Ana Sayfa Blog Sayfa 2574

‘LGBTİ+ protokolü’nü sadece 23 aday imzaladı!

SPoD ve Genç LGBTİ+ Derneği’nin, “LGBTİ+ Dostu Belediyecilik Protokolü”nü sadece 23 belediye başkan adayı imzaladı.

Serkan Alan’ın Gazete Duvar’daki haberine göre; Sosyal Politika Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD) ve Genç LGBTİ+ Derneği, 31 Mart Yerel Seçimleri’nde yarışan belediye başkanı adaylarına, “LGBTİ+ Dostu Belediyecilik Protokol”ünü imzalatmak için kampanya yürüttü.

İki derneğin, yerel yönetimler tarafından LGBTİ+’ların hak ve özgürlüklerinin korunup iyileştirilmesi için hazırladığı protokole bugüne dek sadece 23 belediye başkan adayı imza attı. CHP’nin İzmir adayı Tunç Soyer, HDP’nin Çankaya adayı Filiz Kerestecioğlu ve TKP’nin Tunceli adayı Mehmet Maçoğlu imzalayan isimler arasında yer aldı.

‘EŞİT HAK VE ÖZGÜRLÜKLERE SAHİP OLMAK İSTİYORUZ’

Projeye katkı sağlayan LGBTİ+ aktivisti Özgür Gür, protokolün amacına ilişkin, “Kentin parçası olan bizler tüm hizmetlere eşit şartlarda erişebilmek, eşit hak ve özgürlüklere sahip olabilmek istiyoruz. Kadın ve LGBTİ+ alanında çalışmalar yürütülebilmesi ve toplumsal cinsiyet duyarlılığına uygun bir bütçelemenin sağlanması için bu metni adayların imzasına açtık. Örneğin Nilüfer Belediyesi geçtiğimiz seçimde bu protokolü imzalamıştı. Bu protokolün imzalandığı belediyede LGBTİ+ bireyler çok daha rahat çalışabiliyorlar ya da kendilerine orada alan olduğunu bilip bu belediyelere iş başvurusunda bulunabiliyorlar” dedi.

‘BİZ ZATEN BİR ŞEYLER YAPIYORUZ, İMZALAMAYALIM’

Bir önceki yerel seçimde bu protokolü imzalayan belediyelerin bu alanda çok yol katettiğini belirten Gür, protokolü imzalayan aday sayısının 23’te kalmasına ilişkin ise şunları söyledi, “Öncelikle herkese ulaşmaya çalışmadık, bunu belirtmek gerekiyor. Daha çok, gerçekten bu alanda çalışma yürütebilecek ve ayrımcı görüş içermeyen adaylara ulaşmaya çalıştık. Geldiğimiz noktada imzalayan kişi sayısı oldukça az. Giderek artan muhafazakarlaşma ve hedef gösterilme  korkusu nedeniyle sayı bu kadarla sınırlı kalmış  olabilir. Bu konu özgürlük savunuculuğunu da beraberinde getiriyor ve bu sorumluluğu bazı adaylar almak istemiyor. Örneğin bazı aday isimlerin, ‘Biz zaten belediyelerde bir şeyler yapıyoruz, imzalamayalım’ gibi bir tutumu da söz konusu oldu. Bunun da bir ayrımcılık olduğunu ifade etmek gerekiyor.”

‘YEREL YÖNETİMLER BİZİM TEK ALANIMIZ’

Gür, seçilecek adaylara, protokolü imzalamasa dahi LGBTİ+ alanında olumlu adımlar atılabileceğini hatırlatarak şu çağrıda bulundu,  “Adayların seçime kadar hâlâ zamanları var. İmzalanmasa dahi sonrasında da LGBTİ+’ler için çalışma yürütebilirler. Burada evrensel bir özgürlük anlayışıyla hareket ederek eşit hak ve özgürlüklerin sağlanması noktasında yapıcı adımlar atmak gerekiyor. Yerel yönetimler şu an bizim tek alanımız. Yöneticilerin sorumluluk alarak hareket edip bu alanda iyileştirici tüm adımları atmaları gerekiyor.”

“LGBTİ+ Dostu Belediyecilik Protokol Metni”ne imza atan belediye başkan adayları şu şekilde:

CHP’nin adayları:  İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Tunç Soyer ve İstanbul Şişli  adayı Muammer Keskin.

HDP’nin adayları:Tunceli Ovacık adayı Serpil Argın, Ankara Çankaya adayı Filiz Kerestecioğlu, Tunceli Eş Başkan Adayları Nurşat Yeşil ve Hıdır Demir, Tunceli Mazgirt Akpazar adayı Orhan Çelebi, Denizli Eş Başkan adayı Şerife Yıldırım ve Kocaeli adayı Züleyha Gülüm.

TKP’nin adayları: Tunceli adayı Fatih Mehmet Maçoğlu , Mersin adayı Nişat Mesut Oyardı, Mersin Akdeniz adayı Leyla Kalkanlı, Mersin Mezitli adayı Hanife Tunç, Mersin Toroslar adayı Hamza Köse, Tunceli Akpazar  adayı Ali Avcıoğlu, Tunceli Hozat adayı Yılmaz Cesur, Tunceli Pülümür adayı Birgül Çiçek Ateş ve Tunceli Mazgirt adayı Derya Öz.

