförden, şoförün bahçıvandan ve hepsinin evin beyinden korkması. Yerleşen, habisleşen korku. Zihnimize yuvalandıkça insanı insan olmaktan çıkaran.

Ben yarın, sonraki gün, sonraki gün ve ondan sonraki gün, memleketi yönetenlerin benim gibi düşünen insanlara hakaret edeceğini, küçük göreceğini bilerek uyanacağım. Acayip bir durum! Yani rahmetli anam yaklaşık yarım yüzyıl önce beni; yaşamım boyunca karşılaşmadığım, bir bardak çay içmediğim birileri sürekli aşağılasın, kötü davransın diye doğurmuş gibi. Bir ömür. Vergiyi veriyorsun, onlar da alıp senin zihniyetine demediğini bırakmıyor!

Her gün her an tanık olduğumuz türlü anormalliğe, haksızlığa çoğumuz göz ucuyla bakıp yolumuza devam ediyoruz. Bu durumun, dolmuşta karşılaştığımız hoyratlıktan bir farkı yok inanın. Ya da örnek verdiğim yargılamaların, metrobüste sizin yerinizi kapmak için omuz atan adamın davranışından bir farkı yok. Her gün tanık oluyoruz, her gün tanık olmamış gibi yapıyoruz, her Allah’ın günü… Çünkü yaşamak zorundayız. İyi hoş ama o zaman da yaşadığımız günler bir b_ka benzemiyor işte. ‘B’ ile ‘K’ arasına ‘alt çizgi’ koydum ki, siz anlamayın, Gazete Duvar da düzeysizlik ithamıyla sınanmasın! Çok ayıp böyle şeyler. Adil yargılanmadan yıllarca cezaevinde kalmak, yaşamınızın karartılması filan sorun değil ama şu alt çizgiler önemli toplum yaşamında!

Geçenlerde Kemal Can bir yazısında, yılların hak kazanımlarının nasıl berhava edilebildiğine dikkat çekti. Çok önemli bunları dile getirmek. Çünkü yaşadığımız koşullarda hak ve adalet ilkeleri, ‘duygu’ düzeyinde yok olmak üzere. Hiçbir ilkeye sahip çıkılmıyor artık. Bunlar bizi endişelendirmeli ve çok kötü hissettirmeli. Ülke kalabalığını bir arada tutan başka bir şey yok zira. Uygar bir ülke ile balta girmemiş ormanı birbirinden ayıran, yüzyılların kazanımı olan temel hak ilkeleri.

Herkes, arkasına gücü aldığında ve bir iki yaygın sembole referans verdiğinde her şeyi yapabileceğini düşünmemeli. Türkiye’de düşünüyor. Araç arka camına Mustafa Kemal imzası ile Osmanlı tuğrasını birlikte yapıştırıp kırmızı ışıkta durmayan insan tipi. Bu tip, aklı başında insanlara her kötülüğü yapabilir. Bu yüzden bize kendimizi kötü hissettiriyor karşılaşmak. İki gün önce (Pazar) T24’te Gökçer Tahincioğlu, yazısında çok güzel betimledi bu insan tipini. Yine Pazar günü Fatih Yaşlı, Birgün’de ‘arsızlığı’ çok iyi anlattı. Tren kazasından yola çıkarak.
İşte bunlar, çok yorucu değil mi? O tren kazası nedeniyle tek bir siyasetçi ve bürokratın sorumluluk almayacağını, iki güne unutulacağını biliyoruz. Bunu bilerek yaşıyoruz. Nasıl yaşayabilir insan bu duyguyla? Ancak, kendisinin de değersiz olduğunu düşünürse. Bir trene binebilirim ve ihmal nedeniyle ölebilirim, sorun değil. Olur böyle şeyler. Bu değersizlik duygusu kötü, çok kötü hissettiriyor. Hissettirsin.

