Ana Sayfa Blog Sayfa 2642

Bisikletli Kadınlar, radyo programlarını anlattı: Trapez Kadro!

Açık Radyo’nun 5 Kasım Pazartesi günü başlayan 48. Yayın döneminde hayatımıza yepyeni birçok program dahil oldu. Bunlardan birisi de Bisikleti Kadın İnisiyatifi’nden Seçil Zor ile Zeynep Arapoğlu’nun birlikte hazırlayıp sundukları Trapez Kadro.

Hafta içi her gün 18:00 – 20:00 saatleri arasında yayınlanan Açık Dergi içinde yer alan ve 15 günde 1 Salı günleri 19:00’da başlayan programda Seçil ve Zeynep, programa dair hazırladıkları bültende içeriği, “Dışarıdan bakıldığında erkek egemen görünen bisiklet dünyasındaki kadınları öne çıkaran ve mikrofonu onlara vererek, bisikletli kadınları konuk ederek hikayelerinin, hayatlarında nelerin değiştiğini, neden bisikletin hayatlarında olduğunu konuşulduğu programda, neden diğer kadınlar da günlük hayatlarında bisiklet kullansın, bu konuda hangi çalışmaları yapıyorlar, konularına yer veriliyor. Şehirde bisiklet kullanmak için başlıklar; toplu taşımada, yolda, alışverişte, işe giderken, çocuk ile bisiklet kullanmak, çocuklar için aparatlar, nasıl giyiniyoruz, farklı kentlerden, ülkelerden bakış açıları ve deneyimler konuları işleniyor” şeklinde özetliyor.

Yeşil Gazete okurlarına hem Trapez Kadro’yu hem de Bisikletli Kadın İnsiyatifi’ni daha yakından tanıtmak istedik ve programın isminin ne anlama geldiğinden insiyatifin başlangıcından bugününe hikayesine kadar aklımıza takılan her konuyu Seçil ile Zeynep’e yönelttik.

Simdi sizleri onların yanıtları ile başbaşa bırakıyoruz.

Seçil ve Zeynep, Açık Dergi program sorumlusu İlksen Mavituna ile birlikte ilk canlı yayının heyecanını yaşıyor

*Bisikletli Kadın İnsiyatifi nedir, ne zaman kuruldu, kaç üyesi var, şimdiye kadar neler yaptı ve bundan sonraki planlarını aktarabilir misiniz?

Bisikletli Kadın İnisiyatifi 2015 yılında yedi kadının bir araya gelmesiyle kuruldu, şu an facebook grubunda 6500 üyesi var. Bugüne kadar dayanışma içinde olmak, birbirimize destek olmak amacıyla trafikte iş çıkışı ve hafta sonu sürüş etkinlikleri, bilmeyenlere bisiklet eğitimleri, tamir atölyeleri, trafikte karşılaştığımız şiddetle mücadale atölyesi etkinlikleri organize edildi. Bu etkinliklerde biraz deneyimi olanlar hiç deneyimi olmayanlarla bildiklerini paylaşıyor.

Bisiklet kullanmayı henüz bilmeyen kadınlara sürüş eğitiminden bir kare

Hiçbirimiz her şeyi bilmiyoruz, adım adım öğrendiklerimiz, bisikleti yaşantımıza dahil ederken geliştirdiğimiz alışkanlıklarımız ve yöntemlerimiz var. Kurulduğumuz ilk yıl farklı konu başlıklarında buluşmalar düzenleyerek bunları konuştuk ve bu buluşmalardan ortaya ‘Kadınlar için Bisiklet Kılavuzu‘ çıktı. Facebook grubunda ve etkinliklerde bu paylaşımlarımızı sürdürmeye devam ediyoruz.

2017 yılı sonundaFacebook tarafından Türkiye’deki anlamlı topluluklardan biri olarak seçildik ve Facebook Grup Liderleri gününe katıldık. 2018 yılı Şubat ayında Facebook, Bisikletli Kadın İnisiyatifi’nin Avrupa’nın anlamlı toplulukları arasına kabul etti ve Türkiye’den katılan 7 topluluktan biri, Avrupa ülkelerinden katılan 150 topluluktan biri olarak Seçil Öznur Yakan ile birlikte Londra’da düzenlenen Facebook Communities Summit Europe’a  (Facebook Toplulukları Avrupa Zirvesi) katıldık. Bu zirvede açıklanan Facebook Community Leadership Program‘a da başvurduk ve dünyanın her yerinden yapılan 6.000 başvuru arasından programa seçildik. 46 ülkeden 115 topluluğun içinde olduğu programda topluluğu ben (Zeynep) temsil ediyorum ve Bisikletli Kadın İnisiyatifi’ni programın sunduğu olanaklardan yararlandırarak birkaç adım ileriye taşımak için çalışıyoruz.

Zeynep, Facebook Toplulukları Avrupa Zirvesi’nde

Kasım ayında başlayan Açık Radyo’nun yeni yayın döneminde bisikletli kadın hikayelerini paylaştığımız, sözü kadın bisikletlilere veren, topluluğun büyük heyecanla takip ettiği Trapez Kadro’yu Seçil Zor ile birlikte amatör ruhla, yeni bir açılımın istek ve heyecanıyla hazırlıyoruz. 

*Gelelim Trapez Kadro’ya. Açık Radyo macerası nasıl başladı? İlk fikir, içerik oluşturma, açık radyocular ile ilk görüşmeler ve bugünü kısaca özetleyebilir misiniz desem?

Trapez Kadro’nun bisikletli kadınları: Seçil Zor ve Zeynep Arapoğlu

Bisikletli Kadın İnsiyatifi olarak sesimizi ve hikayelerimizi daha çok insana duyurma kanalları ararken, geçen yayın dönemi için Açık Radyo’ya program önerisinde bulunduk. Ve 48. yeni yayın döneminde Açık Dergi’de 15 günde bir, Salı akşamları 19:00-19:25 arası Trapez Kadro programıyla 6 Kasım 2018’de ilk programla yayına başladık.

Program önerisi için radyoya başvuruda bulunduğumuzda Bisikletli Kadın Hikayelerinin anlatıldığı bir içerik oluşturmuştuk zaten ve aynı içerik üzerinden devam ediyoruz.

Amacımız programda bisikletli hikayelerini anlatan kadınların, başka kadınların da ufkunu açabilmesi, mental ve fiziksel engellerini kaldırıp bisikletli maceralara girebilmesi.

*Trapez kadro nedir? Bisikletle alakalı bir terim olduğu belli ama…

Trapez Kadro teknik bir terim. Kadro, bisikletin çelik-alüminyum-karbon gibi malzemelerden üretilen, diğer tüm parçaların üzerinde monte edildiği iskeleti.

Zeynep bisikleti ile Berlin’de

Trapez Kadro, bir ayağınızı diğer tarafa rahatlıkla geçirdiğiniz, herkese ve her yaşa hitap etmesi nedeniyle şehir ve paylaşım bisikletlerinde tercih edilen kadro modeli.

Seçil, bisikleti ile Yunanistan turunda

Açık Radyo programının herkese hitap etmesini hedeflediğimiz için, herkesin binebildiği bisikletin kadrosundan esinlenerek isimlendirdik.

Herkesin binebildiği bisiklet ve herkesin dinleyebildiği bir radyo programı olmasını arzu ediyoruz.

*Son olarak şunu sorayım. Trapez Kadro’ya konuk olmak isteyenler ne yapmalılar? Böyle bir imkan var mıdır yoksa siz zaten onları belirlemiş durumda mısınız?

Trapez Kadro, bisikletli kadın hikayelerini paylaşmak isteyen kadınların konuk olduğu bir program.

4 günde 3 ülke turu sırasında Yunanistan’dan bir hatıra

Programda hikayesini anlatmasını istediğimiz binlerce bisikletli kadın var. Çünkü programda da devamlı belirttiğimiz gibi “Biz, binlerceyiz ve her yerdeyiz.”

Özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir dışından kadınlara ulaşmayı ve programa davet etmeyi planlıyoruz.

Programa katılmak isteyen kadınlar bizlere Facebook ‘taki Bisikletli Kadın İnsiyatifi sayfamızdan her zaman ulaşabilirler.

Bisikletli Kadın İnisiyatifi:

https://www.facebook.com/bisikletlikadininisiyatifi/

https://www.facebook.com/groups/bisikletlikadininisiyatifi/

https://www.instagram.com/bisikletlikadin/

https://www.youtube.com/channel/UCz_NDObZ1MPaxrlF9CLqU6g

[email protected]

***

Zeynep ArapoğluBen bisiklete binen bir bireyim aslında. Kendime göre bir yaşantım var ve yaşadığım ilçe ile komşu ilçelerine ulaşımda bisiklet kullanmayı tercih ediyorum. Bugün bir yere bisikletle geldiğimi görenler ‘zor olmuyor mu?’ diye soruyor. Başlangıçta fiziksel olarak zorlanacağımı düşünüyordum, ancak esas zorluğun trafikte bisiklete yönelik duyarsızlıktan kaynaklandığını, bisikleti teşvik için hiç bir çalışma yapılmadığını fark ettikçe kendimi önce bisikletli haklarını savunan oluşumlara destek verirken buldum. Bisiklet etkinliklerine katılanların çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğunu ve sürekli olarak anlayıp dinlemeden kendi perspektiflerinden müdahalelere maruz kalınca, beni anlayacak kadınlar nerede diye bakınırken benim gibi düşünen az sayıda kadınla geri kalanımıza ulaşmak amacıyla Bisikletli Kadın İnisiyatifini kurarken buldum.

Seçil ZorKentsel planlama yüksek lisansı yapmış bir mimarım. Türkiye’de çarpık kentleşmenin en yoğun olduğu kentte, İstanbul’da yaşıyorum. Bu çarpık durumun neticelerinden biri olan trafik karmaşasından kurtulmak amacıyla yaklaşık 10 yıl önce işe bisikletle gitmeye başladım. Sonraki yıllarda yurtdışındaki yaşamım boyunca bisiklet, kentteki sirkülasyonumu sağlayan tek ulaşım aracımdı. Daha sonra İstanbul’a dönüşümle kent içi ulaşımımı bisikletle yapabilmek için fazla sabır ve mücadeleye ihtiyacım olduğunu, yani kaotik trafik ortamında bisiklet kullanma tecrübesi edinmem gerektiğini anladım.Bisiklet kullanabiliyor olmak, İstanbul’da trafikte bisiklet sürebilmek anlamına gelmiyordu. Bu pratiği edinmemde Bisikletli Kadın İnsiyatifi (BKİ) ile Bisikletli Ulaşım Platformu (BUP) ‘nun İstanbul’da trafikte bisiklet sürme farkındalık etkinliklerinin payı büyüktür. Şimdilerde İstanbul’da her yere bisikletle gidebiliyorum, İstanbul dışına yakın yerlere, kısa süreli bisiklet turları yapıyorum, senede bir kez yurtdışında bisiklet turu planlıyor ve yollara düşüyorum. Tüm bunların dışında bisiklet yarışlarına ve festivallerine katılıyorum.

.

