2016 yılında Dünya Kültür Mirası listesine eklenen Ani hakkındaki “Taşın Şiiri Ani: Kültürlerin Kavşağında Bir Mimarlık Hazinesi”sergisi 21 Şubat – 26 Mayıs 2019 tarihleri arasında Ankara’daki Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi‘nde gerçekleşiyor. Tarih boyunca var olmuş her ticaret şehri gibi Ani’nin kültürel zenginliği de kültürlerin muhteşem biçimde iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu sergi, bu kültürel zenginliği sunarken bu çok kültürlü ortamda ortaya çıkan ve sonrasında geniş bir coğrafyada etkili olan Ermeni mimarisinin değerli örneklerini de gösteriyor.
Her ne kadar bugün söz konusu ihtişamı tehdit altında olsa da, günümüzde Ani, surları, kiliseleri, manastırları ve camisi ile muazzam duruşunu koruyan bir şehir. Çorak arazide, terk edilmiş bir şehre ait bu kalıntılar, ziyaretçilerine tarihteki büyük gelgitlerin hissini duyuruyor. Şehrin altında ise yine o kadar etkileyici bir yeraltı dünyası yatıyor – şehrin altında kayalara oyulmuş başka bir şehir.
Bu sergide Türkiye’den ve Ermenistan’dan uzmanların Ani ve çevresinde yer alan mimari mirası korumak için diğer ülkelerden kurum ve uzmanlarla bir araya gelerek nasıl çalıştığının hikâyesini de aktarmak hedef alınmış. Sismik hareketlerin yoğun olduğu bir bölgede bu denli görkemli yapıların varlığı göz önünde bulundurulursa, bu hayli çaba isteyen bir iş.
Şair Metin Altıok’un anısına Kırmızı Kedi Yayınevi’nin düzenlediği ve bu yıl 12.‘si verilecek Metin Altıok Şiir Ödülü için başvurular başladı. Katılım için son başvuru tarihi 25 Mart 2019
Yarışmanın seçici kurulu Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Eray Canberk, Haydar Ergülen, Hilmi
Yavuz, Şükrü Erbaş ve Doğan Hızlan’dan oluşuyor.
Adaylar, 25 Mart 2019 tarihine kadar 2018 yılı içerisinde yayımlanmış şiir kitaplarını 8 kopya olarak iletişim bilgileriyle Kırmızı Kedi Yayınevi’ne göndererek başvurularını yapabilirler.
Çanakkale’nin Ayvacık, Ezine, Gökçeada, Bozcaada, Lapseki ve Biga ilçelerindeki 17 jeotermal alanı için 28 Şubat’ta yapılması planlanan ihalenin iptalinin kesinleştiği açıklandı.
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği, Gökçeada Gönüllüleri Derneği, Gökçeada Çevre ve Kültürü Koruma Derneği, Bozcaada Forum ve Kazdağları Kardeşliği tarafından yapılan ortak açıklamada “Konu hakkında bilgi verdik. Ayvacık, Küçükkuyu ve Bozcaada pazarlarında jeotermal enerji santrallarının zararları konusunda standlar açtık, Ayvacık ve Ezine’nin köylerinde ziyaretler gerçekleştirdik, broşür dağıttık ve ihalenin iptal edilmesi için imza kampanyası başlattık. CİMER üzerinden de itirazlarımızı gerçekleştirdik. Bölge halkının yoğun ilgisi ile karşılaştık. Halen faaliyette bulunan iki adet jeotermal enerji santralının bulunduğu Tuzla Köyü’ne gittik. Köylülerin JES’lerle ilgili sıkıntı ve şikayetlerini dinledik” denildi.
Çanakkale İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Abdullah Köklü’yü de makamında ziyaret ettiklerini belirten sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri genel sekretere 28 Şubatta yapılacak ihalenin iptal edilmesini, ihalenin daha sonra yinelenmemesini, ihale iptal kararının İl Özel İdare web sayfası üzerinden ilan edilmesi ve kendilerine bildirilmesini talep ettiklerini belirterek Abdullah Köklü’nün de ihalenin kesinlikle iptal edildiğini söylediğini ifade ettiler.
Ayvacık, Ezine, Bozcaada, Gökçeada, Biga ve Lapseki ‘deki 356 bin 667 dönüm alanın jeotermal enerji santralları tehdidinden şimdilik kaydı ile kurtulduğunu ifade eden stk temsilcileri, “Ancak ihalenin yinelenmemesi için süreci takip edeceğiz. Ayrıca, Çevresel Etki Değerlendirmesi süreçlerini de takip ederek tarım alanlarına, turistik bölgelere, meralara Jeotermal Enerji Santralları yapılmaması ve havamızın, suyumuzun, toprağımızın kirlenmemesi ve bölgemizin bir Aydın-Gediz Ovası olmaması için mücadelemizi sürdüreceğiz” açıklamasında da bulundu.
15 yaşındaki iklim aktivisti Greta Thunberg’in geçtiğimiz Ağustos ayında İsveç Parlamentosu önünde başlattığı “Gelecek için Cuma Günleri” olarak anılan okul grevlerine Yeni Zelanda’dan da destek geldi.
Binlerce Yeni Zelandalı öğrenci iklim değişikliğine dikkati çekmek için 15 Mart’ta “greve” gidecek.
Ülke
çapında yapılması planlanan protesto gösterileri Adalar Körfezi’ndeki
Russell’dan Invercargill’e kadar 20’den fazla şehirde organize edildi.
Geçen
yıl Kapiti Koleji’nden mezun olan ve küresel grevin ulusal koordinatörlerinden
olan 18 yaşındaki Sophie Handford, Facebook’ta yayınlanan bir paylaşım ile küresel
eylem gününde yerel etkinlikler düzenlemek için kurulacak bir çalışma grubunun
parçası olmak isteyenlerin kim olduğunu sorduktan sonra bu sorumluluğu
üstlendiği söylüyor.
Wellington’da, öğrenciler 15 Mart’ta saat 10.00’da Civic
Meydanı’nda toplanacak ve gençlik temsilcilerinin konuşacağı ve daha sonra
milletvekillerinin katılacağı panelde sorularını paylaştıktan sonra parlamentoya
yürüyecekler. Grup hükümetin “sıfır karbon yasası”nı desteklemesi için fosil
yakıtların keşfedilmesinin ve çıkarılmasının, tarımdan kaynaklanan emisyonların
düzenlenmesinin yasaklanmasını istiyor.
Greta
Thunberg’in Ağustos 2018’de İsveç Parlamentosu önünde başlattığı “Gelecek için
Cuma Günleri” olarak anılan okul grevleri Avrupa’nın dört bir yanında giderek
büyümeye devam ediyor.
