Ana Sayfa Blog Sayfa 2621

Gülpınar’ın zeytinleri, Tuzla’nın fasülyeleri, Kösedere’nin domatesi JES tehdidi altında

Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Gülpınar köyü yeni bir JES projesi tehdidiyle karşı karşıya. Köyün yakınındaki sulama barajına 210 metre uzaklıkta kurulması planlanan ve Kasım 2018’de Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreci başlatılan projenin durdurulması için bölge halkı yeni bir hukuki mücadele başlatmaya hazırlanıyor. 

Gülpınarlılar bir buçuk yıl önce zeytinliklerinde yapılmak istenen sondaj çalışmasını 33 gün nöbet tutarak engellemiş ve “ÇED gerekli değildir” kararı verilen JES tesisi şirketini geri püskürtmüştü.

Şimdi ise Transmark Turkey Gülpınar Yenilenebilir Enerji Üretim San. ve Tic. A.Ş.’nin 19 (megavat) MW kapasiteli Jeotermal Enerji Santrali projesinin hayata geçmesini engellemeye çalışıyor.

“Yeraltı sularının herhangi bir şekilde bir noktadan kirlenmesi ihtimali korkunç çünkü bizim içme suyumuza da karışma riski çok büyük”

JES ile ilgili ÇED sürecinin başladığını Çanakkale Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün web sitesindeki duyurulardan öğrenen Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği, proje tanıtım dosyasını incelediklerinde ruhsat sahası için izin verilen alanın 4 bin 256 hektar olduğunu söylüyor. Bu alan daha önce davacı olunan Pınarkale Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye ait ruhsat alanının yaklaşık 4 katı büyüklüğünde.

“Projeyi incelediğinizde de 2 farklı firma var. Aslında daha önceden müracaat edilmiş bir proje. 4 bin 256 hektarlık alanın ruhsat alımı için müracaat etmişler, kalan alanlara da diğer firma yani Pınarkale Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret A.Ş. müracaat etmiş. Şu an bu iki firmayı toplayıp harita üzerinde incelediğinizde bize bölgede hiç yer kalmıyor. Durum vahim. Şu anki yeni projede JES sulama barajının dibine kurulacak. Alana bir kuyu çakılmış.

Bizim açımızdan çok ciddi bir tehlike. Çünkü Gülpınar, Tuzla Ovası, Kösedere Ovası tamamen Tuzla Barajı’ndan sulanıyor. İçme suyu da baraja çok yakın kaynaklardan geliyor. Bizim ve diğer bütün köyler de (Gülpınar, Tuzla,Kösedere, Babadere, Naldöken, Çamköy, Tamış, Yukarıköy, Kocaköy, Kızılkeçili, Çamkalabak, Çamiçi) bu kaynaktan ihtiyacını gideriyor. Dolayısıyla yeraltı sularının herhangi bir şekilde bir noktadan kirlenmesi ihtimali korkunç çünkü bizim içme suyumuza da karışma riski çok büyük. Bu konuda çok endişeliyiz.”

“Fasülyenin bir gecede kuruduğunu biliyoruz”

JES tehdidine karşı mücadele veren ve gelişmeleri Yeşil Gazete’ye değerlendiren Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği, “Tuzla ve Kösedere Türkiye’nin en verimli ovalarından. Bu proje hayata geçerse Gülpınar’ın zeytinleri, Tuzla’nın fasülyeleri, Kösedere’nin domatesi artık çok kalitesiz hale dönüşecek. Dernek olarak bölge insanımıza bunun ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatmaya çalışıyoruz. Tuzla’da halihazırda 2 tane işleyen jeotermal santral var. Tuzla halkı santrallerle 15 senedir iç içe. Zararlarını biliyorlar. Bir tane fasülyenin bir gecede kuruduğunu biliyoruz. Jeotermalin havaya bıraktığı gazlardan mı? Bilemiyoruz. Tespit edilemedi çünkü şikâyet edilmedi. Halk bir şekilde kandırılıp ikna edilmiş, bölgede paralar harcanmış. Tüm dünyaya incir ihracatı yapan Aydın’da incirlerin kalitesinin jeotermal santrallerden dolayı bozulduğunu, hatta yurt dışından iade geldiğini biliyoruz. Oradaki toprağı kaybettikten sonra yapılacak hiçbir şey yok. Kendi topraklarımızı da kaybetmek istemiyoruz, Tuzla’daki varolan santrallere de karşıyız, onları da istemiyoruz” diyor.

Uzmanlara göre jeotermaller depremleri tetikliyor

Uzmanlar JES tesislerinin sadece su kaynakları, verimli tarım arazileri ve canlılar için tehdit oluşturmasının yanı sıra depremleri de tetiklediğine dikkat çekiyor. Maden Mühendisleri Odası’ndan Mebrure Badruk‘un JES tesisleri hakkında hazırladığı bir raporda “Pek çok jeotermal sahada mikro deprem aktivitesinin araştırılması yapılmaktadır ve bölge fay yapılarının pozisyonu hakkında bilgi verebilecek yer kanıtları vardır. Üretim ve reenjeksiyonu direkt etkileyen mikro depremler Geysers’de gözlemlenmiştir. Benzer şekilde, Wairakei’de jeotermal sahasında yüksek basınç altında reenjeksiyon bölgede depremler hissedildiğinde durdurulmak zorunda kalınmıştır. Ohaaki sahasında 1987-1992 yılları arasında sismik ölçümler yapılmıştır. Gözlemler sonucunda üretim sırasında sismik aktivitenin düşük olduğu saptanmıştır.” ifadelerine yer veriliyor.

İki yıl önce bölgede başlayan, aylarca süren ve uzmanların tanımlayamadığı depremlerin jeotermal sondajlar ve santrallerle ilişkisinin olup olmadığının araştırılması için mahkemeye başvuruda bulunuldu.

Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği son olarak Manisa’nın Alaşehir ilçesinde 1 kişinin yaralanması ve 30 dönümlük üzüm bağlarının zarar görmesiyle sonuçlanan jeotermalden gelen sıcak su patlamasını da santralin tehlikelerinden biri olarak gösteriyor.

Hukuki süreç devam ediyor

Çanakkale İdare Mahkemesi tarafından “ÇED gerekli değildir” kararının iptali istemiyle açılan dava reddedildi. Bunun üzerine davacılar itirazlarını Danıştay’a taşıdı. Danıştay’da benzer konuda emsal kararların olduğunu belirten davacılar olumlu bir sonuç çıkmasını bekleniyor. 

Zeytinliklere JES sondajı davasında Gülpınarlıları sevindiren ara karar

Jeotermale direnen Gülpınarlı kadınlardan mesaj var: Doğamızı da kafamızı da bozmasınlar!

Haber: Merve Damcı

Fotoğraflar: Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği

(Yeşil Gazete)

10 milyar insanı gezegeni koruyarak beslemek mümkün mü? Uzman diyetisyen Deniz Yemişçi İyigüngör anlattı

Dünyaca ünlü tıbbi bilimler dergisi Lancet – EAT Platformu ortak araştırması, yeni geliştirilen bir beslenme yöntemi ile, yaşamları kurtarmanın ve gezegeni koruyarak 10 milyar kişiyi doyurmanın mümkün olabileceğini söylüyor.

37 bilim insanı tarafından yapılan çalışmada, sürdürülebilir ve herkese yeten sağlıklı gıda tüketimi için “dünyevi sağlık diyeti” isimli radikal bir beslenme modeli öneriliyor.