Röportaj: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

[Yaşadım Diyebilmek] FİLMECE – Şahin Tekgündüz

TRT’ye komünist usulü sızıyoruz…

1971’in son ayları… Sabah saat dörde geliyor. Serin bir sonbahar havası. Duvar diplerinden, binaların gölgelerinden ses etmeden ilerlemeye çalışıyoruz. Sessizliği, zaman zaman uzaklardan gelen motor homurtularıyla erken öten birkaç horoz bozuyor. Onun dışında sadece yürürken giysilerimizin çıkardığı hışırtıları duyuyorum. Tek sırayız ve tam bir sızma hareketi içindeyiz. En öndeyim. Arkamda sırayla Örsan Öymen, Tunca Yönder, Melih Âşık, Turgay Betil, Oğuz Tığlı,Tevfik Dalgıç, Nezih Danyal, Tuncer Özkan ve Ali Rıza Özdemir… Oğuz Tığlı çok başarılı bir fotoğrafçı. O dönemde, özellikle tiyatro fotoğrafları konusunda Ankara’nın en önemli ismi. Tevfik Dalgıç, benim kuzenimin Nevşehir’den çocukluk arkadaşı ve bir insanlık abidesi olan annesinin, çorap atölyesinde çalışarak ODTÜ’de okuttuğu, üstün zekâlı bir genç. Şimdi pazarlama dalında profesör ve Las Vegas Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Zaman zaman Türkiye’ye de davet edilir ve konferanslar verir. Yapıtları pazarlama konusunda önemli kaynak olarak değerlendirilir. Kuzenim Tuncer Özkan hukuk öğrencisi. Yıllar önce Aydın’ın Çine İlçesi’nde avukat olarak bir taşralı gibi yaşayıp aramızdan ayrılıyor. Ajansın liberosu Ali Rıza Özdemir ise, yıllar önce son karşılaştığımda, Murat Karayalçın’ın yönetimindeki EGO işletmesinde tahsilat memuru olarak çalışıyor. Örsan, Melih, Tunca ve Nezih konusunda bilgi vermeye gerek duymuyorum.

Gece karanlığında kuşku uyandıracak bir durumdayız. Aklıma, o yıllarda Tercüman Gazetesi’nde târihî romanlar çizen Şahap Ayhan geliyor.Orta Asya’dan Anadolu’ya akın akın gelen ve karşılaştıkları tüm gâvurları kılıçtan geçiren Türklerin büyük kahramanlarını canlandırıyor. Belki de Tarkan’ı ya da Boğaç Han’ı…O karelerden birkaçında düşmanın bir gece baskınını anlatıyor ve

Yağılar (düşmanlar), gecenin hâin karanlığında nefes bile almadan sürünerek Türk çadırlarına komünist usulü sızmaya çalışıyordu…“yazıyor. Bunlar dilimin ucuna gelir gelmez kıkırdıyorum. Kısık da olsa ses ettiğim için Örsan omuzuma dokunup uyarıyor. Dayanamayıp ona dönerek fısıltıyla, “Şahap Ayhan’ın dediği gibi tam komünist usulü sızıyoruz…” diyorum. Daha önce bu yakıştırmayla dalga geçtiğimiz için o da kıkırdamaya başlıyor. Kulak misâfiri olan Turgay makaraları koyuveriyor. Yorgunluk ve uykusuzluğun verdiği gerginlikle kendimizi kontrolde zorlanıyoruz ve önünden geçtiğimiz bir iş hanının girişine sığınıyoruz. Kasıklarımızı tuta tuta gülüyoruz. Sıkıyönetimde ve sokağa çıkma yasağındaki bu sızma hareketinde amacımız, birkaç ay içinde reklam yayımlamaya başlayacak TRT televizyonundan reklam kuşağı alabilmek…

Yeni ufuklara doğru…

Sızma hareketine kısa bir ara verip, biraz öncesinden söz etmek istiyorum. 1969’un sonlarında kurulan Odak Reklam’da yeni ve zengin kadromuzla bir atak yapma peşindeyiz. Bu ancak, hayatımıza yeni girecek olan televizyon reklamlarında göstereceğimiz başarıya bağlı. Aramızda deneyimli arkadaşlarımız var. Örsan Almanya’da televizyonda programlar yapmış, Melih uzun süre İsveç’te yaşamış ve televizyon reklamı izlemiş, Tunca ise drama deneyimine sahip. Reklam yayınları başladığında apışıp kalmamak için hem kendimizi eğitmek hem de iddialı işler yapmak kararındayız. Uzun toplantılar ve tartışmalardan sonra televizyon reklamlarıyla ilgili bir hazırlık programı yapıp uygulamaya koyuyoruz.Hem mevcut müşterilerimiz hem de ilişki kurabileceğimiz ve meramımızı anlatabileceğimiz markaların sahipleri ya da yöneticileriyle görüşerek onlar adına ücretsiz reklam filmleri yapıp, TRT televizyonundan önce mâkul bir ücretle sinemalarda gösterime sokacağız. Bu hem bize deneyim kazandıracak hemde televizyon reklama başladığında elimizin altında potansiyel bir müşteri portföyü oluşturacak. Hemen harekete geçiyoruz ve Ankara’nın önemli sinema salonları Büyük Sinema, Arı Sineması, Akün SinemasıRenkli Sinema ve Derya Sineması ile görüşüp reklam filmi yayınlama konusunda anlaşma yapıyoruz. Hatırlayabildiğim kadarıyla Anadol, Aroma, Meysu, Oran Konutları, Marmara Oteli, Derya Mağazaları, Ankara Pazarı önerimizi kabul ediyor. Otuz, kırk beş ve altmış saniyelik Filmleri bedava çekeceğiz ama sinemalardaki yayınlar için saniye üzerinden haftalık olarak mâkul ücretler alacağız.

Vakit yitirmeden çekimlere başlıyoruz. Kameranın arkasına bazen Örsan, bazen Tunca, bazen de Melih geçiyor. Filmlerin çekim sonrası işlemleri için de İstanbul’da Acar Film’le anlaşıyoruz. Film çekimleri bir hayli eğlenceli geçiyor. Tunca işe büyük bir heyecanla girişiyor. Oyunculara ve kameramana uyarıları ve verdiği komutlar öylesine coşkulu ve abartılı ki, zaman zaman sorunlara bile yol açıyor. Kameranın çekime başlaması için yüksek sesle verdiği “motoooor!..” komutu eğlence konusu oluyor. Örsan ise film çekerken ona nazîre olarak sâkin bir sesle “motür!”diyor, gülüşüyoruz. Deneme müşterilerimizin en önemlisi Koç Grubu’nun Otosan şirketi. Anadol için fantastik bir senaryo hazırlıyoruz. O yıllarda Çankaya sırtları bomboş. Filmi Örsan orada çekiyor. Manken oyuncu olarak, ihtiyaç olduğunda bizimle çalışan Hâle Soygazi, gün ağarırken Çankaya sırtlarında kuyruğu metrelerce arkasında uçuşan şifon tuvaletiyle, ilerideki Anadol otomobile ulaşabilmek için uzun yavaş adımlarla koşacak ve görüntü donduğunda üzerine slogan bindirilecek: “Anadol… Rüyalardaki efsâne, ona ulaşmak her şeye değer…” Çekim Ankara ayazında birkaç gece sürüyor ve Hâle Soygazi bir hafta hasta yatıyor.

Çekimini tamamlayan, Acar Film stüdyolarında filmin banyo edilmesi, montajı, seslendirilmesi ve kopyalarının basılması için yataklı vagona atlayıp yalnız ya da ikili üçlü İstanbul’a gidiyor. Bunlardan birkaçına ben de katılıyorum. Hedef ve beklenti büyük olduğu için masraftan kaçınmıyoruz. Tren yolculuğu yataklı kompartımandan çok restoranda geçiyor. İstanbul’da genellikle Dilson Otel’de kalınıyor, işten arta kalan zaman ise, Ünver Otel’in (o yıllarda sonradan katıldığı Divan Otel’i büyüten bir oteldi ve gazeteci tâifesi akşam üzerleri orada bir araya gelirdi) barında, Çiçek Pasajı’nda Entelektüel Cavit’in meyhanesinde geçiyor İstanbullu dostlarla birlikte.

Nedir bu FİLMECE?..

Çektiğimiz filmler müşteriler tarafından büyük ölçüde beğeniliyor ve onaylanıyor. İş bunların sinemalarda nasıl yayımlanacağında. Bunun formülü günlerdir kafamda. Sinemalarla yaptığımız anlaşma gereği yayımlanacak on dakikalık reklam kuşağının adı FİLMECE oluyor. Kuşağın bir dakikalık göbek bölümünde FİLMECE başlığı ile Türk filmlerinden bir sahnenin fotoğrafı gösterilecek ve seyircilere bu filmle ilgili sorular sorulacak; doğru cevaplayanlar arasında noterde çekilecek kura ile iki seyirciye bir yıl boyunca o sinemanın bedava abone kartı verilecek.

FİLMECE çok beğeniliyor ve çok tutuluyor. Gazetelerde “Televizyon reklamları sinemalarda başladı”gibi… Yeni müşteriler ediniyoruz. Ve bunun için de reklam yayını başladığında TRT’de reklam kuşaklarımızın olması lazım.

***

Saate bakıyorum, dörde beş var. Gitmek istediğimiz yer çok yakın ve saat dörtte yasak bitiyor. Büyük bir cesaret göstererek, Amerikan filmlerindeki olmazı olur kılan silahlı timlerin gözüpek komutanı gibi elimle, gidiyoruz işareti veriyorum ve yeniden sokağa çıkıyoruz. Ufak tefek hareketlenmeler başlamış bile. Zaten bu saatte yakalansak da durumu açıklamamız mümkün ama, tek açmazımız yedi sekiz kişi olmamız. Hani Radyoevi’ne falan yakın bir yerde enselensek, darbe yapmaya girişmekten îdâma kadar gidebiliriz. Durum korktuğumuz gibi gelişmiyor, ana caddeye çıkan köşedeki iki asker bizi gördükleri halde, tam nöbetten kurtulup askerî servisi beklerken başlarına iş açmamak için görmezden geliyorlar. O noktada dağılıp, her birimiz birkaç dakika arayla hedefe ulaşıyoruz. Hedef, Ziya Gökalp Caddesi’nin Mithatpaşa Caddesi’yle kesiştiği köşedeki Onar Han

Daha önce Buğday Bank’ın ve Anadolu Bankası’nın genel müdürlüklerini barındıran Onar Han’da şimdi, tarihinin en heyecanlı dönemini yaşayan TRT’nin reklam bölümü hizmet veriyor. Onar Han’da günlerdir hummalı bir faaliyet sürüp gitmekte. Türkiye’nin yeni yaşam ve eğlence kaynağı televizyon reklam yayımlamaya başlayacak; başlayacak ama, hangi saatlerde reklam yayımlanacak, reklam veren (ki o dönemde böyle bir kavram yoktu. Biz onlara şirket, fabrikatör ya da tüccar, daha da ilerisi patron derdik) ve reklam ajansları nasıl yer alacaklar, reklamlarını nasıl yayımlayacaklar?.. Bununla ilgili yönetmelik ve şartname hazırlanmış, ilgilenen kuruluşlara bedeli karşılığında verilmişti. Buna göre reklam verenler ve reklam ajansları, şartnamenin eki olan formları doldurup, başvurunun yapılacağı gün ilgili servise kayıt ettirecekler.

Müfreze kapıya dayanıyor…

Başvurunun en ilginç ve dolayısıyla ilkel yanı ise reklam yerlerinin başvuru sırasına göre verilmesi, yânî tahsis edilmesi. İşte biz de bu nedenle karanlıkta komünist usulü sızarak saat sabahın dördünde Onar Han’ın kapısına dayanıyoruz. Ortalıkta kimsecikler yok. Gece bekçisi bizi kapıda görünce şaşırıyor. Önce içeri almak istiyor, sonra vazgeçiyor. Adlarımızı bir kâğıda yazmasını ve böylece başvuru sırasını oluşturmasını istiyoruz. Aklı yatıyor ve sadece bizim isimlerimizin yer aldığı bir liste yapıyor.

Ortalık yeni yeni uyanıyor. Listeye adımızı yazdırdıktan sonra Ali Rıza’yı nöbetçi bırakıp Kızılay’a gidiyoruz. Simit, çay ne bulduksa karnımızı doyurup, saat sekize doğru Onar Han’a dönüyoruz. Bizim gibi adını listeye yazdırıp dokuzda gelmek üzere ayrılanların yanı sıra orada bekleyenlerde var. Dakikalar ilerledikçe kalabalık artıyor ve uzun bir kuyruk oluşuyor.Saat sekiz buçukta kapı açılıyor ve içeri alınıyoruz. Kuyruktakilerin büyük bölümü İstanbul’daki reklam ajanslarının temsilcileri. Biz fazla dikkat çekmesin ve itirazlara neden olmasın diye araya başkalarının girmesine de olanak sağlıyoruz.