13 yaşındaki New Yorklu öğrenci Alexandria Villasenor, Aralık ayından bu yana her Cuma günü Birleşmiş Milletler binasının önünde protesto gösterisi düzenliyor.
Thunberg’in
kendi girişimi ile başlattığı grevlere her cuma binlerce çocuk okula gitmeyerek
destek veriyor.
İklim için liderlerin harekete geçmesini talep eden çocuklar ABD, Hollanda, Belçika, İsviçre, Almanya, İskoçya, İrlanda, ve Avustralya’da her hafta greve gidiyor. Greta, tüm çocukları 15 Mart’ta küresel greve de çağırıyor.
Avrupa Şampiyonası’na katılmayı Hırvatistan’da gerçekleştirilen eleme müsabakalarının ilk 4 maçı sonunda garantileyen Türkiye Oturarak Voleybol Milli Takımı, kalan 2 maçını da kazanarak turnuvayı yenilgisiz tamamladı.
Türkiye, Gürcistan’ı da 3-1 mağlup etmeyi başardı
Türkiye son maçında Çekya’yı da set vermeden 3-0 mağlup etmeyi başardı.
Hırvatistan’ın Porec şehrinde düzenlenen Avrupa Şampiyonası ön elemeleri müsabakalarında mücadele eden Türkiye, sırası ile Fransa, Gürcistan, Litvanya, İtalya, Slovenya’yı mağlup ettikten sonra son maçında Çekya ile karşılaştı. Karşılaşmanın setlerini 25-15, 25-19, 25-22’lik skorlarla kazanan ay yıldızlılar maçtan 3-0 galibiyetle ayrıldı.
Türkiye böylece Fransa’yı 3-0, Gürcistan’ı 3-1, Litvanya’yı 3-0, İtalya’yı 3-0, Slovenya’yı 3-2 ve Çekya’yı 3-0 mağlup ederek adını Avrupa Şampiyonası’na yazdırdı.
Oturarak Voleybol Avrupa Şampiyonası ise 15-20 Temmuz tarihleri arasında Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de düzenlenecek.
Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesi, geri dönüştürülebilir atıkları yeniden ekonomiye kazandırırken çevre bilincini yaygınlaştırarak duyarlı vatandaşların da kazanmasını sağlayan Çevreci Mutlu Kart projesi başlattı. Projede geri dönüştürülebilir atık toplayan vatandaşların kartları ile puan kazanarak anlaşmalı noktalarda alışveriş yapabilmeleri sağlanıyor.
Çevreci Mutlu Kartlar ile, evde toplanan geri dönüşüm
atıklarıyla kazanılan puanlar kullanılarak anlaşmalı marketler ve Mutlukent çay
bahçelerinden alışveriş yapılıyor. Projede her bir geri dönüştürülebilir atık,
kilogram üzerinden farklı puanlar kazandırırken, 100 Mutlu Puan 1 Türk Lirası
olarak harcanabiliyor.
Evlerde biriken geri dönüştürülebilir atıklar, projeye özel
tahsis edilen araçlarla belirli gün ve saatlerde mahallelerde belirlenen
noktalardan alınıyor. Geri dönüştürülebilir atıklar, yetkili ekipler tarafından
tartılarak atıkları getiren kişilerin kartlarına puan olarak yüklenmek üzere
kaydediliyor. Kart sahipleri, kartlarında biriken puanları anlaşmalı marketler
ve ilçede yer alan Mutlukent çay bahçelerinde harcayabiliyorlar.
Projeyle ilgili açıklama yapan Süleymanpaşa Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat, başlattıkları çalışmayla geri dönüşebilen atıkları toplayarak hem ülke hem de aile bütçesine katkı sağlamayı hedeflediklerini belirtti. Proje ile çevre ve doğayla birlikte atık toplayan duyarlı vatandaşların da kazanacağını vurgulayan Eşkinat, “Başka bir deyişle çöpe atılmayan kâğıt, plastik, metal, cam gibi ambalaj atıkları hem ekonomiye yeniden kazandırılacak hem de kazandırdığı puanlarla ekmeğe, süte, peynire ya da çocuklar için çikolataya dönüşecek. Daha temiz ve daha mutlu bir dünya için çöpleri doya doya harcayalım” şeklinde konuştu.
“Tüketimi türetmeye
dönüştürelim”
WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) raporuna göre Türkiye günde 144 ton atık ile Akdeniz’i en çok plastiğe boğan ülke. 2050’ye kadar denizlerdeki plastiğin tonaj miktarının balık miktarından fazla olacağı tahmin ediliyor. Ancak asıl tehdit miktarı rekor seviyelere ulaşan, daha küçük parçalar olan mikroplastikler. Gıda zincirinin bir parçası haline gelen bu parçacıklar, giderek daha fazla sayıda hayvan türü ve insan sağlığını tehdit ediyor. Biyoçözünür olmadığı için çevreye bırakılan plastikler yüzlerce hatta binlerce yıl kalıyor. Dünyada her yıl denizlere atılan 10 ila 20 milyon ton plastik atığın deniz ekosistemlerine verdiği ekonomik zarar ise 13 milyar dolar. Uzmanlar tüketim alışkanlıklarımızı değiştirip “kullan at” kültüründen uzaklaşarak tüketimi türetmeye dönüştürmemiz gerektiğini söylüyor.
İçinde yaşadığımız rejimin George Orwell’ın meşhur 1984’ünü, ya da karanlık bir gelecekte totaliter bir rejim içinde sıkışıp kalmış bir avuç insanı anlatan distopik bilim kurgu romanlarını çağrıştırdığını defalarca söyledik, söylendi, yazıldı, çizildi.
Öyledir
gerçekten de. Ancak içinde bulunduğumuz bu hâli sadece bir siyasi-edebi
fantaziyle açıklamak yanıltıcı olur. Bu durumu çok aşan bir tablo ile
karşı karşıyayız. İktidarın kendi gerçeğini yeniden kurması ve yargıyı,
medyayı buna alet etmesiyle.
Üç kritik dava var bununla ilgili. Kavala davası, Cumhuriyet davası ve Demirtaş davası. Üçünde de önemli gelişmeler yaşandı.
Kavala
malum olunduğu üzere bir yıldan fazla bir süredir hiçbir suçlama
olmadan cezaevinde tutuklu bulunmakta ya da daha doğrusu rehin
tutulmaktaydı. AİHM’nin Türkiye’den savunma istemesi üzerine geçtiğimiz
hafta bir iddianame yazıldı. Ancak basına açıklandığı kadarıyla
iddianameye baktığımızda aslında bunun AKP medyası tarafından
yazıldığını söylemek de mümkün.