Komisyon, 16 ülkeden sağlık, beslenme, çevresel sürdürülebilirlik, gıda sistemleri, ekonomi ve politika yönetişimi konularında 37 uzmanı bir araya getiren 3 yıllık bir proje için bir araya geldi

Bu beslenme yöntemi et ve süt ürünleri tamamen yasaklamıyor ancak tükettiğimiz yiyeceklerde büyük değişiklikler yapmamızı gerektiriyor.

Beslenme yöntemimizde nelerin değişmesi gerekiyor?

Önerilen beslenme modeline göre 2 bin 500 kalorilik bir diyet için her gün yiyebileceğimiz gıdalar şöyle;

1-) Et – günde 14 gram kırmızı et ya da 29 gram tavuk

2-) Süt – 250 gram – (yaklaşık bir bardak süt)

3-) Balık – günde 28 gram

4-) Yumurta – günde 13 gram (bir yumurtadan biraz daha fazlası)

5-) Sebze – 300 gram, meyve – 200 gram

6-) Karbonhidrat – ekmek ya da pirinç gibi tam tahıllar günde 232 gram ve günde 50 gram nişastalı sebze

7-) Fasulye, mercimek ve diğer baklagiller – günde 75 gram

8-) Fındık, fıstık- günde 50 gram

Bu beslenme yönteminde 31 gram tatlandırıcı ve 40 gram doymamış yağlara da (zeytin, soya, kolza, ayçiçeği ve fıstık yağı) izin veriliyor.

Profesör Tim Lang: Yediğimiz gıda ve onu nasıl ürettiğimiz insan ve gezegenin sağlığını belirliyor 

Sürdürülebilirlik için, gıda üretiminin gezegenin ekolojik sınırları göz önünde bulundurularak planlanması ve uygulanması mümkün mü? Raporun yazarlarından Londra Üniversitesi’den Profesör Tim Lang’e göre, “Yediğimiz gıda ve onu nasıl ürettiğimiz insan ve gezegenin sağlığını belirliyor ve mevcut durumda büyük yanlışlar yapıyoruz. Önemli bir revizyon yapmamız gerekiyor, küresel gıda sistemini daha önce görülmemiş bir ölçekte, her ülkenin koşullarına uygun olarak, değiştirmemiz gerekiyor. Her ne kadar bu henüz alışıldık bir politika alanı olmasa da ve bu tür problemler kolay çözülmese de, bu hedef tutturulabilecek bir hedef ve uluslararası, yerel ve iş dünyası politikalarının uyumlaştırılması için fırsatlar mevcut. Sağlıklı ve sürdürülebilir bir diyet için belirlediğimiz bilimsel hedefler, destekleyeceğimiz ve yöneteceğimiz bu değişimin önemli bir temelini oluşturuyor.” 

Uzman Diyetisyen Deniz Yemişçi İyigüngör: Belli ülke ve şirketlerin faydasına değil önce doğa sonra insan faydasına hizmet etmesi gerekmektedir

Bilimsel araştırmayı Yeşil Gazete‘ye değerlendiren Uzman Diyetisyen Deniz Yemişçi İyigüngör de küresel gıda sisteminde acilen bir revizyona gidilmesi gerektiği görüşünde. 

“Hiçbir zaman tek bir diyet tipi insanlık için kurtarıcı olamaz diye düşünüyorum. Buradaki esas faktör bilinçlenme, farkındalık. Buna uygun eğitim, her türlü teşvik ve devlet politikaları olmalıdır. Ayrıca global ve multisektörel bir yaklaşım benimsenmeli. Hepimizin aynı balonun içinde olduğunun artık farkına varılarak belli ülke ve şirketlerin faydasına değil önce doğa sonra insan faydasına hizmet etmesi gerekmektedir. 

10 milyar insanı tek bir beslenme şekliyle beslemek kağıt üzerinde en ideal görünen planda bile mümkün değil. Elbetteki kültürel, iklimsel faktörler ve bununla beraber çeşitli yaş gruplarına veya özel durumlara karşı özel ihtiyaçlar ortaya çıkacaktır ki bunu da yine araştırmada belirtmişler. İnsan sağlığı için direk olarak yararlı veya zararlı demem doğru olmaz tabii ama hali hazırda beslenme şekillerimizin ne kadar zararlı olduğunu hem yapılan çalışmalar hem de elde edilen tüm veriler (sağlık harcamaları vb. gibi) ve istatistikler gösteriyor. Ne kadar yararlı bir model olduğunu her zaman olduğu gibi uzun döneme yayılan araştırmalar gösterecek.

Buradaki en büyük dayanak ise yıllarca yararları kanıtlanmış “Akdeniz tipi beslenme”. Aslında dönüp dolaşıp üç aşağı beş yukarı bu beslenme tipine dönüyoruz. Buradaki çalışmada oldukça radikal dokunuşlar var. Çalışmada da belirtildiği gibi ‘Bazı durumlarda, hayvancılık hem beslenme hem de ekosistem açısından önem teşkil etmektedir ve hayvancılığın faydaları ve riskleri vaka özelinde değerlendirilmelidir’ cümlesiyle en büyük farklılık kırmızı et tüketiminde ortaya çıkıyor.” 

Uzman Diyetisyen Deniz Yemişçi İyigüngör

İyigüngör: Bir gıdanın nereden gelip nereye gittiğine daha çok odaklanmamız ve bu konuda bilinçlenmemiz gerekiyor

Deniz Yemişçi İyigüngör’e göre gıda atıklarının başlıca kaynağı tüketiciler, gıda üretimi, tüketimi ve dönüştürülmesi aşamalarında daha fazla bilinç ve sorumluluk sahibi olmalı. 

“Benim şahsi fikrim artık ne yeneceğinden çok nasıl üretilip nasıl tüketileceğinin ve neyin nasıl dönüştürüleceğine odaklanmak gerektiğidir. Bir gıdanın nereden gelip nereye gittiğine daha çok odaklanmamız ve bu konuda bilinçlenmemiz gerekiyor. Toprağın ve tohumun öneminin daha çok farkına varmamız gerekiyor. Toprağın beslenmesi geldiğimiz şu noktada bizim beslenmemizden kat be kat önemli.

Beslenme uzmanı olmamın yanında kendim de bir toprak bilimi öğrencisi olarak özellikle mikrobiyolojik olarak dengeli ve sağlıklı bir toprağa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum, varolan kaynakları en verimli nasıl kullanırız, nasıl daha dirençli ve biyoçeşitliliğe dönük tarımsal üretim yaparız sorusuna kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum fakat maalesef yeni tohum yasaları, sertifikalı, hibrit tohumlar, gübre kullanımının dayatılması ayrıca boşa harcanan tarım toprakları, su kaynaklarının boşa harcanması, HES’ler derken varolanı da yok etmekten başka ileriye doğru bir adım atılamıyor.

Hem mevcut durum bu iken hem de bu yapılan araştırmalardaki politikaları uygulamak pek mümkün değil. Onun için yeniden köklü değişiklikler yaparak doğru yöne sapmamız gerektiğine inanıyorum.” 

Küresel gıda sistemini nasıl dönüştürebiliriz?

Komisyon, insan gıdası ve bu gıdanın üretilme şeklinin düzeltilmesi için beş strateji öneriyor.