Kutsanan cehalet. Kültürel çoraklaşma. Tecavüz ve şiddet oranları, kadın cinayetleri. Yasaklar. Sınırlamalar. Hukukun/anayasanın askıdaki hâli. ‘Yalanın’ bir sorun olmaktan çıkması. Dalkavukluk sırasına girmiş devşirme şarkıcı türkücü tayfasına tanık olmak, gün aşırı. Tanıklıkların sosyal medyada büyütülmesi, köpürtülmesi, iyice can sıkıcı hale getirilmesi. Her gün birine hakaret, bir diğerini hedef gösterme. Ve memlekette her kurumun birbirine benzemesi. Haklı korkular, endişeler… Ve ‘korku’ duygusunun arkasına maharetle gizlenen, karaktersizlikler.

Çok yorucu olup biten. Kötü hissetmek için gerekçelerimiz var. Ama olumsuz yargılarla bitmeyecek yazı. Serde enayice bir iyimserlik olduğundan da değil. Direnç için, ‘iyiyim’ demek için çok gerekli bir duygu bana kalırsa kötü hissetmek. Yalan dolanla yaşamayı reddetmek. Kötüye kötü diyebilmek. Memleketin şu koşullarında bir insanın iyi hissetmesi için, hakikaten insanlık macerasının çok başlarında bir yerlerde takılıp kalmış olması gerekiyor. Dert edelim, kötü hissedelim ki, hep iyi ve güçlü olalım…

Murat Güvenç – Gazete Duvar

1 Haziran 2019’dan itibaren geçerli olacak zorunlu bisiklet yolları kanunu neler getiriyor?

Çevre kirliliğinin önlenmesi adına alınacak tedbirleri içeren kanun, 10 Aralık’ta Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. 

1 Haziran 2019’dan itibaren imar uygulaması görmemiş alanlarda hazırlanıp onaylanacak yeni imar planlarında, bisiklet yolları ile bisiklet park istasyonları zorunlu hale gelecek. 

Topografya ve arazi eğimi nedeniyle bisiklet yolu yapılamayan yerlerde ise yaya yolları düzenlenecek.

Ulaşımını bisikletle sağlayanları yakından ilgilendiren kanunu, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Sekreteri Akif Burak Atlar, Bisikletli Ulaşım Platformu temsilcisi Zeynep Araboğlu ve bisiklet aktivisti Tanzer Kantık Yeşil Gazete’ye değerlendirdi. 

Akif Burak Atlar‘a göre yapılan değişiklik olumlu ancak bisiklet kullanımının kent içi ulaşıma entegrasyonunun sağlanması için yeterli değil. 

“İmar kanununa ek madde olarak getirilen bu hüküm, 2019’un haziran ayından sonra onaylanacak yeni imar planlarında ulaşım amaçlı bisiklet yolları ve bisiklet park istasyonlarının bulundurulmasını zorunlu hale getiriyor ancak imar uygulaması görmüş, yani ulaşım altyapısı halihazırda kurgulanmış ve kullanımda olan alanlar için bu zorunluluk geçerli değil.

Kaldırım ve bisiklet yolları araçlar tarafından işgal ediliyor

“Mekansal ve stratejik planları destekleyecek eğitim, sağlık ve kültür politikalarının da uzun erimli hedeflerle kurgulanması gerekiyor”

Ulaşım kurgusu imar planlarıyla oluşturulurken bisiklet yollarının bir zorunluluk olarak mekansal planlara işlenmesi elbette olumlu bir değişiklik, ancak bisiklet kullanımının teşvik edilerek yaygınlaştırılması ve bisiklet kullanımının kent içi ulaşıma entegrasyonunun sağlanması için tek başına bir anlam ifade etmez.

Bisikletin kent içi ulaşımda daha çok tercih edilmesi için mekansal ve stratejik planları destekleyecek eğitim, sağlık ve kültür politikalarının da uzun erimli hedeflerle kurgulanması gerekiyor. Sadece yol yaparak bisiklete bir karne hediyesi ya da bir hobi olarak değil bir ulaşım aracı olarak bakılmasını sağlamak mümkün olmayacaktır.” 

Bisikletli Ulaşım Platformu temsilcisi ve Bisikletli Kadın İnisiyatifi kurucularından Zeynep Araboğlu

Yeni imar planlarında yapılan değişikliği bir “çözüm” yerine “aşama” olarak değerlendiren Bisikletli Kadın İnisiyatifi kurucularından Zeynep Araboğlu bisiklet kullananların kent trafiğinde kendilerini güvende hissederek yol almaya ve bisikletinin de güvenliğini sağlamaya ihtiyaç duyduğunu söylüyor. 