Bunu
biraz daha açmak gerekirse, şunlar söylenebilir. Kavala hakkındaki
tezvirat, karalama, hatırlanacaktır, önce AKP’ye yakın bazı haber sitesi
kılıklı operasyon siteleri tarafından başlatıldı. Osman Kavala bilhassa
Kürt sorununun çözümü için gösterdiği çabalar nedeniyle bu sitelerin
hedefine kondu. Ulusalcıların bütün argümanlarını devralan bu AKP
yanlısı siteler, Kavala’nın Batı dünyası ile ilişkilerini de bir
“suç”muş gibi gösterme gayreti içinde idiler.
Bu
yayınlar bir süre sonra geleneksel-basılı AKP medyasına da sıçradı. Her
gün Kavala konu edilmeye başlandı. Ve sonunda Kavala gözaltına
alınırken ve alındıktan sonra bu argümanlar iktidarın en tepesi
tarafından da sık sık dillendirilir oldu.
Romanlardan
ziyade asli olarak gerçek hayatta totaliter sistemlerin nasıl
işlediğini az biraz okumuş, bilmiş kişiler için hiç de yabancısı
olmadığımız bir durumdu bu. İktidar yanlısı medyanın bir kanadı
-kendinde böyle bir güç gördüğünden, ya da bu ona bahşedildiğinden-
kendini istihbarat örgütü yerine koyuyor, yargı ve istihbarat onun
peşinden geliyordu. Ya da belki de istihbarat içindeki bazı çevreler
medyanın bir kısmını paravan olarak kullanıyorlardı. Ve hop: Önce suçlu
bulunuyor sonra da suç yaratılıyordu.
Bu
bir yandan iktidarın tepe yönetiminin işine geliyordu. Çünkü post-truth
yani -gerçeklik sonrası- dönemde iktidarlar gerçeği eğip büküyor,
deforme ediyor, kendi imal edilmiş gerçekliklerini -çok büyük kısmını
ele geçirdikleri medyanın da aracılığıyla- kuruyorlardı. Dünya böyle bir
çağa girmişti. Ama işin doğrusu bunlar bize hiç yabancı şeyler değildi,
çünkü Türkiye devleti ve siyaseti zaten bunun üzerine kurulmuştu. 6-7
Eylül 1955 pogromundan sonra olayların sorumlusu diyerek solcuları,
komünistleri tutuklamış bir ülke idik biz. Üstelik olaydan 60 yıl sonra
Cumhurbaşkanı olacak kişi, bu pogromun CHP iktidarı döneminde
gerçekleştiğini zannediyordu. Soykırıma uğratılmış bir halkın 100 yıl
boyunca olayın suçlusu gibi gösterilmesine girmiyorum bile.
Dolayısıyla
iktidarın, hem devraldığı devlet geleneği, hem de totaliter vasfı
uyarınca gerçeği deforme etmesi ve bir de ‘tek kişi’nin intikamcı
siyaseti uyarınca bu deformasyonu yargı eliyle yapması, işine geliyordu.
Kavala
ve Gezi direnişi büyük oranda bu mekanizma içinde iktidarın hedefi
haline geldi. Daha doğrusu Kavala için belli ki bir suç ve örgüt icad
edilmesi gerekiyordu, bu da Gezi direnişi ve birbiriyle ilgisiz diğer 15
kişi oldu.
Cumhuriyet
davası meselesine gelirsek. Burada biraz daha komplike bir operasyon
yürüdü çünkü işin içinde -bir miktar- gazete içi meseleler de vardı.
Murat Sabuncu yönetimindeki Cumhuriyet’in Kürt meselesinde klasik
(ulusalcı görüşe daha yakın) Cumhuriyetçilerden farklı bir çizgide
gitmesi ve gazeteyi bu anlamda daha ileriye taşıması hem eski
Cumhuriyetçilerin hem de artık MHP ile ittifak haline girmiş iktidarın
tepkisini çekti. Ve sonuçta Cumhuriyet’in yazar ve yöneticileri
“gazetenin yayın politikasını değiştirmek” gibi absürd, daha doğrusu
ancak distopik bilim kurgu romanlarında görülecek bir suçlama ile hapse
girmekle kalmadı, aldıkları ceza istinaf mahkemesi tarafından da onandı.
Yani bütün bu olanlar yetmezmiş gibi yedi Cumhuriyet çalışanı tekrar
cezaevine girecek.
Selahattin
Demirtaş ise, artık tekrar etmeye gerek yok, siyasi nedenlere hapse
atılmıştır. Tek kabahati umut veren, ülkedeki muhalefeti CHP
seçeneğinden kurtaracak bir siyasetçi olmasıdır. Sadece bu yüzden hapse
atılmış, yargısal olarak ise tabii ki bunlar söylenmemiş, çözüm
sürecinde yaptığı açıklamalar gerekçe gösterilmiştir. Yani burada da bir
“gerçeği yeniden imal etme” durumu ile karşı karşıyayız. Demirtaş son
olarak AİHM’nin “hak ihlali vardır, serbest bırakılmalıdır” dediği ve
iktidar tarafından “bizi bağlamaz” denerek uygulanmayan kararı AİHM
Büyük Dairesi’ne taşıdı. Demirtaş, Büyük Daire’den Türkiye’nin kararı
uygulamaması konusunda hüküm kurmasını talep etti.
Hasıl-ı kelam “Gerçeğin yeniden imal edilmesi” meselesi, bu konuda ve bu temada yazdığım ilk yazı değil. Bundan önce de bunları yazdım. Peki ama bir yazarın en büyük kaygısı “tekrara düşmemek” olması gerekirken, bunu niye yapıyorum? Çünkü gerçeği tahrif ederken, kendi istedikleri gibi yeniden imal ederken en büyük silahları, tekrar. Aynı yalanı bir milyon kere söylemekten çekinmiyorlar, yorulmuyorlar. Milyon kere tekrar ederek yeni bir gerçeklik kuracaklarını düşünüyorlar, daha da acısı bunu biliyorlar. Bunun karşısında belki de yapılacak tek şey gerçeği defalarca tekrar etmek. Zor, sıkıcı ama gerekli bir iş.
National Observer‘de Robert Hackett imzası ile yayınlanan röportajı Turku, Finlandiya’daki Åbo Akademi University’de misafir öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. İbrahim Özdemir,Yeşil Gazete için çevirdi. Kendisine teşekkür ederek Noam Chomsky ile gerçekleştirilen bu önemli röportajı paylaşıyoruz.
