Dünya’nın dördüncü büyük ekonomisi ve Avrupa’nın en çok kömür tüketen ülkesi Almanya, 2035 ile 2038 yılları arasında tüm kömür tüketimini sona erdiriyor.
Kömür Komisyonu tarafından alınan karar, ülkede faaliyet gösteren 44 GW kapasiteli kömür termik santrallerin bu tarihe kadar kademeli olarak kapatılması anlamına geliyor. Kurulu gücün yarısından fazlası 2030 öncesi kapatılacak.
Kömür Komisyonu kamu, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu bir kurum. Kurumun aldığı bu kararın uygulamaya geçmesi için hükümet tarafından da kanunlaştırılması bekleniyor.
Emisyonlarının yaklaşık yüzde 30’u kömürden kaynaklanan Almanya dünyanın 6. en çok sera gazı salımı yapan ve Avrupa çapında en çok kömür kullanan ülke. Almanya elektriğinin yüzde 35.3’ü kömürden karşılanıyor (2018 itibari ile) ve 44 GW kurulu gücü var.
Kömür Komisyonu tarafından alınan kararın detayları ise şu şekilde>>:
Almanya en geç 2038’de tüm kömürü sona erdirecek, 2032’de yapılacak olan revizyonla bu tarih 2035 yılına da çekilebilir.
2022 yılına kadar 12.5 GWlık kömürlü termik santral kapatılacak, ayrıca 2030 yılına kadar da 13 GW daha kapatılacak. Böylelikle 2030 itibari ile toplam en az 25 GW kömürlü termik santral kapatılmış olacak.
Devlet, bu karardan etkilenen bölgelerde, sosyal ve ekonomik dönüşüm için 20 yıl içinde 40 milyar euro yatırım yapacak.
Almanya tarihinde elektrik üretimindeki yenilenebilir enerjinin payı kömürü ilk kez 2018’de geçti.
Yapılan son anketlere göre Almanların yüzde 73’ü kömürün 2030 ya da daha öncesinde terk edilmesini desteklerken, yüzde 46’sı ise 2025 tarihini öneriyor.
Pembe Hayat KuirFest İstanbul macerasına dopdolu bir gösterim ve etkinlik programıyla veda ediyor.
Bugün Kuir Belgeseller bölümünden; yaşamının ilerleyen dönemlerinde, kendini tanımlayabileceği interseks kelimesini keşfettiğinden beri kendi gibi olanlarla bir araya gelmeye çalışan Vincent Guillot’nun hikayesini anlatan İnterseks, toplumsal cinsiyet ve yeni ebeveynlik tartışmaları üzerinden ilerleyen Kainatla Münasebet ve Berlin Film Festivali’nde TEDDY En iyi Belgesel ödülünü kazanan Zırıl Lubunya gösterilecek.
KuirFest’in son gününde Gökkuşağının Altında bölümü, 2002 yılından Sydney’de kurulan ve genellikle belgesel ile spekülatif kurgu türlerinin kesişiminde işler üreten iki kişilik sanat kolektifi Soda Jerk tarafından çekilen Madi Nullius, tekstil işçisi olarak çalışan bir grup gencin hikayesini gündelik karşılaşmalar ve ânlar üzerinden gerçekçi bir dille anlatan Elektrik Beden ve prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan Rafiki filmlerini ağırlayacak.
Bugün kÜLT bölümünden Çözülen Diller ve Kuir Diziler bölümünden Karışık Mesajlar bir kez daha izleyicilerle olacak.
Kısa seçkilerinden ise İşte Böyle Güzeliz!, Mix Copenhag ve Fringe! seçkileri ile Türkiye’den Kısalar izlenebilir.
Festival programında bu yıl yine Türkiye’den Kısalar bölümü özel bir yere sahip. Seçki kapsamında Sinan Göknur’un Rüya, Umut Erdem’in Bir Bisiklet Hikâyesi, Gizem Aksu’nun Hisler Arşivi: Radikal Şefkat, Demhat Aksoy’un Oda Ex, Bahar Kılıç Adilçe ve Hulusi Nusih Tütüncü’nün Başka Mevzu, Öykü Aytulun’un Tanışma filmleri ile Ezgi Şahin, Demhat Aksoy, Uzay Nagodre ve Umut Erdem’in Değişim İçin Film başlıklı projeleri gösterilecek. Gösterimin ardından, seçkide yer alan filmlerin yönetmenlerinin ve ekiplerinin yanı sıra Türkiye’de kuir sinema üreten sinemacıların bir araya geleceği Kuir Sinemacılar Toplaşıyor başlıklı bir forum düzenlenecek.
Bugünkü bir diğer etkinlik ise Kuir Programcılar Toplanıyor başlıklı sohbet olacak. Bu sohbette, Avrupa’dan kuir festivallerin programcıları, festivallerin nasıl hazırlandığı ve programlama süreçleri hakkında deneyimlerini paylaşacak. Moderasyonunu Esra Özban’ın (KuirFest) üstleneceği sohbete Ricke Mericke(Queer Lisboa), Theresa Heath-Ellul (Wotever DIY Film Festivali), Muffin Hix(Fringe! Kuir Sanatlar Festivali) ve Andrea Coloma (Mix Copenhagen) katılacak.
Festivalin kapanışı ise Boysan’ın Evi’nde gerçekleşecek Zırıl Lubunya gösterimi ile gerçekleşiyor.
Mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi 21 ülkeden 30 tanınmış entelektüel, ortak bir manifestoyla milliyetçiliğin ve popülizmin güç kazanması ve liberal demokrasi değerlerinin tehlike altında olması nedeniyle “Avrupa gözlerimizin önünde parçalanıyor” uyarısında bulundu.
BBC’den Övgü Pınar’ın haberine göre Fransız filozof Bernard-Henri Levy’nin girişimiyle hazırlanan manifestoyu imzalayanlar arasında Orhan Pamuk, Milan Kundera, Salman Rüşdi, Mario Vargas Llosa, Svetlana Alexievich, Herta Müller, Elfriede Jelinek ve Roberto Saviano gibi bazıları Nobel ödüllü yazar, tarihçi ve düşünürler de var.
Fransa’da Liberation, İngiltere’de The Guardian,
İtalya’da La Repubblica gazetelerinde yayımlanan manifestoda “Avrupa
fikri tehlikede” deniliyor.
La Repubblica’da “Evimiz Avrupa’yı kurtaralım” başlığıyla yayımlanan manifestoda şu ifadeler yer alıyor:
“Avrupa, öfkeden körleşmiş ve ilgi odağı olma fırsatı yakalamanın coşkusuyla dolmuş sahte peygamberlerin saldırısına uğruyor. Geçen yüzyılda kendisini iki kez intihardan kurtaran, biri Manş Denizi’nin diğeri Atlantik’in öte yanındaki iki büyük müttefiki tarafından terk ediliyor. Kremlin’in lideri tarafından gittikçe daha alenileşen manipülasyonlara maruz kalıyor. Avrupa, bir fikir olarak, bir irade ve temsil olarak gözlerimizin önünde parçalanıyor.”