  • Tüketicinin sağlıklı diyetler tercih etmesini teşvik eden politikalara ihtiyaç var. Bunlar, lojistik ve depolamada yapılacak iyileştirmelerle sağlıklı gıdalara erişebilirliğin arttırılmasını, gıda güvenliğinin artırılmasını ve sürdürülebilir kaynaklardan alışveriş yapılmasını destekleyen politikalar.
  • Tarımda, büyük ölçekli üretimden vazgeçip besin değeri yüksek ve çok çeşitli mahsul üretimine odaklanılmasına yönelik stratejilere ihtiyaç var. Küresel tarım politikaları, üreticileri besin değeri yüksek, bitkisel ürünler üretmeye teşvik etmelidir, farklı üretim sistemlerini destekleyen programlar geliştirmeli, ve beslenme ve sürdürülebilirliğin iyileştirilmesine yönelik araştırmalara sağlanan fonları arttırmalıdır.
  • Tarımın sürdürülebilir biçimde yoğunlaştırılması da kilit bir unsur olacaktır, ve uygun tarımsal uygulamaların yapılması ve sürdürülebilir ve yüksek kaliteli mahsullerin üretilmesine yardımcı olmak için yerel koşulların da göz önünde bulundurulması gerekecektir.  
  • Etkin toprak ve denizler yönetişimi de doğal ekosistemlerin korunmasında ve gıda tedarikinin devamının güvence altına alınmasında önemli rol oynayacaktır. Bu, bozulmamış doğal karasal alanların (muhtemelen teşvikler aracılığıyla) korunması, tarım alanı açma faaliyetlerinin yasaklanması, bozulmuş arazilerin onarımı, zararlı balıkçılık teşviklerinin kesilmesi ve denizel alanların en az %10’unun balık avına kapatılması (“balık bankalarına” dönüştürülebilecek açık denizler dahil).
  • Gıda atıkları en az % 50 oranında azaltılmalıdır. Gıda atıklarının büyük kısmı düşük ve orta gelirli ülkelerde gıda üretimi sırasında ortaya çıkmaktadır ve nedenleri de kötü hasat planlaması, piyasalara erişim eksikliğinden dolayı tarımsal ürünlerin satılamaması, ve gıdaların depolanması ve işlenmesi için gerekli olan altyapının eksikliğidir. Teknoloji yatırımlarının iyileştirilmesi ve çiftçilerin eğitilmesi gerekmektedir.

Yılda yaklaşık 22 milyon erken ölüm vakası önlenebilir

İklim değişikliği gibi küresel sorunların giderek derinleştiği günümüzde,
yaklaşık 3 milyar insanın kötü beslendiğini belirten araştırmacılar 10 milyar insanı sağlıklı bir biçimde beslemenin, beslenme düzeninin değişmeden, gıda üretiminin ve gıda atıklarının azaltılmadan mümkün olmadığını savunuyor. Çalışma, ayrıca bu modele radikal geçiş ile yılda yaklaşık 22 milyon erken ölüm vakasının önlenebileceğini, kırmızı et ve şeker gibi gıdaların tüketiminin yüzde 50 oranında azaltılabileceğini ortaya koyuyor.

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Venezuela’da muhalefet lideri kendisini geçici devlet başkanı ilan etti

Venezuela’da Devlet Başkanı Maduro’yu protesto gösterileri sürerken, muhalefet lideri Guaido kendisini geçici devlet başkanı ilan etti. ABD hükümetinin de Guaido’yu geçici devlet başkanı olarak tanıdığı açıklandı. Guaido, ABD’nin yanı sıra Güney Amerika’daki çeşitli devletlerin de desteğini aldı.

35 yaşındaki Guaido ilk olarak 2007’de dönemin devlet başkanı olan Hugo Chavez’e karşı yürütülen öğrenci protestoları sırasında siyasete girdiğini söylüyor. 2007’de Chavez devlet başkanlığında dönem sınırlamasını kaldıran, devlet başkanına tek başına OHAL ilan etme yetkisi veren ve devletin ekonomi üzerindeki kontrolünü artıran yasal değişikliği referanduma götürmüş ve yüzde 51 ile reddedilen teklif Chavez’e ilk ve tek yenilgisini yaşatmıştı.

Venezuela, ABD ile diplomatik ilişkileri kesiyor

Bu gelişmelerin ardından ABD Başkanı Donald Trump, Venezuela Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido’yu ülkenin “geçici devlet başkanı” olarak tanıdığını duyurdu. Trump’ın bu hamlesine karşı Venezuela Devlet Başkanı Maduroise ABD ile tüm diplomatik ilişkileri kestiklerini ve ABD’li diplomatların ülkeyi 72 saat içinde terk etmelerini istedi. Ayrıca Maduro; halka yaptığı konuşmada, “Türkiye Cumhurbaşkanı beni aradı. Türkiye halkı Venezuela halkının yanındadır. Bugün tarihi bir gün.” açıklamasında bulundu.

Trump bu gelişmenin hemen ardından yaptığı yazılı açıklamada, “Venezuela’da demokrasinin yeniden tesisinin sağlanması adına bastırmak için ABD’nin ekonomik ve diplomatik gücünün tamamını kullanmaya devam edeceğim” dedi. Trump ayrıca Venezuela’daki mevcut durumun çözümü için tüm seçeneklerin masada olduğunu da söyledi.

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Maduro’ya görevi bırakması, Venezuela ordusuna da demokrasinin yeniden tesisine yönelik çabalara destek vermesi çağrısı yaptı.

Maduro 72 saat verdi

Başkent Caracas’ta, hükümet karşıtı gösteriler sırasında Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido’nun “geçici devlet başkanı” olarak yemin etmesinin ardından Devlet Başkanı Maduro Devlet Başkanlığı Sarayı Miraflores’de halka hitap etti.

Maduro, Guaido’nun kendisini “geçici devlet başkanı” ilan etmesine cevaben, “Bu başkanlık sarayına halkın oylarıyla geleli 20 yıl oldu. Biz, devlet başkanını seçen halkın oylarıyla burada olduk ve olmaya devam edeceğiz. Dolayısıyla devlet başkanını yalnızca halk seçip halk geri alabilir.” ifadelerini kullandı.

Konuşmasında ABD’yi sert dille eleştiren Maduro, “Latin Amerika ve Karayip bölgesini ülkesinin ‘arka bahçesi’ haline getirmeye çalışan emperyalist ABD’nin müdahaleci politikalarına şahit olduk. ABD müdahalelerini artık istemiyoruz. Venezuela halkı darbeciliğe, müdahaleciliğe ve emperyalizme hayır diyor.” şeklinde konuştu.

Guaido kimdir?

Juan Guaido

Venezuela’nın Vargas eyaletinde doğan Guaido’nun ailesi, 1999 yılında bölgede 30 binden fazla kişinin yaşamını yitirmesine yol açan bir toprak kaymasından sağ kurtulsa da evsiz kalmıştı.

O dönemde lise öğrencisi olan Guaido, 2000 yılında liseden, 2007 yılında Andres Bello Katolik Üniversitesi’nden mezun oldu. Sonrasında ABD’deki George Washington Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi gördü.

New York Times gazetesine konuşan Guaido’nun arkadaşı Juan Carlos Michinel, Guaido’ya mezun olduktan sonra Meksika’da bir iş teklif edildiğini fakat ülkesini değiştirmek için bunu reddedip Venezuela’da kaldığını anlattı.

Guardian gazetesine konuşan muhalif siyasetçi ve Guaido’nun arkadaşı Freddy Guevara “Guaido bir savaşçı ve bir iyimser. Mütevazı ve içten. Herkesle iyi anlaşır, bildiğiniz siyasetçi profilinde değildir” demişti.

.

