Ana Sayfa Blog Sayfa 2620

[Yaşadım Diyebilmek] Çetin ama hoş bir yaz tâtili – Şahin Tekgündüz

Önce müteahhitlik

Niğde Lisesi’nde yatılı okuyorum. Dört yıl olan lise öğrenimi o yıl üçe indiriliyor ve ikiye katlanan ders yoğunluğuna rağmen sadece cebir geometriden bütünlemeye kalarak üçüncü, yânî son sınıfa geçiyorum. Yaz tâtili burnumda tütüyor. Doya doya dinleneceğim, uyuyacağım ve arkadaşlarımla başıboş bir üç ay yaşayacağım. Ama ne mümkün?.. Daha ilk hafta tatsız bir sürprizle karşılaşıyorum çetin geçecek yaz tâtili tatsız bir sürprizle başlıyor. Babam, artık büyüdüğümü, arkadaşlarımla aylaklık etmek yerine çalışmamı, borç içindeki aile bütçesine katkı sağlamamı istiyor. Kitap ciltleme işinden anladığımı hatırlatarak, Dâmat İbrahim Paşa Kütüphanesi’nin o yılki ciltleme ihâlesine katılmamı, işi alabilmem için gerekli şartların uygun olduğunu söylüyor ve işin üstesinden gelip gelemeyeceğimi soruyor. Bu emrivâkî karşısında ben de büyüdüğüme inanarak böbürleniyorum ve gözümü kırpmadan evet diyorum. İhâleye girebilmek için yaşım küçük ve ticari ehliyetim yok ama babam bu durumun önemsenmeyeceğini söylediğine göre bu benim sorunum değil. Ciltçilik de nerden çıktı diye düşünebilirsiniz. Kitap ciltlemeyi hobi olarak öğrendiğim, teyzemin kayınbiraderi Refik Atay da, Ankara’daki resmî işinin dışında mücellitlik (ciltçilik) yapıyor ve aile bütçesine katkı sağlıyor.

Sonunda ihâleyi kazanmam, özellikle arkadaşlarım arasında büyük bir itibar sağlıyor. Daha önce doya doya kitap okuduğum o târihî binaya ve o yüksek tavanlı muhteşem okuma salonuna ihâle kazanmış genç bir işadamı olarak girmek garibime gidiyor. Benden büyüklerin yanında bile daha olgun, daha kişilikli, meslek sahibi birisi gibi kasılmaya başlıyorum.

Bunun, çetin bir yaz tatiline mal olacağının ise farkında bile değilim. İhâlenin sonucu açıklanır açıklanmaz evimizin ikinci katındaki büyük oda atölye olarak bana tahsis ediliyor. Kütüphaneden at arabasıyla getirdiğimiz kitapları, arkadaşlarımın da yardımıyla odanın bir duvarına özenle istif ediyoruz. O odada saatlerce satranç oynadığım arkadaşlarım Mehmet Tutan, Özer Aydınatay ve Rüstem Esensoy da, kaçamaklar dışında üç ay satranç oynayamayacağımızın farkında olmadan bana destek veriyorlar.

İşi bir an önce bitirip şenliklere katılacağım

Kitapları istif ettikten sonra Ankara’dan Refik Atay’a, Nevşehir’de bulunması mümkün olmayan cilt bezi, panduzot, ara kâğıdı, şirâze, mukavva vb siparişlerini veriyorum. Kitapları dikmek için kendi olanaklarımla bir de tahta tezgâh hazırlayıp işe koyuluyorum. Sabahları annem erkenden kaldırıp öne kahvaltımın sonra da işimin başına geçmemi sağlıyor. İlk günlerde değişik bir oyun gibi gelen kitap ciltleme işi birkaç hafta sonra öylesine koyuyor ki, odaya girmemek için bahaneler uydurmaya başlıyorum, çünkü aklım dışarda. Oda, yarısı dikilip bir kenara yığılmış, yarısı sırtı tutkallanıp kapak takılmak üzere bir başka köşeye istif edilmiş kitaplarla ve kapak için kesilmiş gri mukavva yığınlarıyla dolu. Odanın bir köşesindeki gaz ocağının üzerinde kaynatılan boncuk tutkalın ve cilt bezlerinin ağır sentetik kokularıyla, kâğıt tozlarının insanın içini gıcıklayan ve okuma duygusunu kışkırtan kokusu bulamaç haline geliyor, odanın havasını iyice ağırlaştırıyor. Bazen, tam kapak takmak için elime aldığım bir kitabın sayfalarını çevirip okumaya dalıyorum da kaynayan tutkaldan gelen yanık kokusuyla kendime geliyorum. Böyle durumlardan birinde annem büyük bir telaşla aşağıya inip “Oğlum bu gidişle evi de yakacaksın. Ödüm kopuyor, bitir şu işi bir an önce Allahaşkına…” diye sızlanıyor. Oysa ben de işi bir an önce bitirip vilayet şenliklerine katılma çabasındayım. Acele davrandıkça kitaplara göstermem gereken özeni yitirdiğimin de farkındayım ama aklım hep dışarda. Bu arada akşamları işten dönen babam sürekli moral veriyor bana. Hattâ yardımcı olmak istiyor ama kurduğum düzen(!) bozulur bahanesiyle kabil etmiyorum. Kütüphane müdürü Ârif bey de sık sık uğruyor, elinde ceviz, kuruüzüm, dutkurusu, badem vb dolu kesekâğıtlarıyla. Onun endişesi ve çabası işin zamanında ve şartlara uygun olarak tamamlanması. “Kuzum kuzum, çok yoruluyorsun biliyorum ama, kitaba hizmet mukaddestir biliyorsun; sana karşı nâmütenâhi (sınırsız) takdir hisleri içindeyim” diyor.

Ucuz atlatılan bâdire

Zor geçen iki ayın sonunda bin bir güçlükle ciltlenen kitapları yine bir at arabasıyla kütüphaneye götürürken üzerimden büyük bir yükün kalkmak üzere olduğunu düşünüp rahatlıyorum ama karşılaşacağım tatsız durumun farkında değilim. Büyük bir merakla kapıda bekleyen Arif Bey, birkaç kitabı arabadan alıp sayfalarını çevirdikten sonra yüzünü buruşturarak bana bakınca, düşkırıklığının ilk etkileri yüreğime oturuveriyor. Daha önce de fark ediyordum ama anlaşılmaz nasıl olsa diye gönlümü ferah tutuyordum. Kitap kapaklarında öylesine kalın mukavvalar ve öylesine bol tutkal kullanmıştım ki, kitapların bir bölümü âdetâ tahta parçasına dönmüş. Kapakları çatır çutur ses çıkararak açılıyor, açılırken de kitabın sırtı ayrılıyor. Kimi kitapların da sayfaları fazla tutkalın bulaşması yüzünden birbirine yapışmış. O, hastalık derecesinde titiz Ârif Bey sarsılmış durumda. Bir bana bir kitaplara bakıyor, yüzünde seyrimeler oluşuyor, bir şeyler söylemek istiyor ama bir türlü söyleyemiyor. Beş on kitaba daha böyle baktıktan sonra “Kuzum kuzum, bu kitaplara ne yaptın böyle, bunları komisyon üyelerine nasıl göstereceğiz?..” diye yakınıyor.