***
[National Observer’den Robert Hackett, Noam Chomsky ile 12 Şubat 2019 tarihinde bir mülakat yaptı. Bir bütün olarak bakıldığında, Chomsky’nin sadece iklim değişikliği ile sınırlı kalmadığı; neo-liberal politikalar, medya ve tüm bunları şekillendiren güçlü şirket ve lobileri de ele aldığı; bunların arasındaki ağı deşifre ettiği görülür. Geleneksel medya ile sosyal medyanın rolü ve etkisinin altını çizer. Bu niteliği ile de mülakat hepimizi ilgilendirmektedir. Ülkemizde son zamanlarda yaşananları anlaşılması için önemli ipuçları sunmaktadır –İbrahim Özdemir]
***
Birkaç düz sırtlı sandalyesi olan küçük bir yuvarlak masa ve masanın üstünde bir dizüstü bilgisayardan oluşan kampüsteki ofisinin zarif sadeliği dünyanın önde gelen kamu entelektüellerinden biri olarak kabul edilen Chomsky’nin ünü ile uyuşmuyor.
Şu
anda 90 yaşında Noam Chomsky hala yazmaya devam ediyor.
Arizona
Üniversitesi’nde siyaset ve küresel krizler üzerine bir dersi de ortaklaşa
veriyor. Chomsky, dilbilim alanındaki paradigma oluşturan çalışmasının yanı
sıra, Amerikan dış politikasının açık sözlü ve sert bir eleştirmeni. Ülkesinin
dünyadaki insan hakları ihlallerini ve askeri saldırganlık ile olan ilişkisini
sürekli eleştirdi.
Chomsky, vefat eden meslektaşı Ed Herman ile birlikte ekonomik ve politik elitlerin ideolojik meşruiyetlerini sürdürme yeteneğini açıklamaya yardımcı olmak için kurumsal kitle iletişim araçlarının “propaganda modeli”ni geliştirdi.
Buna göre bir dizi “filtre”, haber medyasının seçkin gücünü pekiştiren bir propaganda sistemi olarak işlev görmesine neden olmaktadır. Bunlar: şirket mülkiyeti, reklam bağımlılığı, kuruma yönelik kaynak bulma uygulamaları, sağcı eleştirmenlerden kaynaklanan kırılganlık ve ideolojik anti-Komünizm karşıtlığı.
Noam Chomsky: ‘Birkaç nesilde insan hayatta kalamayabilir. Bu sürekli insanların kafalarına girmek zorunda.”
Son yıllarda, Chomsky müthiş aklını, nükleer savaşla eşit derecede “insan hayatının sürdürülmesi için bir tehdit olan” küresel ısınmanın varoluşsal tehdidine çevirdi.
22 Ocak 2019’da National Observer ile yapılan özel bir röportajda Chomsky, medya ve iklim krizi arasındaki özel ilişkiyi doğrudan ele alıyor.
National Observer: Son yıllarda, iklim krizinin ciddiyeti hakkında çok şey söylediniz. Şirket medyasının bu krizin ciddiyeti konusunda ne kadar kayıtsız olduğuna dair çeşitli örnekler sundunuz. Şirket medyasının bu krizle ilgili genel rolünü nasıl değerlendirirsiniz? Sizin ve Ed Herman’ın medya propaganda modelinde tanımlanan türdeki filtreler, şirket medyasının küresel ısınma konusundaki eksikliklerini açıklamaya yardımcı oluyor mu; yoksa küresel ısınmayı gazetecilik için özellikle zor bir konu yapan diğer faktörler mi var?
Noam Chomsky: Standart bir hikâyeyi ele alalım. Ortalıkta neler olduğuna dair haberler var. Bu nedenle, bugün New York Times’a bakarsanız, örneğin, her zamanki gibi (daha önceki) tahminlerden daha sert olan kutup buzullarının erimesiyle ilgili yeni keşifler hakkında oldukça iyi bir makale var. Uzun zamandır karşılaştığımız tipik bir haber. Muhafazakâr bir bakış açısıyla da olsa, bunun deniz seviyesinin yükselmesi üzerindeki olası etkisinin bariz bir şekilde ne kadar dramatik olduğunu tartışıyor. Düzenli olarak yazılan makalelere bakılınca küresel ısınmanın göz ardı edilmediği görülür.
Öte
yandan, New York Times’ta petrol aramalarıyla ilgili standart bir makaleye
bakarsanız, ABD’nin fosil yakıt üretiminde Suudi Arabistan ve Rusya’yı geçerek,
enerji bağımsızlığı olarak adlandırdıkları hususta Wyoming ve Midwest gibi
bölgelerde yeni alanlar açarak nasıl ilerlediği hakkında ön sayfada büyük bir
makale yer alabilir.
Belki de 1000 kelimeden oluşan uzun bir makale. Aklımda belirli bir örneğim var. Çevresel etki sonuçlarından, çiftçilere zarar verebilecek şekilde yerel su kaynaklarını da etkileyeceğinden bahsedebilir. Ancak kelimenin tam anlamıyla küresel ısınmanın etkisi üzerine tek bir kelimeye yer vermez. Ve bu, Financial Times, New York Times, tüm büyük gazetelerde birbiri ardı yayınlanan tüm makalelerde tekrar tekrar meydana gelir.
Bir
yandan sanki bir tür tünel vizyonu var- bilim muhabirleri ara sıra “bu bir
felakettir” diyor, ama sonra düzenli olarak manşetler bunu göz ardı ederek “Petrol
ithal etmek zorunda kalmayacağımız ve daha güçlü olacağımız harika bir haber!”
olarak vermeye devam ediyorlar.
Demek ki aradaki bağlantıyı kurmuyorlar?
N. C.: Bu toplumun tam içerisinden geçen bir çeşit şizofreni. En büyük bankaları ele alalım. Örneğin JP Morgan Chase. En büyük banka ve CEO Jamie Dimon da akıllı bir adam. Küresel ısınmanın korkunç tehdidi ile ilgili temel gerçekleri bildiğinden eminim. Buna rağmen fosil yakıt çıkarma ile ilgili projelere yatırım yapıyorlar, çünkü iş modelleri bu. Yarın için kar etmek zorundalar.
Öyleyse, şirket medyasının genel rolü noktaları birleştirememek mi?
N. C.: Tabii ki, liberal medya hakkında konuşuyorum. Örneğin Fox News’i ele alırsak durum oldukça farklı. Bu kanala göre küresel ısınma meydana gelmiyor. İşin aslı ise kamuoyunu bu tür haberler oluşturuyor. Cumhuriyetçilerin yaklaşık yarısı, küresel ısınmanın meydana geldiğini inkâr ediyorlar.
Ve
diğer yarının küçük bir çoğunluğu ise bundan insanların sorumlu olabileceğini
düşünüyorlar.