Saat dokuzu gösterdiğinde arkada homurdanmalar, yüksek sesle TRT’yi ve yöntemini suçlamalar başlıyor. Bunlardan birisi de Türkiye İş Bankası’nın reklam ve halkla ilişkiler görevlisi Hikmet Tartan. Devlet Tiyatrosu sanatçısı Fikret Tartan’ın ağabeyi. Geç geldiği için çok gerilerde kalıyor ve bankanın beklentilerine uygun yerler alabilme şansı yok. Hele ilk sıraları Ankara’daki bir reklam ajansının doldurduğunu öğrenince küplere biniyor ve hışımla reklam dairesi başkanının odasına çıkıyor. Sonra öğreniyoruz ki oradan da İş Bankası genel müdürüyle görüşüp durumu açıklıyor ve TRT Genel Müdürü’nü aratarak, bu kepazeliğin açıklanmasını istiyor. TRT özerkliğini henüz tümüyle yitirmemiş olduğu için sayın genel müdüre gerekli yanıt veriliyor ve yapılacak bir şey olmadığı bildiriliyor.

Sonuçta Odak Reklam TRT reklam kuşaklarının yaklaşık yüzde seksenini kullanabilme şansını yakalıyor. Yakalıyor ama beni bir düşüncedir alıyor.Tahsis edilen yerlerle ilgili teminatlar bir ay içinde yatırılamazsa, haklar yanıyor ve yerler bir sonra başvuranlara devrediliyor. Gerekli teminatları hesaplıyorum ve altından kalkmamızın olanaksızlığını görüyorum. Yapılabilecek tek şey ortak aramak. Bunun için başvurmadığımız yer kalmıyor ama sonuç yok. Bu arada Odak Reklam’ın İnkılap Sokak’taki iş yeri İstanbullu reklamcılarla dolup taşmaya başlıyor. Kimler yok ki? O yılların ünlü reklam ajanslarının sahipleri ya da üst düzey yöneticileri. İlancılık’tan İzidor ve Yakup Barouh, Yeni Ajans’tan Afif Erdemir ve Demir Parmaksızoğlu, Fulmar’dan Doğan Gündüz, yanlış anımsamıyorsam Pars’tan Pınar Kılıç, Moran’dan Yüksel Dinçel ve Repro’dan Affan Başak

İstanbullu reklamcıların beklentileri belli. Odak Reklam teminatları bulur da yerlerin sahibi olursa işbirliği önermek, bulamazsa, ortaya çıkacak tabloya göre vaziyet almak… Bizimle işbirliğini düşünenler ya da ihsas edenler de var ama teminatları yatıracağımıza inanmadıkları için açık davranmamayı tercih ediyorlar. Bu arada Afif Erdemir ilişkiyi daha da sıcaklaştırabilmek için bize iki Arçelik filmi sipariş ediyor. Buzdolaplarını 19 Mayıs Stadı’nın yarış pistinde yarıştırmak ve Arçelikleri şampiyon ilan etmek. İki film çekip Yeni Ajans’a teslim ediyoruz.

Ve elimizdeki bomba İstanbul’da patlıyor, ümitler yerle bir oluyor

Büyük bir umutsuzluk ve mutsuzluk içinde yeni arayışları sürdürüyoruz.Teminatları yatırma sürenin dolmasına çok az kala, durumu, Tercüman Gazetesi’nin o dönemdeki Ankara Temsilcisi dostum Uğur Reyhan öğreniyor. Bana Tercüman’ın patronu Kemal Ilıcak’la görüşmemi ve ortaklık teklif etmemi öneriyor. İstanbul’a birlikte gidiyoruz. Tercüman’ın Cağaloğlu’ndaki binasında Kemal Ilıcak’la bir araya geliyoruz. Yanında özel danışmanı,eski Milli Birlik Komitesi üyesi Şefik Soyuyüce ve dönemin ünlü gazetecilerinden, daha sonra Odak Reklam’ın İstanbul temsilciliğini üstlenen Erol Dallı var. Konuyu tüm ayrıntılarıyla anlatıyor, son derece kârlı bir iş olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. Dikkatle dinliyor, notlar alıyor ve bazı sorular soruyor. Günlerdir hazırlıklı olduğum için bütün sorularına tatmin edici cevaplar veriyorum. Saat 16.00’ya kadar aralarında değerlendireceklerini ve o saate tekrar görüşmemiz gerektiğini söylüyor. Fakat heyhat… Kemal Ilıcak’ın yanıtı olumsuz, gerekçesi ise “Çok parlak bir iş ama, bizim hiç anlamadığımız bir alan” oluyor. Ve bir ay süren hayallerle birlikte, tahsis edilen yerlerin tümü elimizden uçup gidiyor… Bizim kaçırdığımız yerlerin önemli bir bölümü kısa bir süre sonra, Süheyl Gürbaşkan’ın sahip olduğu İstanbul Reklam’ın eline geçiyor. İşportacılık anlayışıyla seri reklamlar yayımlayan İstanbul Reklam saltanatını izledikçe iç geçiriyorum ve hüzünleniyorum. Günlerce, haftalarca, aylarca yaşadığımız heyecan ve ümit sönüyor ve FİLMECE hoş bir anı olarak kalıyor.

Şahin Tekgündüz

[email protected]

İklim Değişikliği ve Adani / Climate Change and Adani – Deniz Yazıcı

Avustralya’da yaşayan 11 yaşındaki iklim aktivisti Deniz Yazıcı’nın Yeşil Gazete için hazırladığı yazısını iki dilli (İngilizce ve Türkçe) olarak paylaşıyoruz.

Okula gitmeme eylemi siyaset tarihini kesinlikle değiştirdi. Birbirini tanımayan pek çok genç insan, hükümetleri dünyamızın yaşadığı korkunç sorunun farkında olmaya çağırmak gibi bir amaç için bir araya geldiler. Eğer insanlar bir şey yapmazlarsa 2050 yılına geldiğimizde sıcaklık bir derece daha artabilecek.

Deniz’in annesi Ebru Apaydın’ın aktardığına göre Deniz bu resmi 2 sene kadar önce, 9 yaşında iken çizmiş

Başbakan Scott Morrison okullarda “Daha az eylem, daha fazla eğitim olmalı” dedi. Oysa, ironik bir şekilde, öğretmenlerimiz böyle önemli bir sorun için okulu kırdığımız için bizimle gurur duydular. Hatta bazı öğretmenlerimiz radyo programını dinlediler ve haber metinlerini okudular. Buna rağmen, daha yapılacak çok şey var.

Avustralya, Büyük Bariyer Resif’i (Great Barrier Reef) gibi yerlerin olduğu, çok güzel doğaya sahip bir ülkedir. Maalesef, Adani isimli kömür madenciliği yapan bir şirket, en önemli doğa harikalarımızdan birisine zarar vermekte. Her gün Adani kömür çıkarıp başka ülkelere satabilsin diye pek çok hayvan yuvalarından ediliyor ve ölüyor. Kısa bir süre önce insanlar bu durumun farkına varmaya başladılar diye Avustralya’nın en büyük dört bankası Adani’ye kredi vermeyi durdurdular. Bu durum Adani’nin çok miktarda para kaybetmesine ve daha küçük bir alanda çalışmak zorunda kalmasına yol açtı.


Tahribata uğramışBüyük Bariyer Resif’i (Great Barrier Reef)

Umuyoruz Adani yakında madenini kapatmak zorunda kalabilir. Mercanların beyazlaşması yosunlar mercanları terk ettiği zaman olur. Bu da kirlenmenin yüksek olması, mercanlara aşırı güneş ışını gelmesi ve sıcaklığın artması nedeniyle gerçekleşir. Bu durum Büyük Bariyer Resifi’nin ölmesine yol açıyor. Büyük Bariyer Resifi sanırız Sidney Opera Binası ya da Uluru kadar ikonik bir simge.

Eğer Adani’yi durduramazsak bir daha Büyük Bariyer Resifi’ni göremeyebiliriz.

Yeşil Gazete Avustralya muhabirlerimizden Deniz Yazıcı ile iletişimimizi sağalayan Ebru Apaydın‘a teşekkür ederiz

Yeşil Gazete için çeviren: Savaş Yazıcı

.

Deniz Yazıcı

.

.

Climate Change and Adani

The school strike protests were definitely a change in the history of politics. All the people hardly knew each other but they all had the same goal, which was to make the government aware of this terrifying problem in the world. If people won’t do something about this then by 2050, the temperature might rise another degree.

Prime minister Scott Morrison said that there should be Less activism in schools, and more learning. Ironically our teachers were very proud to see us skip school for such an important issue. Some teachers even listened to the radio show and looked at the news article. But, There is still more work to be done.

Australia is a country that has beautiful nature, with places such as the Great Barrier Reef. Unfortunately, a coal mining company called Adani is destroying one of our most notable landmarks. Lots of animals die every day because Adani is stealing their home for coal to give to other countries. Recently, 4 of Australia’s biggest banks have stopped funding Adani, because people have started being more aware of this situation. This makes Adani lose lots of money, and also forcing it to work on a smaller area.


Bleached coral

Luckily, Adani might shut down in the following years. Coral bleaching is when the algae from coral leaves the coral.It happens when pollution is high, the sunlight hits the coral too much or because of rising temperatures.This causes the Great Barrier Reef to die. The Great Barrier Reef is possibly as iconic as the Sydney Opera House and Uluru. If we don’t stop Adani, people might not be able to experience the Great Barrier Reef.

.

.

Deniz Yazıcı

[Kırsal Günlükleri] Reçel zamanı – Melih Aşanlı

Buzlar çözülmüş, ben yeterince ısınmış ve yeni bir mücadele için iki gün boyunca yeterli enerjiyi toplamıştım. Üstelik Çarşamba geliyordu. Çarşambaları kasaba günü bizim buralarda. Burada geçirdiğim yıllar içinde bende çocuk gibi heyecanlanmaya başladım kasabaya inme vakitlerinde.

Gardırobumdan temiz kıyafetlerimi çıkarıyor, üstüme başıma çeki düzen veriyor, arabamı ısıtıyorum. Kahvaltıyı kasabada yapıyoruz neredeyse her Çarşamba. Dostlarımızı görüyorum, alışveriş yapıyorum. Sürekli uğradığım esnaf dostlarım var. Mesela su motorunu aldığım Ali Osman; mutlaka bir selam verip su motorundan ve arazi sorunlarından dertleşiyoruz. Birbirimize borçlu olduğumuz günden beri, artık aramızda paranın lafı yok. Konuşurken dükkânı da geziyor aklıma gelen malzemeleri satın alıyorum.

Eski sanayide Zeki ile İsa var. Köyden arkadaşlarım. Sonra Cemal usta var. Eski komşum. Birlikte hala örsün başına geçemedik ama kararlıyız. Geçen dört yıl heyecanımızı söndürmek yerine daha da körükledi. Çok güzel bıçaklar yapacağız bir gün.

Veli ile babası var. Kamyonları ile az malzeme taşımadılar bize. Gelirken de kasabanın yumuşak suyundan buldukları bütün şişelere doldurup bize getirdiler. Bizim buralarda ne bulursak onu kullanıyoruz. Kullanma suyumuz genelde acı. Bir de içmek için kullandığımız ekşi su var. Ekşi ama bizim baştacımız. Temmuzun öğleninde arabaya atlayıp buz gibi akan pınardan kana kana su içmenin ne olduğunu bu su öğretti bana

Öyle sevimi bir görüntüsü de yok hani bu pınarın. Beton sarnıç yılların yorgunluğu ile kavrulmuş fayanslarla kaplı. Zamanla belliki çok hasar görmüş. Kabaca sıvanmış onarım işlerinin izleri, ceza evi çetelesi gibi bütün bedeninde gözüküyor sarnıcın. Yapanlar ya güneşten yılmış ya soğuktan donmuş eller ile çalışmış. Onca malzemeyi getirmiş bu ormanın ortasına. Ne diyeyim sağ olsun. Elleri dert görmesin. Yıllardır bize o su veriyor.