(DW Türkçe, BBC Türkçe, HaberTürk)

Çin’in iki farklı yüzü: Hem yenilenebilir enerji lideri hem kömürlü termik santral destekçisi

Çin’in Asya’daki kömür santrallarına devam eden desteği temiz enerji alanındaki liderliğini yıpratıyor

Dünyanın birçok yerinde finansal kurumlar, atıl varlık riskine dayalı mağduriyetlerini sınırlamak için kömürden çekilirken Enerji Ekonomisi ve Finansal Analiz Enstitüsü (Institute for Energy Economics and Financial Analysis, IEEFA) yeni bir rapor yayımladı. Rapor, küresel ölçekte yenilenebilir enerji devi Çin’in ülke sınırları dışındaki kömür santrallarının dörtte birini finanse ettiğini ortaya koyuyor.

Yol Ayrımındaki Çin: Kömüre Desteğin Devamı Çin’in Temiz Enerji Liderliğini Yıpratıyor raporu, daha temiz ürün ve hizmetlerin ithalatında Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’yı geride bırakarak bir numaraya ulaşan Çin’in, 27 ülkede çoğunlukla ithal kömürlü termik santral yatırımlarına verdiği yüksek miktardaki teşvikleri inceliyor.

Raporun yazarlarından IEEFA Enerji Finansmanı Danışmanı Melissa Brown, küresel ölçekte kömürden çıkışı takiben, Çin’in kendisiyle birlikte 27 ülkeyi kömür finansmanının ekonomik performansındaki düşüşe maruz bıraktığına dikkat çekiyor.


IEEFA Enerji Finansmanı Danışmanı Melissa Brown

Brown, “Uluslararası Enerji Ajansı’nın en muhafazakâr senaryolarında dahi küresel kömür ticaretinde 2018 sonrası düşüş öngörülüyor. Kömür fiyatlarındaki sarmal, kömür ithalatçısı ülkelerin, elektrik fiyatlarındaki belirsizliğe bel bağlamasına neden oluyor. Buna karşın yenilenebilir enerji, teknolojideki gelişmelerden yararlanarak elektrik fiyatlarında deflasyon etkisi yaratıyor” dedi.

Aralarında birçok kalkınma bankasının da bulunduğu çok sayıda finans devi kömürlü termik santralların atıl varlık haline gelme riski sebebiyle yatırım performanslarını düşük buluyor. Dünya Bankası, İngiltere’deki Standard Chartered, İtalya’daki Generali, Japonya’daki Nippon Life bankaları finansal sebeplerle kömürden elektrik üretimine sırt çevirmiş durumdalar.

Brown: “Çin, temiz enerji konusunda ülkesi içinde köklü gelişmeler gerçekleştirip dünya çapında liderlik sergilerken, uluslararası finansman alanında modası geçmiş bir elektrik sistemi dizaynı mantığının egemenliği altında. Çin’in önde gelen finansal kurumları, uluslararası piyasalarda kömür santrallarıyla yatırımlarını sınırlarken küresel rakiplerinin arkasında kalıyor. Aynı zamanda, kömürün hükmünü kaybetmesiyle birlikte yeniden şekillenecek piyasalarda rekabet etmekte zorluk çekecek ülkelere, atıl varlık riskini dayatıyor.”

IEEFA Raporu, Çin’in kalkınma bankaları ve finansal enstitüleri ile devlet bankalarının Çin’in sınırları dışındaki 399 GW’lık kömür santrallarının dörtte birine (102GW) finansman sağladığını ya da teklif verdiğini ortaya koyuyor. Finansman, santralın yanı sıra ithalat yapılacak kömür madeni ve ilgili tren ya da liman altyapısı yatırımlarını da içeriyor.

Bangladeş, 7 milyar dolar finansman ve 14 GW kurulu güçlük proje stoğuyla Çin’in sağladığı finansman ve kurulu güçte ilk sırayı alıyor. Bangladeş’i Vietnam, Güney Afrika, Pakistan ve Endonezya takip ediyor.

Raporun yazarlarından Christine Shearer ‘Bu ülkeler, fosil yakıt ithalatı ve santralların sahibinin ya da stratejik ortağının Çin olması sebepleriyle; güneş, rüzgâr ve enerji verimliliği maliyetlerinin ithal kömür santrallarından daha ucuz hale geldiği bir zamanda yüksek miktarda dış finansmanın itici etkisine maruz kalıyor,’ dedi.

Rapor, aynı zamanda Çin’in dışarıya sağladığı kömür finansmanının kamu bankaları aracılığıyla verildiği ve kamu iktisadi teşekkülü tarafından desteklendiğini ve santralların inşası sürecinde Çin işgücüne dayanarak gerçekleşeceğine işaret ediyor.

Shearer “Bu ülkeler Çin’in kömür finansmanını kabul ederek, toplam maliyetin yenilenebilir enerji alternatiflerine yatırımla kıyaslandığında deflasyon etkisine yol açması sebebiyle verimsiz bir anlaşma yapıyor’ dedi.

Çin’in planladığı kömür projelerinin büyük çoğunluğunun finansal kapanışının tamamlanmadığı bu ülkelerde, anlaşmaların iptal olması da ihtimaller dahilinde. Çin finansmanının tamamlanmadığı ülkeler enerji piyasalarını, yenilenebilir enerjiyi destekleyecek şekilde şebeke altyapısını iyileştirmek üzerine yeniden odaklamaları gerekiyor.

IEEFA, yenilenebilir enerji maliyetlerinin yeni kömür santrallarının altına düşmesi sebebiyle, küresel ısınmanın finansal maliyetini herkesin üstlendiği bir dünyada, miadı dolmuş ve pahalı termik santrallar yerine, daha ucuz olan sıfır-emisyonlu enerjilere yapılacak özel sektör yatırımlarının daha akılcı bir yol olduğunun altını çiziyor.

Shearer sözlerini şöyle noktaladı: “Çin’in, ülkesi dışındaki kömür yatırımlarını resmi olarak sınırlandırması ve daha ucuz olan yenilenebilir enerjiler ile şebeke teknolojilerini teşvik edecek yatırımlara yönelmesi gerekiyor.”

Raporun tamamına buradan ulaşabilirsiniz. 

.

(Yeşil Gazete)

Ayşen Gruda hayatını kaybetti

Bir süredir yoğun bakımda tedavisi devam eden Türk tiyatro ve sinema oyuncusu 74 yaşındaki Ayşen Gruda hayatını kaybetti.

Türk Sineması ve Türk Tiyatrosu’nun ‘Domates Güzeli’ lakaplı oyuncusu Ayşen Gruda, 30 Kasım1945 tarihinde Erman Ailesi’nin ortanca kızı olarak İstanbul, Yeşilköy’de Osmanlı zamanında karargâh olarak kullanılan bir köşkte doğdu. Babası kara tren makinistiydi. Komedi yeteneği, çocuk yaşta Yeşilköy’deki evlerinde Ermeni komşularının taklidini yaparken ailesi tarafından keşfedildi. Lise ikiye giderken babası vefat etti. Geçim sıkıntısı yüzünden okulu bırakıp çalışmaya başladı. 

İlk rolü 1962 yılından

Tevfik Bilge’nin turne tiyatrosunda profesyonel oyunculuğa başladı. İlk rolü 1962 yılında “Kongre Eğleniyor” adlı vodvilde küçük bir hizmetçi rolü idi. 1977 yılında 16 senelik tiyatro hayatından sonra televizyonda bir eğlence programı içinde yayınlanan skeçte canlandırdığı “Domates Güzeli Nahide Şerbet” karakterinden sonra herkes tarafından tanındı.

Ayşen Erman, Ankara Meydan Sahnesi’nde tiyatro oyuncusu Yılmaz Gruda ile tanışıp evlendi. Kızları Elvan doğunca Ayşen Gruda bir süre tiyatroya ara verdi. Bu evlilik uzun sürdü. Ayşen Gruda, Yılmaz Gruda’dan boşandıktan sonra da soyadını kullanmayı sürdürdü. Ayşen Gruda daha sonra yakın dostu Adile Naşit’le birlikte, Ertem Eğilmez filmlerinin çekirdek kadrosunda yer aldı.