Bu sözlerden, kitapları bir komisyonun teslim alacağını anlıyorum. Başımı önüme eğip susmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Yıllar gibi geçen bir günden sonra, bütün kusuruma ve kimi kitapları rezil etmiş olmama rağmen, o yaşımda çalışıp para kazanmak gibi bir erdemi sergilediğim için bana sempatiyle bakan komisyon üyelerinin anlayışlı davranışları sonucunda kitapların sâdece bir bölümü defolu bulunup ayrılıyor. Aralarında yaptıkları kısa bir görüşmeden sonra da bir miktar parayı, o dönemde ne demeye geldiğini bir türlü anlayamadığım “nefâset (Bir anlamda kalite) farkı” denen bir gerekçeyle kesip, geriye kalan 345 liranın bana ödenmesine karar veriyorlar. Burada Ârif Bey’in, kahrolarak bana kol kanat geren tavrını hiç unutmuyorum. Gerçi önemli bir bölümü cilt malzemesi için harcanmıştı ama o 345 lira ailenin hayatı boyunca göremeyeceği bir servet yerine geçiyor. Babamın maaşı ise 70 ya da 75 lira…

Kambersiz düğün olur mu?

Çetin geçen yaz tâtilimin ikinci aşamasına zincirden boşalmış gibi dalıyorum. Çünkü bensiz vilayet şenliği, kambersiz de düğün olmaz… Nevşehir büyük bir şenlik içinde. Ana cadde, hükümet konağı, belediye ve kimi işyerleri bayraklarla donanmış. Eski Nevşehir’in tâcı gibi duran tepedeki kalede büyük bir bayrak dalgalanıyor. Davul zurna sesleri ve halay naraları dalga dalga dolaşıyor bu şirin (o günler için kullanıyorum bu tınımı) kasabanın yıllanmış dokusu içinde. Hükümet konağının önündeki kalabalık ise izdiham hâlinde. Takvimler 20 Temmuz 1954’ü gösteriyor. Saat ona gelirken arazözle (yangın söndürme ve yaz sıcağında caddeleri sulamakta kullanılan araç) sulanıp tozları yatıştırılmış ana caddeden kornalar çalarak peş peşe otomobiller geliyor ve alkışlar arasında duruyor kalabalığın ortasında. Koyu renk şık giysili insanlar iniyor otomobillerden. En öndekilerden biri de belediye başkanı Avukat Ahmet Kemal Dedeoğlu. Önde uzun boylu, saçları hafif kırlaşmış biri fötr şapkasıyla kalabalığı selamlıyor, ötekiler de öyle yapıyor. İlçe kaymakamları ile Nevşehir ileri gelenlerinden oluşan heyet, alkışlar ve davul zurna sesleri arasında bahçenin girişinde başlayan taş yoldan hükümet konağına doğru ağır ağır ilerliyor. Büyük taş binanın kemerli giriş kapısının üzerindeki yenilenmiş tabela güneş ışığında pırıl pırıl parlıyor: NEVŞEHİR VALİLİĞİ. Binaya ilk giren ise uzun boylu, saçları hafif kırlaşmış yeni vilayetin yeni valisi Fâzıl Uybadın

Demokrat Parti DP’nin iktidardaki en azılı dönemi. Parti, birkaç ay önce yapılan genel seçimlerde iktidarını büyük bir çoğunlukla yeniliyor. Osman Bölükbaşı’nın genel başkanlığındaki Cumhuriyetçi Millet Partisi CMP’nin (Bu günkü Milliyetçi Hareket Partisi MHP’nin çekirdeği) hâkim olduğu kuzey komşumuz Kırşehir vilayetinden ise tek milletvekili çıkaramıyor. Bu durumu hazmedemeyen Celal Bayar ve Adnan Menderes Mayıs ayında bir kanun çıkararak Bölükbaşı’ndan intikamlarını acı bir şekilde alıyorlar. Kırşehir vilayetlikten düşürülüp Niğde’den koparılıyor, vilayet yapılan Nevşehir’e bağlanıyor. Çünkü Nevşehir DP’nin kalesi.

Nevşehir vilayet olmanın sevinciyle çalkalanıyor günlerdir. Aslında bunu da hak ediyor. Bölgenin târihî zenginlik, doğal yapı, iş ve üretim gücü, ulaştırma olanaklarıyla önemli merkezlerinden biri. Tren hattı Nevşehir’i teğet geçip Kayseri’den Niğde’ye uzandığı için halk yıllardır bunun kahrını ve kıskançlığını yaşıyor; bu eksikliği dengeleyebilmek için de özellikle kamyon taşımacılığında geniş bir bölgenin girişimci gücü hâline geliyor. Kıraç toprakta yetiştirilen üzümlerinin kalitesi, zengin şarap üretimi (Sonraki yıllarda marka kimliği ve reklam hizmeti verdiğim örnek kuruluş Tarım Satış Kooperatifleri Birliği TASKOBİRLİK) meyve sebze üretimindeki yüksek kapasitesi ile Kayseri’den sonra ticâri yönden de yörenin lideri.

Arkadaşlarımı örgütlüyorum

Vilayet olma kutlamaları değişik odaklarca geliştiriliyor. Belediye, dernekler, esnaf kuruluşları ve diğerleri, ben ise cilt atölyesinden kurtulmuş bir tâze güç olarak inisiyatifi ele alıyorum ve bütün arkadaşlarımı hükümet konağının sol bitişiğindeki yemyeşil çay bahçesinde bir araya getiriyorum. Kazandığım paradan babamın bana ödül olarak verdiği on beş lirayı ortaya atarak herkesin katkıda bulunmasını öneriyorum. Aramızda Örneğin Fâik ve Zühtü Ellialtı, Mehmet Tutan, Turgut Acerer, Ceyhan Diker, Ersoylu Dilmen, Yılmaz Özyürek gibi varlıklı arkadaşlarımız da var. Oluşturduğumuz mütevazı bütçe ile dükkân vitrinlerine konulacak küçük afişler ve yaka rozetleri hazırlıyoruz. Rüstem ve Mehmet’le, işi bittiği için terk ettiğim atölyemde HOŞ GELDİNİZ yazan ışıklı bir pano hazırlayıp belediyenin de yardımıyla hükümet konağının ana girişinin yanındaki kapının üzerine asıyor ve ışıklandırıyoruz.

17 yaşımda başyazar mı oluyorum ne?..