Neyse işte böyle bir Çarşamba öncesi su işine girmeye karar verdim. Yeni bir maç için bahisler açılmıştı. Su bu sefer depoya ulaşabilecek miydi? Buzlar çözülmüştü. Hattımı onardım. Dere yatağına kadar olan kısmı kontrol ettim. Bağlantı parçalarını hazırladım. Yeni motoru ambalajından açtım. Nasıl bir heyecan anlatamam. Yılbaşı hediyemin ambalajını açıyorum. İçinden kocaman pırıl pırıl yeni bir oyuncak çıkıyor. Üstünde bir sürü etiket var. Kullanma kılavuzunu keyifle okuyorum. Yağını koyuyorum. Buji kontrolü yapıyorum. Karbüratör deposunda yeterli benzin akışı var mı kontrol ediyorum. Bu canavar ilk kez çalışacak.

İlk sefer önemli, daha bir narin davranmak lazım. Buraya gelinceye kadar, çok yol kat etti. Bir sürü parça bir araya getirildi. Şimdi birbirlerine alışmaları için zamana ihtiyaçları var. Benzin ve jikle kontrolünden sonra makineyi kurmaya başlıyorum. Sonra ipi çekiyorum, Bir kez daha. Biliyorum bu iş ilk sefer biraz zaman alacak. Motorun tüm aksamlarına benzin gidiyor. Önce onların doyması lazım. Üstelik havada bir hayli soğuk.

İpi bir kez daha çekiyorum. Bir daha, bir daha. Motor hırıltılar ile öksürüyor.

Bir kez daha.

Bir kez ve çalışıyor. Bekliyorum. Biraz ısınması lazım

Jikle açık olduğundan motor zengin karışımla ateşleniyor. Bolca benzin azıcık hava ile metal gövdeyi ısıtmaya çalışıyor. Tüm ayarlarının iyi olduğunu görmek için jikleyi kapatıp normal çalışma şekline bakmak lazım. Biraz bekliyorum.

Ve jikleyi kapatınca motor kusursuz bir ritimle çalışmaya başlıyor.

Nasıl bir yeni yıl hediyesi tarif edemem. Artık suyumuz var. Kar sistemi kapatmadan, borular donmadan yetişebildik. Bu sefer de şansımız yaver gitti.

Su sorunumuz Salı günü akşam üzeri itibari ile bir sonraki sefere kadar rafa kalktı.

Çarşamba günü sabah kalktığımızda her yer bembeyazdı. Gece kar yağmıştı. Yağan karı biraz izledik. Hazırlıkları yaptım. Arayı ısıtıp karlarını temizledim. Kasabaya indik. Bayramiç’e kar henüz ulaşmamıştı. Arabayı park edince yoldan bir kadın arabanın üstündeki bir karış karı görünce nereden geldiğimi sordu.   Bir düzlükte kurulmuş kasaba oldukça korunaklı bu dağın içinde. Arabaları karla kaplı kasabaya gelenler, karın düştüğü köylerden haber de getiriyor aynı zamanda. Böylelikle kasabada nerede kar var herkes biliyor.  Bu önemli çünkü birçok köyde burada yaşayan herkesin bir tanıdığı var. Yollar ne durumda bilmek lazım.

Bu çarşamba, alacak pek bir şeyimiz yok. Bir pirincimiz var kargodan gelecek. O da gelmeyince öylece dolanıp ufak tefek olan daha önce ertelediğimiz işleri hallettik.  Biraz postane işi, çay keyfi bolca şeker. Planda reçel yapmak var.

İnsan bu kışın ortasında, bembeyaz ormanın içinde renkli ve şekerli kazanları kaynatmayacakta ne yapacak. Üstelik yanan kuzinemin başında ısınıp çayı da yudumlamak var.

Perşembe günü sabah kahvaltıdan kalkıp mutfağa geçtik. Ben Kübra’ya yamaklık yaptım. Ayvalar soyuldu, kazanlar kaynatıldı. Mutfakta imalata başlandı mı mutlaka birkaç işi birden halletmek lazım. İnsan öyle her daim soyunamıyor bu işe.

Biraz yorulduk ama on günlük yoğurdumuz, eğitimlerde kullanacağımız ve bir o kadar da kendimizin yiyeceği reçelimizi yaptık. Birkaç aylık probiyotik turşumuzu hazırladık. Öncekiler bitmek üzere çünkü. Onlar bitmeden, belki birkaç gün farkla diğeri hazır olacaktır.

Ellerimizde kesim motoru, sırtımızda balta çamur içinde bir boğuşma olmuyor buralarda her zaman. Öyle olsaydı çok sıkıcı olurdu zaten.  Kompost kovası, soyma bıçağı, koca tencerelerin bulaşığı da var. Güneşte ısınmak, semaveri yakmak, öylece durmak da.

Reçeller güzel oldu. Ben çok beğendim. Bir ara her şeyi bırakıp ortalığı fotoğraflamak istedim. Cep telefonu ortamdaki ışığı yakalamak için yetersiz geldi. Makineyi kuracaktım, ama tripod yoktu. Allahtan da yoktu. Kardan yansıyan filtrelenmiş ışık, ahşaptan yumuşayarak çok güzel boyuyordu mutfağı.

Reçeli unutup natürmort çekebilirdim saatlerce. Şimdi cep telefonu ile çekilmiş anılar var elimde. Ama not aldım zihnimde bir köşede. Bir ara uğraşacağım mutfakta çekim yapmaya.

Size de çamurlu, ıslak ve soğuk kareler yerine bu sefer renkli sıcak ve şekerli şeyler gönderiyorum. Her ne kadar cep telefonu ile çekilmiş olsa da, içinizi ısıtmaya yetecektir.

Sevgiyle kalın.   

.

Melih Aşanlı

Türkiye’de hayvana şiddetin son kurbanı: Afrika Gri Papağanı

Christine Dell’Amore, National Geographic’te yayınlanan “Kuşlar Âleminin İnsanları” başlıklı yazısında şöyle der:

Evcil hayvan olarak beslemek isteyenlerin yol açtığı talep, orman tahribatı ve doğal yaşam alanlarının yok olması da eklendiğinde, bu kuşların karşı karşıya kaldıkları tehlikenin başlıca nedenini oluşturuyor. Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine Dair Sözleşme (CITES) çerçevesinde, 350 civarı türün dördü hariç tümünün koruma altında olması gerekiyor. Aralarında en iyi konuşan kuş olan Afrika gri papağanı, evcil hayvan olarak açık arayla en çok arzulanan tür aynı zamanda. Son kırk yıl içinde, CITES’e göre en az 1,3 milyon gri papağan, yaşadıkları 18 farklı ülkeden yasadışı yollarla ihraç edilmiş. Buna ek olarak yüzbinlerce papağan da Batı ve Orta Afrika yağmur ormanlarında yakalanıp götürülmüş ya da yolda yaşamını yitirmiş. “

Afrika ormanlarındaki mafyalaşmış yaban hayat tacirleri, yapışkanlı tuzaklarla papağanları yakalarlar ve bazen sağlıklı şekilde yakalanacak bir papağan için 20 papağan ölür. Bir zamanlar sayıca çok olan Afrika Gri popülasyonları Benin, Burundi, Kenya, Ruanda, Tanzanya ve Togo’da ciddi derecede düşmüş ya da yerel olarak tükenmiş. Bu korkunç durumu önlemek için, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde hükümet ile birlikte çalışan sivil toplum kuruluşları da mevcut. Ancak tüm bu çabalar, doğaya geri salınan hayvanları yeniden yapışkanlı bir tuzağa yakalanmaktan koruyamıyor. Yakalanan hayvanlar, küçük ve pis kafesler içinde tutularak dünya çapında alıcılara havayolu (bazen de karayolu) ile ulaştırılıyor ve hayvanların büyük kısmı, bu yolculuklardan sağ çıkamıyor. İnanılmaz sosyal olan bu hayvanlar sürüler halinde ortaya çıktıklarından, aynı anda düzinelerce kuş yakalanabiliyor. Bazen de ağaçlara papağanları çekmek amacıyla bir kuş konuluyor ve o kuşla sosyalleşmek için gelen papağanlar yapışkanlı tuzaklara yakalanıyorlar.

Öte yandan, ABD merkezli Yaban Hayatı Koruma Derneği (Wildlife ConservationSociety) ve Yaban Hayatı Ticareti Uzmanları-TRAFFIC’in bir araştırmasına göre Afrika ve Avrupa’dan Doğu Asya ve Ortadoğu’ya gönderilen kuşların öncelikli geçiş merkezi: Singapur. 2005-2014 yılları arasında 86 binden fazla kuş Singapur’a geldikten sonra takip edilememiş. TRAFFIC bölge direktörlüğüne göre yeniden ihraç edilmeyen bu kuşların bölgede kaldığı kabul edilebilir olsa da tutarsızlık göz önüne alındığında bu pek mümkün gözükmüyor.

2015’te Gana’da yapılan bir araştırmada, yasadışı evcil hayvan ticareti ve yaygın ormansızlaşmanın, o ülkedeki Afrika gri papağan nüfusunun tarihsel düzeyini yüzde 1’in de altına düşürdüğünü göstermiş. Papağan habitatının kaybedilmesinin sebebi olarak ise tarım gösteriliyor. Uzmanlara göre Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin durumu Gana gibi değil ve bu kuşlara hala ev sahipliği yapabilir.

Geçtiğimiz Ocak ayında, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden kaçak yollarla ülkemize sokulmak istenen 341 Afrika Gri Papağanıyla ilgili gelen ihbar üzerinde, 331 hayvana gümrükte el konularak Bursa Karacabey’deki Celal Acar Yaban Hayatı Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi’nde gönderildi. Ne varki içlerindeki 10 papağan ölmüştü. Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşmeye (CITES) göre bu tür, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya ve bunun için de 2 Ocak 2017 tarihinde CITES Sekreteryası tarafından Ek I Listesine alındı. CITES sözleşmesine göre, tabiattan alınan bireylerin uluslararası ticareti yasak.

CITES’i biraz daha açmak gerekirse: 1996 yılında yürürlüğe girmiş olan ve Türkiye’nin de taraf olduğu bu sözleşme, 36 binden fazla bitki ve hayvan türünün uluslararası ticaretini düzenleyerek dünya doğal kaynaklarının sürdürülebilir kullanımını sağlamayı hedefler. 120 ülke ve AB taraftır. Ülkemizde CITES’le ilgili yönetim merci Tarım ve Orman Bakanlığı’dır.  CITES Ek I-II-III’te yer alan türlerin ticaretinde, gümrüklerde gerekli CITES belgelerinin (ihraç eden ülkenin CITES ihracat izin belgesi ve ithal eden ülkenin düzenlediği bir CITES ithalat izin belgesi) kontrolü zorunludur. CITES veritabanına göre Türkiye’de 1982-2016 yılları arasında yapılmış papağan ihracatındaki artış dikkat çekicidir -buraya lütfen dikkat- ithalat değil: ihracat. Bu tarihler arasında birey sayısı bakımından en çok ithalat yapılan ülkeler ise Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Kamerun’dur. Ülkemizde en çok ithal ve ihraç edilen papağan türü ise, Gri Papağandır.