“Bisiklet yolu ülkemizde son yıllarda, beyaz düz çizgiyle çizilen ve içi renkli boyanan, nerede başlayıp nerede bittiğine, bisiklet kullanıcısına ve ulaşım-trafik sorunlarına ne fayda getirdiğine bakılmadan uzunluğu ölçülerek, istatistiklere eklenen bir alt anlam taşımaya başladı. Bisikletli ulaşım altyapısı ise ulaşım ve trafik sorunlarına çözüm getirebilmek için üretilen, mevcudun bisiklet kullanıcı ihtiyaçları düşünerek ve yeniden planlanarak uygulanması olduğundan bisiklet yolunun ihtiyacı tam olarak karşılamadığını düşünüyorum.

“Çıkan yasanın getireceği değişiklikleri izleyerek göreceğiz”

Kanun ile hali hazırda yaşadığımız ve kullandığımız kentsel alanlar için bir düzenleme getirilmiyor. Bu düzenlemenin de yapılmasına ihtiyaç var. Şu an bir belediye kendi alanında bisikletli ulaşımı teşvik için bisiklet yolu yapmaya karar verse dahi, bu imar ve ulaşım planlarına dahil edilmeden uygulamaya geçemiyor. Yeni imar planlarından, 1 Haziran 2019 tarihinden imara açılacak alanları kapsadığını anladığım için, kentsel dönüşüme dahil edilen alanların bu yasa kapsamında olup olmayacağını öngörememiyorum. Çıkan yasanın getireceği değişiklikleri izleyerek göreceğimizi düşünüyorum. Bisiklet yolları birbirine bağlanarak, toplu taşıma ve güvenli park istasyonlarıyla entegre edildikçe bisikletli ulaşım toplum tarafından bireysel, kentsel, toplumsal faydası yüksek bir alternatif olarak görülecek ve tercih edilmeye başlanacak.”

Araboğlu, ulaşımını bisiklet ile sağlayan yurttaşların temel sorunlarına çözüm olarak kent trafiğinde motorlu araç hız limitlerinin düşürülmesi, trafik kural ihlalleri ile kararlı mücadele sürdürülmesi görüşünde.

“Bisiklet kullananlar ayrıca bir kaportası olmadığı için ufak bir hatadan çok daha ciddi sonuçlar yaşayarak etkileniyor”

“Bisiklet kullananların kendilerini kent trafiğinde güvende hissederek yol almaya ve ulaştıkları noktada bisikletinin de güvenliğinin sağlanmasına ihtiyaçları var. Bu temel sorun, ancak acil olarak çözülebilecek bir durum değil ne yazık ki. Aşamalarla yıllar içinde bir dönüşüm geçireceksek, ilk etapta kent trafiğinde motorlu araç hız limitlerinin düşürülmesi, trafik kural ihlalleri ile kararlı mücadele gibi aslında sadece bisiklet kullananları değil trafiğe çıkan herkesi olumsuz etkileyen sorunları dönüştürmeye başlamak gerektiğini düşünüyorum.

Bisiklet kullananlar ayrıca bir kaportası olmadığı için ufak bir hatadan çok daha ciddi sonuçlar yaşayarak etkileniyor. Bisiklet kullanıcılarına özel olarak, toplu taşıma araçlarını bisikletle her saat rahatlıkla kullanmak, araç içlerinde bisiklet kullanıcıları için yönlendirmeler yapılması kent trafiğinin bisikletli ulaşım için düzenlenmeyi bekleyen noktalarını aşmakta çözüm olacaktır ve toplumun bisiklete ve kullanıcısına verilen değeri anlamasını sağlayacaktır.