Rol aldığı filmler

Ayşen Gruda, “Mum Söndü”, “Deve Kuşu Kabare”, “Hababam Sınıfı Müzikali”, “Yedi Kocalı Hürmüz” gibi müzikallerde yer aldı. Tiyatronun yanı sıra da birçok televizyon programında skeçlerde ve dizilerde oyunculuk yaptı. Sinemada “Tosun Paşa”, “Süt Kardeşler”, “Şabanoğlu Şaban”, “Hababam Sınıfı”, “Neşeli Günler” gibi birçok klasikleşmiş Türk sineması örneklerinde oynadı. 2014 yılında senaristliğini ve yönetmenliğini Cem Yılmaz’ın yaptığı Pek Yakında adlı sinema filminde Cem Yılmaz, Ozan Güven, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Çağlar Çorumlu, Şirincan Çakıroğlu, Tülin Özen ile birlikte rol aldı.​

Hastaneden açıklama

Ünlü sanatçının tedavi gördüğü Kağıthane Derindere Hastanesi’nden az sonra resmi bir açıklama yapılacak.

Basın mensupları yapılacak açıklama için hastaneye davet edildi:

“Değerli Basın Mensupları,

Türk Sinema ve Tiyatrosunun Duayen isimlerinden Sevgili Ayşen Gruda’nın sağlık durumundaki önemli gelişmeler nedeniyle basın açıklaması 23 Ocak 2019 Çarşamba 15.30’da hastanemizde yapılacaktır.”

.

(Birgün)

8. Pembe Hayat Kuirfest açılıyor

Pembe Hayat KuirFest, 24 Ocak Perşembe akşamı Sevgiler, Scott filminin gösterileceği açılış töreni ve ardından Anahit Sahne’de gerçekleşecek konser ve partiyle festival sezonunu açıyor. 25-26-27 Ocak tarihlerinde gerçekleşecek olan festivale bu yıl Kıraathane İstanbul Edebiyat EviFransız Kültür Merkezi ve Tasarım Atölyesi Kadıköy ev sahipliği yapacak.

Festival bu yıl Norveç Büyükelçiliği başta olmak üzere Almanya Elçiliği, Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı, Danimarka Elçiliği, Finlandiya Elçiliği, Fransız Kültür Merkezi, İngiltere Elçiliği, Hollanda Elçiliği, Kanada Elçiliği ve Movies That Matter katkılarıyla gerçekleştirilecek.

KuirFest ve queerwaves ortaklığıyla gerçekleştirilecek açılış partisini Gazino Neukölln, Korospular ve Mersin 7Renk Koro konserleriyle; Elif KK, Samy Winehouse ve 6zm DJ performanslarıyla şenlendirecek.  

Pembe Hayat KuirFest’in gösterimler ve etkinliklerle dopdolu üç günlük macerası boyunca; her yıl dünya festivallerinde dikkat çeken uzun metraj kurmaca filmlerin izleyicilerle buluştuğu Gökkuşağının Altında, dünyanın dört bir yanından belgesel yapımları bir araya getiren Kuir Belgeseller, LGBTİ anlatılarına özgür bir ifade alanı açması bakımından KuirFest’in programında özel bir yeri olan Kuir Diziler, geçmişten günümüze sinema tarihine damgasını vuran kuir yapımların yer aldığı kÜLT, bu yıl Atıf Yılmaz imzalı kült film Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’a (1994) ev sahipliği yapan Ğ bölümleri ile Türkiye’den ve dünyadan sinemayı kuirleştiren kısa film seçkileri KuirFest takipçileriyle olacak.

.

(Yeşil Gazete)

Aşırı hava olayları 2018’de 225 milyar dolar hasara neden oldu

Dünya’nın en büyük sigorta şirketlerinden AON’un yayınladığı rapora göre 2018 yılında dünya çapında meydana gelen aşırı hava olaylarının maliyeti 225 milyar ABD doları olarak gerçekleşti. Raporun sonuçları itibarı ile de 2017 ve 2018 yılları aşırı iklim olayları yüzünden en çok hasarın yaşandığı seneler olarak tarihe geçti.

Uzmanlar özellikle iklim değişikliğinin tetiklediği aşırı hava olayları yüzünden kayıp ve hasarların, dolayısı ile maliyetlerin de büyük oranlarda artış gösterdiğini ifade ediyor.

AON tarafından hazırlanan bu rapor da bu artışa dikkat çekiyor. Çalışma, 2018’de gerçekleşen 394 meteorolojik afet incelenerek hazırlandı. Raporda, toplam 225 milyar ABD dolarlık hasarın sadece 90 milyar ABD dolarının kamu ve özel sektör sigorta şirketleri tarafından karşılandığı da ifade ediyor. Sigorta şirketlerinin toplamda tarihte 4. en büyük sigorta ödemesi anlamına gelen bu rakama rağmen maliyetlerin yüzde 60’dan fazlasının karşılanmadı.

Rapor özellikle orman yangınlarına dikkat çekiyor. Bu sene Kalifornia’da meydana gelen yangınlar sadece tek başına 12 milyar ABD doları maliyeti ile başka bir rekora da neden oldu. Zira ilk kez bir orman yangını 
en yüksek maliyetli afet olarak kayıtlara geçmiş oldu.

394 doğal felaket

Rapor 2018’deki 394 doğal felaket olayının 252 milyar ABD doları ekonomik zarar verdiğini gözler önüne seriyor. Toplamda, özel sektör ve devlet destekli sigorta programları toplamın 90 milyar dolarını karşıladı. Bu sigorta ödemesi ile birlikte 2018 bu açıdan dördüncü en yüksek yıl olarak kayıtlara geçti. Bu rakam aynı zamanda, sigorta kapsamına girmeyen ekonomik zararların bir kısmı olan koruma açığının yüzde 60 olduğu ve 2005’ten bu yana en düşük seviyede olduğu anlamına geliyor.

2018’deki en çok zarar veren afetler tropik siklonlar oldu.  Michael ve Florence  kasırgaları (Amerika Birleşik Devletleri), Jebi ve Trami tayfunları (Japonya), Mangkhut tayfunu (Filipinler, Hong Kong, Çin) ve Rumbia tayfunu(Çin) gibi tropik afetler 2018 de en çok hasar veren iklim olayları oldu. 2017 ile 2018 yılının toplam hasarı olan 653 Milyar ABD Doları ve bunlara yapılan 237 milyar ABD doları ödemeler rekor kırarak tarihteki en maliyetli yıllar olarak kayıtlara geçti.

Yıl boyunca meydana gelen diğer büyük afetler ise Kuzey ve Güney Kaliforniya’da bir dizi büyük orman yangınları oldu. 2018’deki en pahalı sigortalı kayıp olayı, 12 milyar ABD Doları olan Kamp Ateşi idi ve bu da Kaliforniya’nın en ölümcül ve en yıkıcı yangını oldu.