Hepimizi derinden üzen olaya gelecek olursak: 2014 yılında TBMM Çevre Komisyonu tarafından 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun revizesi için yapılan toplantılarda bulunan STK, baro hayvan hakları komisyonları ve veteriner hekimler odası temsilcilerinin ortak talebi, hayvana şiddet ya da taciz eyleminde bulunan kişilerin hayvan sahiplenmekten ömür boyu men edilmesiydi. Ve kendi hayvanına şiddet durumunda da bu geçerli olmalıydı. Ancak bu talep, insan hakları gibi sebepler öne sürülerek ve ‘herkes hata yapabilir, bir şans daha verilmeli’ denilerek geri çevrildi.

Gelelim bugüne; mahkeme, malum şahsın 3 hafta süreyle bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde tedavi görmesine karar verdi. Nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir türdeki hayvana şiddet uyguladığı için kanundaki idari para cezası da kesilecek. Peki 1 ay sonrası? Bu şahıs hapse girmeyeceği için, istediği zaman bir hayvan daha alabilir. Bunun için zorlanması da söz konusu değil çünkü sokaklar hayvan dolu. Aldığı hayvanı biliyor olsak bile yapılacak bir şey olmayacak; o hayvana da eziyet çektirip çektirmediğini asla bilemeyecek, hayvanın ondan alınması için herhangi bir girişimde de bulunamayacağız. Oysa ki bizim, hayvana şiddeti hapis ile cezalandıran, kişinin yeniden hayvan sahiplenmesi durumunda cezai yaptırımları olan, hayvana fiziksel ve cinsel şiddet eğiliminde olduğu tespit edilen kişileri izleyen ve denetleyen, kısacası bu işi ciddiye alan bir sisteme ihtiyacımız var. Çünkü sosyal medyada #tt olmayan yüzlerce benzer olay yaşanıyor ve tüm failler serbest!

KAYNAKLAR:

CITESIdentification Guide – Birds: Guide to the Identification of Bird SpeciesControlled under the Convention on International Trade in Endangered Species ofWild Fauna and Flora

E.PER: “Tropikal ormanlardan Türkiye’ye papağanticaretinin durumu”, 2018

M.Breyer: “Thousands of African gray parrots rescuedfrom traffickers in Congo”, 2017

J.R.Platt: “Thousands of African Grey Parrots Stolenfrom the Wild Every Month”, 2016

www.traffic.org

.

.

.

Yağmur Özgür Güven

Son dönemin Yeşil Kitapları

Son dönemin Yeşil Kitapları’nda bu hafta sizinle paylaştıklarımız:

Dilek Ayman’ın Mimarlık Vakfı Yayınları’ndan çıkan “GüzeLgah“ı, Deniz Gezgin’in hazırladığı Sel Yayıncılık’tan çıkan “2019 Doğa Defteri” ve Paul Simon&Charlie Nardozzi’nin Nobel Yayınevi’nden çıkan “Şehir Bahçeciliği” kitapları

İyi okumalar ve İyi haftalar

GüzeLgah

“Benim yurdum hem ’yer’dir, hem ’yol’dur…“ 

“Yeryüzü, insanlığımızın tohumlarını taşır ve yaşayan bahçelerde kendimizi keşfederiz. Çocukları olduğumuz doğayla ve kendi ’insan doğa’mızla derin, mutlu bir anlaşmaya varırız. Çocukluk bahçelerimin ve yeryüzünün farklı coğrafyalarının izinde, algılar, gözlemler ve uğraşları içeren peyzaj okumaları, hepimizin ’yeryüzü bahçesi’ne aidiyetimizi yansıtıyor.“

Bahçe ve peyzaj mimarlığı alanındaki çalışmalarına bir süredir Montreal’de devam eden Dilek Ayman, doğup büyüdüğü Istanbul’un, büyükanne, büyükbabasından dinlediği masalların ve çocukluk bahçelerinin izinde, yol aldığı coğrafyaları, fotoğraflar, haritalar ve gravürler eşliğinde tariflemeyi deniyor. Kitabın ilk kısmında, İstanbul’dan yola çıkarak Alanya, Paris-Versailles, Montreal, Quebecve Kanada’da duraklıyor ve ikinci kısım güzergahları olan Türkiye-Anadolu, Girit, Midilli, Avustralya, Maine, Küba, Bordeaux, Berlin, New-York ve Lizbon’u adımlayarak peyzaj okumalarına devam ediyor.

Güzelgah

Dilek Ayman

Mimarlık Vakfı İktisadi İşletmesi

2018

.

Doğa Defteri

Dünyanın dönüşüne tanığız, zaman diyoruz, geçip gidiyor, onu saatten, takvim yapraklarından yollara, geride kalanlara. Dünyanın dönüşündeki o bir aralık vakti zaman sayar. Oysa doğanın takvim yaprakları sayısızdır. Mevsimler ışığın yattığı yerden, toprağa toprağa düşenden, çürüyüp çimlenenden, uçan ve açanlardan bilinir. Turnalar bulutların önünden geçerek taşırlar yılın ilk yağmurunu, toprağı tohuma hazırlayacak darusu. Fırtınalarla açılır göç yolları, mevsim çarklarını biliyor, tik taklı vakitlere bölüyoruz. İnsan, zamanı kendi ellerine bakar da görür, derisindeki rüzgârlar çevirir, gidenler gelenlerle karşılanır gündönümleri. Gün ışığı kısıldıkça kışa doğru Ülker yıldızı da baca deliğinden görünür; ağaçlarla ayılar uykuya, kalanlarsa yuvalara çekilmiştir. Öyleyse Karakoncolos’tan Dünyanın İlk Anası’na karanlığın bekçileri dolanır dışarıda. Derken dünyanın karnı cemrelerle ısınır, badem ağaçları ökse otları çiçeğe durur ve bir karakuşun ötüşüyle öldü sanılan ne varsa bir bir dirilir. Kırlangıçlar, leylekler dönecek, sular uyanacak, yılanlar gözlerindeki sırrı şifalı bir otla silecek. Bir genişlikte toplanan neşeyle ağaçlar meyveye, ekinler hasada yüreklendirilecek ve buna yeni yıl, bahar, yani toprağın havanın ve suyun dilinde hayat denecektir. 

Sel Yayıncılık, Deniz Gezgin’in hazırladığı 2019 Doğa Defteri’yle mevsimlerin seyrini gün dönümleri, fırtınalar, uçanlar ve çiçek açanlarla tutuyor. Hayvanların izinden, bitkilerin gölgesinden, doğanın seslerinden sayılamaz zamanı dinleyip gözleyerek o kadim canlılık bilgisini hatırlamaya çağırıyor. Yeryüzünün tüm nehirleri, dağları, canlıları için hayat saçan, suların çekilmediği, kimsenin soluğunun kesilmediği bolluk ve neşe dolu bir yıl dileğiyle. 

Doğa Defteri

Kolektif

Sel Yayıncılık

2018

.

Şehir Bahçeciliği

Şehir bahçeciliğinde başarılı olmanın kolay yolu

Bir evin bahçesi, bir balkon, güneye bakan bir pencere hatta şehir içindeki küçük bir apartman dairesi bile lezzetli gıdalar yetiştirmek, rengârenk bir çiçek bahçesi oluşturmak ya da dış mekân odası yaratmak için uygun bir yer olabilir. Şehir Bahçeciliği For Dummies, test edilip onaylanmış küçük alan bahçecilik teknikleriyle sahip olduğunuz alandan en verimli şekilde yararlanmanızı sağlayacak.

Şehir Bahçeciliği 101 ile toprağın hazırlanması, ekim yapma, şehre uygun bitkiler seçme (yenilebilir bitkiler de dâhil) ve bitkilerin uygun yerlere ekimi konuları da dâhil şehir bahçeciliğine genel bir bakış atın

Derinlere inin, toprak türlerini analiz etmekten ve toprağın pH derecesini anlamaktan hayvan gübresi, organik gübre ve kompost kullanarak nasıl iyi bir toprak elde edebileceğinize kadar toprakla ilgili bilmeniz gereken her şeyi keşfedin

Bahçıvanlıkta ustalaşın kentsel mikro klimanın, yerel hava modellerinin ve hava koşullarını mikro klima seviyesinde etkileyerek şehir bahçenize nasıl fayda sağlayabileceğinizin iç yüzünü keşfedin

Bahçecilik yapacağınız yerlerde saksı bahçeciliğiyle yaratıcılığınızı ortaya çıkarın ve çatı tepelerinde, balkonlarda ve dikey bahçecilik stratejileri kullanarak bahçecilik yapmanın son moda ve işlevsel yollarını keşfedin

Kitabı açın ve

• Şehir bahçeciliğinin faydalarını

• Tek yıllık bitkiler, sebzeler, ağaçlar, çalılar ve çok yıllık çiçeklerin ekimiyle ilgili ipuçlarını

• Hobi bahçeciliği ve şehir çiftçiliğiyle ilgili ayrıntılı bilgileri

• Dış mekân odası yaratma yollarını

• Gübre kullanımıyla ilgili en son bilgileri

• Saksı bahçeciliği ve dikey bahçecilik tekniklerni

• Kompost yapımıyla ilgili tüyolar ve verimli toprak elde etme yollarını

• Yabani otları ve evcil hayvanları bahçenizden uzak tutmak için taktikleri inceleyin

Şehir Bahçeciliği

Paul Simon&Charlie Nardozzi

Çeviren: Tuğçe Ercem Isaacs

Nobel Yayınevi

2018

.

Derleyenler: Akif Pamuk – Barış Gençer Baykan

Arnavutköy’ün ve İstanbul’un makûs kaderini değiştirmek

İstanbul’un yeşilliği ve sulak alanlarıyla bilinen ilçesi Arnavutköy’de büyük değişimler yaşanıyor. 3. Köprü, Kuzey Marmara Otoyolu ve 3. Havalimanı gibi ulaşım projeleriyle parçalanan ve bütünlüğü kaybolan ilçede şimdi de Dursunköy Mahallesi’nde 280 hektarlık alan imara açıldı[i]. Bu alan 3. Havalimanı’nın hemen güneybatısında ve Kuzey Marmara Otoyolu hattının altında bulunuyor.


Planlama alanı çevresindeki projeler

Burası esasen “tarım ve orman alanı” statüsünde bir arazi. Dolayısıyla İstanbul Çevre Düzeni Planı’na göre imara açılmaması gerekirdi. Ancak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yukarıda andığımız projelere ek olarak Kanal İstanbul ve hızlı tren projelerinin de mevcut Çevre Düzeni Planı’nı yetersiz kılarak plan değişikliğini zorunlu hale getirdiğini bir raporla dile getirdi. Raporda bu mega projelerle yerleşme alanı arasında bütünlük sağlanması için söz konusu alanın imara açılması gerektiği belirtildi. Bu plan, 3194 sayılı İmar Kanunu ve Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nce 14 Aralık 2018’den itibaren 30 gün süreyle askıya çıkarıldı. Bir itiraz olmazsa yaklaşık üç hafta sonra planın hayata geçirilmesinin önünde herhangi bir engel kalmayacak.


Arnavutköy’e tepeden bakış

Arnavutköy’ün köylüğü mü kalmış? 

İstanbul’un adlarının içinde “köy” geçen Kadıköy ve Bakırköy gibi ilçelerinin her biri kente dönüşmüş.   Arnavutköy de köy olmaktan çıkalı yıllar geçmiş. Ancak son on yılda ayrı bir ivme kazanan nüfus artışı yüzde 62’ye çıkmış. Nüfusla birlikte yapılaşma artıyor, daha fazla tesise gerek duyuluyor. Nitekim Başkan Recep Tayyip Erdoğan, 23 Aralık 2018 Pazar günü Arnavutköy’de yapımı biten 82 tesisin açılış törenine katılacak[ii]. Çeşitli kent parkları, düğün salonları, çevre yolu ve müftülük binası gibi tesislere “eser” deniliyor (Bkz. Şekil 2). Güzelim Arnavutköy’ün eski halinden eser kalmadığı kesin ama bu tesisler hangi akla hizmetle “eser” olarak nitelendirilir orası meçhul. Arnavutköy, aşırı yapılaşmaya maruz kalmış bir ilçeye ve kimliksiz bir yere dönüşüyor. İşin fenası tamamlanmış ya da planlama aşamasında olan mega projelerle ilçenin betonlaşması daha da hızlanacak.