DSP’nin adayları:   Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Dilara Tambova  ve  Eskişehir Tepebaşı Belediye Başkan Adayı Erdal Ersoy.

Protokolü İmzalayan bağımsız adayları : İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Özge Akman, Kocaeli Büyükşehir Başkan adayı Reyhan Başaran ve Denizli  Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mehmet Kırgız.

SPoD ve Genç LGBTİ+ Derneği’nin belediye başkan adaylarının imzasına açtıkları protokol metni şu şekilde:

Radikalliğin Geçmişi, Bugünü ve Geleceği: Jonathan Israel’in Kitabı Üzerinden Birkaç Söz – Çağdaş Dedeoğlu

Bu yazı, Jonathan Israel’in Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri (A Revolution of the Mind: Radical Enlightenment and the Intellectual Origins of Modern Democracy) isimli kitabı üzerinden radikallik konusunu masaya yatırmaktadır. Söz konusu kitap hakkında iyi bir yazı Zeynep Şenel Gencer çevirisiyle Aralık ayında sosyalbilimler.org’ta yayımlandı. Ayrıca 2011-2014 yılları arasında akademik dergilerde kitap hakkında yayımlanmış beş farklı kitap eleştirisine rastladım. Bunlar arasında Mark R. Correll’ın ve Dan Edenstein’ın eleştirilerini daha doyurucu buldum. İkinci eleştiri, aynı zamanda oldukça sert. Bu ve diğer eleştirilere aşağıda değinmeye çalışacağım ama öncelikle bu yazıyı yazma amacıma kısaca değineceğim. Burada, öncelikle, “iyi bir çeviri olursa Türkçe okumayı tercih eden” Yeşil Gazete okuyucusu için bir tartışma sunmayı amaçlıyorum. Ahmet Fethi Yıldırım’ın akıcı çevirisi de bu tartışmayı mümkün hale getiriyor. İkincisi, kitabın detaylı bir tanıtımından ziyade radikalliğe dair kitaptan yola çıkarak söylenebileceklerle ilgileniyorum. Çünkü dünyanın karşı karşıya bulunduğu sorunlar yumağı, radikallik hakkında düşünmeyi daha da gerekli kılıyor.

İlk olarak, bu kitabın Jonathan Israel külliyatındaki yerine değinmek istiyorum. Entelektüel tarihçi Israel’in kendi entelektüel tarihini ikiye ayırmak mümkün: Genelde sömürgecilik tarihiyle, özelde Flemenk Cumhuriyeti tarihiyle ilgilendiği 2000’lere kadarki dönem ve radikal aydınlanma teması çerçevesinde hacimli üçlemesini yayımladığı 2000’ler ve sonrası (2001-2006-2011). Muhakkak ki her biri bir öncekini aşan uzunluktaki üç kitabın toplamda 2500 sayfanın üzerinde oluşu, entelektüel tarihçinin nasıl bir bagajla çalıştığını hatırlatıyor ve bu nedenle belki de bölünmeyi 1990’ların ortasından yapmak gerekiyor. Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri ise genel okuyucu için kaleme alınmış, üçlemenin ilk iki kitabının meşrulaştırdığı, kısa ve vurucu bir eser olarak 2010’da dünyaya geldi. Kitabın etkisi de aldığı eleştiriler de muhtemelen kısa olmasına rağmen güçlü iddialarda bulunmasından kaynaklandı.

Israel, kitaptaki amacını “düşüncelerin fiili ortaya çıkışını tarih ve kültür bağlamlarında açıklamak” şeklinde özetliyor (s.9). Kitabın, Önsözü izleyen ilk bölümünün adı, aynı zamanda Israel’in ilk iddiasını aktarıyor: Aydınlanma geleneği kendi içerisinde radikal ve ılımlı (moderate) kanallara sahip. İlk kanal Spinozacı (ve Bayleci), tekçi (monist) bir materyalizmden beslenirken ikinci kanal insana temas eden meselelerin en azından bir bölümünde daha tutucu bir tavır takınan statükocu düşünürleri barındırıyor. Israel, Ansiklopedicilerden (Encyclopedistes) d’Holbach, Helvetius ve Diderot’u, ayrıca Thomas Paine’i ilk grupta ele alırken Montesquieu ve Voltaire ile İskoç Sağduyu Okulunu ikinci gruba yerleştiriyor. Mark R. Correll, Israel’in, Rousseau ve takipçilerini bu iki grubun dışında gördüğünü ifade ediyor. Bu yorum kitapta net görülmese de Rousseau’nun zamanla değişen aydın kimliğinin (ki bu durum Diderot ile arasında kırılmaya da yol açmıştı) onu ayrı bir kanalda değerlendirmeye izin verdiği söylenebilir.