“Yeni bir direniş ruhu ortaya çıkmazsa bir felaket olacak”
Avrupa
Parlamentosu seçimlerinin bu “feci atmosferde” yapılacağını vurgulayan
imzacılar “Faşizmin yenilgiye uğratılmasından 3 çeyrek asır sonra,
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından 30 yıl sonra medeniyet için yeni bir
savaş yaşandığını” belirterek şöyle devam ediyor:
“Bir şeyler
değişmezse; yükselen dalgayı durduracak bir müdahale gelmezse, tüm
kıtada en kısa zamanda yeni bir direniş ruhu ortaya çıkmazsa bu seçimler
bugüne kadar gördüklerimiz içinde en yıkıcısı olacak: Sabotajcılar
zafer kazanmış olacak; Erasmus, Dante, Goethe ve Comenius mirasına hâlâ
inananlar için utanç verici bir yenilgi olacak; akıl ve kültürü
aşağılama politikası kazanacak; yabancı düşmanlığı ve antisemitizm
patlaması yaşanacak; bir felaket olacak.”
Kendilerini “Avrupa-perverler” olarak tanımlayan imzacılar, “Bu yaklaşan felakete teslim olmayı reddediyoruz” diyor.
Manifesto şu cümlelerle sona eriyor:
“Şimdi Avrupa fikri için savaşmalıyız, aksi halde onun popülizm dalgaları altında yok oluşunu izlemek zorunda kalacağız.
“Milliyetçi
ve kimlikçi saldırıya karşılık olarak aktivizm ruhunu yeniden
keşfetmeliyiz ya da aksi halde öfke ve nefretin bizi sarmalayıp
batıracağını kabul etmeliyiz. Paris’ten Roma’ya kadar, Barcelona,
Budapeşte, Dresden, Viyana ve Varşova duraklarından geçen,
özgürlüklerimizi ateşe atmak isteyen bu ruh kundakçılarına karşı alarm
zillerini acilen çalmalıyız.
“Ufukta beliren bu garip ‘Avrupa’ yenilgisinin ardında; toplumlarımızı büyük, saygıdeğer ve müreffeh kılan her şeyi yıkmayı amaçlayan bu yeni Avrupa vicdani krizinin ardında, 1930’lardan bu yana görülmemiş büyüklükte bir meydan okuma var: liberal demokrasiye ve onun değerlerine yönelik bir meydan okuma.”
Orijinali The Guardian‘da yayınlanan yazıyı bianet.org sitesinde yayınlanan Elif Ünal çevirisinden aldık.
Birine yanan evi havlu sallayarak söndürmesini tavsiye eder misiniz? Veya silahlı bir çatışmaya bir sineklikle gelmesini? Buna rağmen iklim değişimi için verilen tavsiyeler krizin doğasıyla çok daha uyumsuz olabiliyor.
Geçen hafta gelen kutumdaki bir e-posta ofisimi daha ‘yeşil’ yapmam
için 30 öneri sundu: tekrar kullanılabilen kalemler kullanın, açık
renklerle dekore edin, asansör kullanmayı bırakın.
Eve döndüğümde, merdivenleri oflaya puflaya çıkıp, diğer seçenekleri
de gerçekleştirebilirim: ampulleri değiştir, yerel sebzeler al,
eko-cihazlar satın al, çatıya güneş paneli koy…
Hatta yayınlanan bir araştırma iklim değişimiyle mücadele etmek için en mükemmel yolu ortaya koydu: Çocuk yapmayın.
Kurumsal reklamlarda, okul kitaplarında ve özellikle ana akım çevre
gruplarının kampanyalarında bireysel eylemlere yönelik bu yaygın
tanıtımlar, soluduğumuz hava kadar doğal görünüyor. Ama daha kötüsüne
hizmet ediyor olamazdık.
Emisyonların yüzde 71’inden 100 şirket sorumlu
Biz hayatlarımızı daha ‘yeşil’ yapmanın yolların aramakla meşgulken,
fosil yakıt şirketleri bu çabaları anlamsız kılıyor. Peki ya 1988
yılından beri artan karbon emisyonları? Bu emisyonların yüzde 71’inden
sadece 100 tane şirket sorumlu. Siz tekrar kullanılabilen kalemlerinizle ve panellerinizle azaltmaya çalışırken onlar gezegeni ateşe veriyor.
Şirketlerin kirletme özgürlüğüne karşın bireylere yüklenen sorumluluk
tesadüf değil. Kolektif eylem olasılığına karşı, son 40 yıl boyunca
süren ideolojik bir savaşın sonucu. Bir yandan da yıkıcı bir şekilde
başarılı. Ancak bunu tersine çevirmek için çok geç değil.
Neoliberalizm ve yok olan halk iradesi
Thatcher ve Reagan tarafından zirveye çıkarılan neoliberalizm
projesinin iki temel amacı vardı. Birincisi hesap sorulamaz özel gücün
kullanımının önündeki bütün bariyerleri kaldırmak. İkincisi ise bu güç
ile demokratik halk iradesinin kullanımını yönetmek ve engellemek.
Ticari markalara yönelik; özelleştirme, kuralsızlaştırma, vergi
indirimleri ve serbest ticaret anlaşmaları gibi politikalar… Bütün
bunlar şirketlerin büyük kârlar elde etmelerini sağladı ve şirketlere
atmosfere atıklarını gönderebilecekleri bir lağım gibi muamele etme
özgürlüğünü verdi. Bizim ise devlet aygıtları aracılığıyla toplu
refahımızı planlama yetimizi baltaladılar.
Şirketlerin gücü üzerinde kurulmaya çalışan herhangi bir toplu
kontrol mekanizması elitlerin hedefi haline geldi: lobicilik ve kurumsal
bağışlar, demokrasinin içinin boşaltılması, yeşil politikaların önüne
geçilmesi ve fosil yakıt desteklerinin sürdürülmesi, işçilerin iktidara
sahip olmaları için en etkili araç olan sendikalar gibi derneklerin
haklarının mümkün olduğunca azaltılması gibi.
İklim değişikliğinin eşi görülmemiş bir kolektif halk tepkisi
gerektirdiği anda neoliberal ideoloji ön plana çıkıyor. Bu nedenle
emisyonları hızlı bir şekilde azaltmak istiyorsak tüm serbest piyasa
mantralarının üstesinden gelmemiz gerekecek. Demiryollarını, kamu
hizmetlerini ve enerji şebekelerini kamu kontrolüne geri almak;
şirketleri, fosil yakıtları ortadan kaldırmak için düzenlemeler yapmak
ve vergileri iklime hazır altyapıya ve yenilenebilir enerjiye yapılan
büyük yatırımların karşılığını vermek için kullanmak gibi. Böylece güneş
panelleri, yalnızca karşılayabileceklerine değil, herkesin çatısına
gidebilir.