Arnavutköy’ün kaderi İstanbul’un su havzalarının kaderiyle kesişiyor 

Bütün bu anlatılanlar sadece Arnavutköy’ün sorunları değil elbette. Bu ilçe Kuzey Ormanları’ndan tutun da İstanbul’un en önemli su havzalarına kadar pek çok yaşam kaynağını içinde barındırıyor. İstanbul’un akciğerleri ve damarları olan Arnavutköy’de Alibey deresi, Terkos ve Büyükçekmece gölleri ve Sazlıdere var. İstanbul’un kendi içme/kullanma suyu varlığının yaklaşık yüzde 59’u bu dört havzadan geliyor[iii]. 4 ya da 5 senede bir yaşadığı kurak dönemlerde susuzluktan muzdarip olan İstanbul sürekli büyüyen nüfusun artan su talebini karşılamak için yıllardır Melen Çayı, Sakarya Nehri ve Trakya’da bulunan Pabuçdere, Kazandere gibi İstanbul dışındaki akarsuları da kendisine akıtıyor. Bu nedenle İstanbul için öz su varlığını korumak büyük önem taşıyor. Ancak  buna rağmen tam tersine su havzaları korunmak yerine daha çok imara açılıyor. 

Arnavutköy’de yürürken


Arnavutköy’de kıyı arazileri çoktan parsellenmiş (Fotoğraf: Akgün İlhan)

Mega projelerinin adeta kesişim noktası haline gelmiş Arnavutköy’ü şimdi çok daha yoğun bir kentleşme furyası bekliyor. Ancak başka bir Arnavutköy halen mümkün. Hiking İstanbul ve İki Deniz Arası yürüyüş rotalarının geçtiği bu ilçede Karadeniz kıyılarına vuran büyük dalgalar, sahilde gezinen atlar, balıkçılar, Terkos Gölü yakınlarında piknik yapan insanlar, Sazlıdere boyunca uzanan yemyeşil alanlarda otlayan koyunlar, mandalar, çobanlar, 1960’lı yıllardan kalma köy kahveleri,tarihi kalıntılar, bentler ve barajlar var. Bazen de gözünü para hırsı bürümüş reklam tabelaları çarpıyor gözünüze. “Arsaya yatırımda işin rengi değişti. Alırken yeşil, satarken altın” diye yazıyor birisinin üstünde.

Kuzey Gayrimenkul adlı bir emlak şirketinin reklam tabelası

Yürüyerek daha iyi göreceğiniz bir Arnavutköy’den bahsediyorum. O yollardan yürümeden neyi kaybedeceğini anlaması zor insanın. O taş toprak yollardan ve patikalardan hiç yürümemiş olanlar değil mi bu kenti betonun ve asfaltın geri dönülmez yollarına iten? Hangi yoldan yürüyeceğimize karar vermek ise şimdi bize düşen.   

Son notlar


[i]Gerçek Gündem (19 Aralık 2018). Canan Kaftancıoğlu: “İstanbul’a ihanet devam ediyor”https://www.gercekgundem.com/istanbul/57953/canan-kaftancioglu-istanbula-ihanet-devam-ediyor

[ii] Sabah (21 Aralık 2018). Arnavutköy’deki 82 proje Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı törenle açılacak! https://www.sabah.com.tr/ekonomi/2018/12/21/arnavutkoydeki-82-proje-cumhurbaskani-erdoganin-katildigi-torenle-acilacak

[iii] İSKİ verilerinden hesaplanmıştır. https://www.iski.istanbul/web/tr-TR/kurumsal/iski-hakkinda1/su-kaynaklari1

.

Akgün İlhan

[Kedi-Siz] Cihan Murtezaoğlu: Kedilerin kısırlaştırılmasını canice buluyorum

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.

[Kedi-Sizkedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Büyük hayranıyım, bildiğim en iyi müzisyenlerden biri, dinlediğim en en iyi erkek solistlerden biri…

Üstelik ara ara suç ortağı Ceylan Ertem ile de insanın kalbini hızlandıracak işler yapıyorlar. Mesela Uçurtma bugüne kadar kulağımdan kalbime akan en harika şarkılardan biri.

Onun ilk Salon IKSV konseriydi, benim ise onu ilk canlı dinleyişimdi. Bir grup insana harika bir gece yaşatmıştı. Küçücük adam sahnede kocaman oluyor. Kendi yazıyor, kendi söylüyor hatta kendi düzenliyor. E daha ne olsun?

Bunca isim ile Kedi-Siz yapmışken onsuz olmazdı.

Şükür kırmadı beni.

Çok heyecanlıyım.

Çünkü o Cihan Mürtezaoğlu

***

44 – Cihan Murtezaoğlu: Kedilerin kısırlaştırılmasını canice buluyorum

Tolga Öztorun:  Edebiyatta, sinemada, müzikte,resimde fotoğrafta her yerde nedir bu sanatın ta kalbindeki kedicilik? ( Sende de Kedi ve Karpuz var mesela )

Cihan Mürtezaoğlu: Kedilerin insanla ilişkisi, doğanın insanlaşmış bir eşlikçilik haline gelmiş içkinliğini  anımsatıyor bana. Yani doğanın kaotik yapısının evcilleşmesi tarifi gibi biraz da. Sanatçı veya üretim halinde bir insanla hem insan olmayan hem de tam olarak doğa olmayan bir perdeden ilişki kuruyor gibiler kediler. Bunun çekici bir tarafı var elbette. Kedi ve Karpuz şarkısında, bir yaz zamanında kör bir kediyle yaşadığım bir ilişki üzerinden hislerimi anlatma çabam vardı diye hatırlıyorum. 

Tolga Öztorun:   Her sanatçı gibi gözlemliyorsundur bence sen de. Mahalle içi kedicilik durumları hakkında ne düşünüyorsun? Hele de böyle kara kış aylarında. Kedi evleri, kedileri besleyen insanlar, yardım etmeler filan?

Cihan Mürtezaoğlu: İnsanların bu çabalarını çok seviyorum elbette. Kedileri şehirlere sıkıştıran, onlara sınırlı betonlaşmış alanlar sunan insanlar esasen. Hayvanlar için bu koşullar çok zorlayıcı oluyor. Bu daraltılmış alanlarda hayvanların yaşamlarını koruyan, güzelleştiren tüm davranışları çok seviyorum.

Tolga Öztorun:  Şehir yaşamında kedilerin kısırlaştırılması konusunda özellikle onlara uzak biri olarak fikirlerini merak ediyorum.

Cihan Mürtezaoğlu: İnsanın kendi alanına kediyi dahil etmesiyle bu hayvanlar da mecburen insan yaşamına göre şekillenmek zorunda kalıyorlar. Bunu çok ama çok yanlış buluyorum. Başka bakış açılarının da olabileceğini düşünüyorum tabii. Kısırlaştırılmalarını canice bile buluyorum açıkçası.

Kedilere uzak değilim aslında. Genel olarak felsefi manada doğayla aramda mesafe var. Anlamaya çalışıyorum doğayı. Zaman zaman korkuyor, içinde kayboluyorum. Hayvan da bu doğanın bir parçası. Yine felsefi manada hayvanlar ile insanlaştırılmış ilişkiler kuramıyorum. Salt fobi benzeri bir korku değil. Her insanla da yakın olamam mesela. Hayvanlara dair de öyle bir bakışım var. Bazı kedilerle anlaşıp bazı kedilerle anlaşamıyorum. Veya sezgisel zeminde, belki içgüdüsel bir mesafe koyma ihtiyacı duyuyorum.

Gözleri çok az gören bir kediyle aynı evde yaşamıştım 2 seneyi aşkın. Onunla epey yakınlaşmıştık. Ama hep bir mesafe ihtiyacım oluyordu yine de. Hayatın genelinde de öyle biriyim sanırım. Anlamadığım şeylere karşı önce mesafe koymam gerekiyor. Sonra ya vazgeçmek ya da anlamaya çalışmak şeklinde devam ediyor.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Cihan Mürtezaoğlu: Ben teşekkür ederim, zihin açıcı bir sohbet oldu..

.

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

“Beyaz Adam” geziyor – Selcen Küçüküstel

Bu yazı, yazarının da onayı ile magmadergisi.com/ dan alınmıştır

Eee ama bunların cep telefonları var! Kültürleri bozulmuş.

Sonbahar obasında rengeyiklerini sabah bıraktığı yerden getirmiş çadırın önündeki ağaçlara bağlayan Boyuntuktuk’a yardım ederken yanımıza gelen bir turist şaşkınlık içinde bana böyle demişti. Ne de olsa alanda çalışan ve kendi “medeniyet” bölgesinden gelen bir antropolog olarak ben de bu “bozulmuş” yerlilerden şikayet ediyor olmalıydım. Bunca yol gelmiş, o kadar para harcamış olan turist arkadaşımız ta buralara kadar cep telefonu kullanan yerlileri ve etrafta onun gibi dolaşan turistleri görünce buraların “bozulmuş” olduğuna karar vermişti. Halbuki o rahat konforlu hayatını bırakıp buraya kadar “değişik kültürleri” görmeye gelmişti. Bu “ilkel yerliler” bile bu hale geldiyse dünyanın çivisi çıkmış olmalı!

İşin doğrusu bu olay sadece benim başıma gelen ve bir kez olan münferit bir olay değil. Alanda çalışan antropologlar olarak bu hayal kırıklığı yaşayan insanlarla çoğu zaman yüzleşmemiz gerekiyor. Yıllar önce Türkiye’de göçerlerle çalışan bir arkadaşımın da söyleşisinde önce anlattıklarını heyecanla dinleyen, sonra da fotoğraflardan birinde çadırın içindeki bir televizyonu gören bir üniversite öğrencisinin tepkisi hâlâ aklımda.

“Nee burada bile televizyon mu var? Bu insanlar da bozulmuş yazık!”

Dolayısıyla bu yaygın zihniyet ister kuzey Moğolistan’ın ırak vadilerinde olsun ister Torosların Yörük çadırlarında, her yerde karşımıza çıkıyor! Her ne kadar bu tepkileri verenlerin çoğu farkında olmasa da bu hayal kırıklıklarının dayandığı nokta ne yazık ki çok eskilere dayanıyor; sömürgeci zihniyet. Beyaz adamın keşif aşkı ve “ilkel” yerlileri yargılama arzusu… Çünkü bu kalıplaşmış dünya bakışında sadece zıtlıklara yer var; yerliler ya bozulmamış kültürleriyle doğada yaşıyorlardır ya da bozulmuş ve cep telefonu kullanıyorlardır! Dolayısıyla zamanında yerlileri ilkel ve “bizden” olmamakla suçlayan “beyaz adam” şimdi yeni dünya düzeninde sömürgeci yerine turist olarak gittiği yerlerde aynı yerlileri bu sefer “fazla kendinden” olmakla suçlamaktadır. Dolayısıyla yargılamanın çeşidi değişse de, yerli halkların hayatları ve nasıl yaşamaları gerektiği konusunda fikir beyan etme yarışı hâlâ devam etmektedir.