Birkaç gün önce, kömür endüstrisi geçmişi olan biri EPA’nın (ABD Çevre Koruma Ajansı) yeni başkanı olarak kongredeki komisyona katıldı.
Bir
senatör “Küresel ısınma hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.
“Evet,
muhtemelen gerçekleşiyor, ama muhtemelen insanlardan kaynaklanıyor” diyor.
“Ne
kadar acil olduğunu düşünüyorsun?” diye sorulduğunda cevabı:
“Ortada bir sorun var ancak aciliyet düzeyinde muhtemelen sekizinci ya da dokuzuncu sırada” oldu.
Ve
sonuç, bu konuda hiçbir şeyin yapılmadığıdır.
Medyanın kendisi açısından bakılınca, propaganda modelinde tanımladığınız filtre türleri medyanın eksikliklerini açıklamaya yetiyor mu? Yoksa devrede olan başka etkin faktörler mi var?
NC: Evet, ama neredeyse şeffaf. Şirketler iş modeline göre çalışırlar. Bunun
anlamı ise yarın kar etmek zorundasınız. Ve toplum da gelişmek zorunda.
Ne
tür bir gelişme/büyüme olduğu ise umurlarında bile değil; toplumun sadece
gelişmesi gerekiyor. Ve bu husus bir tür içselleştirilmiş.
Dolayısıyla, evet, reklam verenlerin bir etkisi var. Ancak onların da bir şirket oldukları gerçeğinin etkisidir bu.
Ancak bundan daha derin olanı ise George Orwell’in vurguladığı ancak ehemmiyetinin anlaşılmadığını düşündüğüm bir nokta. (“Rızanın İmalatı“ kitabımızda da aslında tartışmadığımız bir nokta.)
Hayvan Çiftliği‘nin girişini okuyup- okumadığınız bilmiyorum. Muhtemelen, okumamışsınızdır. Zira yayınlanması sansürlendi. 30 yıl sonra Orwell’in evrakları arasında keşfedildikten sonra ortaya çıktı ve ilginç bir giriş oldu.
Kitap
İngiltere halkına hitap ediyor ve bu kitabın elbette, totaliter düşman hakkında
bir hiciv olduğunu söylüyor. Ancak hemen kendimizi haklı çıkarmayalım diyor çünkü-
şimdi alıntı yapıyorum- özgür İngiltere’de de fikirler güç kullanılmadan
bastırılabilir.
Orwell
iki cümle ile verdiği örnekle durumu özetliyor:
Birincisi,
basının belirli fikirlerin ifade edilmesini istemeyen zengin erkeklere ait
olması, diğeri ise sadece iyi bir eğitimdir.
En
iyi okullara gidersiniz, Oxford ve Cambridge’den mezun olursunuz ve kafanıza
söyleyemeyeceğiniz belirli şeylerin olduğu anlayışı sokulur. Artık bunları bir
daha düşünmüyorsunuz bile.
Bu Gramsci’nin “hegemonik sağduyu” dediği şey haline gelir ve bunun hakkında sadece konuşmazsınız. Bu da bazı şeylerin nasıl içselleştirildiği ile ilgili olarak büyük bir faktör. Bunları dile getiren insanlar ise çılgın gibi görülür.
Sizce gazeteciliğin alternatifi ne olurdu? İklim değişikliğini ele almada nasıl çalışması gerekirdi?
N. C.: Her bir dergide, her gün toplam bir felakete doğru yöneldiğimizi söyleyen bir çığlık manşet olmalı. Birkaç kuşak içinde insan nesli hayatta kalamayabilir. Bu sürekli insanların kafalarına sokulmak zorunda. Ne de olsa, tüm insanlık tarihinde böyle bir şey daha önceleri meydana gelmedi.
Mevcut nesil, insanlık birkaç kuşaktan daha uzun süre hayatta kalıp-kalamayacağına dair bir karar vermek zorunda. Bunun da hızlıca yapılması gerekiyor, çok fazla zaman yok. Yani, tereddüt etmek ve lafı dolandırmak için zaman yok. (Gerçeği olduğu gibi söylemeliyiz). Paris müzakerelerinden çekilmek, tarihin en kötü suçlarından biri olarak kabul edilmelidir.
Ancak, insanlara sadece kötü haberleri vererek adeta felaket tellallığı yaparak onları güçsüzleştirme/ morallerini bozma riski yok mu?
N. C.: Var.
Kötü
haberler, yapılabilecek olumlu şeyler ve hali hazırda yapılmakta olanlarla
birlikte harmanlanarak verilmelidir.
Örneğin, çok iyi bir ekonomist olan Dean Baker, birkaç hafta önce Çin’in ne yaptığını kendi sütununda tartıştı. Çin hala dünyanın en büyük kirleticisi. Bununla beraber yenilenebilir enerjilere geçme konusunda dünyadaki en büyük programları yürütüyorlar.
ABD’deki
eyaletler bunu yapıyor ya da yapmıyor.
Burada
Arizona’yı ele alalım. Bu eyaleti gezin. Güneş yılın büyük bir diliminde her
zaman gök yüzünde parlıyor. Etrafınıza
bir bakın ve kaç tane güneş paneli göreceksiniz.
Banliyödeki
evimiz panellere yakın olan tek ev.
İnsanlar
yazları klima için ayda bin dolarlık elektrik faturası ödediklerinden şikâyet
ediyorlar; ancak bir güneş paneli kurmuyorlar
Aslında
Tucson elektrik şirketi bunu yapmayı zorlaştırıyor. Örneğin, güneş enerjisi
sistemimizde bazı paneller eksik çünkü daha çok elektrik üretmenize izin
verilmiyor.
Bu talihsizlik. Aciliyeti, ne yapılabileceği duygusuyla birleştiren bir tür gazeteciliği nerede görürsünüz? Bunu medya sistemimizde nerede görüyorsunuz?
N. C.: Pekala, küçük dergilerde bulabilirsiniz. Mesele şu: Küresel ısınma vurgulanmalıdır. Sürekli olarak insanlara kötü haberleri vermeyle insanların arkalarını döneceğine dair söylediklerinizde tamamen haklısınız. Ancak, kötü haberleri atılabilecek olumlu adımlarla ve bu adımları atmanın aciliyeti ile harmanlayarak verirseniz, bunun bir etkisinin olabileceğini düşünüyorum.
Daha çok, alternatif bağımsız medyanın iklim krizini ele alışını mı kriz olarak görüyorsunuz?
N. C.: Sadece bu kriz de değil, diğer krizlerde de bunu alternatif medyada yapabilirsiniz; ancak kamuoyuna yeterince ulaşamazsınız.
Benzer
bir kriz nükleer savaş tehdididir.