O şenlik curcunası içinde Demokrat Nevşehir adlı haftalık bir gazeteyle karşılaşıyorum. Önce, adı Demokrat Parti’yi çağrıştırdığı ve çok da beceriksizce hazırlandığı için küçük bir rahatsızlık duyuyorum. Ama son satırına kadar dikkatle okuyorum. İçimde birikmiş, zaman zaman öfke hâline gelen isteklerimi dile getirebileceğim bir araç olabilir mi diye düşünüyorum. Gazetenin sahibi komşumuz ve aile dostumuz Avukat Ahmet Kemal Dedeoğlu. Akşam evine gidip gazetede yazı yazmak istediğimi söyleyeceğim ama ne mümkün Nevşehir’in bütün büyükleri şehrin tek meyhanesi Delidamı’nda günlerdir kutlama seansları yaşıyorlar. Akşam anneme ve babama açıyorum konuyu; her ikisi de itiraz ediyor ve sen daha öğrencisin, böyle şeylere burnunu sokma da okulunu bitirmeye bak diyorlar. Ben ona rağmen ertesi gün Dedeoğlu’nu yazıhanesinde buluyorum ve isteğimi iletiyorum, “Yaz bakalım delikanlı, sen ve senin gibiler yazmayacak da kim yazacak, ama sakın zülf-i yâre dokunacak bir şeyler olmasın, yoksa gazeteye basmam” diyor. Sevinçten uçuyorum. Ertesi gün babam işe gidince, gözü gibi sakladığı Olympia daktilo makinesini bulup yazıya girişiyorum. Yazının başlığı ‘Bekliyoruz’. Yazıdaki yakınmamla birlikte beklentim, kültür yetersizliğine ve iki aydır canıma okuyan kitaplara, kütüphaneye yabancı kalınmasıyla ilgili… Yazımın yer alacağı gazeteyi üç hafta heyecanla bekliyorum. Sonunda birinci sayfanın başyazı köşesinde adımı görünce yere göğe sığamayacak gibi hissediyorum kendimi.

Yazımın yayımlanması küçük çapta bir olay oluşturuyor. Hemen herkes kutluyor, özellikle ortaokul Türkçe hocam Ahmet Özdemir’in beni görmek isteği iletiliyor. Bütünleme sınavlarında olduğu için okulda bulup elini öpüyorum. Yazımı çok beğendiğini ama imla konusunda daha dikkatli davranmam gerektiğini söylüyor ve alnımdan öpüyor. Bu ilk yazımdan kasa bir bölümü aktarıyorum:

“Bekliyoruz…

Temmuzun yirmisi idi… Nevşehir’in İl Merkezi oluşu dolayısıyla şenlikler yapılıyordu… Bu arada çarşıda dolaşıyordum: Bir ara gözüme, gazete satan bir çocuk ilişti. Gidip bir tane aldım. Bir de ne göreyim: Nevşehir gazetesi değil mi? Ne kadar sevindim tahmin edemezsiniz. Ben epeyden beri bir Nevşehir gazetesinin hasretini duyuyordum. Bu ufak, mini mini gazeteyi görünce içime bir ferahlık geldi. Nevşehir’de ilk defa bir gazete çıkıyordu. (Evvelce de teşebbüse geçilmiş, fakat hepsi de sonuçsuz kalmıştır.) İlk defa içimde bu gazeteyi çıkarmaya sebep ve önayak olanlara bir hürmet hissi uyandı. İftiharla koltuklarım kabarıyordu. Bu ufak gazete gerçi ihtiyacı karşılayacak gibi değildi, fakat ilerde gelişeceğini hayal ettikçe insana bir iftihar mevzuu oluyordu.

Bu mini mini gazete ilk sayısından sonra intişarına bir ay kadar ara verdi. Bun gazetenin artık çıkmayacağını zannederek üzülüyordum. Fakat geçenlerde ikinci sayısının da çıktığını görünce sevincim yenilendi.
Bunun üzerine içimde bir yazı yazmak hevesi uyandı. Bu naçiz yazımı da gazetemizin ancak bu ayısına yetiştirebildim.

İnsanın kendi memleketinde bir gazetenin çıkması büyük bir iftihar konusu olurken, diğer taraftan da bazı acı hakikatler meydana çıkıyor.
Şehrimiz bir çok bakımlardan Orta Anadolu’nun en büyük ve en ileri beldelerinden biri olduğu halde ne yazık ki, kültür bakımından biraz geri kalmıştır. Bu geri kalışın saymaya lüzum hissetmediğim bir çok sebepleri olmuştur.

Fakat bunlar da telafisi mümkün sebeplerdir.

Şehrimizin bildiğiniz gibi büyük ve zengin bir kitaplığı ve içinde 7000’i aşan kitapları okuyucu bekliyor. Fakat ne yazık ki okuma salonu istenildiği kadar dolmuyor, adeta bomboş kalıyor. Mecmualar desteleri ile duruyor, kitaplar raflarından inmiyor. Yalnız yazın tatil aylarında kütüphaneye öğrenciler devam ediyor; fakat onların da sayıları mahdut…”

Gazetecilik güzel bir duygu, hızımı alamıyorum

Hızımı alamayıp ikinci bir yazı daha yazıyorum. O da Nevşehir’in posta hizmetlerinden yakınan bir yazı. Özellikle İstanbul ve Ankara gazetelerinin haftada bir ya da iki kez gelmesinin, Nevşehir’de yaşayanların dünyadan geç haberdar olmalarına yol açtığından yakınıyorum. Seksen kilometrelik Niğde yolunun çok kötü olduğunu, posta kamyonunun haftada iki gün bin bir güçlük içinde gelip gidebildiğini, bununsa yetersiz olduğunu dile getiriyorum ve çözüm bulunmasını talep ediyorum. Bu yazım da çok beğeniliyor. Yalnız arkadaşım Ayhan Gökalp’in gezici başöğretmen olan babası İsmail Bey eleştiriyor beni ve dilimin biraz laubâlî olduğunu söylüyor. “Evladım gazete sana başyazarlık köşesini tahsis etmiş, başyazılar gazetelerin en mühim ve en ciddî yazılarıdır. Öyle ‘kelle koltukta’ falan gibi sokak ağzıyla yazmanı doğru bulmadım” diyor.

Nevşehir’de çok mutluyum ama bütünleme sınavı için Niğde’ye gitmem gerekiyor ve başyazarlığım iki yazıyla sınırlı kalıyor. Babam sanki geleceğimi görmüşçesine ama desteklemeyen bir tonda “Sen hele şu okulu bitir, bu gidişle gazeteci olacaksın galiba ilerde” diyor. Annem de onu tamamlıyor “Olacak oğlak bokundan belli olur…

.

Şahin Tekgündüz

Vicdan hayat kurtarır mı? – Nuran Seyhan Bayer

Ben “TEL DOLAP”la büyüyen bir nesildenim. Küçük bir kasabada doğdum ve 8 yaşıma kadar da orada yaşadım. Bugünün şartlarında “villa” olarak nitelenebilecek, İki katlı geniş bahçesi (bir katı tamamen meyve ağaçlarıyla dolu olan), alt bahçede büyük bir çardakta fırını, sürekli akan çeşmenin de olduğu bir evdi.

Olgunlaştığında kocaman olan üzüm tanelerini kuşlardan, böceklerden ve zamandan korumak için, salkımlarını annemin tek tek elleriyle diktiği torbalara soktuğumuz, tarım ilaçsız kışın ortalarına kadar yediğimiz üzümlerin tadını , komşu evin küçük, yuvarlak taş değirmeninde yaptığı bulgurun lezzetini, hasatına yardım ettiğimiz haşhaşın, ayıklarken ellerimizin kapkara olduğu Niksar cevizinin tadını o zaman öğrendim.
Tel dolapta çinko kasenin içinde saklanan, bal mumsuz petekli balla karıştırılmış gerçek tereyağının tadını hiç unutmadım. Dostlarım benim hep, sağlıklı gıda konusunda takıntılı olduğumu fazla ince eleyip sık dokuduğumu düşündüler. Oysa takıntılı değil deneyimli, gözlemci ve doğal tatları yaşayarak öğrendiğim için seçiciyim.