Israel’e göre, kanallar arasındaki fikirsel farklılıkları göstermek, aydınlanmayla Fransız Devrimi arasındaki ilişkiyi açıklığa kavuşturmak için gerekli bir çaba. Bu çerçevede, kitap, söz konusu farklılıkların aydınlanma geleneğinin yönetim-yönetilen ilişkisini ele alışına, iktisadî fikirlere bakışına, savaş ve şiddet anlayışına ve genel ahlak arayışına nasıl yansıdığını gözler önüne seriyor. Yazar bunu yaparken modern insanın genel eğilimini yansıtır biçimde radikal-ılımlı ikiliğinin altını dolduruyor. Bir tarafta tek töz diğer tarafta iki töz öğretisi, bir tarafta felsefe ve akıl diğer tarafta teoloji ve onunla beslenen ahlak ölçütleri ve tabii ki bir tarafta Spinoza diğer tarafta Voltaire… İkilikler üzerinden düşünme hali yazarın bazı noktaları gözden kaçırmasına, görmezden gelmesine yol açmış gibi. Dan Edenstein, Israel’in, Voltaire’in Candide’sini en son ne zaman okuduğunu merak ettiğini dahi yazıyor. Öyle ki yazarın Voltaire’in adalet ve dinsel tolerans savunusunu görmezden geldiğini düşünüyor. Benim bugünün kimlik sorunları bağlamında daha çok önemsediğim nokta ise Israel’in neredeyse tek töz öğretisiyle çatışacak düzeyde, materyalist aklın rehberliğine güvenip radikallik için bunu yeterli görmesi. Bu durum, bağnazlığı dinsel bağnazlıkla sınırlandıran (s.18), teolojik ölçütlerden kurtulmanın meseleleri halledeceğine inanan (s.62) ve özetle “mucizelerin olabilirliğine” (s.33) inanmaktan vazgeçen bireylerden kurulu bir toplumun sorunların üstesinden geleceğini düşünen bir eğilimi yansıtıyor. Bu eğilimi, farklı varoluş biçimlerini görmezden gelip toplumun bir arada kalabilmesinin temel şartı olan “tanımayı” fiilen geçersiz kılması nedeniyle tehlikeli buluyorum.        

Israel’e yöneltilen bir diğer eleştiri, fikirlerle devrimler arasındaki ilişkiyi sosyo-ekonomik ve politik bağlamından yalıtılmış biçimde kurması. Ben, bu eleştiriye katılmıyorum—en azından yalıtılmış görünen bu ilişkilendirmenin yazarın diğer kitaplarındaki detaylı analizlerle ortadan kalktığı kanısındayım. Ayrıca yazarın fikirler tarihine önem verişi, zaten bunu yeterince yapmadıklarını düşündüğü analiz biçimlerine—örneğin Marksist, postmodern veya kültürel analizlere—bir cevap niteliğinde olduğu için bu yöne ağırlık vermesini doğal buluyorum. Ancak söz konusu eleştiri bana fikirlerle devrimler arasındaki ilişkiye dair bir çift söz söyleme fırsatı veriyor. Açık ki fikirler kendi kendilerine devrime yol açmıyor. İnsanlar, fikirler için mücadele ederlerse devrim olarak nitelenen anlar mümkün hale geliyor. Kimse “iyi-kötü” işleyen bir sistemin yerine belirsizliği de tercih etmiyor. Ilımlı aydınlanmanın tarihe yön verir gibi görünmesini bu açıdan düşünmek gerektiği kanaatindeyim. İnsanlara ılımlı olanı neden seçmemeleri gerektiği anlatılmıyor. Ilımlı, yani ortayolcu fikir, her şeyden önce, kötünün iyisi olduğu için tercih edilmemeli, denmiyor. Şunu hayal edelim: Politik fikirler cetvelinin bir ucunda iyi, diğer ucunda kötü bir fikir yer alıyor. Ilımlı olmak, bu ikisinin “ortasında” yer almak anlamına geliyorsa bu çoğu zaman kabul edilebilir olmaktan uzak. Mesela, köleliğin devamını savunan bir fikri düşünelim; diğer uçta da radikal bir fikir duruyor: köleliğin kaldırılması. Ilımlı görüş bu ikisinin ortasında “köleliği kaldırmayalım ama düzenleyelim” dediğinde bu düzenleme köleyi mi köle sahibini mi daha çok memnun eder? Bu sorunun cevabı, ılımlı aydınlanmanın mı, radikal aydınlanmanın mı tarafında durulacağına işaret ediyor. Tarih maalesef uzunca bir süre köle sahibinin arzu ettiği yönde yazıldı.  

Konunun bir başka boyutu ise fikirlerin zaman yolculuğuyla ilgili. Kendi zamanının “radikal” fikirlerinin birçoğu bugün merkezde, hatta bazen tutucu safta savunulur durumda. Radikallik ise fikrin ne olduğundan ziyade ortaya çıktığı zamanın yerleşik düzeniyle (statükosuyla) ilişkisine dair bir olgu. Bu nedenle, radikal bir fikrin radikalliğinden zamanla eser kalmadığı durumlardan bahsedilebilir. Dinsel toleransı ele alalım ve bunun önündeki engel olarak görülen kiliseyi. Kilise tabii ki bir engeldi ve Fransa özelinde düşünürsek 1882 yılına ait Ferry Yasası ile 1905 yılındaki kilise-devlet ayrımına ilişkin yasaya giden mücadele yolu buna karşı radikal bir cevaptı. Böylece Fransız devletinin (ve vatandaşlığının) Katolik kilisesiyle akdinin bozulması sağlanmıştı. Bu ve benzeri laikleştirme hamleleri başka ülkelerde de gerçekleşti. Ancak toplumların dogmalarından kurtulmaları için bunlar yeterli olmadı. Feyerabend, örneğin, Yönteme Karşı isimli kitabında kilise ve devletin ayrılmasının bilim ve devletin ayrılmasıyla taçlandırılması gerektiğine çünkü bilimin en son, en saldırgan ve en dogmatik dinsel kurum olduğuna bu nedenle işaret etmişti. Bireyler üzerindeki tahakküm, bugün farklı biçimlerde sürdürülmek isteniyor ve buna karşı mücadelenin sadece, “ne olduğu belirsiz” aklın rehberliğinde gerçekleşemeyeceği aşikâr. Bunun için, bu rehberliğin bileşenlerinin tanımlanması ve toplumda tartışılması gerekiyor.