2018’de meydana gelen gider önemli olaylar:

  • Ekim’de ABD’deki Camp Fire, büyük çoğunluğu Paradise şehirde olmak üzere 18.804 yapıyı yok etti. Toplam kayıpların 15 milyar doların üzerinde olduğu hesaplanıyor. Kaliforniya’daki yangınlara ödenen sigorta kayıpları iki yıldır üst üste rekor kırıyor.
  • Japonya’daki aşırı yağışlar, Temmuz 2018’de büyük sel felaketlerine yol açarak, 10 milyar dolar hasara neden oldu.
  • Hindistan Kerala eyaletinde, yaz sezonu musonları ile beraber gelen sel milyar dolarlık hasarlara neden oldu.
  • Kuzey ve Orta Avrupa yaz boyunca kuraklık ile boğuştu, kuraklık çoğu tarımda olmak üzere 9 Milyar dolarlık hasara neden oldu. Milyar dolarlık kuraklıklar, ABD, Arjantin, Çin ve Hindistan’ı vurdu.
  • İtalya ve Avusturya’da Ekim ve Kasım’da meydana gelen seller toplamda 5 milyar dolar hasara sebep oldu.
  • 2.1 milyar olarlık sigorta hasarı ile Frie

Raporun tamamına bu bağlantı üzerinden erişim mümkün.

.

(Yeşil Gazete)

[Yeşil İşler] Hrant Dink Vakfı çalışma arkadaşları arıyor

Hrant Dink Vakfı, yürütücüsü olduğu ve Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi ve Uluslararası Olof Palme Merkezi ortaklığıyla yapılacak projede görev almak üzere çalışma arkadaşları arıyor.

İlgili pozisyona dair aranan genel nitelikler ile iş tanımı hakkında detay bilgi almak için Hrant Dink Vakfı resmi sitesindeki ilan sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

.

Yeşil iş ilanlarınız artık Yeşil Gazete’de

Yeşil İşler sayfamız için tklyn

.

(Yeşil İşler)

Dostluk, onur, cesaret, hayatın kutsallığı, mücadele Sorumluluğu, kayıp değerler, hakikat, sahicilik ve üstüne titremek üzerine… – Ömer Madra

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Agos gazetesinin eski binası olan Sebat Apartmanı’na Hrant Dink’in fotoğrafının ve “Adalet İstiyoruz”,“Vazgeçmiyoruz Ahparig” ve “Hrant İçin, Adalet İçin” yazılı Hrant’ın Arkadaşları imzalı pankartlar asıldı.

İlk olarak anma programının sunuculuğunu yapan Bülent Aydın konuşmasını şu cümlelerle tamamladı:

“Özlüyoruz seni, kalbimizdesin ahparig … Keşke burada olsaydın. Bu meydan birbirimize dostça sokulabildiğimiz meydandır. Belki de bu meydan aynı zamanda en güçlü olduğumuz meydandır. 12 yıldır Hrant yok, 12 yıldır adalet yok, 12 yıldır vazgeçmek yok.”

***

Bir yıl üç aya yakın bir süredir herhangi bir iddianame düzenlenmeden, kanıt gösterilmeden, mahkeme önüne çıkarılmadan hapishanede tutulan sivil toplum çalışanı Osman Kavala’nın anma törenine gönderdiği mektubu Kavala’nın çalışma arkadaşı Asena Günal okudu. Mektuptan birkaç cümle şöyle:

“Silivri’de olduğum için bu sene de Hrant’ı anmaya katılamıyorum.

Yüreğim orada olsa da, 19 Ocak’ta sevgili Rakel Dink’i, Hrant’ın ailesini görememek; Hrant’ın arkadaşlarıyla, Hrant’ı kardeş olarak bellemiş sizlerle birlikte olamamak, benim için büyük bir üzüntü kaynağı.

“Tüm mağdurlar, onların çocukları, torunları için adaletin yerini bulmasını talep ediyoruz, hukuka saygılı bir devletin vatandaşı olmanın onurunu hissetmek istiyoruz.

12 yıl önce burada, insanların kardeşlerine karşı ne kadar kolay silah doğrultabildiklerine şahit olduk.

Hrant’ın öldürülmesi, hayatın bizlere kısa bir süreliğine verilen kutsal bir armağan olduğunu yeniden anlamamıza neden oldu.

Hrant’ın öldürülmesi bizleri bir çocuğun katile dönüşmesinin nasıl önleneceğini daha fazla düşünmeye zorluyor.

Hrant’ın öldürülmesi, bizlere; eşitlik, özgürlük, kardeşlik için daha fazla mücadele etme sorumluluğu getiriyor.19 Ocak’ta, hukuksuzluğa direnmek için birarada oluyoruz.

19 Ocak’ta, onurlu bir yaşam için toplanıyoruz….”

***

Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük yazar, şair ve hak arayıcılarndan biri olan Sabahattin Ali 70 yıldan fazla bir süre önce karanlık güçler tarafından gözaltında kaybedilmiş ve akıbetinden bir daha haber alınamamıştı. Yazarın kızı Filiz Ali’nin Hrant’ın Arkadaşları adına yaptığı konuşmadan küçük bir bölüm aktarıyoruz:

“Sevgili Hrant kardeşim. 12. kez seni aramızdan alan karanlığa karşı senin kurduğun gazetenin önündeyiz. 12. kez, seni aramızdan alan karanlığa karşı, senin ve ailenin yanında durmak için, ellerinle kurduğun, büyüttüğün gazeten Agos’un önündeyiz. Bizi acılarda akraba edenlerin kurdurduğu ve ne yazık ki her geçen gün büyüyen geniş ailemizin en eski üyelerinden biri olarak sesleniyorum bugün sana […]

Öldürülen gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, bilim insanlarının ardından toplumda gitgide derinleşen ve hiç bir biçimde tedavi edilemeyecek yaralar açıldı.

Geniş ailemiz 1948’den 2007’ye kadar ne yazık ki durmaksızın büyüdü. Seni kaybetmemizin ardından da hız kesmediler. Sadece Ocak ayı, onca canımızı anımsatıyor bize. Onat Kutlar, Metin Göktepe, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy bize Ocak soğuğundan bakıyorlar, bugün burada bizimleler. Yasemin Cebenoyan Aralık’tan bakıyor bize. Şubat’ın ayazında Abdi İpekçi var.

Babam kayıptır dedim, Cumartesi Anneleri / İnsanları 1995 yılından beri Galatasaray Meydanı’nda babamın, 1915, 24 Nisan’ında İstanbul’da gözaltına alınarak trenlere bindirilen Ermeni aydınlarının, 70’lerden beri Türkiye’de kaybedilen yüzlerce insanın akıbetini soruyorlar. […]

Babamın kaybedilmesinden 70 yıl sonra gelinen noktada toplum, toptan pasifize edilmiş, her türlü haksızlık, hukuksuzluk, cinayet ve dehşeti kanıksamış durumda. Ne var ki güneşin her sabah doğması kadar doğal ve değişmez bir gerçek var evrende. Hafıza. İnsan hafızası kaybolan, kaybedilen, yok edilen, yakılan, parçalanan değerlerimizi unutmaz. Onlar, bu kayıp değerler hiç umulmadık bir yerde, umulmadık şekilde toplumun karşısına çıkar ve ‘Susmaktan hiç utanmadınız mı?’ diye sorar.

Sevgili Hrant, yine de o kadar umutsuz değiliz. Susmayanlar var, hâlâ buradayız, bir yere gitmiyoruz, vazgeçmiyoruz. Seni öldürdüklerinde henüz çocuk olanlar bugün burada, aramızda, öldürülmenizin peşine düşüyorlar, soru soruyorlar, susmuyorlar. Sizler, kaybettiğimiz bütün değerlerimiz, bize Ocak ayazında bakarken, biz burada, her yıl gençleşen kalabalıklarla vazgeçmiyoruz demeye devam ediyoruz. Umut burada! Bu topraklar, bu ülke bizim!” 