Hepimiz Thatcher’ın çocuklarıyız
Neoliberalizm sadece bu gündemin politik olarak gerçekçi olmadığını
garanti etmedi. Aynı zamanda kültürel olarak düşünülemez hale getirmeye
çalıştı. Rekabetçi kişisel çıkar ve aşırı bireyciliğin kutlanması,
şefkat ve dayanışmanın damgalanması kolektif bağlarımızı yıprattı.
Margaret Thatcher’ın vaaz ettiği cümle, sinsi bir anti-sosyal toksin
gibi yayıldı: “Toplum diye bir şey yoktur”.
Araştırmalar, bu çağda gelişen insanların gerçekten daha bireysel ve
tüketici olduklarını gösteriyor. Kendimizi vatandaşlar yerine
tüketiciler, karşılıklı bağımlılar yerine bağımsız bireyler olarak
düşünmemizi söyleyen bir kültürde ilerliyoruz. Böyle bir durumda
sistemsel bir sorunu bireysel mücadeleler ile çözmeye çalışmamız
şaşırtıcı mı? Hepimiz Thatcher’ın çocuklarıyız.
Ekolojik çöküşün sorumluluğu da sizde
Neoliberalizmin öncesinde dahi kapitalist ekonomi insanları sömürücü
bir sistemin yapısal sorunları olan yoksuzluk, işsizlik, sağlıksızlık,
tatminsizlik gibi sorunların aslında bireysel eksikliklerden
kaynaklandığına ikna etmeye çalışıyordu.
Neoliberalizm bu içselleştirilmiş suçu üstlendi ve tekrar doldurdu.
Şu anda yalnızca iyi bir işi güvence altına alamamaktan, biriken
borçlarınızdan veya yoğun iş programınız sebebiyle arkadaşlarınıza vakit
ayıramamaktan sorumlu değilsiniz. Aynı zamanda ekolojik bir çöküşün
yükünü taşımaktan da sorumlusunuz.
Bireyler gibi düşünmeyi bırakmalıyız
Tabii ki insanların daha az tüketmesine ve düşük karbonlu
alternatifler (sürdürülebilir çiftliklerin inşası, pil depolarının icat
edilmesi, sıfır atık yöntemlerini yaymak) geliştirmesine ihtiyacımız
var. Ancak bireysel seçimler, ekonomik sistem sadece zengin ve aşırı
kararlı insanlar için değil herkes için uygulanabilir çevresel
seçenekler sağladığı zaman işe yarayacaktır.
Uygun fiyatlı toplu taşıma mevcut değilse, insanlar arabalarla gidip
gelecek. Eğer yerel organik yiyecekler çok pahalıysa, süper market
zincirlerinden vazgeçmezler. Ucuz seri üretilen mallar sürekli akarsa,
onlar satın alacak, alacak ve alacak. Neoliberalizmin işi bu: iklim
değişikliğini iktidar ve politikadan ziyade neyi nasıl yapmamızı
söyleyen el kitaplarımızla ele almaya ikna etmek.
Eko-tüketicilik suçunuzu hafifletebilir. Ancak, iklim krizinin
yörüngesini değiştirme gücüne yalnızca kitlesel hareketler sahip. Bu da
bizden önce neoliberalizmin yarattığı büyüden kesin bir zihinsel mola
vermemizi gerektiriyor: bireyler gibi düşünmeyi bırakmalıyız.
Kitlesel hareketlere dönüş
İyi haber şu ki, insanların bir araya gelme dürtüsü kaçınılmaz ve
kolektif imgelem zaten politik bir geri dönüş yapıyor. İklim adaleti
hareketi boru hatlarını engelliyor, trilyonlarca doların elden
çıkarılmasını zorluyor ve dünyadaki şehirlerde yüzde 100 temiz enerji
ekonomisine destek sağlıyor. Bu tür hareketlerin doğrultusunda siyasi
partiler nihayet neoliberal dogmaya meydan okumaya hazır görünüyor.
Jeremy Corbyn’in İşçi Manifestosu iklim değişimini ele almak için
şöyle bir alternatif öneriyor: ekonomiyi kamuya açık bir şekilde yeniden
şekillendirelim ve şirket oligarşilerinin artık zincirlerini
koparmamaları konusunda ısrar edelim. Zenginlerin bu dönüşümü finanse
etmek için adil paylarını ödemeleri gerektiği düşüncesi, siyaset ve
medya sınıfı tarafından gülünç kabul edildi. Milyonlar aynı fikirde
değil. Uzun zamandır birbirinden kopuk duran toplum artık bir intikam
duygusuyla geri dönüyor.
Bu yüzden biraz havuç yetiştirin ve bisiklete atlayın: sizi daha
mutlu ve sağlıklı yapar. Ancak, kişisel olarak ne kadar ‘yeşil’
yaşadığımıza dair takıntı yapmayı bırakmanın ve toplu olarak kurumsal
gücü almaya başlamanın zamanı geldi.
25-26-27 Ocak tarihlerinde Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi, Fransız Kültür Merkezi ve Tasarım Atölyesi Kadıköy’de gerçekleşmekte olan Pembe Hayat KuirFest haftasonunu dopdolu bir programla açıyor.
Bugün Türkiye’den kuir yapımları ve LGBTİ+ hareketine dair çığır açan filmleri izleyicileriyle buluşturan ‘Ğ’ bölümü kapsamında 25. yılı kutlanan, Atıf Yılmaz imzalı kült film Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1994) gösterilecek! Türkiye sinemasında, lubuncanın ilk duyulduğu filmlerden olan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar dönemin lubunya yaşantısından gerçek sahneler içermesiyle de çok özel bir yere sahip. Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek gösterimin ardından şair ve yazar Yıldırım Türker, filmde de rol alan ünlü oyuncu Deniz Türkali ve Türkiye sinemasında kadın cinselliği ve sansürü tartışan Çekil(e)meyen Sahneler filminin yönetmeni Metin Akdemir ile bir söyleşi gerçekleştirilecek.
Gökkuşağının Altında filmlerinde bugün, Tayland’ın bu yılki Oscar adayı Malila: Veda Çiçeği, Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan, ülkesi Kenya’da yasaklanmasıyla çok konuşulan Rafiki, 2018 Berlin Film Festivali’nin Generations bölümünde gösterilen Minyatür ve hem biçimsel özellikleri hem de içeriğiyle başarılı bir kuir sinema örneği olan Madi Nullius gösterilecek.
Kuir Belgeseller bölümünde bugün festivalin açılış filmi olan Sevgiler, Scott daizleyicilerle buluşacak. Film, maruz kaldığı nefret saldırısının ardından müzikle hayata tutunan Scott Jones’un yaşadığı travmatik olaydan sonraki üç yıl boyunca yaşadıklarını konu ediniyor. Gösterimin ardından Eren Keskin, Scott Jones, Efruz Kaya ve Anna Apostotelli’nin katılımı, Emrah Şahin’in moderasyonuyla Nefret.dll Bulunamadı! başlıklı bir panel gerçekleşecek.
