Ana Sayfa Blog Sayfa 2602

Para atletler Esra Bayrak ve Zübeyde Süpürgeci Dubai’den altın madalya ile döndü

Dubai’de düzenlenen ve Para Atletizm Grand Prix’inin ilk ayağı olan 11. Fazza Uluslararası Atletizm Şampiyonası’nda T20 kategorisi uzun atlama branşında Esra Bayrak, T54 kadınlar 400 mt.’de ise Zübeyde Süpürgeci birinciliği elde ederek altın madalyanın sahibi oldu.

Soldan sağa Hamide Doğangün ve Zübeyde Süpürgeci

Esra Bayrak uzun atlamada 5.41 mt’lik derecesi ile şampiyonluğu elde ederken Zübeyde Süpürgeci ise altın madalyaya T54 kadınlar 400 mt. finalindeki 57.84’lük derecesiyle ulaştı.

Esra Bayrak

Hamide Doğangün ise T53 kadınlar 400 metre finalinde 58.84’lük derecesiyle ikinci sırada yer alarak gümüş madalyanın sahibi oldu.

Türkiye, şampiyonada toplam 6 madalya elde etti.

.

(Türkiye Paralimpik Komitesi facebook sayfası)

Mamut Performansları için başvurular başladı

Mamut Art Project‘te 2016 yılında Simge Burhanoğlu ve Seyhan Musaoğlu küratörlüğünde “Performansı Farkettiniz mi?” teması altında başlayan ve “Nasılsın?” ve “Maddesiz?” temaları altında devam ettirilen Performans Programı bu yıl da gerçekleşecek.

Güncel sanatta yılın umut vadeden sanatçıları için benzersiz bir keşif alanı olmayı başaran Mamut Art Project, sanat kariyerinin başında olan bağımsız yeteneklerin çalışmalarını koleksiyonerler, küratörler, galeriler, kültür-sanat kurumları ve sanatseverlerle buluşturuyor.

Ulaşılabilir sanat alternatifi olarak yola çıkan ve her yıl yeni sanatçıların üretimleriyle gelişen Mamut Art Project, farklı alanlarda uzman isimlerden oluşan ve her yıl değişen jüri üyeleri tarafından başvurular arasından seçilen sanatçılara, kendi idareleri ile yürütebilecekleri, disiplinlerarası bir paylaşım ve sergileme imkânı sağlıyor.

Başvuru sürecinde yaş ve alan (resim, heykel, fotoğraf, video art, enstalasyon, sokak sanatları, vb.) sınırlaması olmadan, bağımsız çağdaş sanatçıların başvuruları kabul ediliyor.

Mamut Art Project’ten yapılan açıklamaya göre 3 – 7 Nisan 2019 tarihleri arasında Küçük Çiftlik Park’ta gerçekleşecek 2019 Performans Programı, bu yıl herhangi bir küratör ile işbirliği içerisine girmeden ve belli bir başlık altında olmadan devam ediyor. Başvurular açık çağrı ile kabul edilecek ve her başvuru kendi bağımsız içeriği altında değerlendirilecek. Açık çağrı için son başvuru tarihi 5 Mart 2019.

.

(Yeşil Gazete)

TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Başkanı Ali Uğurlu: İstanbul’un kimyasal envanterinin çıkarılması lazım

Tuzla’da son üç ayda ikinci kez zehirli atık paniği yaşandı. İçmeler Mahallesi Tuzla Devlet Hastanesi civarında 26 Şubat’ta sabah saatlerinde rahatsız edici boyuta ulaşan ağır kokunun nedeninin kimyasal atıktan kaynaklandığı ortaya çıktı. AFAD’ın açıklamasına göre bu kimyasalın kanalizasyonda çökme yaptığı, kokunun da bundan kaynaklandığı belirtildi. Yapılan ölçümlerde hidrojen sülfür değerleri yüksek çıkarken, kimyasalın çözülmesi ve kokunun giderilmesi için kanalizasyona su basıldı. Kimyasal madde kokusundan etkilendiği belirtilen iki çocuk tedavilerinin ardından taburcu edilirken, yürütülen soruşturmada gözaltına alınan vidanjör sürücüsü C.A. adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Kaynak: DHA

“Kimya Mühendisleri Odası’nın görüşü ve onayı alınmalı”

Olayla ilgili Yeşil Gazete’nin sorularını yanıtlayan TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Başkanı Ali Uğurlu, acil çözüm bekleyen iki soruna işaret etti. Kaza riski yüksek olan sanayi tesislerinin kent dışında kalması gerektiğine dikkat çeken Uğurlu, ilk olarak İstanbul’un kimyasal envanterinin çıkarılması gerektiği ve kimyasal madde bulunduran işletmelere kimya mühendislerinin sorumlu müdür olarak çalıştırılmasının zorunlu olduğu görüşünde.  

“Sanayi tesislerinin kent içerisinde kalması doğru bir şey değil. Kim hangi kimyasal maddeyle çalışıyor? Olası kaza senaryolarına göre önlemler alınmalı. Bu iş sadece rögar kapaklarının açılıp kimyasal maddenin deşarjıyla sınırlı bir olay değil. Kaza riski yüksek olan kimya tesisleri mutlaka şehrin dışına çıkarılmalı ve insan yoğunluğundan uzaklaştırılmalıdır. Özellikle tehlikeli kimyasalları kullanan işyerlerinin ruhsatlandırılmasında odamızın görüşünün onayı alınmalıdır. Belediyeler bu şirketlere ruhsat veriyor ama bu işin uzmanı değiller.

Bunun dışında endüstriyel atık suyun kanalizasyon sistemine doğrudan bağlanabilmesi için bir takım yasalar ve yönetmelikler var. Kentsel Atık Su Yönetmeliği ve Atık Suların Kanalizasyona Deşarj Yönetmeliği diye iki yönetmelik var. Özellikle Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’nde de deşarj edilen suların nasıl olması gerektiğine dair bir takım izinler var. Bunlara dikkat edilmesi gerekiyor. Tehlikeli olmayan bir atığı rögar kapaklarını açarak deşarj edebilirsiniz. Ama tehlikeli olan bir atığı, arıtma tesisinde arıtılması gereken bir atığı buraya dökemezsiniz. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve AFAD’ın İstanbul’un kimyasal envanterini çıkarması gerekiyor.”

Atık su arıtma tesisi işletmesinin pahalı olması işletmeleri yasa dışı yollara sevk ediyor”

Ali Uğurlu işletmelerin kendi atık su arıtma tesislerini kurmama sebeplerini ve yasa dışı yollara neden başvurduklarını şu sözlerle anlatıyor.

“Bunun esasen temelinde yatan neden atık su arıtma tesisi işletmesinin pahalı olması ve bu konuda standartlara uyulmaması. İşletmeleri yasa dışı yollara sevk ediyor. Bunun yerine sanayi bölgelerinde bütün sanayicilerin kullanabileceği atık su üretim tesisleri kurulmalı. Herkesin faydalanabileceği ortak bir arıtım tesisi olursa ücreti mukabilinde bundan faydalanabilirler ama kendi arıtım tesislerinin işletmesi pahalı geldiği için bunu kullanmak istemiyorlar. Arıtmadan çıkan suyun da belli bir kalitede olması gerekir ki kanalizasyon sistemine verebilsinler. Onu doğrudan kanalizasyon sistemine veremiyorlar. Onu da atık su arıtım, deşarj standartlarına uydurmaları gerekiyor. Bu pahalı bir işlem.