***

Oyun yazarı, gazeteci, radyocu, aktivist Aydın Engin, iki gün içinde Hrant Dink’i hatırladığı ve hatırlattığı yazıların ikincisinde, “Paris’te Concorde meydanında, Ankara’da Güven Park’ta” başlıklı olanında şöyle diyordu:

“2001 yılının 29 Ocak’ında Fransız Parlamentosu ülkedeki Ermeni diasporasının etkisi ve katkısı ile ‘Fransa, 1915 yılındaki Ermeni soykırımını tanır’ başlığını taşıyan bir yasa tasarısını oyladı ve kabul etti. Türkiye ayağa kalktı.

Henüz öldürülmemişti.

Türkiye medyası da henüz AKP tarafından tutsak edilip, satın alınmamıştı. TV kanalları onu çağırdılar. Bir kanaldan çıkıp öteki kanala koşmacasına ekranlara çıktı. Yüzünde acılı bir gülücük, sesinde ödünsüz bir netlikle konuştu:

‘Şimdi gidip Paris’te Concorde Meydanında bir taşın üstüne çıkacağım ve olanca gücümle haykıracağım: ‘1915’te Anadolu’da Ermenilere soykırım yapılmamıştır!’. Ardından Türkiye’ye gelecek, Ankara’da Güven Park’ta bir taşın üstüne çıkacağım ve olanca gücümle haykıracağım: ‘1915’de Anadolu’da Ermenilere soykırım yapılmıştır!’… Fransa devleti bir kolumdan, Türkiye devleti öteki kolumdan tutup çekecekler. Belki beni ikiye ayırıp parçalayacaklar. Ama ben söylediklerimden bir adım geriye atmayacağım.’

Ölümüne kadar geri adım atmadı. Fırsat bulduğu her yerde Türkiye’nin 1915’le yüzleşmesi gerektiğini anlattı.

Antalya’da saldırıya hazırlanan bir grubun doldurduğu bir salonda aynı cümleleri korkusuzca tekrarladı. Saldırmaya hazırlananlar bu yiğit sesin karşısında ayağa kalkıp onu alkışladılar…

Marsilya’da ona ‘Sen Kemalizmin ajanısın… Sen Ermenilere ihanet ediyorsun!’ diye bağıran Ermeni milliyetçilerine sözlerinden milim ödün vermeden seslendi. Konuşması bittiğinde salondaki yaşlı Ermeniler sessizce somurtuyor, genç Ermeniler ise onu alkışlıyordu.

Adı Hrant’tı. Soyadı Dink.”

***

“Kaybettiğimiz ne peki? Hakikat ve sahicilik. Biz bir insanı değil, bunları kaybettik. O yüzden daha hakiki ve sahici olduğumuz o ilk günlerde, yüzbinlerce insan yürüyebilmiştik. Ve o yüzden halen en çok o güne sığınırım kendi içimde.”

Şair ve yazar Karin Karakaşlı, gazeteci ve haklar savunucusu aktivist Hrant Dink’in dünyanın en büyük metropollerinden birinde, kendi gazetesinin önünde güpegündüz karanlık güçler tarafından arkadan vurularak katledilmesinin ardından onun cenazesinde yüzbinlerin yürüyüşünün anlamını anlatıyor ve yazısını şu yalın sözlerle bitiriyor:

Hrant Dink’i öldürdüler. El birliğiyle. Ve eller yine ve hep el ele. Birbirinin çamurunu gömmeye. O yüzden, azaltmaya yeltendiklerinde nereden çoğaldığına bakmakta mesele. Her şeyini elinden almaya kalktıklarında senden koparamayacakları o şeye.

Sonra da bir kez daha onun üstüne titremeye…Bu da onlara dert olsun diye.” 

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Ömer Madra

Vakanüvis ÖM

Büşra, Kübra, Merve, takın onu tekrar çabuk! – Ümit Kıvanç

Bu yazı gazeteduvar.com.tr den alınmıştır

Başörtülerini çıkaran, bunu kendileri için “özgürleşme” hamlesi olarak tanımlayan ve yüzlerini apaçık gösteren fotoğraflarla memleketin geri kalanına duyuran genç kadınlar elbette olay haline gelecekti; takıntı ve saplantılarımızı göz önüne alınca, az bile geldi.

Kolaj bianet.org’dan alınmıştır

Bu konuda söze başlamadan sanırım bir prosedürü halletmek gerekiyor. Çünkü bazı kadınlar -olayın kahramanları değil- erkeklerin bu işe karışmasının caiz olmadığını sert ifadelerle bildirdiler. Kadınların ne giyeceğine, nerede ne zaman dolaşabileceğine, nasıl oturup kalkacağına ilişkin olarak, üstelik çoğu da saçma sapan olmaları bir yana, vicdansızca, insafsızca olan talimatlarla, buyruklarla, yaptırımlarla hayatı bozan erkeklerin bolluğu yüzünden böyle bir alan koruma talebini meşru bulmamak imkânsız. Yine de memleketin herhangi bir meselesini hep beraber konuşabiliyorken bunu niye konuşamayacağımızı anlayamıyorum. Hepimizi ilgilendiren, hepimizin hayatını iyileştirecek veya kötüleştirecek bir konuda, erkekler olarak bizim de haddimizi bilerek konuşmayı öğrenmemiz lazım, bu da konuşmadan olmaz.

‘DEĞİŞİM’İN ANLAMI

İlkin: “Başörtülerini çıkaran kadınlar” başlığı üzerine düşünülmeli. Özellikle bu kadınların birkaçının sosyal medya paylaşımlarında, kendileriyle yapılan görüşmelerde dile getirdikleri, başörtüsü çıkarma kararlarının bireysel olduğunu ortaya koyuyor. En fazla, aynı dertlerden mustarip yakın arkadaşlarla görüşülerek alınmış kararlar bunlar. Çoğunlukla “özgürleşme” başlığı altında toplansa da, bu genç kadınların çok şeyi göze alarak verdikleri hayat kararının bireyselliğine gölge düşürmekten kaçınmak şart.

İkinci olarak işaret edeceğim durum bu hükmü pekiştirecek. Söz konusu kadınlardan bazılarının özellikle vurguladığı bir nokta var: Başörtüsü çıkarmayı daha “ilerideki” bir varoluş tarzına doğru atılmış adım diye değil “değişim” olarak sunuyorlar. Başörtülü-başörtüsüz fotoğrafını yan yana koyup, “iki halimi de seviyorum, ama şimdikini daha çok seviyorum” mealinde sözler eden birinin kaygısını -anlayabildiğim ölçüde- çok değerli buluyorum. “Değişim”in öncesi, henüz çok yakın geçmişleri. Şimdi yaptıkları hareketi daha çarpıcı, daha değerli ve daha kahramanca kılmak için onu bir kalemde harcamıyorlar. “O ne korkunçtu öyle!” muhabbeti yapmıyorlar. Burada olgunluk var. Herhalde hesaplaşma meşakkatinin ve cesaret mecburiyetinin getirdiği olgunluk. Hem kendi geçmişlerini, yakınlarını hem benzer tereddütler yaşadıklarını şüphesiz bildikleri başka insanları göz önüne alarak, düşünceli tavırla, serinkanlı üslûpla konuşuyorlar.