Gelelim “TEL DOLAP”a. Bilmeyenler için kısaca tarif edeyim: İki kapaklı ahşaptan yapılmış ama kapakları hava alan telle kaplanmış, elektrikle ilgisi olamayan, evin güneş almayan en serin yerinde duran bir dolap düşünün. Yiyecekler orada saklanırdı, tabii buzdolabı misali haftalarca değil.Her şey taze, günlük pişirilir, hiçbir şey atılmaz, dökülmezdi. Altı kişiydik ve her şeyi taze pişirirdi annem.Hep köylü pazarlarından aldı sebzesini meyvesini, tabii o zamanlar köylülerin çoğu henüz kurnazlaşmamıştı ve gıdalar endüstriyeleşmemişti.

İşte zurnanın zırt dediği nokta bu: Gıdanın endüstrileşmesi. Yani gıdanın, gıda olmaktan çıkıp, para kaynağına dönüşmesi. Bir şey eğer para kaynağına dönüştüyse bu, ondan uzak durmanızın gerektiğini gösteren bir işarettir. Günümüzde sinyal verenlerse “TIP BİLİMİ” ve tabii vicdanlarından önce cüzdanlarını doldurmayı yeğleyen bazı bilim insanları.

Vicdanlarını dolduranlar yok mu, tabi ki var ve iyi ki varlar. DR. YAVUZ DİZDAR da bunlardan biri. Önce “YEMEZLER” sonra da “VİCDAN HAYAT KURTARIR” dedi.

Aslında YEMEZLER kitabı, VİCDAN HAYAT KURTARIR’dan önce yayımlandı ama bence önce ikinci sonra birinciyi okuyun. Çünkü Yemezler’in yazarının vicdanını nasıl doldurduğunu anlamanız gerekir. Bu kitabı “çocukluğuna” ithaf etmesi de bunun kanıtı.

Yazar, Yemezler’de irdelediği konuların genel çerçevesini, DÜNYA GAZETESİ ‘nde yazdığı yazılara dayandırarak oluşturmuş ama tam 4 yıl okuma ve irdeleme sürecinden sonra.”Bilimin endüstrileşme süreci” başlıklı birinci bölümün sonunda özetlediği 6 madden birkaçı şöyle ve bu kitabı okumanız için yeter de artar bile:

-İkinci Dünya Savaşı sonrasında bilim giderek endüstrinin kontrolüne girmiştir. Fikir geliştirme yetisi giderek zayıflayan Batı akademisi, özellikle gıda alanında endüstrinin kanunen gerekli onay merciidir.

-Hedefin merkezinde bilimsel merak değil, paraya dönüştürülebilir ürün vardır. Bu, bilimin gözlerini giderek körleştirir.

-Yapılan milyonlarca araştırmaya rağmen, hastalıkların neden arttığı araştırılmadığı gibi bilimin kulakları anlatılanlar karşısında giderek sağırlaşır.

-Gözleri olsa da görmeyen, kulakları olsa da işitmeyen’ akademi halk için varolduğunu giderek unutur, zamanla tamamen sermayeye hizmet eder hale gelir.

Başka söze gerek var mı, bilmiyorum. Bu iki kitabı da okuduğunuzda piyonlaşmanın nasıl bir süreç olduğunu, özellikle bilim insanlarının buna katkıda bulunmamak için neler yapıp yapmadığını açık açık göreceksiniz.

Yıllar önce TEMPO dergisinde benimle yapılan bir röportajda “Feminizm nedir?” diye sormuşlardı, ben de “Bir kadın olarak hayatı sorgulamaktır” demiştim. Şimdi buna; “bize sunulanları ve verili bilgileri de sorgulama”yı eklemek gerekir.

Yavuz Dizdar gibi bilim insanları olduğu sürece VİCDAN HAYAT KURTARMAYA devam edecek.

.

Nuran Seyhan Bayer

Evcil hayvanını sokağa terk edene yaptırım geliyor: Bakan açıkladı, hayvan hakları savunucuları yorumladı

Hayvan hakları savunucuları ve TBMM Çevre Komisyonu üyeleri hayvan haklarıyla ilgili sorunları konuşmak, kamu kurumlarının sorunlarını netleştirmek ve kurumlararası işbirliği yaparak sorunların çözümüne katkıda bulunmak amacıyla “Sokak Hayvanları Çözüm Çalıştayı”nda bir araya geldi.

24 Kasım’da TBMM Kamu Denetçiliği Kurumu tarafından düzenlenen çalıştaya katılan Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, “Sahipsiz hayvan popülasyonunun artmasını engellemek maksadıyla, sahipli hayvanlarını sokağa terk edenlere de yaptırım getirilmesini hedefliyoruz” dedi.  

Konuşmasında Türkiye’de rehabilite edilmemiş tahmini 800 bin sahipsiz hayvanın bulunduğunu söyleyen Bakan, “Yerel yönetimler tarafından 2004-2018 yıllarında, 1 milyon 352 bin sahipsiz hayvan aşılanmış, 1 milyon 80 bin hayvan kısırlaştırılmış ve 316 bin hayvan bakımevlerinde sahiplendirilmiştir” açıklamasında bulundu.

Hayvanlara Adalet Derneği ve Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden açıklama

Evcil hayvanını sokağa terk edenlere ceza verilmesi hayvan hakları ihlallerini önleyecek mi, şimdiye kadar alınan kararlar sonuç verdi mi, acil çözüm bekleyen sorunlar neler? Hayvanlara Adalet Derneği’nden (HAD) Avukat Hülya Yalçın ve Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü Burak Özgüner’e sorduk.

Hayvanlara Adalet Derneği’nden (HAD) Avukat Hülya Yalçın

Avukat Hülya Yalçın: Köpeklere ne olacağı konusunda endişemiz var

“Bakan Pakdemirli genel çerçevede konuştu. Kendisinin de köpeği olduğu için hayvanlara daha yakın biri. Hayvanseverler çok etkili oldu. Çalıştayda her görüşten, her STK’dan birçok insan vardı. Hukukçular ve barolardan gelen komisyon merkez üyeleri vardı. HAD olarak biz de buradaydık. Hiç geri adım atmadık. Hem Çevre Komisyonu Başkanı ve hem de diğer kamu denetçileri bütün görüşlerimizi tek tek dinledi. Yaklaşımları çok güzeldi. Uygulamada ne olacağını bilemiyoruz tabii. Bu çalıştaydan bizim için çıkacak sonuç köpeklere ne olacağı konusunda bir endişemiz var. 6. maddeye dokunulmayacağı söylendi ama dokunulmayacaksa bile altı boşaltılacak mı, doldurulacak mı bilemiyoruz.” 

Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM) Koordinatörü Burak Özgüner

Burak Özgüner: Yetkililer, rehabilitasyonu maalesef kısırlaştırma ve aşılama zannediyorlar

“Bu popülasyon tahmini (800 bin sahipsiz hayvan), ne şekilde, hangi bilimsel yöntemler kullanılarak yapılmış, bunu bilmiyoruz. Ayrıca “rehabilite edilmemiş” hayvanlar kategorisinin de ne şekilde belirlendiğini bilmiyoruz. Bakan Pakdemirli, “rehabilitasyon”u kelime anlamı ve tıbbî terim olarak doğru bir şekilde kullanıyorsa böyle bir sayıyı belirlemek de imkânsız. İlgili devlet birimlerinin yönetici ve yetkililerinin, rehabilitasyonun kelime anlamını bile bilmediklerine defalarca tanık olduk. Yetkililer, rehabilitasyonu maalesef kısırlaştırma ve aşılama zannediyorlar. Ancak uygun olmayan/yüksek dozlu anestezi müdahaleleri, cerrahlığa soyunan ya da zorlanan hekimin meslekî yetersizliği, operasyonlarda kullanılan cerrâhi setlerin sterilize edilmeden defalarca kullanılması, cerrahî prensiplere riayet edilmemesi gibi nedenler ile belediyelerce kısırlaştırılan sokak hayvanları, asıl bu ameliyatlardan sonra rehabilitasyona muhtaç hâle geliyorlar. Tabii o kâbus ortamından ve korku filmini aratmayan uygulamalardan kurtulabilirlerse. Bakan, 14 senede 1 milyon 80 bin sokak hayvanının kısırlaştırıldığını açıklamış. Ancak bu hayvanların kaçının hayatta olduğunu ne bakanlık ne de belediyeler biliyor. 

“Geçici bakımevlerinin neredeyse tamamı, birer ölüm ve toplama kampına dönüştürülmüş durumda”

9 senede, sokak hayvanları için harcanmak üzere, yerel yönetimlere toplam 31 milyon lira malî destek sağlanmış. Yine bu 9 senelik süre zarfında, yerel yönetimlere, kısırlaştırma operasyonları için 9 milyon 254 bin lira aktarılmış. Ne kısırlaştırmalar hayvan sağlığı prensiplerine uygun olarak yapılıyor, ne de mevzuatta “geçici bakımevi” diye tanımlanan barınaklar, amacına uygun çalışıyor. Belediyelerin sorumluluğundaki geçici bakımevlerinin neredeyse tamamı, birer ölüm ve toplama kampına dönüştürülmüş durumda. Kısırlaştırmalar ise üstü kapalı bir soykırım hâlini almış durumda. Hayvanlar, bu şekilde yasal bir soykırıma tâbi tutuluyor. Önemli olan, sokak hayvanları için ayrılan ve aktarılan ödeneğin, hayvanları korumak ve yaşatmak için, amacına uygun bir şekilde,kamuyu zarara uğratmadan kullanılması. Ödeneğin ne için, nasıl harcandığı konusunda bir denetim mekanizması da yok.

Burak Özgüner son 11 yılda hayvan hakları ihlâlleriyle ilgili olarak uygulanan idarî para cezasının ne kadarının tahsil edildiğinin bilinmediğine dikkat çekti. 

Bakan, 2007-2018 döneminde, hayvan hakları ihlâlleriyle ilgili olarak, toplam 9 milyon 151 bin 700 lira idarî para cezası uygulandığı belirtti. Ancak Pakdemirli’nin başında olduğu Tarım ve Orman Bakanlığı da cezaların tahsili konusunda görevli ve yetkili olan Maliye Bakanlığı da 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’na muhalefet edildiği gerekçesi ile hayvanlara kötü muamelede bulunan şahıslara uygulanan idarî para cezalarının ne kadarının tahsil edilip edilmediğini bilmiyor. Mesela, 2019 yılı itibarı ile bir hayvana fiziksel ya da cinsel şiddet uygulayan bir faile 773 TL idarî para cezası uygulanıyor. Yasada öngörülen cezalarda artışa gidileceği iddiasının doğruluğunu varsayarsak bu idarî para cezalarının tahsil ve takip edilmeyeceğini geçmiş yıllardan biliyoruz. Üstelik fail, kendisine uygulanan idarî para cezasını ödemediği takdirde herhangi bir yaptırım ile de karşılaşmıyor. Cezaların caydırıcı olması için işkence, tecavüz ve öldürme fiillerinin, mevzuatta açık bir şekilde suç olarak belirlenmesi, adlî vaka olarak gerektiği gibi değerlendirilmesi ve cezaların ertelenmemesi ya da paraya çevrilmemesi için de hapis cezalarının alt sınırının en az 3 sene olması gerekiyor. Ancak Adalet Bakanlığı bürokratları, bu şekilde bir kanunî düzenlemeye gidilemeyeceğini her tartışma ortamında dile getiriyorlar.

“Kesilen üç kuruşluk idarî para cezası, belediyenin tüzel kişiliğine kesiliyor; cezalar belediye bütçesinden ödeniyor”

Çalıştayda Bakan Pakdemirli’ye sorulan sorulardan bir tanesi de özellikle sokak hayvanlarına karşı sistematik zulüm uygulayan belediyelere yönelik, tasarıda herhangi bir yaptırım olup olmayacağı idi. Bu soruya karşılık olarak, Pakdemirli “Şunu unutmayın, suçu işleyen her kimse cezasını öder” cevabını verdi. Sokakta, barınakta, hayvanların tutsak edildikleri her yerde; adliyede, belediyede, bakanlıkta, mecliste hayvanların hakları için mücadele edenler olarak biliyoruz ki Pakdemirli’nin bu cevabı, gerçeklerin uzağından dahi geçmiyor. Belediye görevlileri, alıkoyduğu bir hayvana şiddet uyguladıklarında ya da âmirlerinin zehirleme, yok etme emirlerini yerine getirdiklerinde, kesilen üç kuruşluk idarî para cezası, belediyenin tüzel kişiliğine kesiliyor; cezalar belediye bütçesinden ödeniyor. Bu para cezaları, hayvanları katleden belediye çalışanlarına veya o emri veren yetkililere uygulanmıyor. Eğer ortada, görev ihmali, görevi kötüye kullanma gibi bir suç var ise yapılan suç duyuruları da hiçbir işe yaramıyor. Çünkü hem Hayvanları Koruma Kanunu’na, hem de Türk Ceza Kanunu’na muhalefet eden bu kamu görevlileri hakkında yetkili merciler tarafından soruşturma izni verilmiyor. Bu da korkunç bir cezasızlığa neden oluyor. Bu cezasızlık ortamı ve mevzuatın yaptırım konusundaki yetersizliği, her yıl binlerce hayvanın şahıslarca bireysel olarak katledilmesine; onbinlerce hayvanın belediyelerce kurumsal şiddete maruz bırakılmasına, sürgün ve tecrit edilmesine, topluca katledilmesine neden oluyor.

“Bu tasarı/teklif yasalaşırsa hayvanların sorunlarını çözebileceğini düşünmüyorum”

Her yasama döneminde değiştirileceği söylenen ve 15 sene önce yürürlüğe giren Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesine göre,”aşıla-kısırlaştır-aldığın yere bırak” ilkesi ile sokak hayvanlarına Türkiye sokaklarında yaşam mücadelesi veriyor. Bakan Pakdemirli, bu ilkeye “izle ve denetle” basamağını ekledi. Kimin kimi, nasıl izleyeceği de aylardır muğlaklığını koruyor; kamuoyuna ve sivil topluma genişletilen bu ilke hakkında bir açıklama yapılmıyor. Çalıştayda, Bakan Pakdemirli’nin vaatlerinden birisi de hayvanları terk eden şahıslara yaptırım uygulanacağı idi. Yürürlükteki kanunda zaten var olan bir yaptırımın, neden yeni bir vaat olarak sunulduğunu ben anlamlandıramıyorum. 2019 yılı itibarı ile hayvan terk etme fiiline 513 TL idarî para cezası uygulanıyor. Basında çıkan haberlerde, sır gibi saklanan tasarı metninde, bu cezanın 500 TL ya da 700 TL olarak belirlendiği yazıyordu. Aklımızla alay ediliyor sanki. Tüm bunları düşündüğümde, geçmiş dönemlerde olduğu gibi, bu yasama çalışmasına da umut bağlayamıyorum; bu tasarı/teklif yasalaşırsa da hayvanların sorunlarını çözebileceğini, hayvan haklarının gözetileceğini düşünmüyorum.”