Az tehlikeli, yoğunluğu düşük kimyasalla çalışırsanız bunun maliyeti o kadar yüksek değil. Ama çok tehlikeli ve yoğun bir kimyasalla çalışıyorsanız bunun arıtım bedeli yüksek oluyor. O nedenle gece olmasını bekliyorlar. Ya kanalizasyona veriyorlar ya da sayaçtan geçirmiyorlar. Arıtılan su sonra sayaçtan geçiyor, devlet bundan para alıyor. Ne kadar suyu deşarj ederseniz Belediye tarafından size bir bedel çıkıyor. Bedel yüksek olduğu için işverenler bundan kaçınıyor. Bu bedelin de düşürülmesi gerekir. Bir diğer sorun Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın denetim yapamıyor olması. Belediyeler önlem almakta yetersiz kalıyor. Tuzla’da kimin hangi kimyasalı kullandığı belli değil. O zaman failleri de tespit etmek daha kolaylaşır.”

TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Başkanı Dr. Ali Uğurlu

“Tuzla’daki işletmelerin çoğunda bir sorumlu müdür olarak kimya mühendisi yok”

Uğurlu’ya göre mesleki olarak yaşadıkları en büyük sorun işverenlerin işletmelerinde mühendisleri “sorumlu müdür” olarak istihdam etmemeleri.

“Bizim mesleğimiz ve meslektaşlarımız açısından şöyle bir sorun daha var. Tuzla’daki işletmelerin çoğunda bir sorumlu müdür olarak kimya mühendisi yok. Çalıştırmıyorlar. 6269 sayılı Kimyagerlik ve Kimya Mühendisliği hakkında bir kanun var. Bu kanuna göre kimyasal madde bulunduran, taşıyan, depolayan, işleyen işletmelerde muhakkak bir kimya mühendisi sorumlu olarak çalıştırılmak zorunda. Çünkü yapılan işlerin ne gibi sonuçlara yol açacağını ancak o bilir. Kayıtlı 29 bin kimya ile ilgili işyeri var. Bizim odamızın verdiği sorumlu müdür belgesi ne kadar biliyor musunuz? 880. Diyelim ki 2-3 bin kişi kaçak, bizden belge almadan çalışıyor. 29 bin işletme var. Sorumlu müdür yok. Her şeye ya işverenlerin kendisi ya da ustalar karar veriyor.

Kimya dediğiniz zaman kimyanın bir tarafı zehir. Kanalizasyona verdiği zehirli atığın neye yol açacağını bilmiyor, o konuda teknik bir yeterliliği yok. Örneğin kanalizasyona verilen suyun PH değerinin 6 ila 9 sınırları arasında olması istenir. İşletmeden çıkan suyun PH değeri 13 ise bunun neye yol açacağını bilmiyor. Rengine bakıyor, bu atık su diyerek gönderiyor. Bu atıklar yanıcı, parlayıcı, patlayıcı, zehirli. Su ile temas ettiğinde dahi patlayabilecek atıklar var. Bundan önceki hadisede de yüzlerce kişi hastanelere kaldırılmıştı. Ölümlü kazalar olabilir. Gaziantep’te de oldu. Davutpaşa’da bir sürü insan öldü. Mahkemesi geçtiğimiz günlerde sonuçlandı, bir sürü ceza geldi. Ama insanlar öldükten sonra ceza vermenin bir anlamı yok ki.”

Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma başlattı. Başsavcılığın “çevreyi kasten kirletmek” suçundan başlattığı soruşturma kapmasında, söz konusu kokunun kaynağının tespit edilmesi amacıyla incelemeler sürüyor.

Hidrojen sülfür nedir?

Hidrojen sülfür (H2S) çürük yumurta kokan, renksiz zehirli bir gazdır. Kolay tutuşur ve havayla patlayıcı karışımlar oluşturabilir. Türkiye Acil Tıp Derneği’nden paylaşılan bilgiye göre; hidrojen sülfür gazı çoğunlukla petrol ve gaz endüstrisi, kanalizasyon, lağım çukurları, kömür madenleri ve petrol yataklarında insan sağlığına yönelik tehdit oluşturur.  Suda çözünürlüğü düşük biz gazdır, havadan daha ağırdır. Koku eşiği düşük olduğu için zehirlenmeleri ciddi seyirlidir. Maruziyetin süresinden çok, gazın yoğunluğu tehlike yaratır. Hidrojen sülfür zehirlenmeleri sporadik vakalar şeklinde olup, travma maruziyetiyle iç içe olan durumlardır. Vaka serileri nadirdir, daha çok tek tek vaka düzeyinde incelenerek toksisite hakkında yorum yapılmaktadır.

Gaziantep’te kimyasal atık alarmı: 20 tonluk madde inceleniyor

Tuzla’daki kokunun sebebi kanalizasyona kaçak basılan kimyasal atık çıktı!

Siirt’te kimyasal atık zehirlenmesi: 92 kişi hastanelik, bölge karantina altında!

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Yokoluş isyanı – Chris Hedges

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

Kapıya dayanmış olan çevrekırımını (ecocide) ve insan türünün yokoluşunu kösteklemek için çarnaçar son bir şans kaldı. Belli başlı sanayi ülkelerinin başkentlerini, ticareti ve ulaşımı felce uğratarak işlemez hale getirmek için ardı arkası gelmeyen dalgalar halinde sivil itaatsizliğe dayalı şiddetsiz eylemler düzenlemek zorundayız. Ta ki yönetici elitler iklim felaketiyle ilgili hakikati alenen kabul etmek, 2025 yılına kadar karbon emisyonlarını durdurmak için köklü tedbirler almak ve 150 yıldır fosil yakıtları har vurup harman savurarak sürdürdüğümüz tüketime son verilmesini denetleyecek bağımsız bir yurttaşlar komitesine yetki vermek zorunda kalana kadar. Bunu yapmazsak, kitlesel ölümle karşı karşıya kalacağız.

Britanya’daki Yokoluş İsyanı grubu, ‘yokoluşa giden tek yönlü yol’dan dönüşümüzü sağlamak üzere dünyanın her yerinde başkentlerde 15 Nisan’da sivil itaatsizliğe dayalı şiddetsiz eylemler düzenleme çağrısında bulundu. Bu çaba bir sonuç verecek mi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, o da yönetici elitleri harekete geçmeye zorlayacak tek mekanizmanın bu olduğu. O yönetici elitler ki, son otuz yıldır küresel ısınma ziyadesiyle belgelendiği halde, gezegeni ve insan ırkını korumak için gerekli önlemleri almayı reddetti.

“Evlerimizi, geleceğimizi ve yeryüzünde canlı olan her şeyi korumak için isyan etmek bizim kutsal görevimiz” diye yazıyor Yokoluş İsyanı. Bu bir abartma değil. İklim konusundaki belli başlı her raporun belirttiği gibi çok az zamanımız kaldı. Belki de artık çok geçtir.

Britanya’da Yokoluş İsyanı, yolları kapayarak, hükümet dairelerini işgal ederek ve geçtiğimiz yıl 17 Kasım’da 6000 kişiyle Londra’nın köprülerinden beşini kapatarak daha şimdiden ağırlığını koydu. Bir sürü gözaltı oldu. Ama bu sadece bir ısınma hareketiydi. Bu Nisan’da, grup son saldırının başlayacağını umuyor.