Özetle, Jonathan Israel, aydınlanmayı kendi içerisinde ayrıştırarak Fransız Devrimi sırasında ve sonrasında yaşanan sorunları aydınlanmanın belirli bir kanadına mal etme ve aydınlanma içerisinde radikal olarak tanımladığı kanadı aklama çabasıyla yazdı. Zaten 2014 yılında yayımladığı bir başka kitapla da Robespierre’in terörünü, radikal aydınlanmanın devrimci fikirlerinden ayırma çabasına bir yeni halka ekledi. Onun bu çabaları, bir bakıma, Jürgen Habermas’ın “bitmemiş bir proje” olarak modernlik tezini de hatırlatıyor. Bu tezin ardındaki “nasıl bir modernlik” sorusu, Israel’in de zihnini meşgul ediyor gibi ve bu soru, bugün hala geçerli. Fakat gerçekliğin, modern insanın konuşmayı sevdiği ikiliklerle açıklayabildiğinden uzakta, çoklu biçimlerde ortaya çıktığı kabulü bugün artık akademiden akademi dışına doğru yayılıyor. Radikalliğin de bu etkileşimli gerçeklik temelinde, dayatmacı olmayan bir öğreti halini alması gerektiği kanısındayım. Radikal aydınlanmayı, geleceğe ışık tutan fikirler demeti olarak tanımlarsak, bugün radikallik, insanlar arasında inanç, ırk ve cinsiyet ayrımı yapmayan, bununla birlikte, doğanın insan olmayan üyelerini de insanlarla eşit kabul eden bir öğreti ve bunun gerçekleşmesine hizmet edecek eylemler bütünü olarak tanımlanabilir. Bu nedenle, mesela, ekolojik vatandaşlık (ecological citizenship) ya da küçülme (degrowth) bugünün radikal fikirlerinden ikisi olarak nitelenebilir. Öte yandan küresel eğilimler bu “radikal” fikirlerin merkeze doğru ilerleyişini mümkün ve de gerekli kılıyor. Bu durum biraz da Anna Tsing’in ifade ettiği gibi, güvencesizliğin (precarity) bugün “cepleri dolu olanlar” da dahil herkesi etkilemesiyle ilgili. İklim değişikliğinden göç konusuna, teknolojinin neden olduğu belirsizlikten adaletsizlik ve çatışmanın çeşitli biçimlerine birçok mesele söz konusu güvencesizliği daha da hissedilir hale getiriyor. Bu açıdan, radikal tavrın hangi fikirler temelinde ortaya konulduğu çok önemli. Yine de değişim, sorunların bilincindeki insanların ortak mücadele azmine bağlı.

Sonuç olarak, bu kitabı okurken hissettiğim duygunun bir adı var mı, bilmiyorum. Yoksa da olmalı. Nadiren geldikleri için adları olmayan duyguları benzetme yoluyla anlatmak mümkün. Mesela bu kitapla ilgili hissimi daha önce Marshall Berman’ın “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor”unu okuduğumda da hissetmiştim. Okuyup anlama çabalarıyla geçen yılların ardından gelen damıtılmış yorumlar, bu tip kitapların temel özelliği… Bu yorumlara yönelik eleştirilerin olması çok doğal ancak bunlar kitabın değerini azaltmıyor. Aksine kitap söylemediklerinden ziyade söyledikleriyle ve işaret ettiği kaynaklarla zaten aydınlanma tarihine meraklı olanın önüne yeterince uzun bir liste koyuyor. 

Çağdaş Dedeoğlu

Siyaset bilimi doktoru (Twitter: @CagdasDedeoglu)

Seçimlere giderken: Belediyelerin hayvan hakları ihlalleri – Yunuslara Özgürlük Platformu

Türkiye yerel yönetimlerinin yakın tarihi; aşağıdaki örneklerde görebileceğiniz gibi, siyasi parti ayrımı olmaksızın, hayvan hakları konusunda, daha da özelinde yunus parkları, hayvanat bahçeleri, hayvanlı sirkler ve tematik akvaryumlarla mücadele konusunda kara lekelerle dolu.

Ne yazık ki 10 yıla yayılan bir süreçte, belediyeler nezdinde ve Yunuslara Özgürlük Platformu olarak odaklandığımız çerçevede bunun tek bir istisnası oldu. Dilerseniz onu yazının sonunda bir emsal olarak hep birlikte pamuklara saralım.