Haber: Tolga Öztorun, Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Belgrad Ormanı’nın içinden geçecek dekovil/tren hattı projesi iptal edildi

Belgrad Ormanları’ndan geçecek Kemerburgaz dekovil/tren hattının ihalesinin 2017’de iptal edilmesinin ardından İBB, bu hat için yaptığı imar planlarını da iptal etti. Yapımı için 1500 ağacın kesileceği tren hattı, o dönem kamuoyunda da büyük tepki ile karşılanmıştı.

Ekim 2017’de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Belgrad ormanından geçirilmek istenen dekovil/tren hattı ihalesinin sessiz sedasız iptal edildiği ortaya çıkmıştı. İptalin gerekçesi Cendere Düzenleme Projesi ile çakışma olarak gösterilmişti, yine de, güzergahı ne olursa olsun Belgrad ormanının kalbinden geçecek bir tren hattının ormanda ciddi tahribata neden olacağını ilgili ve yetkili herkes biliyordu. Bu hatta karşı düzenlenen protestolar tüm İstanbulluların desteğini almıştı.

1 Şubat 2017 tarihinde, ‘Haliç – Kemerburgaz Dekovil Hattı Yapım İşi’ adı altında gerçekleştirilen ihale ile, ilk etapta Kağıthane’den Belgrad Ormanı’nın kalbinde yer alan Ayvadbendi’ne kadar uzanan; şimdilik rafa kaldırıldığı söylenen sonraki etaplarında ise Karadeniz sahilinde Ağaçlı’ya ve Yovankoru’ya kadar uzanarak Belgrad ormanını daha da bölecek ve orman katliamına neden olacak bir tren hattı yapılması amaçlandığı belirtilmişti. O dönem bu tren hattının nostaljik amaçlı yapıldığı iddia edilmiş olsa da trenin kapasitesi ve sefer sıklığı açısından Göktürk, Kemerburgaz ve Mithatpaşa yerleşim bölgelerinin ulaşım ihtiyaçlarını da kısmen üstlenmesinin planlandığı da ortaya çıkmıştı.

Kuzey Ormanları Savunması aktivistleri, 2017’de ihale iptal edildiğinde, ormanın içinden geçecek bir tren hattının, güzergahı ne olursa olsun ormanda kıyıma yol açacağının ve bir adım sonrasında ormanın daha da bölünmesine neden olacağının kamuoyunda açıkça kabul edilmesini ve dekovil hattının bu temelde kalıcı olarak iptal edilmesini de talep etmişti.

KOS, Belgrad Ormanı’nı yaşatmak isteyenleri İstanbul Belediyesi önüne çağırıyor

Belgrad Ormanı’nda işaretlenen ağaçlar dekovil tramvay hattı için mi şüphesi !

KOS, Belgrad Ormanı önünden seslendi: Ormana tren hattı olmaz!

KOS, İBB önünden seslendi, “Belgrad Ormanı Yoksa İstanbul da Yok!”

KOS’tan Belgrad Ormanı’na inşası planlanan demiryoluna karşı eylem çağrısı

.

(kuzey ormanları.org)

İzmirliler halk sağlığını tehdit eden hava kirliliği ölçüm verilerine 2 yıldır ulaşamıyor

Dünya Sağlık Örgütü’nün “görünmez katil” olarak tanımladığı hava kirliliği İzmir’de halk sağlığını tehdit ediyor. İzmir Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne bir yazı gönderen İzmir Tabip Odası, Aliağa, Menemen, Yeni Foça ve Bozköy’deki hava kirliliği seviyesinin açıklanmasını talep ediyor. Yazıda şu ifadelere yer veriliyor:

Horozgediği Mahallesi Kaynak: Greenpeace Türkiye

“Termik santrallerin ve ağır sanayinin yoğun olduğu İzmir’e bağlı Aliağa, Menemen, Yeni Foça ve Bozköy bölgelerindeki hava ölçüm istasyonlarının verileri Haziran 2016 döneminden bu yana, Hava Kalitesi İzleme İstasyonları’nın bilgilerinin paylaşıldığı siteye yüklenmemektedir. Bakanlık bünyesinde yayın yapan havaizleme.gov.tr sitesinde 2016 yılının sonundaki verilere göre 249 hava izleme istasyonu bulunmaktadır. Aliağa, Menemen, Yeni Foça ve Bozköy’deki istasyonlarının verileri ise üzerlerinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Hava Kalitesi Ölçüm İstasyonu yazmasına rağmen paylaşılmamaktadır. Konuyla ilgili bakanlığa ulaşan çevreciler ve yaşam savunucularına verilen yanıt ise, ‘Yeni yazılım yükledik. Henüz test ölçümleri yapılıyor’ yönünde olmuştur.

“Aliağa’da, kanserden ölüm sıklığı diğer yerleşim bölgelerine göre daha yüksek”

18 sivil toplum kuruluşunun bir araya gelerek oluşturduğu Temiz Hava Hakkı Platformu’nun geçen yıl yaptığı basın açıklamasında, Aliağa’daki hava kirliliği seviyesinin, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nun sınır kabul ettiği en yüksek düzeyden üç kat fazla olduğu belirtilmiştir. Geçen yıl 8-9-10 Mayıs tarihlerinde Aliağa kent merkezinde yapılan 2581 ölçüm sonucuna göre, PM 2,5 düzeyi metreküpte 26,2 mikrogram seviyesinde çıkmıştır. DSÖ’nün PM 2,5 sınır değerine göre ise bu düzeyin metreküpte 10 mikrogramı aşmaması gerekmektedir. Termik santral ve sanayi bölgesi yakınında hava ölçüm istasyonu kurulmasına rağmen sonuçlarının açıklanmaması, değerlerin sınırın çok üzerinde olduğu için açıklanmadığı şüphesini doğurmaktadır. İstasyonun kurulduğu yerlerden biri olan Aliağa’da, kanserden ölüm sıklığının diğer yerleşim bölgelerine göre daha yüksek olduğu gözlenmektedir.”

Halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa

Temiz Hava Hakkı Platformu üyelerinden Prof. Dr. Ali Osman Karababa, Yeşil Gazete’ye yaptığı değerlendirmede en az 2 yıldır verilerin paylaşılmadığını söylüyor.

“Ulaşabildiğimiz rutin bilgilerin içinde bakanlığın sitesinde onları bulamıyoruz. Veriler hala sisteme atılmadı. Horozgediği bölgesi hava kirliliği açısından çok riskli ve kirli bir bölge. Veriler de çok olumsuz çıkıyor. O yüzden genellikle verilerin hepsini paylaşmıyorlar. O verilerin sisteme yüklenmesi için çabalıyoruz.”