“Pek çok sürücü davranışı toplumun henüz azami bilinç durumunda olmadığını anlatıyor”

Bisiklet yollarının araç park ederek, kamp kurularak, piknik yapılarak vb. gibi şekillerde ihlal edilmesi, trafikte güvenli mesafe bırakmadan sıkıştırmaya varan takip ve sollama, sol kapıyı gelen var mı diye yolu kontrol etmeden aniden açmak, ‘kaldırımdan git yolda ne işin var’ gibi ehliyet alırken trafik kurallarından ve eğitimden mahrum bırakılmış diğer sürücüler tarafından sonuçları hesap edilemeden yapılan pek çok sürücü davranışı toplumun henüz azami bilinç durumunda olmadığını anlatıyor. Bir yandan da süreci oldukça ağır sonuçlarla geçirmemize neden oluyor. Bilinç ve farkındalığın toplumda yer edinmesinin öncelikli olduğunu düşünüyorum.”

Türkiye’de geçmiş on yıl değerlendirildiğinde kanun ve yönetmeliklerde bisiklet adının daha çok anılıyor olmasını umut verici ama yetersiz bulan bisiklet aktivisti Tanzer Kantık, Karayolları Trafik Kanunu’nda bisiklet hakkında birçok madde olduğu halde bunun sahada sorumlu birimlerce gözetilmediğini savunuyor. 

“Bisikletin kanun ve yönetmeliklerde adının geçmesinin bir adım ötesine geçilerek uygar ülkelerde olduğu gibi var olan ve yeni çıkarılan kanunların etkin denetleme ve cezalandırma yöntemleri ile topluma mal edilmesi gerekiyor. Her kültür yeşerebilmek ve yerleşebilmek için bazı fiziki altyapılara gereksinim duyar. Toplumun bisiklet kullanım bilincine/kültürüne sahip olabilmesi için gerekli olan temel unsurun, kanunların yanı sıra yukarıda bahsettiğim uygulamalar olduğunu düşünüyorum.

Çünkü siz eğer güvenli bisikletli ulaşım altyapısı ve bunu destekleyici ‘güvenli bisiklet park yerleri’ vb. gibi alanları hayata geçirir ve denetlersiniz o zaman bisiklet kullanma adına güvenlik endişesi olan insanlar da bisikletleri ile sokağa çıkacak ve bisikletin şehir hayatında görünürlüğü artacaktır. Bu artış sonrasında kent hayatının diğer öğeleri yayalar ve araç sürücülerinin de bisiklete dair farkındalığı artacak ve bisiklet kültürü kendisine şehirlerde ancak böyle yayılma imkânı bulacaktır.” 

“Kanunda bisiklete dair olması gereken unsurlar eksik ve temelli bir oluşum için rehber niteliği taşımıyor”

Kantık’a göre kanunda yer alan bazı ifadeler sorunlu.

“Örneğin “Bisiklet Park İstasyonları” şeklinde telaffuz edilen şeyin ben paylaşımlı bisiklet ağlarına ait kiralık bisikletlerin bırakıldığı ya da alındığı yer olarak algılıyorum. Oysa bisikletli ulaşım altyapısının özellikle de çok modlu ulaşım, akıllı hareketlilik dediğimiz yani bisikleti metro, vapur vb. gibi diğer ulaşım modları ile eklemlemenin en önemli noktası “Güvenli Bisiklet Park Yeri” kavramının kanunda zikredilmediğini görüyoruz. Bisiklet park yerlerine dair bir başka düzenleme geçtiğimiz aylarda yürürlüğe giren (Yeni) “Otopark Yönetmeliği”nde yer bulmuştu. O kanunda da sadece adet olarak yüzdelik pay dile getirilmiş fakat güvenliğe dair bir kapsam ortaya konmamıştır. Özetle kanunda bisiklete dair olması gereken unsurlar eksik ve temelli bir oluşum için rehber niteliği taşımıyor.

“Uygar toplumun kentlerdeki sıralaması yaya, bisikletli, toplu ulaşım ve özel otomobil şeklindedir”

Öte yandan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından daha önce yayınlanan “Şehirİçi Yollarda Bisiklet Yolları, Bisiklet İstasyonları ve Bisiklet Park Yerleri Tasarımına ve Yapımına Dair Yönetmelik” birçok teknik hata içermekte. Bu çalışmanın da uzmanlar tarafından yeniden ele alınması, bisiklet ile ilgili sivil toplum kuruluşlarının da görüşleri alınarak bisiklet adına temel başvuru yönetmeliği haline getirilmesi gerekmektedir. 