Bodrum, Muğla: 2019 yerel seçimlerinde bu kez Demokrat Parti’den Muğla Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Mehmet Kocadon, 2011’de “içkili lokanta” ruhsatını bizzat vererek Bodrum Güvercinlik’te aynı ruhsatla yunus parkı açılmasına neden olan ve o tarihten bu yana yunus gösteri merkezindeki yasal usulsüzlüklere ve hak ihlallerine dair başvurularımızı görmezden gelen bir kamu görevlisi. Kendisi aynı zamanda 20 Haziran 2014 tarihi için yazar Buket Uzuner ve Bodrumlu sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte aylar öncesinden aldığımız ve teyit ettiğimiz imza teslim randevumuza “hasta olduğu” gerekçesiyle gelmeyen, fakat aynı saatlerde arkadaşı Ali Şen’i ve Peksimet Köyü’nü ziyarete giden bir belediye başkanı. 2011 yılında Alman sivil toplum kuruluşlarına Bodrum’da yeniden yunus parkı açılmayacağının sözünü verdikten tam iki ay sonra yunus parkı için iş yeri açma ruhsatını imzalayan Kocadon, bölge sakinlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının tepkilerine kulak vermemiş, belediye başkanı olduğu Bodrum’un hayvan hakkı ihlalleriyle anılan bir ilçe olmayacağını tüm Türkiye’ye ve dünyaya gösterme fırsatını kaçırmıştır.

Ruhsatını verdiği yunus parkıyla ilgili yüzleşmekten çekinen ve parkın kapatılması için 2011’den bu yana tek bir olumlu adım atmayan Kocadon, Güvercinlik yunus parkındaki usulsüzlüklere göz yumduğunu dolaylı olarak tüm Türkiye’ye beyan etmiştir. 

Tuzla, İstanbul: 2019 yerel seçimlerinde AKP’den tekrar aday gösterilen Tuzla Belediye Başkanı Şadi Yazıcı, yıllardır süren mücadele sonunda 2014’te yunus gösteri merkezleri ve hayvanlı sirklerin kapatılmasını hep birlikte TBMM Çevre Komisyonu gündemine taşıdığımız bir dönemde, platformumuzun, sivil toplum kuruluşlarının ve Tuzla halkının tepkilerini hiçe saydı: Bayraktar İnşaat ve Via Properties tarafından yürütülen 350 milyon dolarlık Tuzla ViaPort Marina AVM projesinde hayvanat bahçesi ve tematik akvaryum planlarını devreye soktu. Tuzla’da meydana getirdiği ekolojik tahribatın ve tüm dengeleri bozacak büyük çaplı betonlaşmanın yanı sıra, hayvanların doğuştan sahip olduğu özgürce yaşam hakkını ellerinden alarak onları cansız birer sergi malzemesine dönüştüren bu projenin hayvanat bahçesi ve tematik akvaryum ayağı, Yazıcı’nın desteğiyle önce “ViaSea Temapark”, sonra da geçtiğimiz yıl “Aslan Park” adıyla hayata geçti. Gittikçe artan toplumsal farkındalığın etkisiyle Türkiye’de ve dünyada popülerliği gittikçe azalan bu zulüm merkezlerinin artık tamamıyla yasaklanması gerekirken Yazıcı, bölge halkının tüm tepkilerine rağmen, sermaye gruplarının rant odaklı projelerini dayatmaya devam etti.

Kent, doğa ve yaşam haklarına karşı çok sayıda suçu bir arada barındıran, hayvan tacirlerinden yana taraf olduğu açık olan ve sermaye gruplarının menfaatleri doğrultusunda şekillenen proje, barındırdığı etik ve hukuki sorunlar açısından bugün yine aday olan Yazıcı’nın imzasını taşıyor.  

Kemer, Antalya:2013’ün Ağustos ayında Moonlight (Ayışığı) Dolphinarium’da bir yunusun ölmesi ve ölümünün kamuoyundan gizlenmesi üzerine bir kez daha Kemer Belediyesi başta olmak üzere tüm yetkili kurumlarla irtibata geçtik. Burası, Kaş’taki yunus parkı kapatılınca oradaki iki yunusun gizlice taşındığı gösteri merkeziydi. Ölen yunus ise, dişlerinin tamamında tahribat görüldüğü fotoğraflarla kanıtlanan ve aşırı zayıf olduğu için Mayıs 2013’ten itibaren üç kez sağlık kontrolü yapılmasını talep ettiğimiz yunustu.

Başbakanlık başta olmak üzere ilgili kurumlara ilettiğimiz resmi koruma ve sağlık kontrolü başvurusu sonucunda deniz memelisi anatomisi hakkında bilgisi olmayan yerel veterinerlerce yunuslara “çıplak gözle muayene” yapıldığı ve yunusların “sağlıklı oldukları” belirtildi. Fakat yunuslar hakkında “sağlıklıdır” raporu verildikten yaklaşık iki ay sonra yunuslardan biri tesis içinde hayatını yitirdi. Yunusun ölümü üzerine yapılan suç duyuruları, hayatta olan yunusların koruma altına alınması ve tesisin kapatılması taleplerimiz ise sonuçsuz kaldı.

Tutsak bir hayvan daha, yerel yönetimler başta olmak üzere ilgili bakanlıkların duyarsızlığı ve ihmalkarlığı nedeniyle hayatını yitirip diğerleri gibi yalnızca bir istatistik olarak kayıtlara geçti. AKP’den bu yıl yeniden aday gösterilen Menderes Türel, Türkiye’nin en fazla yunus gösteri merkezi barındıran ve en büyük tematik akvaryumlarından birine ev sahipliği yapan Antalya’nın belediye başkanı olarak, 2011’den bu yana yaptığımız tüm başvurulara ve sınırları dahilindeki yunus parklarında gerçekleşen tüm ölümlere sessiz kaldı.