Bu uyuşukluğumuzu, bu umutsuzluğumuzu silkinip üzerimizden atmaz ve direnmezsek sefaletimiz, moral bozukluğumuz ve çaresizlik duygularımız artacak. Felce uğrayacağız. Direnmek, hele önümüzü ne kadar göremediğimiz de hesaba katılırsa, kazanmaktan öte bir şeyi ifade ediyor. Bu, anlamı olan bir hayatı ifade ediyor. Güçlenmeyi ifade ediyor. Artık hayatımızı egemen yalana göre yaşamayacağımızı alenen ilan etmeyi ifade ediyor. Yönetici elitlere verilen bir mesajdır bu: “SİZ BİZİM SAHİBİMİZ DEĞİLSİNİZ”. Bu, haysiyetimizi, harekete geçme yetimizi ve kendimize olan saygımızı savunmak anlamına geliyor. Çevrekırımına giden zorunlu yürüyüş yolunun üzerindeki engelleri yıkma korkumuza bağımlılıktan kendimizi ne kadar çok kurtarırsak, tuhaf bir coşkunun bizi o kadar sardığını göreceğiz. Ben savaş muhabiriyken, katilleri utandırmak amacıyla, çekilen o korkunç acıları ve işlenen o korkunç suçları belgelerken böyle bir coşku hissetmiştim. Meydan okuyan eylemlerimizle umutsuzluğu yok ederiz, kazandığımız zaferler Pirus Zaferi olsa bile. Çevremizdeki insanlara el uzatırız. Cesaret bulaşıcıdır. Kitle isyanının kıvılcımını çakan odur. Biz de, yenilsek bile, en azından nasıl öleceğimizi seçmeliyiz. Direniş, psikolojik olarak bütünlüğümüzü korumayı sağlayacak tek eylem olarak kaldı geriye. İnsan ırkının, ve bu arada pekçok başka türün, toptan yokoluşunu durdurmak için her hangi bir umut varsa, geriye kalan tek eylem budur.

“İçinde yaşadığımız zaman, dile getirilemeyecek kadar bir şer zamanıdır” diye yazıyordu Daniel Berrigan. “Ama gene de – gene de… bu zamanlar harcanamayacak kadar iyi. Bu ölüm zamanında bazı erkekler ve bazı kadınlar, direnenler, canla başla toplumsal değişim için çalışıyorlar. Böyle insanları düşündüğümüzde göğsümüze oturan kayanın kalktığını hissediyoruz.”

Roger Hallam, Yokoluş İsyanı’nın kurucularından ve Londra King’s College’de araştırma görevlisi. Benimle Londra’dan konuşurken “İnsanların başkente gitmesi gerek,” diyordu. “Elitler orada, iş dünyası orada. Devletin taşıyıcı sütunları orada. İlk unsur bu. Sonra birçok insanı işin içine katmak gerek. Kanunları çiğnemeleri gerek. Sadece bir yürüyüş yapmanın bir anlamı yok. İnsanların fiilen sokakları kapatmaları gerek. Bunu şiddete başvurmadan yapmaları gerek. Bu son derece hayati bir konu. Bir kez şiddete baş vurdunuz mu polise ve devlete sizi oradan atmaları için bahane vermiş olursunuz. Bunun kültürel bir eylem olması gerek. Bir çeşit Woodstock olmasını sağlamak gerek. İşte o zaman on binlerce insan sokaklara dökülür.”

“Kanunu çiğnemek ile kanunu çiğnememek arasında çok temel bir fark var” diye sürdürdü konuşmasını. “İkili bir fark bu. Kanunu çiğnediğiniz zaman hem maddi ve psikolojik etkisi açısından hem de medyanın ilgisi açısından çok daha etkili olursunuz. Sivil itaatsizlik ne kadar dramatik olursa o kadar iyi. Bu bir sayı oyunu. İnsanların sokakları sekteye uğratmasını istiyorsunuz, ama on, yirmi, otuz bin olmalarına ihtiyacınız var. Üç milyon olmalarına gerek yok. Devletin, geniş ölçekte baskı mı kullanacağına yoksa sizi odaya mı davet edeceğine karar vermek zorunda kalacağı kadar insan yeterli. Burada hesaba katılması gereken şey, özellikle de Britanya için bu geçerli, devletin zayıf oluşu. Neoliberalizm devletin içini boşalttı. Bu işin üstesinden gelemeyeceklerini hissedecekler. Biz de o odaya gireceğiz.”

“O Pazartesi günü (15 Nisan) başlayacağız” dedi. “Londra merkezindeki belli başlı döner kavşakların birkaçını keseceğiz. Şehrin dört bir yanına üşüşerek yayılacağız. Gösteri polisi ya da polis geldiğinde kalkıp başka bir yere gideceğiz. Bu taktiği ilk kez geçen Kasım ayında kullandık. Yetkilileri önemli bir ikilemle karşı karşıya bırakacağız: ‘Bu insanların bir dünya kentinin merkezini sekteye uğratmasına izin mi vereceğiz, yoksa binlerce insanı göz altına mı alacağız?’ Binlerce insanı göz altına almayı seçerlerse, pekçok şey olacak demektir. Bu işin üstesinden gelemeyecekler. Britanya’daki polis gücü, pek çok kamu sektöründe olduğu gibi, yeterince kaynağa sahip değil. Bunlar bir sendika kurup ‘Yeter artık, biz bu işte yokuz’ derlerse hiç şaşmam. Son iki yılda ben 10, 12 kez gözaltına alındım. Her seferinde polis bana gelip ‘Devam et ahbap. Bu yaptığınız harika bir iş’ dedi. Biz disiplinli, şiddete baş vurmayan insanlarız. Onlar bize bozulmayacaklar. Onlar da biliyor bu işin bittiğini. Bütün günleri sokaklardan akli dengesi bozulmuş insanları toplamakla geçiyor. Artık bir dünya kentinde polis memuru olmanın hiç de ahım şahım bir yanı yok. Güvenlik güçleri, aşağılamak değil altüst etmek isteyeceğiniz kişiler.”

Grup, örgütlenmek için ‘sosyal medya öncesi çağ’ stratejisi diye adlandırdığı şeyi vurguluyor. Karar vermek ve talepleri dile getirmek için belli yapılar oluşturmuş. Belli topluluklarda konuşma yapmak üzere ekipler kurup oralara yönlendiriyor. Yokoluş İsyanının eylemlerine katılacak insanların ‘şiddetsiz doğrudan eylem’ eğitimi görmesinde, böylelikle polis ya da muhalif gruplarca kışkırtılmamayı öğrenmelerinde ısrarcı oluyorlar.

“Yakın zamanda gerçekleşen kitlesel seferberliklerin çoğunu tetikleyen, sosyal medya oldu” diyor Hallam.“Dolayısıyla bunlara keşmekeş hakimdi. Bu eylemler son derece hızlı bir şekilde seferber oldu. Sosyal medya biraz eroin gibi. Aniden yükseliveriyor, ama ondan sonra çöküyor, Fransa’da gördüğümüz gibi. Ya kaosa yol açıyor ya da şiddete. Pekçok modern sosyal hareket sosyal medyaya bir sürü şey koyuyor. Bunlar troller yüzünden kitleniyor. Birçok radikal solcu örgüt birtakım ayrıcalıkları tartışıyor. Biz bunları aradan çıkarıp dosdoğru, tabir caizse, ‘sıradan halk’a gittik. Köy ve kasaba meclislerinde toplantılar düzenledik. Ülkenin her tarafını, adeta bir 19. Yüzyıl tarzında dolaşıp konuşuyoruz: ‘Yahu millet, hepimizin işi bitik. Bu işe bir çare bulunmazsa insanlar ölecek.’ Konuşmanın ikinci kısmıysa şöyle devam ediyor: Bununla başa çıkmanın bir yolu var, adına kitlesel sivil itaatsizlik deniyor.”