Kanundaki diğer bir durum eğimli yerlerde bisiklet yolu yerine yaya yolu düzenlenebileceğine dair ifadedir. Oysa yaya ve bisikletli kent yaşamında otomobil gibi ulaşımın diğer unsurlarındandır. Biri diğerine tercih edilemez ya da birinin alanı diğerine terk edilemez. Çağdaş toplumlarda kentte ulaşım ve öncelik sıralaması en korunaksız olan yaya ile başlar otomobil ile biter. Uygar toplumun kentlerdeki sıralaması yaya (tüm dezavantajlı gruplar yani engelliler, yaşlılar, çocuklar vb. gibi dahil), bisikletli, toplu ulaşım ve özel otomobil şeklindedir. İmar kanununda yapılan değişiklikler bu anlamda demokratik alan paylaşımı prensibinden uzaktır.  

“Bisiklete dair sahadaki en büyük eksik oyuncu Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’dır”

Bisikletin ulaşım amaçlı kullanımının arttırılması için, kentlerde bisikletlilere hak ettikleri alanı açmak için konunun imar planları içinde yer alması haricinde ulaşım planları içinde de yer alması gerekmektedir. Her kent bisikletli ulaşım planını ivedilikle yapmak ve uygulamakla sorumlu olmalıdır. Bunun için bakanlığın yerel yönetimlere planlama ve uygulama için süre vermesi, gerekler yapıldığı takdirde de bunun bir müeyyidesi olması gerekmektedir. 

Ayrıca bisiklete dair sahadaki en büyük eksik oyuncu da Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’dır. Bakanlığın bisikletli ulaşım adına birim oluşturması, mevzuat çalışması yapması, bunu T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile uyumlu hale getirmesi ve kendisine bağlı özellikle T.C. Karayolları Genel Müdürlüğü, TCDD gibi kurumlarda da bisiklete dair düzenlemeler yapması gerekmektedir. Bugün Avrupa’da büyük karayollarının yanında şehirler arası bisiklet yolları vardır ve tren ile bisiklet taşımaya yönelik kolaylaştırıcı uygulamalar vardır. Bu uygulamalar o ülkenin bisikletli turizminin olmazsa olmazlarıdır. Türkiye’de Karayolları Genel Müdürlüğü’nün hiçbir mevzuatında bisikletin adı dahi geçmemektedir, TCDD’nin trenlerinde bisikletinizi taşıyabileceğiniz yer ve düzenlemeler yaygın ve teşvik edici değildir.”

“Kara Yolları Trafik Kanunu’nda belirtildiği gibi sağ şeritten sürmek hakkımız”

Tanzer Kantık, kent içinde bisiklet kullanıcılarının yaşadıkları en önemli sorunlar arasında trafik kurallarına uyulmamasını ve trafik polislerinin bisikletlerin sağ şeridi kullanma hakkından bihaber olmalarını sayıyor. 

“Öncelik insan hayatı olduğundan yola çıkarak trafiği denetlemekle sorumlu güvenlik birimlerinin özellikle otomobil sürücülerinin bisikletlilere yönelik davranışlarına toleranssız bir duruş göstermeleri gerektiğini düşünüyorum. Bunu söylerken trafik içerisinde bisikleti ile yol alan bizler de kurallara uyma konusunda aynı sorumlulukta olduğumuzun farkındayız. Belli bir süre düzenli olarak bisiklet kullanan ve otomobiller ile aynı yolları kullanan bisiklet sürücüleri her gün can kaybı tehlikesi ile karşı karşıya. Yeterli bisikletli ulaşım altyapısı olmadığı için otomobiller ile aynı yolda, Kara Yolları Trafik Kanunu’nda belirtildiği gibi sağ şeritten sürmek hakkımız. Bu kanuni hakkın bile trafik polislerince bilinmediğine defalarca şahit olduğumu söyleyebilirim. Yolların otomobil dışındaki tüm unsurlar için yani yayalar ve bisikletliler için daha güvenli hale getirilmesi, etkin denetleme ve cezalandırmaların arttırılması gerekmektedir.”