Performans sanatçısı ve aktivist Liad Hussein Kantorowicz de, BDSM’yi demokrasinin mekanizmalarını sorgulamak için bir alegori olarak kullandığı belgeseli Burada Demokrasi Yok ile bugün KuirFest izleyicileriyle buluşacak. Gösterimin ardından çevirmen, editör, yazar, şair araştırmacı Gülkan Noir ve Kantorowicz BDSM’nin politik zeminine dair Makbul Yurttaş: Devlet, Seçim, Kırbaç başlıklı çok yönlü bir sohbet gerçekleştirecek.
Bölümün dikkat çeken filmlerinden Interseks de ardından gerçekleşecek uluslararası interseks aktivizmi paneliyle birlikte KuirFest izleyicisinin karşısına çıkacak. Panele, Almanya’dan Ins A Kromminga, Fransa’dan Vincent Guillot ve Hollanda’dan Vreer Sirenu katılacak; moderasyonu ise interseks aktivist Şerife Yurtseven üstlenecek.
Bugünün dopdolu belgesel programında ayrıca toplumsal cinsiyet ve yeni ebeveynlik tartışmalarını oldukça içten ve kişisel sorgulamalar eşliğinde aktaran Kainatla Münasebet ile kuir kadınların sinemasını tarihselliği içinde anlatan Dayks, Kamera, Ekşın! belgeselleri de var.
Bugün ayrıca Feminist Mekan’da Lunadigas veya Çocuksuz Kadınlara Dair filmi gösterilecek ve hemen ardından “Çocuksuzluğa Dair” başlıklı bir forum da düzenlenecek.
Bu yıl sekizinci kez takipçileriyle buluşan, 25-26-27 Ocak tarihlerinde İstanbul’u trans renklerine boyayacak olan Pembe Hayat KuirFest’te ilk kez kuir sinema ödülü verildi.
LGBTİ+ hakları mücadelesine sanat aracılığıyla ifade alanları yaratan, kuir kültürü ve dayanışmayı güçlendirmeyi hedefleyen Pembe Hayat KuirFest, mücadelenin ortak bir zemini olan kuir sinemayı güçlendirmek, kuir sinemanın tarihlerine sahip çıkmak, kuir sinemada emeği olanların yanında olmak ve tıpkı Zeliş Deniz gibi “dert bizde, derman bizde” diyebilmek için bu yıl ilk kez Zeliş Deniz Kuir Sinema Ödülü’nü vermeye karar verdi.
2015 yılında hayatını kaybeden, ancak hala umudun, mücadele azminin, neşenin, kolektif üretimin sembolü olmaya devam eden aktivist Zeliş Deniz adına verilen ödül, filmleriyle mücadeleyi, umudu ve bir aradalığı tazeleyen sinemacı Rüzgar Buşki’ye sanatçı Ayta Sözeri tarafından takdim edildi.
Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.
[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…
***
Sanırım ki hayatta tanıdığım tek maestro o…
Kendisinden daha havalı saçları ile adeta orkestra yönetmiyor sanki dans ediyor. İşini nasıl da severek yapıyor.
Çok da cesur yürekli… OHAL kapsamında KHK ile İzmir Devlet Opera ve Balesi orkestra şefliği görevinden ihraç edildiğinde bile duruşundan hiç ödün vermemişti.
Tanıdığıma mutlu olduğum bir adam o…
Çünkü o İbrahim Yazıcı
***
46 – İbrahim Yazıcı: Hayvana yapılan en hafif kötü hareket dahi suçtur
Tolga Öztorun: Ülkemizde hayvan hakları yasası halen TCK kapsamına alınamadı, kabahatler kanununu içinde yer alıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun? Sizce bir hayvana eziyet edilmesi / öldürülmesi suç mu kabahat midir?
İbrahim Yazıcı: Hayvana yapılan en hafifinden kötü bir hareket dahi suçtur. Bu ister eziyet olsun ister yaralama ister işkence ister öldürme. Hayvanlara karşı işlenen cürümlerin hala kabahat kapsamında değerlendirilmesi kabul edilir bir şey değil. Ancak üzerinde durulması gereken en önemli nokta cezaların caydırıcılığından çok bu tarz suçların neden işlendiği.
Toplumda sürekli biçimde daha kuvvetli olanların zayıfları ezmesinin önüne geçilememesinden dolayı özellikle de psikolojik olarak kendini ezik hissedenler bu duygularını hayvanlara türlü şekilde eziyet yaparak unutmaya çalışıyorlar. Ülkemizde farkındaysanız en çok cürüm çoklukla toplumdaki korunmaya muhtaç ya da nispeten zayıf bireylere karşı işleniyor: Çocuklar, kadınlar mağdurların başta geliyor.
Özellikle de çocuklara yönelik cinsel saldırı akıl almaz boyutta. Uğradığı saldırıyı dile getirebilen çocuk sayısı çok az ve zannımca bu saldırıyı dile getirip gerekli psikolojik destek alamayan pek çok kurban ileriki yaşlarda ne yazık ki içindeki susmayan çığlığı duymamak için başka bireylere acı çektirip onların çığlığının kendininkini bastırmasına uğraşıyor. İşte bu kısır döngüden belki de en çok çocuklar ve hayvanlar zarar görüyor.
Tolga Öztorun: Şiirde, edebiyatta, müzikte ve sanatın her dalında kediler var. Kedinin bu iyileştirici gücü nereden geliyor sence?
İbrahim Yazıcı: Kedi eski çağlardan beri insanın dostu. Ama ilginçtir ki köpekten çok daha farklı. Köpek her şeyini sahibine verebilecek kadar sadık bir dostken kedi adeta sevgisini ve varlığını sahibine lütfediyor. Evlerimizin gerçek sahipleri onlarmış da biz misafirleriymişiz gibi davranıyorlar.
Buyüksek şahsiyetlerinden ve gizemli ruhlarından dolayı her tür sanat dalında kedinin yer alması hiç de şaşırtıcı değil. Kedilerin hala kaynağı tam olarak keşfedilemeyen tırtırlaması ise insanın enerjisini çok yumuşatan ve insanı rahatlatan bir yapıya sahip. Aslında evde kucağımıza gelmese bile varlığı başlı başına huzur kaynağı kedilerin.
Tolga Öztorun: Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsun? Mesela senin kedin kısır mı? Bunu çok merak ediyorum.
İbrahim Yazıcı: Hayvanlar insanlar gibi bir zevk tatmaktan çok tamamen içgüdülerinin yönlendirmesiyle cinsel ilişkide bulunuyorlar. Öncelikle bunu aklımızdan çıkarmamamız gerekir diye düşünüyorum. Sokakta sefil şekilde sayısız sahipsiz hayvanın bulunmasındansa yoğunlukla kısırlaştırılma yapılarak sayısı kontrol edilebilir düzeyde olan dört ayaklı dostlarımıza daha iyi bakabiliriz diye düşünüyorum.
Benim büyük kedim bana dört yaşındayken eski ailesinin bakamaması yüzünden geldi. Geldiğinde gebeydi. Maalesef komplikasyonlu bir ölü doğum yaptı ve doğumu tamamlayamadığı için veterinerimiz operasyon yapmak zorunda kaldı. Bu operasyonda mecburen kısırlaştırıldı.