Karababa, ülkemizde hava kirliliğinden kaynaklanan hastalıklarla ilgili verilerin paylaşılamamasının da ciddi bir sorun olduğunu sözlerine ekliyor.

“Bizim ülkemizde hava kirliliğinden kaynaklı hastaneye yapılan başvurular çevresel faktörlerle ilişkilendirilmediği için kimsenin bu konuda elinde bir veri yok. Acil servise astım ya da Koah kriziyle ilgili ne kadar başvuru olduğu hakkında bir bilgi yok. Bu bilgileri sağlık sisteminin vermesi gerekiyor ama o veriler paylaşılmıyor.Ayrancılar’da yaşıyorum. Hakim rüzgarlarla Aliağa’daki kirlilik taşınıyor. Bu bilimsel olarak kanıtlanmış bir veri. Elimizde simülasyon modelleri yok. Bu kirlenme nereye kadar yayılıyor onu bilmiyoruz ama İzmir’e geldiği kesin. Çevre mühendislerinin söylemlerine göre Aliağa’ya normalde hiçbir kirletici ek kaynakların kurulmaması gerekirken termik santral yapıldı. Yeni bir tanesinin çalışmaları,kapasitesi artırım çalışmaları var. ÇED iptallerini gerçekleştirdik ama 2009/7 sayılı Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği Uygulama Genelgesi’nden yararlanarak yeni ÇED raporunu dördüncü defa aldılar. Bakanlık “ÇED olumlu” raporunu hemen verdi. Termik santral çalışıyor. Onlar için işler yolunda.”

Dünya Sağlık Örgütü’nün hazırladığı hava kalitesiyle ilgili rapora göre hava kirliliği özellikle orta gelir sahibi ülkelerde, en çok kadınları, çocukları ve yaşlıları etkiliyor. Raporda yılda en az yedi milyon kişinin, Türkiye’de de her yıl 32 binden fazla kişinin hayatını hava kirliliği ve buna bağlı hastalıklardan kaybettiği belirtiliyor. Örgüt, felç vakalarının yüzde 25’inin, akciğer kanseri vakalarının yüzde 30’unun ve kronik ciğer rahatsızlıklarının yüzde 43’ünün hava kirliliğine bağlı olarak ortaya çıktığını söylüyor.  

Bilim insanları açık havayı etkileyen kaynakların; verimsiz ulaşım teknolojileri, ısınma, çöp yakımı, termik santraller ve fabrikalar olduğunu belirtiyor. Uzmanlar, İl Sağlık Müdürlükleri gibi ilgili kurumlar tarafından hastaneye yapılan başvuruların incelenmesi ve hava kirliliğinden kaynaklı hastalıklara ve ölümlere dair istatistiksel verilerin yayımlanması gerektiğini söylüyor. Ayrıca yoğun hava kirliliği yaşanan bölgelerde halkın uyarılması gerektiğine de dikkat çekiliyor.

HEAL: Türkiye hava kirliliğine karşı linyit tüketiminden tamamen vazgeçip termik santralleri kapatmalı!

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü uyarıyor: “Yeni tütün” hava kirliliği

Hamilelere ‘işlek caddeleri kullanmayın’ tavsiyesi: Hava kirliliği anne karnındaki çocukları da etkiliyor

Hava kirliliği bilişsel performansı düşürüyor: En çok etkilenen erkekler

Android işletim sistemi kullanıcıları bulundukları şehrin hava kalitesini ölçmek için “Nefesiniz Cebinizde” uygulamasını buraya tıklayarak ücretsiz indirebilir.  

IOS işletim sistemi kullanıcıları bulundukları şehrin hava kalitesini ölçmek için “Nefesiniz Cebinizde” uygulamasını buraya tıklayarak ücretsiz indirebilir. 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Leyla Güven tahliye edildi

Diyarbakır 9’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması için 79 gündür açlık grevinde olan DTK Eşbaşkanı ve HDP Milletvekili Leyla Güven hakkında tahliye kararı verdi.

79 gündür açlık grevi eylemini sürdüren Güven’in sağlık sorunları sebebiyle katılmadığı duruşmayı HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın da aralarında olduğu çok sayıda HDP’li siyasetçi takip etti.

Savcı, mevcut delil durumunu gerekçe göstererek Güven’in tutuklu halinin devamı yönünde görüş bildirdi.

Mahkeme heyeti, dosyada delillerin toplanmış olmasını göz önünde bulundurarak yurt dışı yasağı koşuluyla Leyla Güven’in tahliyesine karar verdi.

HDP: Hak ve özgürlük mücadelemiz devam edecek

Kararın ardından HDP tarafından Twitter üzerinden yapılan açıklamada, “Hukuka aykırı bir şekilde uzun süredir tutuklu bulunan Hakkari halkının iradesi Leyla Güven hakkında bugün Diyarbakır 9’uncu Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmasında tahliye kararı verilmiştir. Hak ve özgürlük mücadelemiz devam edecektir” denildi.

24 Haziran 2018 seçiminde Hakkari Milletvekili seçilen DTK Eşbaşkanı Leyla Güven, 22 Ocak 2018’de evine yapılan baskınla gözaltına alınmıştı. Afrin harekatı ilgili açıklamaları nedeniyle tutuklanan Güven, farklı tarihlerde katıldığı basın açıklamaları, etkinlikler ve yaptığı konuşmalar nedeniyle suçlanıyordu. Güven, 31 Ocak’ta çıkarıldığı Diyarbakır 9. Ağır Mahkemesi tarafından tutuklanmıştı.

.

(Artı Gerçek)

Pembe Hayat KuirFest’te ilk gün

Dün akşam Sevgiler, Scott filminin gösterildiği açılış töreni ve ardından Anahit Sahne’de gerçekleşen konser ve partiyle festival sezonunu açan Pembe Hayat KuirFest İstanbul’daki ilk gününü kısa seçkileriyle açıyor.

Kişisel ve kolektif hafızayı sorgulayan filmlere yer veren belleğin lubundarlığı, erkekliğin türlü hallerini ezber bozan bakışıyla irdeleyen Erkeklik Belası, Londra merkezli Fringe! Queer Arts Festival tarafından hazırlanan Fringe! Kısa Seçkisi : Kader Diyemezsin Sen Kendin Ettin, Mix Copenhagen LGBT Film Festivali’nin KuirFest için hazırladığı Mix Copenhagen Kuzey Işıkları seçkileri ile kuirlik ve engel(siz)lilik kesişiminden kısalara yer veren İşte Böyle Güzeliz! kısaları izleyicilerle buluşacak.

25-26-27 Ocak tarihlerinde gerçkeleşecek Pembe Hayat KuirFest mekanları ise Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi, Fransız Kültür Merkezi ve Tasarım Atölyesi Kadıköy.

Gösterimlerin ardından Fringe! Kuir Film & Sanat Festivali programcısı Muffin Hix, Mix Kopenhag LGBTQ Film Festivali programcısı Andrea Coroma, ‘İşte Böyle Güzeliz!2 seçkisinin küratörü Theresa Heath ve ‘Erkeklik Belası’ seçkisi filmlerinden Bekledim de Gelmedin (Still Waiting) filminin yönetmeni Thomas Hakim soru cevap etkinliklerinde yer alacaklar.