“Kirlenen havanın küresel ısınma nedeniyle mevsim değişikliklerine neden olduğunu da biliyoruz”

Ulaşımda bisiklet sadece sağlıklı değil ekoloji dostu bir ulaşım aracı.  Karbon ayak izini azaltma yönünde yapılacak en iyi seçimlerden biri. Kantık da iklim değişikliği ile mücadele ve hava kirlilik değerlerinin azalması açısından bisikletin önemli bir unsur olduğu görüşünde.

“Bisiklet kullanımının artmasının doğaya doğrudan katkısı hava kirliliği üzerine. Çünkü ulaşımda bisiklet tercihi belli bir oranda yollarda daha az otomobil demektir. Bunun da daha az karbondioksit salımı olduğu açık. 
Bugün artık soluduğumuz havanın sadece bizlerin sağlık sorunlarına dair bir konu olmadığını, kirlenen havanın küresel ısınma nedeniyle mevsim değişikliklerine neden olduğunu da biliyoruz. Bu zincirleme reaksiyonun bir noktasında hava kirlilik değerlerinin azalması açısından bisiklet önemli bir unsur. Aksi takdirde kirletici gaz salımı ile artan küresel ısınma sonucu oluşan mevsim dengesizlikleri doğanın dengesini insan aleyhine bozmakta ve doğrudan doğruya tarımsal üretimi, yeraltı sularını etkilenmekte. Sorun artık soframızdaki ekmek, soframızdaki su meselesidir.” 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

“ÇED olumlu” kararı iptal edilen Karabiga’daki termik santral hâlâ faaliyette

Çanakkale’nin termik santrallere karşı mücadelesinde önemli bir gelişme yaşandı. Kentin Biga ilçesine bağlı Karabiga beldesine inşa edilen Cengiz Holding’e ait Cenal Entegre Enerji Santrali projesinin “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu Kararı” Çanakkale İdare Mahkemesi tarafından hukuka aykırı bulunarak iptal edildi.

İptal kararının gerekçesi hava kirliliğinin düzgün ölçülememesi 

Davayı Karabiga Temiz Doğa Derneği, Madra Dağı ve Kaz Dağı Belediyeler Birliği, Biga Çevre Derneği, TMMOB’ye bağlı Peyzaj Mimarları, Çevre Mühendisleri ve Ziraat Mühendisleri Odası ile Karabigalı 47 yurttaş açmıştı.

Davanın duruşması 16 Mayıs 2016’da Çanakkale İdare Mahkemesi’nde görülmüş, mahkemenin davayı reddetmesi üzerine Danıştay’dan bozma kararı gelmişti. Danıştay kararı uyarınca, termik santral projesi hakkındaki bir başka ÇED davasındaki bilirkişi raporu beklenince dava uzamıştı.  

Mahkeme 28 Kasım’da yapılan son duruşmada iptal kararına gerekçe olarak 2012 tarihli ÇED raporundaki, hava kalitesi değerlendirmesi ve modellemesi çalışmalarının tüm mevsimleri kapsamaması ve kullanılan meteorolojik veri setinin bölgeyi yansıtmamasına ilişkin eksiklikleri gösterdi. 

Karar sonucuna göre termik santralin faaliyetinin durdurulması ve santralin mühürlenmesi gerekiyor. Ancak Cenal Entegre Enerji Santrali hâlâ faaliyette. 

“Yargı kararına rağmen santralin çalışmaya devam ettiğine dair bilgiler alıyoruz”

Kararı Yeşil Gazete’ye değerlendiren davanın avukatı Cömert Uygar Erdem, “Santralin faaliyetleri henüz durdurulmadı. Kararın uygulanması için başvuru yaptık. Karar uygulanırsa, faaliyetin durdurulması gerekiyor. Ancak, yargı kararına rağmen santralin çalışmaya devam ettiğine dair bilgiler alıyoruz.” açıklamasında bulundu. Erdem, Cengiz Holding’in yeniden ÇED raporu başvurusunda bulunup bulunmayacağına dair henüz bir bilgiye sahip olmadığını sözlerine ekledi. 