“Şiddetsiz disiplin, araştırmaların da gösterdiği gibi, başarı potansiyelini en yüksek noktaya çıkarmanın 1 numaralı ölçütü,” dedi. “Bu ahlaki bir gözlem değil. Şiddet, hareketleri yok ediyor. Küresel Güney bunu onlarca yıldır deneyimledi. Şiddet sadece insanların vurulmasıyla sonuçlanıyor. Hiçbir yere götürmüyor. Bu durumda şansını denemek ve şiddetsiz disiplini sürdürmeyi seçmek en iyisi. Radikal sol içersinde polise karşı takınılacak tavır konusunda büyük bir tartışma sürüyor. Bu tartışma aslında şiddeti haklı çıkarmanın bir başka yolu. Polisle konuşmamayı seçtiğiniz anda, büyük olasılıkla polis şiddetini kışkırtacaksınız demektir. Biz polise sevimli davranıp, insanları medeni bir şekilde gözaltına almalarını sağlamaya çalışıyoruz. Londra’nın metropoliten polisi herhalde dünyanın en medeni polis kuvvetlerinden biridir. Sosyal protesto eylemlerine giden profesyonel bir ekipleri var. Biz onlarla düzenli bir iletişim halindeyiz. Şöyle diyoruz polise: ‘Bakın biz sokakları sekteye uğratacağız. Siz bize yapmayın dediğiniz için bunu yapmazlık etmeyeceğiz.’ Açıklığa kavuşturmak gereken ilk nokta bu. Burada tartışmaya yer yok. Onlar bunun ciddi olduğunu biliyorlar. Bizi vaz geçirmeye çalışmıyorlar. Zaten saçma olur bu. Onları kaygılandıran şey şiddet ve kamu düzeninin bozulması. Sivil itaatsizlik tasarımcıları olarak kamu düzeninin bozulmaması bizim de çıkarımıza, çünkü işler kaosa dönüşüyor.”

“Yaptığınız iş esas olarak bir şehrin ekonomisini fidyeye bağlamak,” diye açıkladı bu sekteye uğratma eylemlerini. “Bir işçi grevinin dinamiğiyle aynı şey bu. İstediğiniz, o odaya girip müzakereye oturmak. Yokoluş İsyanı henüz o müzakerenin ne olacağına tam olarak karar vermiş değil. Bizim üç talebimiz var – hükümet gerçeği söylemeli, karbon emisyonları 2025’e kadar sıfıra inmeli, başka bir deyişle bu, ekonominin ve toplumun dönüştürülmesi demek, ve bu konuda Britanya halkının ne yapmak istediğini belirlemek için bir millet meclisimiz olmalı. Üçüncü talep, yani millet meclisinin kurulması çağrısı, ekonominin politik yapısının dönüştürülmesi için bir vekalet talebi. Bu taleple önerilen, demokratik yönetişimin farklı, somut bir biçimidir. Bu yönetişimin temelinde temsiliyet değil kura sistemi (sortition) var. Bunun İrlanda’da ve İzlanda’da çok büyük bir etkisi oldu. Buradaki optimal geçiş, yozlaşmış ‘temsiliyet’ sistemi modelini bırakıp kura sistemine geçmekle olacak, tıpkı 17. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında aristokratik hukuktan temsiliyet hukukuna geçişte olduğu gibi.”

“Siyasi soldaki zeki insanlar, önümüzdeki 10 yıl içersinde insan toplumunu yok edebilecek varoluşsal bir olağanüstü hal ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğine uyandılar,” dedi. “Görünen köy kılavuz istemez. Bir çoğumuz zaten matem sürecinden geçtik. Ama bu (yeni uyanan) insanlar için aydınlanma çok yeni. Onlar şok halindeler. ‘Bir bakıma her şey yolunda sayılır’ gibi bir tavırla bunu örtbas etmeye çalışıyorlar. İşte Yeşil Sözleşme (Birleşik Krallık hükümet politikasının bir inisyatifi olan Green Deal) de bunun bir ifadesi. Sanayileşmenin aynen sürdürülebileceğine inandırma çabası. Hepimiz hâlâ zengin olmaya devam edebiliriz. Hepimiz hâlâ harika işlerde çalışmaya devam edebiliriz. Bu, Roosevelt’in Yeni Sözleşmesine (New Deal) benziyor. Ama Yeni Sözleşme, doğayı yağmalamaya devam edebileceğimiz ve hiçbir şey olmayacağı fikrine dayanıyordu. Belki bu 1930lar için doğruydu. Ama artık doğru değil. Bu bir fizik ve biyoloji meselesi. Bu seviyelerde bir tüketimi artık kesinlikle sürdüremeyiz. Bununla bir türlü yüzleşemediler. İklim tartışmasının son 30 yılda bir türlü ciddi bir mecraya girememesinin esas sebeplerinden biri de kamuyu bilgilendirmekle görevli olan insanların kamuya bundan böyle yüksek tüketime dayalı hayat tarzını sürdüremeyeceğini söylemekten ödlerinin kopmasıdır. Bu bir tabu. Ama her türlü bağımlılıkta olduğu gibi, burada da hakikatle yüzleşilen bir an gelir. O an şimdi ve burada.”

“Otuz yıldır bize hep bir siyasi metafizik sunuldu: reform,” dedi. “Ya reform yaparsınız ya da devre dışı kalırsınız. Ama şimdi iki tane devasa, katlanarak büyüyen yapısal kusurumuz var: eşitsizlik sorunu ve iklim sorunu. Birçok insan -bir yola baş koyma bağımlılığının yarattığı dinamik yüzünden – 30 yıldır bir çeşit kayıp dava boşluğu olan mekanda debelenip durdu. Değişim için her şeyi göze almışlardı. 30 yıldır bütün paralarını reforma yatırıp durdular. İşin trajik yanı -ki bunu siyasi mücadele tarihinde yüzyıllardır görmek mümkün- reformcuların kontrolü kaybettikleri bir kırılma noktası olması. Onlar hâlâ geçmişin dünyasında yaşıyorlar. Herkesin ciddiye alınmayacak kadar saf bulduğu devrimciler ise birdenbire öne çıkıyor. Bu genelde bir depremdir. Öyle tedricen olan bir şey değil. Bu, çifte bir trajedi aslında, çünkü hem bir deprem hem de devrimciler genelde örgütlü değiller. Bence şu anda olan da bu. Bunun faşizme karşı direniş açısından taşıdığı anlam çok büyük. Solda işçi sınıfıyla bağları olan, zihni berrak bir kitle seferberliğiniz yoksa faşizmi durduramayacaksınız demektir.”

15 Nisan’daki kitle eylemleri kabarıp sönebilir. Kalabalıklar toplanmayabilir. Halk kayıtsız kalabilir. Ama bizler, bir avuç insan olarak bir köprüyü ya da bir yolu sekteye uğratmaya kalkarsak, polis bizi hızla oradan uzaklaştırsa bile, yol açılan aksaklığın farkına bile varılamadığı bir hızla hareket etse bile, gene de buna değer. Ben bir babayım. Çocuklarımı seviyorum. Bu benimle ilgili değil. Onlarla ilgili. Anne babaların işi bu.