Daha sonra ona arkadaş olsun diye aldığım küçük kedim erkek ve cinselliği keşfettiğinde kısır olan büyük kedime hayatı dar etti. Zaten dört yıl sonra aile değiştirip bir de ölü doğum yapan, üstüne bir de kendi yaşam alanına bir başka kedi gelen zavallıcığıma bir de cinsel taciz ızdırabı çektirmemek için küçük kedimi de kısırlaştırmak zorunda kaldım.
Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.
İbrahim Yazıcı: Esas ben teşekkür ederim. Bütün iltifatların için ayrıca teşekkür ederim, çok mahcup oldum.
Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.
Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz
Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.
***
Malena’nın Aynası
Güzellik çağdan çağa nesilden nesile değişen bir kavram. Pisagor’a göre güzellik doğuştan vardı ve kaynağını sayılardan alırdı. Sokrates güzelliğe relativist bir bakış açısıyla yaklaşırdı. Yunan mitolojisinde güzellik altın elma efsanesi ile başlayıp Truva Savaşına sebep oldu. Antik Çağda simetrik yüz hatları önem taşırken, Rönesans dönemi beyaz tenin, Victoria dönemi ise ince belin ön plana çıktığı dönemlerdi. 60lar sonrası ince vücutların, post modern dönemde ise bedenin yeniden inşaası sürecine girilse de fit bedenlerin hegemonyası sürdü. Güzelliği, genç kalmayı bir insanın tek ölçütü olarak pazarlayan her defasında daha ağır dozlarla sunulan kozmetik ve anti-aging ürünler popüler kültürün evrensel birer normu haline geldi. Ataerkil düzenin devam etmesi için yaratılmış Sinderella, Pamuk Prenses, Rapunzel masallarının yerini makyaj videoları, evi dekore et, prensesi giydir gibi kız çocuklarına yaratılan sanal dünya oyunları alalı çok oldu.
Abartılı güzellik algısı ve cinsiyetçilik temelli kitaplarla donatıldığımız, estetik ameliyat yaşının epey düştüğü bir dönemde “Malena’nın Aynası” önemli bir yaraya dokunuyor. Kitap kapağında bizi mavi gözlü, sarı saçlı bir karakter değil iri gözleri ve büyükçe burnu ile Malena karşılıyor.
İspanyol yazar ve illustratör Elena Ferrandiz günün birinde iç güzelliğini bulacağına inandırılan Malena’yı endişeleri, korkuları ve hayal kırıklıkları ile yüzleştiriyor. Ayna metaforu üzerinden özgüven çözümlemeleri yapacağı içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Sadece fiziksel dezavantajları olan çocuklara değil herkese pencerelerini cesaretle sonuna kadar açmalarını öneriyor.
Yazar Elena Ferrandiz, Sevilla Üniversitesi’nde güzel sanatlar okumuş, kitaplarının resimlerini kendisi yapıyor. Kitabın resimleri öyle güzel ki her biri kitaptan düşse çerçeveletip duvara asılacak nitelikte. Anlatımın da önüne geçen resimlerde Malena’nın korkularıyla yüzleştiği kısma şahit olurken bunu nasıl çözümlediğini tam da anlamlandıramıyoruz. Lakin bunu yaparken yazar pek ayrıntıya girmeden sadece durumu verip gerisini okura ve onun hayal gücüne bırakıyor. Darmadağınık bir iç dünyanın kapılarını açıp, her insanın çözümünün kendisinde saklı olduğunu ima ediyor. Bir diğer kitabı “Pupa’nın Paltosu” da bir tırtıldan kelebeğe dönüşün, zincirlerini kırmanın hikayesi. Aynı sade anlatımla ve eşsiz resimlerle yine içimizdeki “ben” e sesleniyor. Lao Tzu’nun “Tırtılın, dünyanın sonu dediği şeye, tüm dünya kelebek der” sözüne de kitabın arka kapağında yer veriyor.
Okuma pratiğinin ötesine sürükleyen kitaplar okuru didaktik öğretilere değil düşünmeye ve dönüşüme götürür. Bu da “Malena’nın Aynası”nda az sözcükle çok şey dile getiren hüzün kokan kısa “hikayesinde mevcut. Güzelliğin hayati bir önem taşıdığı masallarla büyütülen, prenses olması için uyutulan değil kendi farkındalığını kazanan, öz varlığına sahip çıkan karakterlere ihtiyacımız var. Küçücük sandıklarında dış görünüşlerinin özgüvensizliğini, bedensel kusurlarını, akran zorbalığını ve modern dünyanın estetik kaygısını taşıyıp saklayan tüm Malenaların bir gün çıkacakları benzer bir yolculuktan umutla ve mutlulukla dönmeleri dileğiyle…
Malena’nın Aynası Yazan-Resimleyen: Elena Ferrandiz Çeviren: Saliha Nilüfer Yapı Kredi Yayınları 5+ 40 sayfa
Çocukluk günlerimde kısa dalga radyo yayınlarıyla Yunan dilini ve müziklerini tanıdım, ama Rembetiko müziğinin ayrımına, 1980’li yılların sonunda Costas Ferris’in 1983 yılı yapımı “Rembetiko” filmini izledikten sonra nail oldum diyebilirim. 1991’de Muammer Ketencoğlu ile tanışmam, 1850-1950 yılları arasında yaşayan Rembetiko müziğini ve kültürünü daha yakından tanımamı sağladı. Bu tanrısal müzik ayrı bir yazı konusu elbette ve bu işi ustalarına bırakmak en doğrusu…
Muammer Ketencoğlu, 1990’lı yılların başında İvi Dermancı ile birlikte “Kompania Ketencoğlu” grubunu kurdu. Başlangıçta zaman zaman Cengiz Onural da buzukisiyle onlara katılıyordu. 1999’de gruba Stelyo Berber ve buzukisiyle Orhan Osman dâhil oldular. Pelin Süer de bazı konserlerde solist olarak sahne alıyordu. İlk konserlerini dün gibi hatırlıyorum. Şişli’de Mihitaryan Derneği’nde verdikleri akustik bir konserdi. Kompania Ketencoğlu, daha sonra yoluna “Muammer Ketencoğlu ve Zeybek Topluluğu” olarak devam etti. Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda konserler verdiler. İstanbul’daki konserlerinin sıkı takipçilerinden birisi de ben oldum.
Stelyo Berber 2009 yılında Pelin Suer ile birlikte “Café Aman İstanbul” grubunu kurdular. Bu hafta Babil’den Sonra’da, Stelyo Berber ve Pelin Suer konuğum oldular, Rembetiko müziğini ve Café Aman İstanbul’u konuştuk. Programı buradan dinleyebilirsiniz.