Eyüp, İstanbul: Alman deniz memelileri koruma örgütü Pro-Wal’un, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) ait olan Eyüp’teki yunus parkında gösteriye zorlanan Sarah adlı morsun açık yaralarını 2011’de belgelemesi ve bir çocuk tarafından tekmelendiğini görüntülemesi üzerine platformumuz harekete geçti ve yeni görsel kanıtlarla suç duyurusu yaptı. Yaralı morsun dişlerinin kesildiği ve engelli çocuklarla aynı havuzda yüzdürüldüğü tespit edildi. Aynı zamanda eğitimler için kullanılan kancalı sopalarla işkence edilmiş olabileceği ihtimalinin araştırılarak morsun koruma ve tedavi altına alınması, tesisin kapatılması istendi. Ancak kamuoyu tepkisinin yoğun olması nedeniyle Başbakanlık tarafından yürütüldüğü iddia edilen incelemeden tesise herhangi bir cezai müeyyide kararı çıkmadı.

Hayvan Hakları Federasyonu HAYTAP’IN zamanında kendisine “En Hayvansever Başkan” ödülünü verdiği (!) dönemin AKP’li İBB Başkanı Kadir Topbaş, belediye olarak sahibi oldukları ve Ruslara birkaç on yıllığına kiraladıkları yunus gösteri merkezinin açılışı sırasında, ağzında kırmızı bir topla hazırolda bekletilen yunuslarla alkışlar eşliğinde kameralara poz verirken görüntülenmişti.

Topbaş, ileriki yıllarda aynı zamanda İBB Başkanı olarak Tuzla’daki proje süresince Yazıcı’yı ve burada açılacak hayvan hapishanelerini destekler nitelikte basına demeçler vermişti.

Alanya, Antalya: 2010 yılında Sealanya Dolphin Park’ta tutsak edilen 11 yunustan dördü bir hafta içinde hayatını kaybetti. Bunun üzerine platformumuz tarafından Alanya Belediyesi ve Antalya Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere tüm yetkili kurumlardan soruşturma talep edildi. Antalya Tarım İl Müdürlüğü yunusların ölüm nedenini araştırırken, tesis yetkilileri art arda yaşanan yunus ölümlerinin kuvvetli fırtına ve sağanak yağışlardan kaynaklandığını vurguladı, bakanlık yetkilileri ise nekropsi sonucunda ilk belirtilerin kalp durması olduğuna değindi. Son gelen resmi raporda ise, yunusların “zakkum yaprağı yuttukları için” ölmüş olabilecekleri duyuruldu.

Hem Alanya içinden hem de Türkiye çapından yükselen tüm tepkilere, yasal başvurularımıza ve ilgili hukuki düzenlemelere rağmen Antalya ve Alanya yerel yönetimleri tesis hakkında hiçbir yasal işlem başlatmadı, tesise kilit vurulmadı.

Sealanya’nın sahipleri aynı zamanda Kuşadası’ndaki Adaland Yunus Gösteri Merkezi’nin de sahipleri olarak hayvan esareti ve sömürüsü üzerinden para kazanmaya devam etti.

Edremit & Akçay, Balıkesir:Edremit’te 20 TL karşılığında ziyaretçileri vatoz ve köpekbalıklarıyla akvaryumda yüzdüren Akvaryum Kafe’ye karşı 2010 yılında suç duyuruları yaptık. Yüzme sırasında insana zarar vermemesi için vatozların iğnelerinin çekildiği,  cam fanusta tutulan müren ve ıstakozların gün boyu güneşe maruz bırakıldığı, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelere göre “doğada soyu tükenme tehlikesi yüksek” olarak uluslararası tanımlaması yapılan ve kırmızı listede yer alan Mustelus mustelus köpekbalıklarının doğal yaşam ortamlarından koparılarak, yine doğal yaşam ortamlarına uygun olmayan şartlarda barındırıldığı, ticari amaçlarla kullanıldığı ifşa edildi.

Ancak tesis ne Balıkesir, ne de Edremit Belediyesi tarafından herhangi bir cezai yaptırımla karşılaştı. Üstelik Akvaryum Kafe, tıpkı Bodrum’da olduğu gibi, Akçay Belediyesi tarafından verilmiş olan “çay bahçesi işyeri açma ve çalıştırma ruhsatı” ile vatoz ve köpekbalıklarıyla pis bir akvaryum içinde yüzmek için müşterilerden bilet kesiyordu.

Maliyenin ve ilgili kurumların haberi olmasına rağmen, Akvaryum Kafe bu usulsüzlüğü ve hak ihlalini yıllarca nasıl sürdürdü dersiniz? 

AOÇ, Ankara: 2011 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi, 2012 Yılı Ücret Tarifesi Hukuk ve Tarifeler Komisyonu aracılığıyla Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) Hayvanat Bahçesi’ndeki hayvanların yeni yıl satış fiyatlarını belirledi. Yeni tarifeye göre, barınak sorunu ve hayvan popülasyonunun artması gerekçeleriyle AOÇ’deki hayvanlara lüks araba veya ev fiyatına sahip olunabilecekti. Bu gelişme basında “ev fiyatına satılık zürafa” başlığıyla yer buldu. Zebradan kaplana kadar onlarca hayvan fiyat listeleriyle birlikte satışa sunulacaktı.