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

.

Chris Hedges

Yeşim Ustaoğlu söyleşisi İstanbul Modern Sinema’da!

İstanbul Modern Sinema’nın Türkiye’nin güncel sinema kültüründe sanatsal kimliği ve özgün yaklaşımlarıyla öne çıkan yönetmenleri davet ettiği buluşma dizisi Yönetmenlerle Buluşma’da bu yılki konuk, Yeşim Ustaoğlu.

“Yönetmenlerle Buluşma” seçkisinde Ustaoğlu’nun altı uzun metrajı ve dört kısa filminin gösterimi haricinde, Araf filminin kamera arkasını takip eden belgesel ve Sırtlarındaki Hayat (2004) belgeselinin daha önce gösterime girmemiş uzun versiyonu da yer alıyor. Yeşim Ustaoğlu ile 28 Şubat günü gerçekleşecek kapsamlı bir söyleşinin yanı sıra gösterimler sinema yazarlarının sunumları eşliğinde yapılıyor ve yönetmenin filmlerinde rol alan oyuncular gösterimlere katılıyor.

Program kapsamında Yeşim Ustaoğlu’nun sineması ve yönetmenliği üzerine bir söyleşi düzenleniyor. Moderatörlüğünü sinema yazarı Müge Turan’ın yapacağı söyleşi 28 Şubat Perşembe, 19.15’de gerçekleştirilecek.

.

(Yeşil Gazete)

Borçlu olduklarımız: Gözlerine bakabilmek ve şükran duymak – Abdullah Onay

Köleliğin hukuku tarihi açıklayamaz
(Murathan Mungan: Oyunlar, İntiharlar, Şarkılar)

Tarihin bir kesitinde yaşayıp giderken, kimlere şükran duyarız? Kullandığımız geçmiş kuşaklarca üretilmiş, kültürel, maddi değerler, yollar, köprüler, demiryolları, kamu binaları, hastaneler, ibadet yerleri vb. “uygarlık” diye adlandırılan tüm bu “miras” için gönül borcu duyar mıyız?

Düşünce ve inançlara göre değişir verilecek cevaplar. Dindarlar için “bütün bu nimetleri” veren yaradandır; ona şükredilir. Milliyetçi düşünceye sahip olanlar için ise minnet duyulan atalardır. Fetihler ya da işgallere karşı mücadeleler vardır, ama hep savaş üzerinden  şükran duyguları ifade edilir.

Sol düşüncede ise emekçilerdir şükran duyulacak olanlar. Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirinde dile getirdiği gibi:

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar
uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.

Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
ama ödeyen kimler harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.

Çağımızın hegemonik ideolojisinin “birey”i ise kimseye şükran mükran duymaya gerek duymaz. Bireyin kendi ellerindedir her şey, ne yaptıysa odur. İlla bir minnet duygusu olacaksa, miras bırakan ailesine olabilir. Devletin görevi ise zenginlik’i yaratacak bireyin önünü açmaktır. (*)

“Serveti anonim bir kabile ürünü olarak görmek ve onun ‘yeniden dağıtımından’ bahsetmek ahlâken iğrençtir. Zenginliğin ayrım gözetmeyen, ortak bir işlemin sonucu olduğu, hepimizin bir şeyler yaptığı ve kimin ne yaptığını söylemenin imkânsız olduğu ve bu nedenle bir tür eşitçi ‘dağıtımın’ gerekli olduğu görüşü, bir vahşiler sürüsünün sadece fiziksel güç ile kayaları hareket ettirdiği ilkel bir orman için geçerli olabilirdi (orada bile birisinin hareketi başlatmış olması ve organize etmesi gerekirdi). Bu görüşü bireysel başarıların açık bir şekilde kayda geçirildiği endüstriyel bir toplumda savunmak öylesine aptalca bir kaçamakçılıktır ki ona şüphe ile yaklaşmak bile bir edepsizliktir.” (Ayn Rand, Kapitalizm Nedir?, çeviren: Necdet Kandemir)

Farklı düşüncelerden örnekleri sürdürebiliriz elbet. Ama konumuz ayrımları değil, ortaklaştıkları önemli bir nokta.

Tüm bu düşünceler, birilerine borçlu hissedip hissetmeseler de uygarlık sürecindeki hayvan emeğini yok sayma konusunda benzer bir tavır içindedir.

Oysa ulaşmış olduğumuz “uygarlık”ın önemli bir bölümünü hayvanlara borçluyuz. İnsanlık tarihi boyunca yaratılan özel ve kamu mülklerinde hayvanların ağır sömürüsü vardır.

“İnsanın avcılık ve yiyecek toplayıcılığı yoluyla maddi gereksinimlerini karşılama mücadelesi verdiği on binlerce yılın birikimi sonucunda, birtakım yaban hayvanlarını ve yaban bitkilerini evcilleştirerek ‘uygarlaştığını’ biliyoruz. (…) avcılık ve yiyecek toplayıcılığından hayvancılığa ve tarıma, yani yiyecek üretimine geçiş, ilk ekonomilerin ortaya çıkışını, diğer bir deyişle uygarlığın temelini simgeliyorsa…” (Fikret Şenses, Bir Başka İktisada Giriş, s. 35-36) (**)

Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde neredeyse ekonomi ve hayatın yeniden üretimi hayvanlar üzerinden gerçekleştiriliyordu. Tarımsal üretim o koşullarda ancak hayvanların çalıştırılması ile mümkündü. Atlar, katırlar, öküzler, vd.’nin taşıma, çift sürme işlerinde olmaz ise olmaz bir emeği vardı. Sırf Avrupa’da geç bir tarihte, 18. yüzyılda bile tarımda 20 milyon civarında at ve 20 milyon civarında öküz kullanılırdı.

Yine insanlar, hayvanların, etinden, sütünden yağından yararlanarak beslenebiliyorlardı. Ulaşım da tamamen hayvanlar sayesinde gerçekleştiriliyordu.

Kapitalist sermaye birikiminde hayvan sömürüsü

Kapitalist sermaye birikimi de ağırlıklı olarak hayvanlar üzerinden gerçekleştirilmiştir. Sömürgecilik döneminde Avrupalılar fethettikleri yerlerde yalnızca doğal kaynakları ve köleleştirdikleri yerli toplulukları değil, hayvanları da yağmalamışlardır.