Stelyo Berber, İmroz (Gökçeada) doğumlu ve onun anlatımıyla “Rembetiko müziği çocukluk yıllarında yaşadığı İmroz panayırlarında gelip onu bulur.” Berber, sonraki yıllarda İstanbul Rum Patrikhanesi’nde müzik kariyerine başladı. 1990’lı yılların başlarından itibaren Atina’da yaşadığı 7 yıl boyunca dünyada da tanınan, bilinen bir derlemeci ve yorumcu olan Domna Samiu’dan Geleneksel Yunan Halk Müziği dersleri aldı. Samiu ile 1995 yılında Atina 9/8 Concer-Hall’de gerçekleştirilen 30 performansta; 1997’de Atina Plaka Meydanı’nda “Anadolu Şarkıları” konserinde yer aldı ve birçok turnelere katıldı.
Aynı yıllarda ünlü rembetiko araştırmacısı ve koleksiyoneri Panayotis Kunadis’in teşvikiyle rembetiko icra etmeye başladı. 1997- 2001 yılları arasında, Selanik, Pire, Atina gibi kentlerde; Stelyo Vamvakaris, Babis Tsertos, Mario, Giorgos Ksindaris, Giorgos Papazoğlu, Lazaros Kulaksizis, Kiriakos Guvendas, Ross Daly, Nikos Manias, Niki Tramba, Manos Mundakis, Hristos Tsiamulis, Sokratis Sinopulos, Panos Dimitrakopulos gibi önemli yorumcu ve müzisyenlerle aynı sahneyi paylaştı.
İstanbul’a döndükten sonra Muammer Ketencoğlu ile birlikte 1999-2009 yılları arasında, yurt içinde ve yurt dışında birçok konserde solist olarak yer aldı.
Bu dönemde 2003’de Hadass Pal- Yarden ile Kuzey Kıbrıs Gazi Magosa, Kale içinde Yahudice Ladino Şehir Müziği Konseri’nde, 2004’de Kudüs’te Rosa Eskenazi Konseri’nde ve 2005’te de San Francisco’da Yahudi Müzik Festivali’nde sahne aldı.
Stelyo Berber, Donma Samiu ile Kaneloriza (1995) ve Donma Samiu Atina Megaron Salonunda (1999); Hadass Pal-Yarden ile Yahudice Ladino Şehir Müziği / İstanbul, Selanik ve Kudüs’den, Kalan Müzik (2003); Candan Erçetin ile Aman Doktor, DMC (2006); Beyaz Deniz Şarkıları, AEM (2007); Muammer Ketencoğlu ile İzmir Hatırası, Kalan Müzik (2007) albümlerinde yer aldı; Limnos, Semadirek, İmroz ve Tenedos Şarkıları- FM RECORDS (1997), İstanbul Laternası – Kalan Müzik (1999). Rembetiko/Aşk, gurbet, hapis ve tekke şarkıları – Kalan Müzik (2007). İstanbul Rum Patrikhanesi Baş mugannisi İakovos Nafpliotis’in taş plak kayıtları – Kalan Müzik (2008). Pera Güzeli Laterna, Z Müzik Yapım (2010) albümlerini derledi.
2009 Mayıs’ından bu yana, Pelin Suer ile birlikte kurdukları, “Café Aman İstanbul” grubunda solist olarak yer alan Stelyo Berber, İstanbul Rum Patrikhanesi’ndeki mugannilik görevi ve profesyonel sahne çalışmalarının yanı sıra, İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Ses Eğitimi Bölümü’nde eğitimine devam etmektedir.
Pelin Suer ise İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Temel Bilimler bölümünden 2002 yılında mezun oldu. Paralel olarak, Pera Güzel Sanatlar Okulu’nda ‘Flamenko Dans’ öğrenimi gördü. Bu süreçte ve sonrasında, birçok dans gösterisi ve programa katıldı. Bir süre Flamenko eğitimi verdi. Ardından Atina’nın ünlü dans okulu ‘Lykeio Ellinidon’da Hrisoula Tsardi ile Yunan Halk Dansları eğitimine devam etti. Beraberinde Atina Üniversitesi’nde Yunan Dili eğitimi aldı. 2000 yılından bu yana Rembetiko şarkılar seslendiren Pelin Suer, içinde Muammer Ketencoğlu ve Buzuki Orhan Osman’ın da bulunduğu birçok grup ve oluşumun içerisinde solist olarak yer aldı. Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda konser verdi.
Bulgar yönetmen Adela Pavea’nın ‘Bir şarkının hikâyesi’ adlı belgeselinde yorumcu ve oyuncu olarak bulundu (2002). Yorgos Zervas’ın “Mou lene na min s’agapo” (Bana seni sevmememi söylüyorlar) adlı, İzmir ve İstanbul Rum şarkıları üzerine hazırladığı belgeselde yorumcu olarak yer aldı (Selanik Belgesel Festivali ikincilik ödülü, 2002). ‘Ölümüne Sevdalar’ adlı dizide Yunanca şarkıları seslendirdi (Show TV 2005). Stelyo Berber ile birlikte, Kalan Müzik tarafından yayımlanan ‘Rembetiko’ albümünü hazırladı (2007). ‘Rembetiko ve Dans’ seminerleri hazırlayıp sundu (2007). 2009 yılından bu yana, kurucularından olduğu “Café Aman İstanbul” grubunda, solist olarak yer almaktadır. 2012 yılında “fasl-ı Rembetiko” adlı albümleri yayınlanmıştır.
İki usta müzisyen 2009’da kurdukları Café Aman İstanbul grubu ile 28 Ocak Pazartesi saat 20.00’de, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda, “İstanbul’a Dair Türkçe ve Rumca Şarkılar” başlıklı bir konserde bir kez daha İstanbullu sevenleriyle buluşacaklar.
Café Aman İstanbul müzisyenlerine göre “Şehirlerin şehri İstanbul tarih içinde ve günümüzde medeniyetlerin ve kültürlerin kesiştiği ve birlikte var olmaya devam ettiği, zengin bir armoniyi barındırıyor. Geçmişten günümüze gelen bu kültürel miras; her zaman bu topraklarda yaşayan halklara ilham kaynağı olmuş, birlikte yaşama kültürünü de beslemiştir.”
Konserde, Café Aman İstanbul grubu müzisyenleri izleyenleri İstanbul’un tarihi semtleri Pera, Tatavla, Fener ve Galata’dan Türkçe ve Rumca şarkılarla bir müzik yolculuğuna çıkaracaklar.
Hayır bu yazıda bir bonobo, bir ateist ve bir vegan arasında geçen bir fıkra anlatılmayacak. Sadece Frans De Waal’ın “Bonobo ve Ateist” (1) kitabından vegan bakış açsısıyla devşirdiğim çıkarımları sizlerle paylaşmak istedim.
Waal, “Bonobo ve Ateist” kitabında ahlakın kökenini araştırıyor. Vahşi hayvan doğamızı toplumsal yaşama geçince dinlerin ve medeniyetin ürettiği ahlaki kavramlarla dizginlediğimizi savunan eski “insan doğasında kötüdür” bakış açısını reddediyor. Aksine ahlakın da evrimin bir ürünü olduğunu, dinlerin ve toplumların insanın içinde var olan bu ahlaki altyapıyı alıp ona anlam katmak ya da biçimlendirmekten öteye gitmediğini savunuyor. Ahlak evrimin ürünüdür, dinlerin değil. Ve ahlak sadece insana özgü değildir birçok hayvanda en azından bütün memelilerde vardır diyor.