Bundan bir yıl önce de AKP’li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek hayvanat bahçesine kutup ayısı getireceğini açıklamış ve artık doğada görüntülenmesi bile zor olan, nesli tükenmekte olan bir kutup bölgesi hayvanının kurak bozkırdaki olası tutsaklığını bir anda hayatımıza sokmuştu.

Türkiye’deki hayvanat bahçelerinde ziyaretçiler tarafından başlarına atılan taşlar nedeniyle ölen ve yaralanan timsahı, insanların attığı poşetleri yuttuğu için hayatını kaybeden zebrayı, İstanbul Florya’daki tematik akvaryumda flaşlar nedeniyle ölen yüzlerce balığı ve bu ölümlere karşı harekete geçmeyen yerel yönetimleri, Çevre, Orman ve Tarım Bakanlıklarını unutmayalım.

Merkez, Gaziantep: Geçtiğimiz yılın başında Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Hayvanat Bahçesi, Sudan Devlet Başkanı tarafından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hediye edilen dört yavru aslanı da kabul ederek ziyaretçilere sergileme amacıyla dört duvar arasına hapsetmişti.

AKP’den bu yıl bir kez daha aday gösterilen Belediye Başkanı Fatma Şahin’in turizm merkezi olarak lanse ettiği ve belediyeye ait olan hayvan hapishanesi, halihazırda 300 farklı türden 7 bin hayvanı tutsak ediyor ve dünyanın öbür ucu Uruguay’dan getirilen fokları “şarkı söyleyip oryantal oynayan foklar” şeklinde pazarlamaya devam ediyor.

Birçok belediyenin de aracı şirketleri devreye sokarak hayvanlı sirkleri ilçelerine davet ettiğini hatırlayıp artık zulüm ve esaretin, “eğlence”, “eğitim” ve “sosyal sorumluluk” maskesi altında pazarlanmasına ve normalleştirilmesine izin vermeyelim.

Tek olumlu örnek Kaş

Oysa dünyada yerel yönetimlerin olumlu adımlar attığına dair örnekler var. Örneğin, Güney Kore’deki bir yunus parkında tutsak edilen Chunsam ve Sampal adlı iki yunusun özgürlüğüne kavuşmasını sağlayan başrol oyuncularından biri Kore Yüksek Mahkemesi ile birlikte Seul Belediye Başkanı Park Wan Soon’du. Denize geri dönmeden yunusları rehabilite eden aktivist ve deniz memelisi uzmanı Ric O’Barry, “Belediye başkanı, tutsak yunusların yeniden özgürlüğüne kavuşmasına önayak oldu ve bu ideali gerçekleştirmek için gereken bütçeye onay verdi,” demişti.

Türkiye’de ise belediyeler nezdinde bunun tek örneği Kaş oldu. Suç duyurularından ilköğretim okullarında seminerlere, STK toplantılarından kamuoyu bilgilendirme buluşmalarına kadar farklı süreçlerle desteklenen ve üç yıla yayılan uzun soluklu bir mücadele sonunda, yerel ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte 2013 yılında Kaş’taki yunus parkının kapatılmasını sağladık.

Dönemin Kaş Belediye Başkanı Abdullah Gültekin, Kaş sakinlerinin ve hayvan hakları aktivistlerinin defalarca sunduğu belgeleri nihayet göz önünde bulundurarak 2013’te yunus parkının ruhsatını iptal etti; tesisin sonraki ruhsat başvurularını da üst üste reddetti.

Kaş’taki yerel mücadelenin kısa süreli olmaması, sürecin en başından beri takip edilmesi ve zaman içinde ulusal ve uluslararası boyuta taşınması sonucunda oluşan kapsamlı kamuoyu baskısı sayesinde, Kaş’ta bir emsal yaşandı. Fakat bu süreç ne yazık ki Türkiye’de yunus parkı barındıran diğer şehirlere ve belediye başkanlarına örnek teşkil etmedi.

Sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmak görevleri arasında yer alan belediye başkanları tüzel kişiliğin temsilcisidir; yereldeki tepkilere ve çağrılara kulak vermek ve hak ihlalleri, usulsüzlükler karşısında gerekeni yapmakla yükümlüdür.

Oysa Türkiye’deki yerel yönetimlerin çoğu, insan menfaatleri uğruna hayvan haklarını yok sayan ve hayata geçmeden önce demokratik bir zeminde tartışmaya açılmayan projeleri hayata geçirmekle meşgul.

Bu nedenle hayvan hakları aktivistleri, hukukçular, meslek odaları, yerel örgütlenmeler ve tüm  yaşam savunucuları ile birlikte, 2019 seçimlerinde doğanın talan edilmesine göz yummayan, hayvanların özgürce yaşama haklarını savunan ve vatandaşların demokratik haklarına saygı duyan yerel yönetimlere kavuşmak dileğiyle…

Biz aksini yapan adaylara oy vermeyeceğiz. Ya siz?