Michael North, Hollanda sanatını incelediği kitabında, bunu ekonomi ile ilişkilendirirken Hollanda ticaretinin büyümesini ringa balığına bağlar:

“Ringa balığı ticareti tuz ticaretinin de nedenidir; tuz ve ringa balığı ticareti bir anlamda bu ülkenin tüm Baltık Denizi ticaretini ele geçirmesi anlamına gelir, Hollanda balıkçıları, Avrupa’da yakalanan toplam ringa balığının yaklaşık yarısına denk düşen, 200 milyon ringa balığı yakalardı.” (Michael North, Hollanda Altın Çağı’nda Sanat ve Ticaret, çeviren: Taciser Ulaş Belge)

Yine Amerika kıtasının fethi ile kıtanın hayvan faunası gerçek anlamda kazınmıştır. “Altına hücum” çağını bu maden üzerinden biliriz; ama hayvan sömürüsünün sisteme hükmedecek bu gücün temelindeki rolünü pek düşünmeyiz:

“Avrupalılar Kuzey Amerika’ya ilk geldiklerinde mavi, uzun kuyruklu zarif güvercinler o kadar çoktular ki, bir göçmen şunları yazıyordu: ‘Hayal edemeyeceğiniz kadar yabani güvercin oluyor… o kadar çoktular ki gökyüzünü gölgeliyorlardı.’ Çok kolay avlanabiliyorlardı. Yavru güvercin eti popüler oldu. 1850’lerde demiryolları açılmaya başladığında yalnızca New York’a yılda 300 bin güvercin gönderilebiliyordu. Rakamlar git gide arttı. 1874’te Oceana ilçesi doğudaki piyasalara günde 1 milyon güvercin gönderdi. Van Buren 7.5 milyon güvercin gönderdi piyasalara. Katliam tüm hızıyla sürüyordu. Sonuç: Bir zamanlar sayıları 5 milyara yaklaşan türün son temsilcisi 1914 yılında tutsakken öldü…” (Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi, çeviren Ayşe Başçı-Sander)

Rusya’daki sermaye birikiminde de yoğun bir hayvan sömürüsü görülür. Nitekim Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’nde de kürk ve dericilik önemli bir kalem olarak yer alır.

“Rusya’da kürk katliamları 13. yüzyıla kadar gider. Dinyeper Havzasında 1204’te hiç kürklü hayvan kalmamıştı. 16. yüzyılda kapanların kurulmadığı tek yer Sibirya’ydı ve oraya hücum başladı. Kürk temel ticaret ve para birimi haline geldi. 17. yüzyılın ortalarında Rus devletinin toplam gelirinin üçte birinden fazlası kürk ticaretinden geliyordu. Sibirya’ya ilk gidenler şaşkındı kakım ve diğer hayvanlar insana yaklaşıyorlar ve elle yakalanabiliyorlardı. Bir bölgeyi tüketince avcılar doğuya doğru gidiyordu. Nitekim 18. yüzyılda Sibirya’da bile kürklü hayvanlar tüketilmişti. Milyonlarca hayvan kürkünden ötürü öldürüldü ve nesilleri tüketildi.” (Clive Ponting, Dünyanın Yeşil Tarihi)

Bu örnekleri arttırmak mümkün, ama o zaman yeni bir tarih, sömürülenlerin tarihini yazmak gerekir.

Hayvan sömürüsüne dayalı dev endüstrilerin doğuşu

Geleneksel toplumlarda elbette hayvan sömürüsü içeriyordu, Fakat daha gerçek bir “ihtiyaca” dayanıyordu. Kendine yeterliğe dayalı bir ekonominin sınırları kadar.

Teknolojideki büyük gelişmeler, hayvan sömürüsüne dair önemli değişikliklere yol açtı. Tarımdaki makinizasyon hayvan emeğine ihtiyacı azalttı. Ulaşımda da bu gereklilik ortadan kalktı. Bunlar daha çok  Güney’in yoksul ülkelerinde mevcut.

Ama sanayileşme, artan insan nüfusu, kentlere yığılan yoksulların beslenme sorunu, hızlanan hayat temposu fast-food kültürünü doğurdu ve dolayısıyla hayvan sömürüsünü arttırdı. Emeğin yeniden üretimi için yoğun hayvan sömürüsüne gerek duyuluyordu. Foer’in Hayvan Yemek kitabında bir et üreticisinin 50 senedir aynı fiyattan et yediriyorum, sözleri bunun ifadesi. 20. yüzyıl başındaki kişi başına düşen et tüketimi, yüzyıl sonuna gelindiğinde 10 misline çıkmıştı. Endüstriyel et üretimi ABD’den başlayarak çığ gibi büyüyordu. Tabii sermayenin kâr hırsına dayalı bu ucuza mal etme yolları, hayvanlar için korkunç işkencelere dönüşüyordu. Sonuçta teknoloji hayvan sömürüsünü azaltacağı yerde, çoğalttı. Pompalanan et tüketimi ile her yıl milyarlarca hayvanın parçalandığı bir korku tüneline girildi.

Evet bu korkunç endüstrinin hayvanları “görünmez kıldığı” bir dönemde yaşıyoruz ama, mesela, Türkiye’nin 1980’lere kadar nüfusunun yarıdan fazlası köylerde yaşıyordu. Yani günümüzde yaşayanların çoğunda görünür hayvan emeği var. Sütünü içmiş, yumurtasını, etini yemiş ya da satmış. Eğitim, sağlık masraflarını hayvanlar karşılamış. Yani hayvan emeği ile büyümüş çok kişi.  Görünmez değil yani, bunun sömürü olduğu ise bir bilinç sorunu. Yine de o görünürlüğün yarattığı başka bir ilişkiden söz edebiliriz. 1990’larda Meclis’te hayvan hakları yasası görüşülürken  milletvekili Cevdet Erdöl bunu dile getirmiş; en azından bir kadir kıymet bilme durumu diyebiliriz:

“Etiyle, sütüyle, derisiyle, yumurtasıyla, canlarıyla, kanlarıyla bizlere hizmet eden, yük taşıyarak bizlere hizmet eden ve karşılık beklemeyen, sadece sevgi ve sadece bir okşanma bekleyen bu canlılara, bizim çok daha saygılı olmamız lazım.”

Desmond Morris 1990’da yazdığı Hayvan-İnsan Sözleşmesinde (çeviren Mehmet Harmancı) insanın hayvan ile yaptığı sözleşmeyi bozduğunu, hayvanların  ağır bir sömürü yaşadığını anlatır. Bütün bu sömürünün bitirilmesinde hüzünlü bir son görür:

“Onları minnet ve sevgiyle uğurlamalıyız. Bu hayvanlar bizi 10.000 yıl beslemişler, yaşam ve ölümü bizimle paylaşmışlar ve hep bize, bizim onlara verdiğimizden çoğunu vermişlerdir. Onlar olmasaydı, uygarlık da olmayacaktı.”

Artık insan türünün yaptığı bir dünyadan söz edebiliriz. Bu dünyada hayvan sömürüsünü sürdürebilir kılan hiyerarşik ideoloji ve kapitalizmin metalaştırma dinamiği; yoksa artık insan türü, hayvan sömürüsü olmadan da hayatını sürdürebilir mevcut birikimiyle. Kapitalizmin karşısına gerçekten bir alternatif konacaksa, başlangıç noktası da bu olabilir. Bunun da insanlık tarihi kadar eski bir birikimi var: Eşitlik ve özgürlük düşüncesi bir adım ileriye götürülebilir.

Öncelikle hayvanlara olan borcun kabulünün bile sembolik bir anlamı olacaktır. Madem ki çağımız “özür” çağı, hayvanlardan özür dilendiğini gösteren anıtların dünyanın belli başlı merkezlerine dikilmesi önemli bir adım olabilir.

Evet Morris’in önerisi hüzünlü bir veda. Ama mutlaka daha iyisini yapabilir İnsanlık. Yeter ki, yüzlerine bakıp, “Kardeşlerimiz, bugüne değin sizden aldıklarımız için şükran borçluyuz, bizi affedin” diyebilelim!

Hayvanlar sezgileri güçlü ve yüce gönüllüdürler, muhtemelen türümüzü affedeceklerdir!

(*) Bu ideolojinin hayvan sömürüsünün inanılmaz boyutlara varmasındaki rolü, başka bir yazının konusu olsun.