Buraya kadar tamam, hayal kırıklığına uğramış birkaç turist çok da sorun değil diyebilirsiniz. Yalnız ne yazık ki tam da bu zihniyet bugün dünyanın dört bir yerinde hayatta kalma mücadelesi veren yerli halkları ciddi anlamda etkilemekte. Bugün dünyanın hemen her yerinde halen göçer yaşamı sürdüren halklar, Amazon yerlilerinden tutun kuzey Moğolistan’a, kutuplarda Inuit’lerden Güney Afrika’da Kung San’lara kadar hepsi, topraklarının sömürgeci güçler tarafından işgal edilmesiyle mücadele halindeler. Ya bulundukları yerlere dev barajlar yapılıyor, ya ormanları keresteciler tarafından talan ediliyor ya da “çevre koruma” adı altında yaşadıkları topraklardan atılıyorlar. Bu mücadele, yani gezegenimizde kalan son göçer ya da küçük toplulukların başına gelenler hepimizin gözü önünde gerçekleşen yeni bir kültürel soykırım aslında. Kuzey Amerika yerlileri (Kızılderililer) Amerikalılar tarafından katledildi diye üzülürken, şu an 2018 yılında hâlâ bir çok bölgedeki yerli halklar ya kendi hükümetleri ya da büyük şirketler tarafından topraklarından atılarak soykırıma uğruyorlar!

İşte bu noktada az önce bahsettiğim beyaz adam zihniyetli turistin hayal kırıklığı yerli halkların bu mücadelesinin karşısına çıkan en bilindik zihniyet ve engellerden birisi maalesef. Topraklarında hâlâ sürdürülebilir geçimlerini sağlayan, doğaya saygılı, ancak tüketecekleri kadar harcayan bu topluluklar kendi topraklarında yaşamak için mücadele vermeye çalışırken sömürgeci zihniyetin cevabı hazır:

“Artık geleneksel yaşamıyorsun ki, tişörtün var! Kültürün bozulduğuna göre, zaten doğayla barışık da değilsin. Dolayısıyla bizim dışarıdan sana müdahale etmemizde de bir sorun yok”

Yani kısacası yüzyıllardır öyle ya da böyle yerli halkların hem topraklarına hem kültürlerine yapılan saldırı devam ediyor. Yaşamaları gereken kriterler belli, “beyaz adamın” keyfine göre yaşamalılar.

Yukarıda anlattığım olay dünyanın birçok yerinde yaşanırken, ben de bizzat Moğolistan’daki alan araştırmamda gözlerimin önünde benzer bir olayla karşılaşmıştım. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi Moğolistan’da Dukhaların yanına gittiğim üçüncü yıl hepimiz taygada otururken bir gün görevli koruyucular gelmiş ve Dukhaların yaşadığı yerde av yasağı ilan edildiğini söylemişti. O gün insanların suratındaki ifadeyi hâlâ unutamıyorum, ellerine tutuşturulan bir kağıt üzerinde hangi hayvanı avlarlarsa ne kadar cezası olacağı yazıyordu. Yüzyıllardır bir sürü kurala uyarak avlanan ve taygada yer iyelerinin (ruhların verdiğine inandıkları, hayvanları vurduktan sonra özür dileyen, ayıyı bile kural olarak arkasından vurmayan bu insanların karınlarını doyurma biçimleri bir günde engellenmişti. Burayı artık hükümet Dukhalardan koruyacaktı. Bunun karşılığında bir süre sonra Dukhalara para vermeye başladılar.

“Avlanmayın alın size para, gidin et satın alın!”

Şimdi burada avcı toplayıcı (derleyici) halklar için avcılık ne demek olduğundan, toprakla ve doğayla kurulan ilişkide insanın avladığı hayvanları yemesinin, tüm ekosistem içinde onu diğerleriyle eşitlikçi bir konuma nasıl yerleştirdiğinden ve bu döngü bozulduğunda tüm sistemin nasıl değiştiğinden uzun uzun bahsetmeyeceğim. Yine her yerde olduğu gibi oranın sakinlerine sormadan karar veren baskın güçler Dukhaları da yüzyıllardır yaşadıkları taygada nasıl hayatta kalacaklarını bilmez halde bırakmıştı. Rengeyiklerini hâlâ besleyen ancak sadece binek hayvan ve süt için kullanan bu halk ellerine para geçmesiyle geçirdikleri değişim ve avlanma yasakları için belki de göçer hayatı bu yüzden bırakmak zorunda kalacaklar, kim bilir…

"Beyaz Adam" Geziyor 1

Bunları anlatmamın nedeni birkaç gün önce başıma gelen ancak kişisel düzeyde önemli olmasa da sıklıkla karşılaşılan bir zihniyete karşılık fikir alışverişi yapma imkanı yaratmak. Dukhaların yanına gitmiş, çok takipçili bu turistlerden biri geçtiğimiz günlerde bir video paylaşmış. Uzun uzun obayı çeken turist, videonun sonunda Dukhâlârın bölgesinde yapılan bu zulümden hiç ama hiç bahsetmeden hemen başlamış yargılamaya, söylediklerini toplarsak eğer şöyle:

“Devlet Dukhalara para veriyor, bu yüzden iyice tembelleşmişler, zaten yerlerde çöp de vardı, hiç de öyle anlatıldığı gibi doğayla barışık değiller. He bir de kültürleri de kalmamış, ayyaş olmuşlar, zaten cep telefonları bile var! ”

İşte bilir kişi “beyaz adam” gene karşımızda! Hayatta kalma mücadelesi veren 200 kişilik bir halkın hükümetleri tarafından nasıl kültürel soykırıma uğradıkları, yüzyıllardır yaşadıkları geçim biçimlerinin nasıl dışarıdan gelen müdahaleyle bozulduğu ve yardıma muhtaç hale getirildiklerinden bahsetme gereği bile duymadan, ya da zaten belki de olan biteni anlama yetisine sahip olmayan bir “beyaz adam” yerlileri yargılıyor. Üstelik kendinden emin, sadece yanlarında üç gün kalarak hayatlarına dair her şeyi hemen anlamış! Hatta anlamakla da kalmamış, ben dahil bölgede yıllardır çalışan ve Dukhaların doğa ile barışık yaşadıklarını yazan araştırmacıları da suçluyor. Üstelik yazılarımızda yazdığımız değişim ve görüntülerde gösterdiğimiz teknolojik aletler de ona yetmiyor, yerlileri kötülememiz gerek. “Yani, bu insanları çok toz pembe gösteriyorsunuz ama ben gittim gördüm! Olay anlatıldığı gibi değil.”

Ben şimdi burada Dukhaların yanlarında kaldığım aylar boyunca şahit olduklarımdan uzun uzun bahsetmeyeceğim. Nehirlerinde kirlenmesin diye ellerini bile yıkamayan, hamile bir hayvanı yanlışlıkla vurduğu için şamana gidip günlerce kabus gören, avladıkları hayvanları her daim paylaşan, ormanlarını koruyan ruhlara sunumlarda bulunan bu insanlardan şu an bahsetmeyeceğim. Bunların hiç birinin bir önemi yok çünkü, “beyaz adamın” cevabı her yerde hazır: “Ama cep telefonları var! Doğayla barışık olamazlar, yalan atma!”

Burada ilginç olan ve olayı bu yazıya konu yapmaya değer kılan ise yine yukarıda bahsedilen konuya geliyor. Çünkü bu yargılayıcı turistin söylemleri çok tanıdık. Hem de dünyanın her yerinde kullanılan söylemler! Bunlardan en tipik olanı “tembelleşmişler” suçlamasıdır ve söyleyen kişinin bilinç altında yatanları ortaya koyar. Eski sömürgeci etnografyalardan tutun, bugün “gelişim” adı altında gittikleri ülkelere sanayi, medeniyet götüren “beyaz adam” hep aynı iddiayla gelir.

“Burada insanlar tembeller! Bütün gün yatıyorlar..”

Kapitalist sistemin içinden çıkan bu zihniyet, yerlileri hep ama hep tembellikle suçlar. Herhalde sabah erkenden kalkıp mesaiye gitmeleri mi bekleniyordu, henüz tam anlamış değilim ama bu suçlama hiç şaşmaz. Ünlü antropolog Richard Lee, Kung’lar arasında yaptığı çalışmada avcı toplayıcıların karınlarını doyurmak için haftada ortalama şu kadar saat çalışmasının yeterli olduğunu yazdığında bu tartışmalar oldukça alevlenmişti. Eleştiren kişileri de, “Galbraithean way” bakışı olarak niteleyerek, kapitalist düzenin insanın gereksinimlerini sonsuz olarak görmek istediğinin altını çizmişti. Aslında insanoğlu çok daha az çalışıp, kendilerine vakit ayırarak hayatta kalabiliyordu, avcı derleyici toplumlardaki araştırmalar bunu ortaya koymuştu, ama bu durum kapitalist sistemin hoşuna gitmemişti. Bu yüzden “tembellik” ithamları klasik bir zihniyet olarak bugüne kadar devam etti.

"Beyaz Adam" Geziyor 2

Antropoloji derslerinde ibret olarak anlatmak adına çok güzel bir malzeme çıkarmış turist arkadaşımızın diğer bir söylemine bakalım, “ayyaş yerliler” ithamına. Bugün dünyanın birçok yerinde toprakları ve geçim biçimleri ellerinden alınan yerli halklar gerçekten de alkol sorunuyla boğuşmaktalar. Peki biraz beyin fırtınası yapalım. Sizce Aborjinlerin, Amerika yerlilerinin, Inuitlerin (Eskimo), Kamerun ormanlarında ziyaret ettiğim Bakaların ve geçim biçimleri zorla değiştirilmiş diğer yerli halkların hepsinin aynı sorundan mustarip olması bir tesadüf olabilir mi? Araştırmacıların da defalarca yazdığı gibi, özellikle göçer halklar zorla yerleşik hayata geçirildiklerinde hemen her zaman ana akım toplumun en alt kademesinden sosyal hayata başlarlar. Yıllarca kendilerine yeter bir şekilde yaşadıktan sonra çoğu zaman kapitalist sisteme uyum sağlayamazlar ve maalesef birçoğu depresyona girip bağımlılık sorunu yaşar. Fakat “otantik” bir hayat bulma umuduyla bölgeye gitmiş turist ya da hükümet çalışanı bunlarla ilgilenmez ve Kuzey Amerika yerlilerini (Kızılderilileri) yargılamaya hazırdır; “ayyaşlar”!

Bugün Dukhalar için neyse ki bu sorun çok düşük düzeyde, obada genellikle alkol olmuyor, daha çok köye indiklerinde ve birisi obaya getirdiğinde içiyorlar ama uzun vadede onların da aynı soruna saplanmayacaklarını bilmiyoruz. Ancak buradaki mesele zaten Dukhalar meselesi değil, yargılayan “beyaz adam” zihniyeti. İster Dukhalara olsun ister diğer halklara, bu yargılar hep ama hep aynıdır. Neyse ki bizim örneğimizdeki gezgin Dukhaların yanında yaşamlarına daha fazla tanık olma imkanı bulamamış. Örneğin benim evinde kaldığım Boyuntuktuk dahil olmak üzere obada hiç evlenmediği halde çocuk sahibi olan kadınları filan bilmiyor. Kim bilir belki bu yüzden Dukhalar başka ahlaki aşağılamalara da maruz kalacaktı; “Ben gittim gördüm, aile diye bir şey kalmamış!” Bu örnekler daha çoğaltılabilir.

"Beyaz Adam" Geziyor 3

*Magma Dergisi yazar ve fotoğrafçısı, antropolog. Doktora çalışmasını Humboldt Üniversitesi’nde Dukhalar üzerine yaptı.

Peki yerlileri hiç eleştiremeyecek miyiz yani? Kimi zaman belki o kadar da doğayla barışık değillerse sesimizi çıkarmayalım mı? İşte bu sorunun cevabı bana göre bir vicdani muhasebeye ve politik duruşa dayanmaktadır. Örneğin şiddet görmüş bir kadınla ilgili açıklama yaparken, “ama ben gördüm o da çok açık giyiniyordu” der misiniz? Ya da çöpte yiyecek arayan ayının yaşam alanının nasıl talan edildiğinden bahsetmeden onu “saldırgan” olmakla suçlar mısınız? İşte bunlara vereceğiniz cevap vicdani ve politik duruşunuzun göstergesidir. Yerli halkların içinde bulundukları durumdan hiç bahsetmeden, ki mücadeleleri çok zor bundan emin olun , yerlilere hemen üç günde tembel ya da ayyaş etiketini yapıştırmanın diğer örneklerden farkı yoktur. Zaten bugün kadınlara, hayvanlara ve yerli halklara karşı gerçekleşen tüm baskıların kaynağı da aynı indirgemeci bakış açısının eseridir.