Ziraat Mühendisleri Çanakkale Şube Müdürü Türker Savaş, Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada ise zeytinlik alanların zarar göreceğini ve hava kalitesinin ciddi derecede etkileneceğini söyledi.

“Yargı süreci 2010 yılında başlamıştı. ÇED olumlu kararına karşı dava açtık. Davanın yeniden görülme aşamasında yeni bilirkişi raporları düzenlendi. Bunlar santralin yeni planlama büyüklüğüne göre yapıldı. Çıkan kararda iki nokta özellikle öne çıkıyor. Biri zeytinlik alanlara çok yakın olması. Diğeri de hava kalitesini önemli derecede bozacak olması. Meteorolojik verilere göre santralin olumsuz etkisi Biga Yarımadası’nın neredeyse tamamında etkili olacak. ÇED raporunda bununla ilgili önlemlerin ne olacağının ifade edilmediği şeklindeki gerekçelerle ÇED olumlu kararı iptal edilmiş oldu.”

Biga’nın güneybatısının tamamının termik santralin etkisi altında olacağını belirten Savaş, kül döküm sahasının genişletilmesine yönelik Toprak Koruma Kurulu’na yapılan başvurunun tüm karşı çabalara rağmen kabul edildiğini şu sözlerle anlattı: 

“Son zamanlarda santralin çevresindeki kül döküm sahasını genişletmeye yönelik projeler geldi. Toprak Koruma Kurulu’ndan biliyorum. Biz orada da muhalefet etmiştik. Ne yazık ki kuruldan geçtiler. Termik santralin karar sonrasında işletmeyi hemen durdurması gerekiyor. Biga’nın güneşbatısı tamamen santralin etkisi altında. Oradaki köylerin bir çoğu bundan etkilenecek. Başta onların tarımsal üretimleri etkilenecek, bizim açımızdan en önemli konu da bu. Mesela Çan’daki termik santrallerin çevreye olan zararları çok net görülüyor. Cenal ve çevresi için çok yeni sayılır. İÇDAŞ’ın yakında bir termik santrali var. O da faaliyette. Dolayısıyla kümülatif bir etki söz konusu. Bunu bir iki yıl içinde gözlemlemek mümkün olmayacak ama ilerleyen süreçte havayı, suyu ve toprağı nasıl kirlettiğini göreceğiz.”

Fotoğraf: diken.com.tr

Dünyada 4., Avrupa’da 2. linyit tüketicisi Türkiye

Türkiye’deki en büyük ve kirli kömürlü termik santrallere bakıldığında yine linyit ana yakıt kaynağı olarak ortaya çıkıyor. Afşin Elbistan A ve B linyit santralleri ve Yatağan başta olmak üzere Muğla’daki linyit yakıtlı santraller buna örnek gösterilebilir. Son yıllarda yeni kömürlü termik santral planları ile gündeme gelen Eskişehir, Çanakkale ve Tekirdağ gibi şehirlere yapılmak istenen santrallerin neredeyse hepsinde linyit kullanılması hedefleniyor.

Sağlık ve Çevre Birliği HEAL’in geçtiğimiz günlerde yayınladığı “Linyit kömürü: Sağlık etkileri ve sağlık sektöründen tavsiyeler” isimli rapora göre, Türkiye’de 2016 yılında 70,2 milyon ton linyit üretildi ve üretilen linyitin yarısından fazlası kömürlü termik santrallerde kullanıldı. Türkiye’de işletmedeki 27 kömürlü termik santralin 11’inde linyit kullanılıyor, başka bir deyişle 19,9 GW kömürlü termik santral kapasitesinin %52’si linyit kömürüne dayanıyor. Ülke, bu linyit üretimiyle dünyada dördüncü, Avrupa’da ise ikinci sıraya oturuyor.

Cenal Entegre Enerji Santrali’nin kapatılmasını talep eden yurttaşların buraya tıklanarak örnek dilekçelere ulaşılabileceği belirtildi. 

Çanakkale Valilik Makamı’na gönderilmek üzere hazırlanan dilekçe  
örneğine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na gönderilmek üzere hazırlanan dilekçe örneğine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)