(**) Hayvanlar konusunda bir duyarlılığı olan Server Tanilli’nin bilinen kitabı Uygarlık Tarihi’nde uygarlığın gelişiminde hayvanların rolü geçmez mesela. Üstelik İlhan Selçuk’tan alıntıyla “Şimdiye dek tüm uygarlıklar sömürü düzenleri üstüne kurulmuştur” der haklı olarak, ama bu hayvan sömürüsünü kapsamaz.

.

Abdullah Onay

Avrupa Parlamentosuna Kıbrıslı Türk aday: Niyazi Kızılyürek

Kıbrıs Cumhuriyeti ana muhalefet partisi AKEL, 26 Mayıs Avrupa Birliği Parlamentosu Milletvekilleri Seçimine Kıbrıslı Türk Prof. Niyazi Kızılyürek’i aday olarak gösterdi.

Prof. Niyazi Kızılyürek, AKEL tarafından aday gösterildi (Foto: Hakan Çoban)

AKEL, açık adıyla Emekçi Halkın İlerici Partisi, 1926 yılında Kıbrıs Komünist Partisi ismiyle, Yunanistan ve Kıbrıs’ın birleşmesine (Enosis) karşı kurulan bir partidir. Tam bağımsız ve iki uluslu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunmaktadır.

AKEL, 26 Mayıs’ta yapılacak AB Parlamentosu milletvekilliği seçimlerine bir Rum ve bir Türk, iki aday gönderecek.

Kıbrıs doğumlu Prof. Niyazi Kızılyürek yüksek öğrenimini ve doktorasını Almanya’da tamamladı. Halen Kıbrıs Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan araştırmacı yazar Kızılyürek, 22 Şubat’da Gazimağusa Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde öğrenci ve öğretim görevlileriyle yaptığı söyleşide; AB parlamentosu adaylığı ile ilgili bilgiler de verdi.

Kızılyürek, Avrupa Birliği parlamentosuna, AB yuttaşlarının fikirleri ile gittiklerini belirtti. Bu seçimlerin Kıbrıslı Türklerin görünürlüğü  açısından çok önemli olduğunu belirten Kızılyürek, şimdiye kadar AB vatandaşı olan Kıbrıslı Türklerin sadece turizm açısından bu haklarını kullandıklarını oysa fikirleri ile de temsil edilmeleri gerektiğini vurguladı.

Prof. Kızılyürek, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Anastasiyades’in Kıbrıslı Türklerle bir arada yaşamak istemediğini, AKEL’in ise adayı Kıbrıslı Türklerle birlikte yönetmek istediğini belirterek AB parlamentosuna seçilirse evrensel değerlerle parlamentoda demokrasiyi savunacağını söyledi.

Avrupa ve Amerika’da milliyetçiliğin ve ırkçılığın tehlikeli boyutlara vardığını belirten Kızılyürek, bunun önüne geçebilmek için de tüm sorumlu siyasi partilerin demokratik adımlarla hareket etmeleri gerektiğini hatırlattı.

.

Haber: Yelda Çubukçu

(Yeşil Gazete)

91. Oscar ödülleri sahiplerini buldu

Akademi Ödülleri’nin 91’incisi bu yıl yine ABD’nin Los Angeles kentinde Dolby Theatre’da verildi.

En iyi film Oscar’ını Yeşil Rehber kazandı.

Yeşil Rehber, Peter Farrelly , 2018

Bu dalda ödülü kazanması pek beklenmediği için Yeşil Rehber’in Hollywood’un en prestijli ödülü kucaklaması sürpriz oldu. Mizah, müzik, dostluk temalarını içeren bir yol filmi olan Yeşil Rehber, siyah bir piyanistle beyaz şoförünün 1962’de New York’tan ırkçı güney eyaletlerine gerçekleştirdiği yolculuğu anlatıyor. Bu filmle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ı da Mahershala Ali’nin oldu. Oyuncu, 2017 yılında da Moonlight filmiyle aynı ödülü almıştı.

En iyi yönetmen Oscar’ının kazananı Roma filmiyle Alfonso Cuarón oldu. İspanyol oyuncu Javier Bardem’in sunuşunu ‘duvarsız’ bir dünya diyerek İspanyolca yaptığı yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar’ı Roma filmi aldı.

En iyi erkek oyuncu Oscar’ı Bohemian Rhapsody filminde Freddie Mercury’yi canlandıran Rami Malek‘in oldu. En iyi kadın oyuncu Oscar’ını The Favourite filmiyle İngiliz oyuncu Olivia Colman kazandı. Bohemian Rhapsody, en iyi erkek oyuncu kategorisinin yanı sıra en iyi ses efekti, en iyi ses kurgusu ve en iyi kurgu Oscarlarını aldı.

Gecenin ilk ödülü ise en iyi yardımcı kadın oyuncu kategorisinde If Beale Street Could Talk filmiyle Regina King’e gitti. “Saturday Night Live” programının eski oyuncuları ve komedi dalında çok sayıda yapımda yer alan Tina Fey, Amy Poehler ve Maya Rudolph bu kategorinin sunuşuyla gecenin açılışını yaptı.

Black Panther en iyi prodüksiyon tasarımı, kostüm tasarımı ve en iyi film müziği ödülleriyle üç Oscar kazandı.

En iyi belgesel kategorisinde kazanan Free Solo oldu. Amerikan yapımı Free Solo’da serbest (ipsiz) kaya tırmanıcısı Alex Honnold’ın ABD’deki Yosemite Milli Parkı’ndaki tırmanış performansı anlatılıyor.

Örümcek-Adam: Örümcek Evreninde filmi en iyi animasyon dalında ödül kazandı.

En iyi kısa belgesel ödülünü ‘Period. End Of Sentence’ aldı. Bu belgesel film, Hindistan’ın kırsal bölgelerinde kadınların adet döneminin halen bir tabu olmasını ve hijyenik pedlere kadınların erişiminde yaşadıkları sorunları anlatıyor.

Queen grubunun gitaristi Brian May sahnedeydi

Oscar ödül töreninin açılışı, efsane rock grubu Queen şarkılarıyla oldu. Şarkıcı Adam Lambert ve Queen grubunun gitaristi Brian May, ödül töreninin açılışını iki şarkılık bir performansla yaptı.

Sosyal medya en çok Shallow performansını beğendi

Oyuncu Bradley Cooper ve oyuncu-şarkıcı Lady Gaga, Shallow şarkısının performansı için sahneye çıktı. Bir Yıldız Doğuyor filminin soundtrack’i olan Shallow, aynı zamanda en iyi film şarkısı kategorisinde Oscar’ı da kazandı. Lady Gaga’nın Shallow şarkısını her seslendirdiğinde ağladığını belirten sosyal medya kullanıcıları, Bradley Cooper ile beraber sahne almasından çok etkilendiklerini yazdı. Birçok Amerikan medya kuruluşu, bu performansın Oscar tarihinin en samimi anlarından biri olduğunu kaleme aldı.

.

(Yeşil Gazete)

100’den fazla küresel finans kuruluşu kömürden çekiliyor

Enerji Ekonomisi ve Finansman Analizi Enstitüsü’nün (Institute for Energy Economics and Financial Analysis, IEEFA) dün açıkladığı yeni araştırması, önde gelen 100 finansal kuruluşun kömür finansmanını sınırlayan politikaları uygulamaya koyduğunu ortaya çıkardı. “100 Küresel Finans Kuruluşu Kömürden Çekiliyor, Devamı Gelecek” raporu, küresel sermayenin, kömür sektörünü hızla terk ettiğini gösteriyor.