Neden memeliler? Çünkü memeliler yumurtlayıp yavrularını kendi hallerine bırakmazlar. Doğurmak ve uzun süre ona göz kulak olmak zorundadırlar. Çocuklarını bir uzuvlarıymış gibi kendilerinin devamı olarak görürler ve onlara bakarlar. Bu da empati (bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek) ve sempatiyi (başkasının karşılaştığı kötü bir durumda onunla üzülebilmek, acısını paylaşmak, acıyı gidermeye çalışmak) doğuran şeydir. Empati ve sempati de ahlakın özünü teşkil eden temel kavramlardır.
Waal kitabında maymunlar, filler, fareler gibi birçok hayvandan o kadar çok empati ve sempati örneği veriyor ki hayvanların bu ortak özelliğini sadece kendimize mal etmemizin düpedüz ahlak hırsızlığı olduğunu düşünmeye başladım. Herkesin bir aslanın yavru bir geyiği diğer aslanlardan koruduğu ya da bir çitanın annesini öldürdüğü için öksüz kalan yavru maymunun bakımını üstlendiği videoları izlemesi lazım. Kedi evlat edinen goril, yavru ayı emziren tilki yada timsahın elinden bir antilopu kurtarıp onu hayata döndürmeye çalışan hipopotam gibi pek çok farklı örnekler de mevcut.
Bizim bir aslandan, tilkiden, hipopotamdan neyimiz eksik? Neden merhamet kanatlarımızı bütün hayvanlara açamıyoruz? Neden bazı hayvanlar o kadar bizden de diğer hayvanlar o kadar öteki? Dürüst olmak lazım. Tüm hayvanlarda “öteki” kavramı var ve her ne kadar yukarıda türler arası empati ve sempati örneği vermiş olsam da hayvanların empati kurarken ya da sempati gösterirken kendinden olanı “öteki”nden kayırdığı bir gerçek. Ve bu bilinçli bir seçim de değil, tamamen içsel.
Waal kitabında esnemeyi örnek veriyor. Bilim insanları tıpkı bizdeki gibi diğer pirimatların da esneyen birini gördüklerinde kendilerinin de esnemeye başladıklarını fark etmiş. Fakat önemli bir ayrım var. Esneyen kişiyle bağları ne kadar zayıfsa kendilerinin esneme ihtimalleri de o kadar düşük oluyor ve aynı şey insanlar için de geçerli. Esneme gibi duygulardan bağımsız bir eylemde bile bize yakın olanı kayırıyor uzak olanı ayırıyorsak, başkasının acısını paylaşma, onu dert edinme gibi hislerimizde ne kadar ayrımcı olabileceğimizi varın siz düşünün.
Yine Bonobo ve Ateist’ten bir örnek: Mesela yapılan bir deneyde insanların kendi futbol takımlarının taraftarlarına elektirik verilince rahatsız oldukları fakat başka takımdan birine verilen elektrikten keyif bile alabildikleri keşfedilmiş. Empati ve sempatide “öteki” ayrımı var. Evrimsel olarak var. Demek ki evrimsel olarak bir faydası da olmalı. Benim aklıma çeşitli makul sebepler gelmiyor değil. Mesela toplumun çıkarı, bireyin işlevselliği, rekabetin ve avlanmanın mecburiyeti gibi şeyler ötekileştirmeyi desteklemiş olabilir. Birine empati duymak ya da sempati göstermek bireyin çıkarına olmayabilir ama primatlar gibi birçok sosyal hayvanda topluluğun çıkarınadır. Ben kendi hayatıma mal olsa bile başkasının yavrusunun hayatını kurtarabilirim. Ben ölürüm ama topluluğun daha genç bireyi böylece yaşamış olur. Ama başka bir tür için hayatımı ortaya koymanın benim türümün genlerini yaşatmaya katkısı pek yoktur. O yüzden kendi topluluğumdan birine empati göstermek başka bir topluluktan birine empati göstermekten evrimsel açıdan yeğdir.
Diğer bir nokta, paylaştığımız acı bizi de mutsuz eder. Acı çekene ilgi göstermek zaman gerektirir. Tüm dünyanın yükünü omuzlarımızda taşıyamayacağımız ve her yere yetişemeyeceğimiz için empati ve sempatide bize yakın olanı kayırır uzak olana karşı daha hissizleşiriz. Ayrıca evrimsel olarak doğal rakiplerimiz ya da avlarımız varsa bunlara karşı empati göstermek de işimize gelmeyebilir.
Yani evrimsel olarak “öteki” ve ötekine karşı hissizlik var. Ama bu “öteki”nin beridekinden daha değersiz olmasından kaynaklanmıyor, sadece empatinin ekonomik ve stratejik kısıntıya gitme mecburiyeti yüzünden bu etiketleme ve etikete göre muamele oluşmuş. Neden kediyi köpeği önemseyip ineğe koyuna hissizleştiğimizi kedi-köpekle, inek-koyunun farkları üzerinden (sanki bin yıllar önce birileri oturup bu hayvanları kıyaslamış ve hangisini yiyip hangisini seveceğimize karar vermişler gibi) açıklamaya çalışmanın bir anlamı yok. Çünkü öteki kavramının ötekinin özellikleriyle bir alakası yok, ötekine karşı hissiziz çünkü öteki toplumumuzun bir parçası değil.
Peki bu “ötekileştirmenin” topluma hiç mi zararı yok? Evrimin geliştirdiği her şeyde bir fayda zarar dengesi var. 34 yerine 32 dişimiz var çünkü ekstra iki dişin çiğnememize sağlayacağı katkı, onu oluşturmak, sağlam tutmak ve ona çenemizde yer açmak için yapacağımız masraftan daha az. Belki eskiden durumlar farklıydı ve yemekleri pişiremediğimiz dönemlerde fazladan diş daha avantajlıydı ama artık değil ki bu sebepten yirmilik dişlerimiz körelmeye başlamıştır. Bunun gibi “ötekileştirme”nin topluma katkılarının yanında bazı masrafları da olmalı. Hatta insan örneğinde şartların da değişmesiyle ötekileştirmenin masrafının daha da arttığını düşünmekteyim.
Primatlar ya da eski insanlar gibi kabile hayatı yaşadığımızı düşünelim. Kabile içinde birbirimize empati duyuyoruz, birbirimize yardımcı oluyor, gözetiyor, kolluyoruz. Bu topluluktaki ortalama bir birey “iyidir”diyebiliriz. Fakat bizi bir hafta doyurmaya yetecek bir avla karşılaştığımızda ya da bize tehdit oluşturan başka bir kabileyle karşı karşıya geldiğimizde saldırı, savunma gibi şiddet içeren eylemleri topluluktaki ortalama bireylerin rahatlıkla yapabilmesi topluluğun devamlılığı açısından önemli olabilir. Bu da iyi bireylerin bile ötekine şiddet uygulayabilmesini gerektirir. Ötekine karşı hissizlik bu noktada topluluğa faydalıdır.