Kısacası diyeceğim o ki “beyaz adam” ölmedi, o her yerde! Sadece günümüzde şekil değiştirdi, sömürgeci yerine “gezgin” kılığına girdi.

Not: Bugün dünyanın değişik yerlerinde yerli halkların yaşadığı bu haksızlıklar ile ilgili daha detaylı okumak isteyenler “Survival International” ve “Cultural Survival” gibi sivil toplum örgütlerinin sitelerinden bilgi sahibi olabilir.

Bu yazı, yazarının da onayı ile magmadergisi.com/ dan alınmıştır

.

.

Selcen Küçüküstel

İnsan soyunun tükenmesi bir trajedi mi olur?

Todd May’in New York Times’da yayınlanan yazısını Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak’ın çevirisi ile paylaşıyoruz

***

Türümüz içken değer taşıyor taşımasına ama yine de dünyayı yerle yeksan ediyor ve hayvanlara akla hayale sığmayacak eziyetler ediyoruz.

Bu günlerde felsefeyle ilgilenen çevrelerde insan soyunun tükenmesi hakkında heyecan verici tartışmalar dönüyor. İklim değşikliğinin tehditkâr yırtıcılığı düşünüldüğünde şaşırtıcı olmamalı bu. Bu meseleyi ele alırken tek bir soruya – felsefi alanın tümünü kapsamasa da önemli bir boyutu – yanıt önermek istiyorum. İnsan soyunun tükenmesi bir trajedi olur mu?

Bu soruya odaklanmak için onu diğer birkaç ilgili sorudan ayrıştırmama izin verin. İnsan deneyiminin sona ermesinin kötü bir şey olup olmayacağını sormuyorum. (Bu sayfalarda Samuel Scheffler bunun kötü olacağını düşündüğüne dair bize önemli bir sebep sundu.) Bir tür olarak insanlığın yok olmayı hak edip etmediğini de sormuyorum. Bu önemli bir soru olmakla birlikte farklı tefekkürleri kapsar. Terk-i diyar olasılığımızı tamamıyla ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutacaksak eğer bu soruların ve onlar gibi başkalarının irdelenmesi gerekir. Fakat ben burada basitçe gezegenin bundan böyle insan barındırmayacak olmasının bir trajedi olup olmayacağını soruyorum. Vereceğim yanıt ilk başta anlaşılmaz görünebilir. Bir miktar tereddütle de olsa, bunun hem bir trajedi hem de iyi bir şey olacağını iddia etmek istiyorum.

Bu iddiayı daha az anlaşılmaz kılmak için, trajedi hakkında iki çift laf etmeme izin verin. Tiyatroda trajik karakter genellikle bir kusur – çoğu zaman önemli bir kusur – işlemesine rağmen düşüşüne sempati duyduğumuz biridir. Sofokles’in Oedipus’u, Shakespeare’in Lear’i ve Arthur Miller’ın Willy Loman’ı örnek gösterilebilir. Bu durumda, trajik karakter insanlıktır. Kusur işleyen insanlıktır, ortadan kalkması muhtemelen türlerin ortadan kalkmasını gerektirecek bir kusur, yine de az sonra ele alacağım sebeplerle ona sempati duyabiliriz.

Gerekçemi açıklamak için ilk başta depresif, üzerine kafa yorunca ise tartışmasız geleceğini düşündüğüm bir iddia ile başlayayım. İnsanlar yaşanılabilir dünyanın büyük kısmını yok ediyor ve orada yaşayan hayvanların çoğuna akla hayale sığmayacak eziyetler ediyorlar. Bu en azından üç yolla gerçekleşiyor. Birincisi, Times’daki Yellowstone Park hakkındaki yakın zamanlı makalenin örneklerle açıkladığı gibi, iklim değişikliğine insan katkısı ekosistemleri yok ediyor. İkincisi, artan insan nüfusu diğer türlü bozulmamış kalacak olan ekosistemlere tecavüz ediyor. Üçüncüsü, endüstriyel hayvancılık milyarlarca hayvan yaratılmasını teşvik ederken onları genellikle barbarca yöntemlerle katletmeden önce acı ve zulümden başka hiçbir şey sunmuyor. Bu uygulamaların yakın zamanda azalarak biteceğini düşünmek için hiçbir sebep yok. Tam aksine.

O halde insanlık, anlaşılması zor ölçüde, bilinci yerinde olan hayvanlar için bir yıkım kaynağıdır.

Elbette, doğanın kendisi de bir barış ve uyum Valhalla’sı değil. Hayvanlar diğer hayvanları düzenli aralıklarla genellikle bizlerin (onların değil) acımasız olarak nitelediği şekillerde öldürür. Oysa doğada yırtıcı davranışı bizim kadar derin ya da filozof Christine Korsgaard’ın ismi ile müsemma duyarlı kitabında adlandırdığı gibi “bizimle aynı türden yaratıklar”a karşı sergilediğimiz davranış kadar yaygın hiçbir hayvan yoktur.

Eğer hikâye bundan ibaret olsaydı, trajedi olmazdı. İnsan türünün tükenmesi iyi bir şey olurdu, nokta. Fakat hikâyenin devamı var. İnsanlar gezegene diğer hayvanların getiremediği şeyler getiriyorlar. Örneğin, hayvanların hepsine değilse de çoğuna yabancı olan dünyaya şaşkın gözlerle bakabilmemizi sağlayan ileri seviyede muhakeme getiriyoruz. Çeşitli alanlarda sanat üretiyoruz: içlerinde edebiyat, müzik ve resim de var. Evreni ve evrendeki yerimizi anlamaya çalışan bilimlerle uğraşıyoruz. Türümüz tükenirse, bunların hepsi kaybolacak.

Bu noktada, soyumuz tükenirse bunun bir kayıp olmayacağını, zira geride bu şeylere erişimi olmamanın kayıp sayılabileceği hiçkimsenin kalmayacağını iddia eden mızıkçılar çıkabilir. Bence bu itiraz bu pratiklerle olan ilişkimizi yanlış anlıyor. Bu pratikleri takdir etmemizin ve genellikle de iştirak etmemizin sebebi onlara dâhil olmanın iyi bir şey olduğuna inanmamız, onları buna değer bulmamamızdır. Bizi çeken pratiklerin ve deneyimlerin erdemidir. Bu yüzden, bu pratikler ve tecrübeler yeryüzünden silindiği takdirde dünya için bir kayıp olacaktır bu.

Burada bunun yalnızca bir insanın bakış açısından kayıp olacağı ve neslimiz tükenirse bu bakış açısının da artık varolmayacağı söylenerek itiraz devam ettirilebilir. Bu doğrudur. Fakat tüm bu düşünce dizisi bir insanın bakış açısından gerçekleşmektedir. Burada sorduğumuz soruları felsefenin insan pratiği içerisine yerleştirmeden soramayız. İnsanların gezegenin yüzünden yok olmasının trajedi olup olmayacağını sormak bile insanlarla sınırlı olan normatif bir çerçeve gerektirir.

Öyleyse dönelim ve soruyu diğer taraftan ele alalım, insan soyunun tükenmesinin hem bir trajedi hem de bütünüyle kötü bir şey olduğunu düşünenlerin tarafından. Bu pratiklerin varlığı çevreye ve çevrede yaşayan hayvanlara verdiğimiz zarara ağır basmıyor mu? Türümüzün süregelen varlığını meşrulaştırmıyor, hatta bu denli çok sayıda insandışı yaşama uyguladığımız zulmü onaylamıyor mu?

Bu soruya değinmek için, bir başka soru soralım. Shakespeare’in eserlerini muhafaza etmek için kaç kişinin hayatını gözden çıkarmaya değer? Shakespeare’in eserlerini yok olmaktan kurtarmak için insan kurban etmeye kalkışmamız gerekse, kaç tane insan haddinden fazla olur? Kendi payıma, bence yanıt birdir. Tek bir insanın hayatı bardağı taşırırdı (ya da gereksiz sözlü münakaşaların önününe geçmek için, tek bir masum insanın hayatı), en azından benim fikrime göre. Sayı her ne olursa olsun, oldukça az olacaktır.

Ya da bir teröristin Louvre’a bomba yerleştirdiğini ve müdaheleye ilk gelenlerin müzedeki birkaç kişiyi kurtarmak ile sanat eserlerini kurtarmak arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıklarını varsayalım. Kaçımız ciddi ciddi sanat eserlerini kurtarmayı düşünür ki?

Öyleyse, Shakespeare’i, bilim dallarımızı ve benzerini kurtarmak için insandışı hayatın ne kadar acı çekmesini ve ölmesini uygun görmeye hevesli oluruz? İnsan ile insandışı hayvanların statüsü hakkında böylesine derin bir ahlaki uçurum olduğuna inandığımız takdirde, ortaya attığımız her mantıklı yanıt hayvanlara musallat ettiğimiz zarar ve zulüm tarafından gölgede bırakılacaktır. O kadar çok hayvana o kadar çok uygulanan eziyet var ki, üstelik bunun devam ederek muhtemelen artacağı da son derece kesin bir olasılık; bu da tahsilat defterinin diğer tarafına yerleştirebileceğimiz herşeyi bastıracaktır. Kaldı ki, aramızda böyle bir uçurum olduğuna inanan kimseler, belki de çok sayıdaki şuurlu hayvan dostumuzun yaşamlarının zenginliğine daha da aşina olmalıdırlar. Kendi bilimimiz bizim için bu zenginliği ortaya çıkarırken, ironik olarak kendi sürekli varlığımızın yanı sıra onu da ortadan kaldırmak için bize bir sebep verir.

Bu fikir dikkate alındığında, hâlihazırda burada mevcut olanlarımızın hayvanlara daha fazla eziyet edilmesini önlemek için yaşamlarımıza son vermemizin iyi bir şey olup olmayacağı sorulabilir. Bu soruya nihai bir yanıtım olmamakla birlikte, gelecekteki insanların durumuyla şimdi varolan insanların durumunun birbirinden oldukça farklı olduğunu ayırt etmemiz gerekiyor. Hâlihazırda varolan insanlardan yaşamlarına son vermelerini talep etmek, ölmekle kaybedecek çok şeyi olanlar arasında hatırısayılır derecede güçlük çıkaracaktır. Aksine, gelecekteki insanların varolmalarını önlemek böyle bir acıya neden olmayacaktır, zira o insanlar var olmayacak ve bu yüzden de feda etmeleri gereken bir yaşamları olmayacaktır. O halde, bu iki durum karşılaştırılamaz.

Şu durumda, insanlığın neslinin tükenmesi pekâlâ dünyayı daha iyi bir duruma sokacak ve bu yine de bir trajedi olacak olabilir. Mesele son derece karmaşık olduğu için bunu kesin olarak söylemek istemiyorum. Ama kesinlikle dikkate değer bir olasılık olarak görünüyor ve bu bile kendi başına bana rahatsızlık veriyor.

Bütün bunların bir başka trajik boyutu daha var. Dramatik trajedilerin çoğunda, protagonistin ızdırabı kendi elinden olur. Oedipus’un kendi babasını öldürmesi trajik farkındalığına giden olaylar dizisini başlatır ve Lear’in kızı Cordelia’ya yönelik zorbalığı ölümüne sebep olur. Biz insanların bizzat kendi ellerimizle kendi neslimizin tükenmesine ya da en azından buna yakın bir şeyi getirerek, alışkanlıklarımızla trajik sonumuza katkıda bulunduğumuz da söylenebilir.

.

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: Todd May

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

.

(Yeşil Gazete, New York Times)