Festivalin ilk gününde, Gökkuşağının Altında bölümünden Tayland’ın bu yılki Oscar adayı Malila: Veda Çiçeği, 2018 Berlin Film Festivali’nin Generations bölümünde gösterilen Minyatür ve yakın dönemde oldukça başarılı kuir sinema örnekleri veren Brezilya sinemasından bol ödüllü Elektrik Beden filmleri gösterilecek. Tekstil işçisi olarak çalışan bir grup LGBTİ+ gencin hikayesine odaklanan Elektrik Beden filminin gösteriminin ardından Denizli’de tekstil işçisi olarak çalışan göçmen LGBTİ+larla “Kuir Mensucat A.Ş.: Tekstilde Çalışan Lubunyalar Anlatıyor” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirilecek.

Kuir Belgeseller bölümünden ise Berlin Film Festivali’nde TEDDY En iyi Belgesel ödülünü kazanan Zırıl Lubunya, Atina’da linç edilerek öldürülen LGBTİ+ aktivisti Zak Kostopoulos’un anısına gösterilecek olan Yunan Lubuncası: Kalierda ve farklı geçmiş ve deneyimlerden kadınların hikayelerinin buluştuğu, çocuk sahibi olmayan, olamayan ve olmak istemeyen kadınların dünyalarını keşfe çıkan Lunadigas filmleri bugünün programında yer alıyor. Lunadigas ve Yunan Lubuncası: Kalierda filmlerinin gösterimlerinin ardından film ekipleri izleyicilerle söyleşecek.

Festivalin ilk günü, kÜLT bölümünden Eküriler’i ağırlıyor. HIV ile yaşayanlar hakkındaki önyargıları parçalayan anlatısı bakımından sinema tarihinde oldukça önemli bir yere sahip olan 1985 yapımı Eküriler, restore edilmiş versiyonundan gösterilecek.

Pembe Hayat KuirFest’in LGBTİ anlatılarına özgür bir ifade alanı açması bakımından özel bir önem verdiği Kuir Diziler bölümü de ilk günün sürprizlerinden. Bölüm kapsamında gösterilecek olan Karışık Mesajlar, Londralı bir lezbiyenin Berlin’in kuir ortamlarındaki flört maceralarını konu ediniyor.

Festivalin öne çıkan etkinliklerinden biri ise Gizem Aksu’nun modere edeceği, Kuir Belgeseller bölümünde Burada Demokrasi Yokfilmiyle yer alan Liad Hussein Kantorowicz, Atina Kuir Sanatlar Müzesi’nden Maria Dolores ve performans sanatçısı Leman Sevda Darıcıoğlu’nun katılacağı Kuir Performans: Şansın ne? Çatışman ne? Dönüşümün Nereden Nereye? başlıklı yuvarlak masa buluşması.

.

(Yeşil Gazete)

Barış akademisyeni Yonca Demir’e 3 yıl ertelemesiz hapis cezası

‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisini imzaladığı için yargılanan akademisyenlerden Yonca Demir, üzerine atılı ‘PKK/KCK silahlı terör örgütünün propagandasını yapmak’ suçu mahkeme tarafından sabit görülerek 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisini imzaladıkları için ‘Terör örgütü propagandası’ suçundan yargılanan Barış İçin Akademisyenlerin duruşmaları sürüyor. İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Boğaziçi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Ersoy’un ve 28. Ağır Ceza Mahkemesi’nde de Bilgi Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Yonca Demir’in duruşmaları görüldü.

Mahkeme, Yonca Demir’i ‘üzerine atılı PKK/KCK silahlı terör örgütünün propagandasını yapmak’ suçunu sabit görerek 3 yıl hapis cezasına çarptırdı.

Mahkeme başkanı kararını, “2 yıl verdik, 3 yıla çıkardık, onu da bozmadık” diyerek açıkladı. Kararda şu ifadeler kullanıldı: “TMK (Terörle Mücadele Kanunu) 7/2 maddesinin 1. cümlesi gereğince suçun işleniş biçimi, fiilin özellikleri, kastın ağırlığı ve yoğunluğu dikkate alınarak takdiren ve teşdiden 2 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına, sanığın atılı suçu basın yayın yolu ile işlediği anlaşılmakla aynı maddenin 2. cümlesi gereğince cezasının yarı oranında artırılarak 3 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına…”

Duruşmanın ardından akademisyenler ve avukat Meriç Eyüboğlu bir açıklama yaparak ‘Barış İçin Akademisyen’ yargılamalarında bugüne kadar verilmiş en yüksek cezaya tepki gösterdi.

.

(Bianet, Sputnik)

Eskişehir Alpu’da termiğe yönelik ‘acele kamulaştırma’ için yürütmeyi durdurma kararı

Eskişehir Alpu’da yapılmak istenen termik santralle ilgili ‘acele kamulaştırma’ kararına karşı Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Eskişehir Alpu’da yapılmak istenen kömürlü termik santral için 6 Mart 2018’de “ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) Olumlu” kararı verilmesinden sonra, bu kararın iptali için çok sayıda kişi ve kurum tarafından idari dava açılmış bunun üzerine bilir kişi raporu istenmişti. Geçtiğimiz günlerde tamamlanarak mahkemeye sunulan bilirkişi raporu ÇED raporundaki çok sayıdaki eksikliği ve yanlışlığı tespit etti. Bu gelişmenin ardından Tepebaşı Belediyesi tarafından “Acele kamulaştırma” kararına yapılan itiraz sonuçlandı. Danıştay Altıncı Dairesi itiraz yolu kapalı olmak üzere “acele kamulaştırma” kararı hakkında yürütmenin durdurulmasını hükmüne bağladı.

Danıştay kararını dün sosyal medya hesaplarından paylaşan Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç teşekkürlerini ve dileğini şöyle ifade etti:

“Bu karar kentimize hayırlı olsun; diliyorum ki Eskişehir’in en verimli toprakları üzerine yapılması planlanan kömürlü termik santral ısrarından vazgeçilir. Gelecek, temiz ve yenilenebilir enerjide. Mücadelemize destek veren tüm yurttaşlarımıza şükranlarımı sunuyorum.”

.

(Evrensel)

Antalya’da hortum can aldı: 13 yaşındaki çocuk hayatını kaybetti

Antalya’nın Finike-Kumluca sahil karayolunda oluşan hortumda 13 yaşındaki bir çocuk hayatını kaybetti, 10 kişi ise yaralandı.

Alınan bilgiye göre, bölgede etkili olan yağış ve hortum, seralar, tarım arazileri, araçlar ile bazı binalara zarar verdi. Hortum nedeniyle 10 kişi yaralandı. Kumluca Devlet Hastanesine kaldırılan yaralılardan 13 yaşındaki bir çocuğun hayatını kaybettiği öğrenildi. Yaralılardan 3’ünün hayati tehlikesinin bulunduğu belirtildi.

Antalya’da dün akşam başlayan yağış ve fırtına, hayatı olumsuz etkiledi. Konyaaltı sahilinde dev dalgalar, yola ulaşırken, bazı yollar ise trafiğe kapatıldı. Konyaaltı’na bağlı Altınkum Mahallesi’ndeki kreşin fırtına nedeniyle çatısı uçtu.

.

(Sözcü)