Üçüncü noktamıza gelelim: Fakat yine de “özgürleşme” kavramını kullanmaktan imtina etmiyorlar. Bundan kasıtları nedir? Nâçizâne, benim anlayabildiğim, elbette yalnız saçlarını savurabilme hürriyeti veya rüzgârı saçında hissedebilme yeniliği değil. Güncel dünyevî baskı mekanizması hükmündeki dinin kısıtlamalarından kurtulmaktan ibaret de değil. Daha çok, basitçe, hiç basit olmayan bir şeyden, kendi hayatları konusunda kendi kararlarını verebilme imkân ve gücünden bahsettiklerini sanıyorum. Her birey için hayatî, kadınlar için iki kat daha zorlu uğraş gerektiren ve sağladığı tatmin başka şeye benzemeyen bir bireysel kapasiteyi kazanmaktan. Bu bireysel tercih hakkı ve kapasitesini çocuklarına vermeme konusunda toplumumuz ısrarlıdır. Özgürleşme, birey olarak hayatî kararlarını kendi eline alma meselesini sadece başını örttü-açtı’dan ibaret saymak tercihli ahmaklıktır, affedilmez.

İTAATSİZLİK!

Başörtüsü çıkarıp bunu ilan etmeye varan bir bireysel hürriyet girişiminin din istismarına dayalı otokrasi heveslisi iktidar çemberinde yaratacağı rahatsızlık gayet beklenir bir hal. Genel olarak toplumsal hegemonyayı dinle bağlantılı özel hayat talimat ve hükümlerine dayandırmaya çabalayan her kim varsa hepsi için de öyle. Şu kadınların kalkıştığı iş fena halde rahatsızlık verici! Hattâ dön dolaş yine dine dayandırılmadığında hegemonik gücü yeter seviyeye gelemeyen, ama laikçi-seküler versiyonundan da aynı seviye ihtiyacı yüzünden imtina edilemeyen milliyetçilik için de büyük bir meseledir, bahsettiğimiz “özgürleşme” eylemleri. Tehlikeli bir itaatsizlik meselesidir. Yani Devlet Bahçeli’yi de söz konusu genç kadınlara esip savururken izleyebiliriz.

Bu tarafta beklenmedik tuhaflık yok da, peki, derdi güya tam da “gençliği” “hurafeler”den, “Ortaçağ karanlığı”ndan şundan bundan kurtarmak olan laikçi kamp neden rahatsız, bu cesur kadınlardan? Niye bir türlü kabul etmek istemiyorlar onların “özgürleşme” girişimlerinin sahiciliğini? Yok Fettoş, yok proje, yok komplo… Neden?

Azıcık geriye dönüp oradan gelelim.

RAHATSIZLIĞI İKTİDAR GİDERDİ

İslâmcı genç kadınların başörtüsü özgürlüğü mücadelesi yayılırken, bunun sınırlı da olsa kıyısında köşesinde başörtülü kadınlar kadın haklarından, erkek egemen dünyadan söz etmeye girişti. Beri yanda Refah Partisi’nin özellikle yerel çalışmalarında ve başarılarında “hanımlar”ın müthiş etkili olduğu görüldü. Din istismarına dayalı politika yolunu seçmiş erkeklerde gizlenemeyen bir tedirginlik baş gösterdi. Bunun, yalnız belirtileri değil, somut, fiilî yansımaları ve sonuçları görünür oldu. “Ortaya fırlamış” kadınların onlar sayesinde kazanılan siyasî güç aşındırılmadan nasıl tekrar geri çekileceği, başlı başına mevzuydu. AKP ile birlikte iktidarın alınışı, sağlanan imkânlar, menfaatperestliğin, vicdansızlığın, belkemiksizliğin yalnız erkeklere özgü illetler olmayışı, utanma-sıkılmanın tedavülden kalkışına iktidar çeperindeki erkekler kadar kadınların da itiraz etmeyişi, pekâlâ bizzat dindar kesimde çok hayırlı gelişmelere sebep olabilecek bir dinamiğin sönmesine yol açtı. Kadınların inisiyatifinin sınırlanması şarttı; o kesimin siyasî bakımdan faal kadınlarını -çoğunlukla ikbal karşılığı- bu yolda işbirliğine sürüklemek zor olmadı.

Tabiî verili çerçeveyi ve hayat talimatnamelerini kabul etmeyecek kadınların bizzat o âlem içinde itiraz ve söz hakkı bulamadıklarında ne yapacakları gibi bir soruyu aklına getiren yoktu. İktidarın mutlaklığı hissi gözleri kör, kulakları sağır ediyor. AKP’nin bugün artık temsil ettiği yoz varoluşa tepki duyan radikal gençlerin DAİŞ’e, El-Kaide’ye meyletmesini de görmüyor, duymuyor aynı insanlar. Tepkinin kaynağı, hedefi, benzer olabilir, bu tepki sonucu gittiğiniz yönler tamamen ters olabilir. Nasıl bir bireyseniz iyiniz kötünüz ona göre olacaktır haliyle.
Ve aslında bütün vâveyla bu basit mesele etrafında kopuyor: Birey misiniz?

YIKILAN MİTOSLAR

Mümkünse bütün başörtülü kadınların başörtülü kalmasını isteyenlerin sıkıntısı da işte burada. Bu kadınlar bir noktada bireysel kararlar verip başlarını açtıklarında birçok mitos birden yıkılıyor. Yani yıllarını başörtülü geçirmiş genç kadınların, aaa, hayret!, kendi adlarına düşünüp karar alabildikleri ortaya çıkıyor. Ne tuhaf değil mi? Halbuki onlar Ortaçağ karanlığının pençesinde kıvranan, aklın fikrin yerine hurafeleri ve boş inançları geçirmiş, kapasitesiz, kısıtlı yaratıklar olmalıydılar. Aydınlanma’dan nasibini almamış, bu tarafa dönüp baktıklarında olsa olsa anlamsız hayranlık duymaları beklenen, fikrî ve hissî garibanlar olmalıydılar. Veya başörtülerini çıkarırken dönüp öbür tarafın sevmediğimiz nesi varsa bunlara hakaretler yağdırmalıydılar. Kullanılabilecek malzeme vermeliydiler. Haydi bunlara gereken özeni göstermediler, hiç değilse o bez parçasını çıkarıp attıklarında soluğu Anıtkabir’de falan almalı, başka türlü bireysel varoluş halleri bulunabileceğine dair tedirgin edici ihtimaller yaratmamalıydılar.

Daha fenası da var. Eğer bazı başörtülü genç kadınlar bireysel kararlar verip başka türlü giyinmeyi, başka türlü yaşamayı seçebiliyorsa, her kesimden başka insanlar da günün birinde başka tercihler yapabilir, başka yollara yönelebilir demektir. “Gerici” doğmuş, “gerici” olarak büyümüş, öyle de ölecek düşmanlarla karşı karşıya kalınmadığında ne olacak? İnsanların değişebileceği kabul edildiğinde, mevcut siyasî kültürümüz her yönden çatır çatır çatlamaz mı? Aynı mantıkla, maazallah, hayatının bir aşamasında başını örten kadını da mâkûl, normal karşılamak gerekmeyecek mi? Bunun devamında, insanları belirli bir kimlikle damgalamak ve siyaset dahil her şeyi bunun üzerine bina etmekten vazgeçmek gerekmeyecek mi? Özcülük elimizden alınacak mı? Yoksa artık faillerle değil sebeplerle, süreçlerle mi düşünmemiz gerekecek? Bu, millî benliğimizi inkâr gibi bir şey, Allah saklasın!

Bu yüzden, erkekler karışmasın, falan demeyin, size sesleniyorum, haddinizi bilmeden sadece kendi hayatını değil siyasî kültürümüzü de altüst eden, bildik varoluş tarzlarını tehlikeye sokan “özgürleşme”ci genç kadınlar, takın o örtüleri yeniden, çabuk! Bakın ne ablaların abilerin eli ayağı birbirine dolandı.

Bu yazı gazeteduvar.com.tr den alınmıştır

.

Ümit Kıvanç