2013’den bu yana, bünyesinde 10 milyar dolardan fazla likidite yönetilen küresel ölçekteki önemli banka ve sigorta şirketleri, ayda bir kömürden çıkış açıklamasında bulunuyordu. Rapor, 2018’in başından beri, küresel finans kuruluşlarının, kömürü sınırlayan politikalarıyla ilgili açıklamalarının 34’e ulaştığını ortaya koyuyor.

Kömürü sınırlayan ilk açıklama 2013 yılında Dünya Bankası tarafından yapılmıştı. Aralık 2018’de gelen 100. duyuru, üç ülkenin daha istisnasını kaldırarak kömür finansmanındaki yasağını genişleten Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (European Bank of Reconstruction and Development, EBRD) tarafından gerçekleştirildi.

2019’un başından bu yana Güney Afrika’dan Nedbank, İngiltere’den Barclays, Kanada’dan Export Development, Finlandiya’dan Varma tarafından beş yeni kömür sınırlama politikası kamuoyuna duyuruldu. En son haber, geçen hafta Avusturya’lı Vienna Insurance Group’dan geldi ve yeni kömür santralleri ve madenlerinin sigortalanmayacağı duyuruldu.

IEEFA Enerji Finansmanı Çalışmaları Direktörü Tim Buckley

Raporun yazarı IEEFA Enerji Finansmanı Çalışmaları Direktörü Tim Buckley, küresel baskının, küresel ölçekteki önemli yatırımcıların harekete geçmesinde etkili olduğunu söyledi. Buckley “Finansal, çevresel ve itibara yönelik riskler nedeniyle kömür, küresel yatırımcılar için tehlikeli bir mal varlığı haline geldi, bu sebeple iklim değişikliğine cevaben yeni veya iyileştirilmiş politikalarla ilgili açıklamalar artıyor.” dedi.

Beş yıl önce küresel öneme sahip birkaç kuruluşun liderliği, bugün birçok finansörün sermaye kaçışına sebep oldu ve son yıllarda iki haftada bir yeni bir kömürden çıkış politikası duyuruluyor da diyen Buckley, “Mevcut politikaların güçlendirilmesi ve yeni finansman sınırlamaları getirilmesi, küresel finans sektöründe domino etkisi yaratırken kömür endüstrisinin daralmasına yol açıyor. Atıl varlık riski, kömür sektörünü finanse etmeye devam eden finansal kurumların tamamı için belirgin bir risk faktörü.” diye devam etti.” şeklinde konuştu.

Yatırımcıların, enerji sistemlerinin gelecekte belkemiğini oluşturacak, daha ucuz, sürdürülebilir ve yerel kaynak olan yenilenebilir teknolojilere yönelmesi, kömür şirketlerinin büyüme, birleşme ve satın alma süreçlerinde sermaye piyasalarından nasıl yararlanacağı konusunu da gündeme getiriyor.

2018’in başından bu yana, 25’i yeni, 9’u önceden kamuoyuyla duyurulmuş politikaların iyileştirilmesi şeklinde, toplam 34 kömür sınırlandırma politikası kamuoyuna duyuruldu. Duyuruların bir kısmı Japonya’dan Dai-chi ve Sumitomo Mitsui Trust Bank gibi Asyalı finansal kurumlar tarafından, Avrupa ve Amerika’daki gelişmeleri takiben gerçekleştirildi.

Bu süreçte Avrupa ve Amerika’da geride kalan bazı kurumların harekete geçmesi gerekiyor. New York emeklilik fonu fosil yakıtlardan yatırımlarını çekerken, Amerika’nın üçüncü en büyük emeklilik fonu olan New York State Common Retirement Fund’ın harekete geçmediği görülüyor.

Raporun ingilizce orjinaline bu bağlantı üzerinden erişim mümkün.

.

(Yeşil Gazete)

İstanbul Bilgi Üniversitesi CAMMA “Perşembe Konuşmaları”nın konuğu Pascal Gielen

İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Yüksek Lisans Programı (CAMMA) tarafından düzenlenen geleneksel Perşembe Konuşmaları devam ediyor.

Perşembe Konuşmaları’nın yeni etkinliği “Çokkültürlülüğün  Ötesinde Kültürleri Özgürleştirmek – Kültür Kurumları Kanonundan Sanat Oluşumlarında Müşterekleşmeye” başlıklı konuşmasıyla Pascal Gielen‘i ağırlıyor. Etkinlik, 28 Şubat Perşembe günü 18.00 – 20.00 saatleri arasında, santralistanbul E4-305 numaralı odada gerçekleşecek.

Tiyatrolar, müzeler ve kütüphaneler gibi sanat kurumları ve kültürel altyapılar, geleneksel olarak, ulus devlet değerlerini ayakta tutmak için kurulmuştur. Bu tarz kurumlar, jeopolitik alan içerisindeki bir nüfus için, tekkültürlülüğü ya da tek bir dili teşvik etmek gibi bir göreve sahipti. Kolonyal ve postkolonyal kritiğin birleştiği bu model, 1970’lerden beri güçlü bir şekilde eleştirilmiştir. Buna karşın çözüm ise farklı kültürlerin eşit olarak temsil edilmesini gerektiren çokkültürlü bir yaklaşımda aranır. Ancak, çokkültürlülük, uyumu ve uzlaşıyı kolayca tanıyan bir kimlik politikasına dayanmaktadır. Konferansta, Pascal Gielen görüş ayrılığına ve “müşterek” politikaya dayalı farklı bir modeli savunuyor. Bu modele göre, çatışmaları ve gerilimleri gidermek ya da baskılamak değil, onları görülür ve yaşanabilir kılmak önemlidir. Bu tarz bir müşterek politika, kültürler arası eşitlikten yola çıkmaz, fakat  daima toplumda daha “ikincil” olanlara, henüz temsil edilmeyenlere, kendi kültürel geçmişinden, toplumsal cinsiyetinden veya toplumsal sınıfından bağımsız bir sesi olmayanlara odaklanır. Kimliklere değil, eğitim, dil, kültür, iş gücü, sağlık hizmetleri ve barınma gibi zorunlu müşterek kaynakların demokratik ücretsiz dağılımı ve sahiplenilmesi üzerine odaklanır. Bu tür kaynaklar, daimi bir mücadele ve tartışmanın konusudur. Kültür kurumları ise bu türden bir uyuşmazlık politikası için ideal platformlar olabilirler.

Pascal Gielen aynı zamanda Kültür Müşterekleri Araştırma Ofisi’nin de başında bulunduğu (Culture Commons Quest Office, CCQO) Antwerp Research Institute for the Arts’da (ARIA, Antwerp Üniversitesi, Belçika) siyaset ve sanat sosyolojisi profesörüdür. Uluslararası kitap serisi Antennae-Arts in Society’nin editörü olan Gielen, 2016’da Belçika’daki, Fund for Scientific Research Flanders’in en üstün uluslararası bilimsel araştırmalar için verdiği Odysseus ödülünü kazanmıştır. Pek çok çalışması, İngilizce, Lehçe, Rusça, Portekizce, İspanyolca, Türkçe ve Ukraynacaya çevrilmiştir. Araştırmaları yaratıcı emek, müşterekler, kent ve kültür politikaları üzerine yoğunlaşır. Gielen, hâlen Antwerp, Belçika’da yaşamakta ve çalışmaktadır.

.

(Yeşil Gazete)