24 Ocak’ta, Atom Bilim İnsanları Bülteni’nin kıyamet saatinin bir sonraki ayarını açıklayacakları güne bakmak iyi bir fikir olurdu. [24 Ocak günü, bilim insanları, insanlığı “yeni anormal” durumla ilgili rehavete düşmemeleri konusunda uyarmak için, kıyamet saatini gece yarısına iki dakika var şeklinde ayarladılar.]
Zaten
gece yarısına iki dakika kalmış.
Bir
dahaki sefere ne yapacaklarını bilemiyorum, belki de gece yarısını geçtik
diyecekler!
Temelde giderek dehşet saçan iki konu var: Nükleer savaş ve küresel ısınma.
Fakat
dahası var. Bir salgın tehdidini ele alın. Endüstriyel et üretimi her şeyden
önce insanlık dışıdır. İkinci olarak, küresel ısınmaya önemli bir katkıda
bulunuyor ve ayrıca antibiyotiklerin etkinliğini de yok ediyor.
Çılgın
ve aşırı antibiyotik kullanımlarına sahipler ve bu da herhangi bir antibiyotiğe
dirençli değişim geçirmiş bakteriler oluşturuyor.
Hastanelerde
görülmeye başlayan vakalar tıpkı bir asır önce on milyonlarca insanı öldüren
grip salgını gibi büyük bir salgına yol açabilir.
İnsanlar
göçmen krizinden bahsediyorlar.
Bangladeş
sular altında kaldığında yüz milyonlarca insanın kaçması gerektiğinde ne
olacak? Güney Asya’da [içilebilecek] sular tükeniyor. Zaten zar zor suya sahip
yüz milyonlarca insan var. Buzullar
erimeye devam ediyor. Tüm bunların sonucu olarak su kaynaklarını
kaybedebilirler.
O
zaman dünyaya ne olacak? Muazzam sorunlar meydana gelecek. Bunlar da çok uzakta
değiller.
Alternatif veya bağımsız sektörde ya da başka yerlerde kendi bilginizi edindiğiniz ve yararlı olabileceğini düşündüğünüz belirli medya kuruluşları var mı?
N. C.: Belli başlı medyayı okuyorum. Ama gerçekten sizi güncel tutan bilim dergileridir. Elbette, bu bilimsel makaleler normalde okumayacağınız teknik şeyler. Ancak Washington Post, New York Times ve tabii ki birçok alternatif medyada bunlarla ilgili çok iyi raporlar yayınlanıyor.
ABD veya diğer demokratik toplumlarda, medya sistemini bu tür gazeteciliğin hayatta kalmasını daha kolaylaştıracak şekilde düzeltmenin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?
N. C.: Bunun bir yolu, demokratik toplumlar olmaları. Ondan çok uzaklar. Seçimleri ele alalım. ABD’deki seçimlerin temel olarak satın alındığını gösteren ikna edici çalışmalar ana akım siyaset biliminde yayınlandı. Kampanya harcamalarının tek bir değişkenine bakarak Kongre veya Senato seçiminin sonucunu olağanüstü bir hassasiyetle tahmin edebilirsiniz. Bu nedenle, biri Temsilciler Meclisi’ne seçildiğinde daha göreve başladığı ilk gün, bir sonraki seçim için bağış desteği almaya başlaması gerekiyor. Bu arada, mevzuat ise lobilerin temsilcileri ile birlikte hazırlanıyor. Aslında mevzuat bu kurumlar tarafından yazılıyor. Bu bir çeşit demokrasi, ama çok sınırlı bir demokrasi.
Daha geniş sosyal ve politik dönüşümlerin dışında medya reformu için bir imkân görüyor musunuz? Çünkü bildiğiniz gibi, özellikle medya reformu için Robert McChesney ve diğerleri ile birlikte hareket edenler var.
N. C.: Yapılabilecek çok şey var. Sistem birçok yönden önemli ölçüde değiştirilmeli, hatta radikal biçimde değiştirilmelidir. Medya reformu bunlardan biridir. Bob McChesney’in önemli çalışması bir modeldir. Yapılabilecek şeyler var. Ana medyanın tekelleşmesinin artması, bildiğiniz gibi ciddi bir meseledir. Ben Bagdikian’ın 1980’li yıllardaki medya tekeline ilişkin kitabına bakarsanız, o zamanlar belki 50 kadar farklı haber kaynağı vardı. Bugün ise bir düzinenin yarısına indi.
Medyanın
reklam-kâr modeli gazeteciliği zayıflattı. ABD’nin ilk günlerine geri
dönerseniz hükümet daha o zamanda özgür ve bağımsız bir basına sahip olmanın
önemini kabul etmişti. Bağımsız bir basın oluşturmanın araçları olarak ücretsiz
posta gibi sübvanseler vardı.
Kısa bir süre önce Michael Klarman’ın The Framers Coup (Çiftçilerin Darbesi) adlı çok ilginç bir kitabını okudum. Şimdilerde Anayasanın oluşmasında adeta altın değerinde bir standarttı. Şu anda devam etmekte olan tartışmalar hakkında çok fazla ayrıntıya giriyor ve oldukça etkileyici.
Bir broşür literatürü vardı, bağımsız bir basın literatürü vardı. İnsanlar katkıda bulundular; çiftçiler, zanaatkarlar ve herkes bu model tartışmaya katıldı ve katkı yaptılar.
19.
yüzyılın ortalarında, çok ilginç şeyler yapan çok canlı bir emek ve etnik basın
vardı. Sermaye ve reklam modelinin merkezileşmesi ile hemen hemen çöktü.
İngiltere’de 1960’lara kadar daha uzun bir süre sürse de, İngiltere’de de
aynısı oldu.
İnternet ve sosyal medyada bir alternatif için çok umut görüyor musunuz?
N. C.: Umut var ama sosyal medya iki tarafı da çok keskin bir kılıç gibi. Açıkça bir tür yankı odası, bir baloncuk sistemi yaratıyorlar. Hepimiz yapıyoruz bunu. İnsanlar inandıkları şeyleri takip ediyorlar ve başka görüşleri duymuyorlar. Böylece sadece kendi görüşünüz güçlendiriliyor. Neredeyse etkileşimin imkansızlığına yol açıyor.
Bunların
bazıları oldukça şok edici.
Son
zamanlarda bazı istatistikleri okudum. Son anketlere göre, ana medyayı ana
bilgi kaynağı olarak kullanan Amerikalıların sayısının tek haneli olduğu, yani
yaklaşık yüzde altı olduğu ortaya çıktı.
Bir
çok Amerikalı, haber üretmeyen, filtreleyen, sahada gazetecilere sahip olmayan
sosyal medyaya gidiyor.