Oysa insanlık olarak artık kabile yaşamından çıktık; şehirler, ülkeler kurduk; hatta ülkeler arasındaki sınırları da kaldırmaya çalışıyoruz. Artık topluluğumuz beş on kişi değil dünyada yaşayan tüm insanlar. Artık topluluğun menfaati demek insanlığın menfaati demek. Ve bu topluluğumuz içinde ortalama bir grubun başka bir grubu öteki görüp onla empati kuramaması ve bu nedenle çıkarlarına göre ona yeri geldiğinde saldırabilmesi, zulmedebilmesi elbette topluluğumuzun çıkarına olamaz.
Bugün mesela hüzünlü bir şarkıda duygulanıp ağlayabilen sıradan bir insanın kendi ülkesindeki azınlıkların gördüğü zulüm ve şiddet karşısında gösterdiği tepkisizlik hatta destek korkunçtur. Korkunçtur çünkü bu tepkisizliği hatta desteği gösteren insanlar sıradan insanlardır, “canavar” değil. Ortada bir zulüm vardır ama canavar yoktur. Daha doğrusu canavar zulmü yapan değil içindeki ötekileştirme mekanizmasıdır. Ötekileştime sayesinde şiddet toplumda azınlık bir psikopat grubunun yapabileceği bir şey olmaktan çıkıp sıradan insanlardan oluşan kitlelerin uygulayabileceği bir eyleme dönüşür. Şiddet toplumda kendine tutunabilecek bir dal ararken ötekileştirme ona içinde daldan dala gezebileceği koskoca bir orman verir.
Buradaki en temel nokta ötekileştirmenin sıradan bireye verdiği zulmetme, zulme refleks göstermeme kapasitesi. Şiddet görüp, işkence görüp bunun intikamını almak için saldıracak bir canavar bulamamak kadar kötü bir şey olamaz herhalde. Ama maalesef bir çok olayda karşısına geçip yüzüne yumruğu atabileceğimiz bir canavar yok. Daha korkuncu baktığımızda göreceğimiz şey bizi ötekileştirmiş sıradan insanlar. Sıradan, evine ekmek götüren, çoluğu çocuğu olan, duygulu insanlar bize bu ızdırabı çektiren. Ve biz, evet biz, sıradan, evine ekmek götüren, çoluğu çocuğu olan, duygulu iyi insanlar olan bizler hayvanların, insanların çektiği bu ızdırapta bu zulümlerde birinci derece sorumluyuz.
Kendimize bakıp biz iyiyiz, o yüzden yaptığımız şey kötü olamaz diyoruz. İşte canavar da tam burada yaşıyor, bu cümlede. Biz yaptığımız eylemde kendimizi kötü hissetmiyoruz diye yaptığımız şey başkaları için bir felaket olmaktan çıkmıyor. Kendimizi kötü hissetmiyoruz çünkü ötekileştirme canavarı gözümüzü kör, kulaklarımızı sağır, hislerimizi felç ediyor. Yoksa bıçağımızın ucunda akan kan yine kırmızı ve feryat edenler rol gereği değil yine acıdan feryat ediyor.
Ötekileştirme canavarı sadece ekmeğimize yağ sürmüyor, bir yandan kuyumuzu da kazıyor. Hayvanlar ne de olsa toplumumuzun bir parçası değil onları ötekileştirmeye devam etmenin bize bir zararı olmaz demek doğru değil. Çünkü ötekileştirme bir benimsendi mi sınırları öyle muğlaklaşıyor ki sabit bir yerde durmuyor, toplumun içine de sızıyor. Yeri geliyor azınlıklar, yeri geliyor kadınlar ötekine dönüşüyor. “Yahudiler ve köpekler giremez” deki köpekler ya da “sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” cümlesindeki sıpa hiç de tesadüf değil.
İnsanların bir gurubu hor görebilmek onu değersizleştirebilmek için beyinlerinde onlara özel bir alan, bir kategori açmasını beklemek insan beyninden çok şey beklemek olurdu. Neyse ki zaten çocukluğumuzdan beri bizlere belletilmiş koskoca bir öteki sınıfı, hayvanlar alemi, imdadımıza yetişiyor. Beynimizde kapı kapı dolaşan empati bu değersizleştirmek istediğimiz insanlarla karşılaşmasın diye, onları empatinin beynimizde kapısına hiç uğramadığını bildiğimiz hayvanlar aleminin içine atıyoruz.
Oysa baştan beri beynimizde hayvanlar alemi gibi empati ve sempatinin pek uğramadığı herhangi bir alan olmasaydı bir gurubu değersizleştirmek için onlara beynimizde kuytu bir yer açmak gibi son derece yaratıcı bir eylemi o kadar da kolay yapamayacak, öyle kolayca değersizleştiremediğimiz bu insanlara da doğal olarak böyle kolayca zulmedemeyecektik. Hayvana kolayca zulmedebilmek insana kolayca zulmetmenin kapısını açıyor. Yani şiddeti sıradanlaştıran ve kitlelerin kullanımına sunan ötekileştirmeyle mücadele hayvanlarla empati kurabilmekle başlıyor.
Ve bu konuda hiç de umutsuz olmak zorunda değiliz.Baştaki örneklerde belirttiğim gibi bir aslan, bir çita bile içindeki empati kurma becerisini doğal avı olan bir hayvanı koruyacak kadar artırabiliyor,evrimsel olarak çıkış noktası ne kadar kısıtlı olursa olsun empatinin bu evrenselleşmeye doğru giden potansiyelini kullanabiliyor. Biz insanlar bunu neden yapamayalım?
Waal’ın kitabında esnemeyle ilgili satırları okurken ironik bir deneyim yaşadım aslında. Birinin esnemesinin bizde de etki yaratmasının o kişiye olan yakınlığımızla orantılı olduğu ile ilgili satırları okurken kendimi tutamayıp esnedim. Eminim birçoğunuz da bu satırları okurken esnemiştir. Yani artık insan olarak biriyle empati kurabilmek için onu illa görmemiz, ona bir yakınlık duymamız da gerekmiyor. İçimizde empatinin potansiyeli öyle yüksek ki, kavramlardan, olaylardan bahsedilmesi bile empati kurmamızı tetikleyebiliyor. Hayvanlarla empati kurabilmek için onları illaki sevmemize, kendimize yakın hissetmemize, çektikleri acıları illaki gözlerimizle görmemize gerek yok. Yavru bir domuzun iğdiş edilirken attığı çığlıkları, bir kuzunun bıçak altındaki çırpınışlarını düşünerek bile o acıları içimizde duyabiliriz. Buna potansiyelimiz var, içimizdeki empati bu kadar güçlü.
Bonobo ve Ateist Pirimatlar Arasında İnsanı Aramak, Frans De Wall, Metis Yalınları, 2013.