Bir
de yeni olan talk radio ve Fox gibi yenilikleriniz var. Bunlar başka bir şey
gibi görünmeyen gerçekten kısır bir propaganda sistemi.
Bu
karanlık taraf. İyi tarafı, (sosyal medya) örgütlenme şeklinin devam etmesidir.
İnsanlara ulaşmanız ve bir araya gelmeniz için çok etkili bir araç. Neredeyse
tüm organizasyonlar bu şekilde çalışıyor.
Eğitimde
bile, öğretmenler öğrencilerle sosyal medya aracılığıyla iletişim kuruyorlar.
Bu herkesin yaptığı tek şey. Kampüste dolaşırsanız, herkes (bir cihazda).
Sanırım
Duke Üniversitesi, kaldırımlara “Dikkatli olun!” diye uyarı işaretleri
koymaya başladı. Zira herkes etrafta
elinde bir cihazla dolaşıyor.
Bunun
etkilerinin ne olacağını söylemek kesinlikle zor. Herhangi bir McDonalds’da bir
masanın etrafında oturan genç çocukları görürsünüz. Aynı anda iki sohbetin
sürdüğünü görürsünüz. Biri masadaki
grupla, diğeri ise her biri kendileriyle telefonda konuşan birileriyle
konuşuyor. Bu da açık ve net bir şekilde anlamlı sosyal ilişkileri bozuyor.
Belki potansiyel bir kaynak olabilir. En azından interneti iklim iletişimi için kullanan alternatif medya.
N. C.: Bloglar, Truthout, Truthdig, Common Dreams, Demokrasi Now ve diğerleri. Televizyonlardan elde edemeyeceğiniz her türlü bilgiyi üretiyorlar.
Bu
nedenle, potansiyel olarak olağanüstü faydalılar. Ancak olumsuz bir yönü de var. Bu da Silikon
Vadisi devleri tarafından zorla dayatılan reklamcılık modelidir. Bu model sürekli olarak size dayatılıyor.
Google’da
bir şey arıyorsunuz. Birden istemeniz muhtemel şeylerin reklam sağanağına
uğruyorsunuz. Bu da büyük şirketlerin reklam poltikalarının bir etkisi.
İklim krizine etkili bir cevap verebilmek için hangi koşulların sağlanması gerekiyor?
N. C.: Bence, yaşadığımız krizleri ele almaya zorlayacak şekilde medyayı sürekli baskı altında tutacak kitlesel halk hareketine ihtiyaç var. Ya da bilgi piyasasına hükmedilebilecek alternatifleri oluşturmak gerektiğini düşünüyorum. Ve boşa harcayacak çok zamanımız da yok. Dolayısıyla, bağımsız medyayı sübvanse etmek gibi ütopik bir fikir olmayan, Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk günlerinde yapılan şeyler olabilir. Ya da Bob McChesney ve diğerlerinin gelişmesi için baskı yaptığı tabandan gelen medya hareketleri olabilir.
Bu acil bir gereksinimdir. Son birkaç yıldır derslerime, öğrencilerime insanlık tarihinde hiç kimsenin yapmadığı bir seçim yapmak zorunda olduklarına işaret ederek başlıyorum. İnsanın gelecekte hayatta olup olmayacağına karar vermek zorundalar. Naziler öfkeli durumdayken bile, bu soruyla yüzleşmek zorunda kalmadınız. Ama şimdi yapmak zorundasınız.
Medyanın ötesinde, iklim krizinden kurtulmak için karşılanması gereken başka genel koşullar var mı?
N. C.: Bir dizi eylem planlayan Earth Strike gibi büyük ölçekli aktivizm örgütleyen birkaç grup var. Birçok şehirde büyük bir gösteri yaptılar ve kitlesel bir genel grev inşa etmeye çalışıyorlar. The Extinction Rebellion İngiltere’den, buraya taşınarak aynı şeyi yapmaya çalışıyor.
Ancak
bu dramatik eylemler, genel olarak gösteriler gibi, izole edilmiş olaylar
olarak kalırsa hiçbir etkileri olmaz. Günden güne sürekli devam etmesi gereken
sürekli örgütlenme ve eğitim için teşvik edici olmaları gerekir.
Ve yine, daha önce konuştuğumuz Tucson güneş panellerini ele alalım. İnsanlar süratle bunu yapmanın onlara zarar vermediğini ve yaşamlarını iyileştireceğini anlamalı. Örneğin, para tasarrufu da sağlar. Ancak “buna bakamayacağım, ayrıca sağduyuya uymam gerekir; dahası bu radikal bir şey ve korkmam gerekir” gibi psikolojik engellerin üstesinden sürekli eğitim ve örgütsel faaliyetler ile başa çıkılabilir.
Sivil
haklar hareketi, savaş karşıtı hareket, feminist hareket gibi tüm popüler hareketlerin
gelişmesi, sadece sabit ve genellikle de çok küçük grupların aktivizminin daha
büyük gruplara dönüşmesi şeklinde olmuştur.
Bazen
bir gösteri gibi dramatik bir eylemde de bulunurlar.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünya genelinde gıda üretiminde yaşanan düşüşün sebebi olarak biyoçeşitliliğin azalmasını gösteriyor.
Buğday.org’da yer alan habere göre FAO’nun yapmış olduğu açıklamaya göre dünya genelinde yaşanan biyoçeşitlilik kaybı, gıda üretiminin azalmasına yol açmaya devam ediyor. Bu durumu tetikleyen en önemli unsurlar endüstriyel tarımda kullanılan pestisitler, zararlı kimyasallar, monokültür tarım, iklim değişikliği, tarım alanların yok edilmesi ve betonlaşma.
FAO’nun hazırladığı rapora göre tehdit altında olan türler bitkiler, kuşlar, balıklar ve mantarlar. Dünyadaki gıda üretiminin dörtte üçüne katkı sunan tozlayıcılar tehdit altında. Sadece arılar ve diğer tozlayıcı böcekler değil, yarasa ve bazı kuş türleri gibi omurgalı tozlayıcıların da yüzde 17’sinin nesli tükenme tehlikesi altında.
Buğday’ın “Arı yoksa, yaşam da yok” şiarı ile yürüttüğü Arıları Yaşatalım projesinde arı nüfusunun giderek azalmakta olduğuna dikkat çekilerek, bu durumun gıda üretimini ve biyoçeşitliliği etkilediği de vurgulanmıştı. Derneğin 10 kurumla birlikte yürüttüğü ve arıları öldüren tarım zehiri neonikotinoidlerin yasaklanmasına ilişkin çalışmalar da başarıya ulaşarak bu konuda kısmi bir yasağın Türkiye gündemine gelmesi ve yürürlüğe girmesi sağlanmıştı.
Tarımsal üretim Türkiye’de de düşüşte
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre üretim 2018 yılında bir önceki yıla göre tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde yüzde 5,8, sebzelerde yüzde 2,6 azaldı. Bir önceki yıla göre buğday üretimi yüzde 7, arpa üretimi yüzde 1,4 oranında azaldı. Çavdar üretimi değişim göstermedi, yulaf üretimi ise yüzde 4 oranında arttı.
Baklagillerin önemli ürünlerinden yemeklik bakla üretimi yüzde 13,8; kırmızı mercimek yüzde 22,5; yumru bitkilerden patates ise yüzde 5,2 azaldı. Sebzeler grubunun önemli ürünlerinden pırasada yüzde 21,5, havuçta yüzde 12,9, sakız kabakta yüzde 5,6 oranında artış, kuru soğanda yüzde 9,4; domateste yüzde 4,7, kavunda yüzde 3,3 oranında düşüş oldu.
Türkiye’nin tarımsal üretimindeki düşüşün 2019 yılında daha da artarak devam edeceği öngörülüyor. Tarım yazarı Ali Ekber Yıldırım 26 Ekim 2018 tarihli yazısında 2019 yılı için, asıl büyük üretim düşüşünün 2019’da yaşanmasının beklendiğine işaret ediyor: ”Girdi fiyatlarındaki artış nedeniyle bir çok çiftçi 2019’da üretim yapamayacağını her fırsatta dile getiriyor. Buğday ve arpa ekim zamanı olmasına rağmen bir çok çiftçi ekim yapamazken, gübre alımında da büyük düşüş var. Bu göstergeler bile 2019’da üretimde büyük düşüş olacağının kanıtı olarak görülüyor.”
Ne yapmalı?
Oya Ayman
Biyolojik çeşitliliğin kaybının nedenleri, bize bu kaybı durdurmak için ne yapmamız gerektiğinin yanıtlarını barındırıyor. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Koordinasyon Kurulu üyesi Oya Ayman, ”Sorun çözümün kendisidir” diyor ve devam ediyor: ”Biyolojik çeşitliliği tehdit eden pestisit kullanımından vazgeçilerek doğa dostu alternatif yöntem ve uygulamaların özendirilmesi; monokültür tarım yerine kardeş bitkiler, münavebeli ekim gibi permakültür tasarımında da kullanılan çeşitliliği destekleyici yöntemlerin benimsenmesi; kuraklığa dayanıklı yerel tohumların ekimi gibi iklim değişikliğine uyum tedbirlerinin alınması; tarım alanlarındaki yapılaşmanın engellenmesi gibi önlemler alınabilir. Ancak bu önlemler konusunda hem politika yapıcıların hem üreticilerin hem de türeticilerin, kısacası herkesin taşın altına elini sokması gerekiyor.”
Ayman, her birimizin gıda alışverişinden enerji kullanımına kadar her an yaptığımız seçimlerle tehlike altındaki bitki ve hayvan türlerinin yaşamını sürdürmesine ve tarımsal üretimin artışına katkı sağlayabileceğimizi söylüyor: ”Bu konuda atacağımız en etkili adımlardan biri, kendi bölgemizdeki doğa dostu küçük çiftçileri araştırıp, onlardan alışveriş ederek, toprağa bağlı yaşamlarını sürdürebilmeleri için destek olmak. Yerel ekosistemlere ve kültürlere uygun yetiştirme yöntemleri, ürün ve böcekle mücadele sistemleri yaratan, yerel tohumları ekerek çoğaltan küçük çiftçiler, yüzyıllardır biyolojik çiftçiliğin teminatı oldular. Gıda üretmekte ve varlıklarını sürdürmekte yaşamsal öneme sahip tüm ortak varlık ve kaynakları (su, işçilik, tohum, geleneksel bilgi vb.) özgürce paylaştılar. Yöreye özgü balık, kuş ve diğer yaban hayvanlarıyla kendi ihtiyaçları arasında denge kurarak doğal kaynakları özenle korudular. Küçük boyutlu yerel gıda ekonomileri, sınırlı yatırım ve altyapıyla yüzlerce yıldır milyonlarca kişiyi doyurmayı başardı. Bu sistemin merkezinde, teknoloji ve yatırım sermayesi değil insan ve doğal varlıklar; başka bir deyişle doğal sermaye duruyor. Bilgiye dayalı yüzlerce yıllık bu sistemler, muhteşem bir gıda çeşitliliğinin ortaya çıkmasını sağladı. Daha da ötesi, kültürler gıdalarının çeşitliliğine bağlı olarak ortaya çıkıp tanımlandı. Ekim ve hasat dönemlerinde düzenlenen yıllık festivaller ve mevsimlik kutlamalar, doğaya dayalı uygulamaların yüzlerce yıl yaşamasını sağladı. Ve şimdi var olan çeşitliliğin devamlılığı, bu çeşitliliği destekleyen üretimleri tercih etmemize, iklim değişikliğine ve çevresel kirliliğe yol açmayan doğa dostu alışkanlıklar geliştirmemize bağlı.”
ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’deki Gezi olayları soruşturmasında işadamı Osman Kavala dâhil 16 şüpheli hakkında hazırlanan iddianame nedeniyle “ciddi şekilde kaygılı olduğunu” duyurdu.
Türkiye’de Gezi olaylarıyla ilgili soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamede aralarında tutuklu Anadolu Kültür AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’nın da bulunduğu 16 şüpheli için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep edilmesine ABD’den tepki geldi.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Robert Palladino tarafından yapılan açıklamada, ABD’nin söz konusu gelişme nedeniyle “ciddi şekilde kaygılı olduğu” belirtildi. Palladino, “İfade özgürlüğü hakkını kullanmak, ağırlaştırılmış müebbetle sonuçlanmamalı” ifadesini kullandı.
ABD’li sözcü, “İfade, barışçıl toplanma ve örgütlenme özgürlüğü haklarını kullanabilmek sağlıklı bir demokrasinin temelidir. Türkiye’yi bu özgürlüklere saygı duymaya ve keyfi şekilde tutulan bu kişileri serbest bırakmaya davet ediyoruz” diye ekledi.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 657 sayfalık iddianamedeki 16 şüpheli arasında gazeteci Can Dündar, oyuncu Memet Ali Alabora ve mimar Mücella Yapıcı da bulunuyor. Yaklaşık 480 gün boyunca iddianamesiz cezaevinde tutulan Kavala dâhil tüm şüpheliler, 2013 yılındaki Gezi Parkı protestolarını finanse etmekle ve “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüsle” suçlanıyor.