Yunuslara Özgürlük Platformu

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Annem Her Yerde – Ömür Kurt

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

Annem Her Yerde

Günümüz toplumunda ölüm tabu olan konulardan biri. Hem yetişkinler hem çocuklar için. Oysa Avusturyalı ressam Egon Schiele’nin “Death and Man” (Ölüm ve Adam) tablosunda resmettiği gibiölüm hayata bitişik… Hepimiz ölümün yaşamın doğası gereği var olan kaçınılmaz bir gerçek olduğunu biliyoruz. Hatta ölüm, her gün medya tarafından gözümüzün içine sokulmak suretiyle alıştırıldığımız bir olgu. Ancak tüm bunlara rağmen yine de ölüm biraz karanlık, konuşmaktan hoşlanmadığımız, söz etmesi bize zor gelen bir konu. Hele ki çocuklar söz konusuysa… Ölüm çocukların yanında konuşulmaması gereken bir şey olarak addediliyor günümüzde… Ölümü çocuğa nasıl anlatacağımızı bilemiyoruz. Ölümü çocuğa açıklamak konusunda dilimiz bir türlü dönmüyor. Oysaki psikanalist Prof. Dr. Darian Leader’ın Depresyon, Yas ve Melankoli başlıklı kitabında açıkladığı üzere ölümü çocuğa anlatmak konusundaki bu tutukluğumuz ‘modern’ bir olgu. Leader’ın ifadeleriyle, “… bir zamanlar çocuklar ölüm döşeğinin çevresinde toplanırken, günümüzde ölüm döşeğinden gitgide daha fazla ayrı tutulduklarına tanık oluyoruz. (Ortaçağ Avrupa’sının çocukluk ve aile anlayışı üzerine araştırmalarıyla tanınan tarihçi) Ariés, on sekizinci yüzyıla kadar ölüm döşeğinin tasvir edildiği her yerde çocukların da olaya dahil edildiğini belirtmişti”., 

Darian Leader’ın Depresyon, Yas ve Melankoli kitabını babamı kaybettikten sonra okumaya başladım. Aynı dönemde ölüm üzerine yazılmış çocuk kitaplarını da okumaya yöneldim. Fark ettim ki; yaşadığım her duygu, kaybımla kurduğum ilişki, çocuk kitaplarına da olanca sadeliğiyle yansımıştı. Bu yazıda ele alınan Annem Her Yerde kitabısöz konusu olduğunda ise, bu yansıma, yakınlık ya da benzerlikten de öteydi. Bir aynada yansıyan imge misali, benim hissettiklerim ve kaybımla ilişkilenme biçimim bu kitaba aksettirilmişti. 

Annem Her Yerde, annesini kaybetmiş bir kız çocuğunun gözünden bir çocuğun ölümle kurduğu ilişkiyi anlatıyor. Ölüm hakkında pek konuşulmak istenmez; hele ki çocuklar bu konunun olabildiği kadar uzağında tutulmak istenir. Ama küçük Yolanda’nın çevresindeki yetişkinlerin tavrı bu genel tutumdan farklılaşıyor. Yolanda’nın annesinin ölümünü anlamlandırma arzusuna karşılık veriyorlar. Hem de Yolanda’nın sorularını, genelde yapıldığı gibi, cennet-cehennem, öbür dünya gibi yetişkinlerin bile ilişki kurmakta zorlandıkları soyut, doğa üstü kavramlara başvurarak yanıtlamıyorlar. Yolanda’ya annesinin ölümünü, maddi hayatla, gündelik yaşamla ilişki kurarak anlatıyorlar. Üstelik, Yolanda’nın “annem nerede” sorusunu yanıtlarken, bu kayıptan ötürü duydukları acı, hissettikleri özlem üzerine Yolanda ile bir nevi hasbihal ediyorlar. Yolanda annesini ararken, babası da sevgili eşini, teyzesi kız kardeşini, büyük babası ve büyük annesi de çocuklarını arıyor. Ararken hep beraber iyileşiyorlar. İnsan insana iyi geliyor, acı paylaşıldıkça sağalıyor. 

Yolanda diyor ya, “annem her yerde”. Gökteki bir yıldızda, içtiği kahvenin fincanında, bir fotoğrafta… Ben de babamı ta omuz başımda hissetmiştim onu kaybettikten sonra. Omuz başımdaki gülümseyen bir silüette… Çocukken bir yaz günü beni kucağına aldığı o fotoğraftan taşan bir silüette… O silüet nereye gitsem benimle geliyor. Neredeysem orada, omuz başımda. Mekânın, zamanın sınırını bilmiyor. Kısacası, Yolanda’nın annesi için dediği gibi, benim de babam her yerde.  

Çocuk kitapları, öz benliğimize doğru yaptığımız bir yolculuktur. İşte, Annem Her Yerde de bu kitaplardan biri. Sade diliyle, hepimizin hayatına dokunan anlatımıyla, duygu yüklü resimleriyle ölümün ardından yaşanan kaybı anlamlandırmak konusunda, çocuklara da yetişkinlere de ilham verebilecek bir kitap. Darian Leader’ın dediği gibi, “genellikle bir kaybın “üstesinden gelmek” için cesaretlendiriliriz; oysaki yakınını kaybetmiş kişiler ve trajik kayıplar yaşamış olanlar asıl meselenin, kaybın üstesinde gelip yaşamaya devam etmekten çok, kaybı hayatın bir parçası haline getirmenin bir yolunu bulmak olduğunu gayet iyi bilirler”. Daha basit bir dille, “önemli olan o kayıpla yaşamaktır”. Annem Her Yerde, kaybımızla yaşayabilmek konusunda bize ilham oluyor. Madem ki kaybettiğimiz bizim için ‘her yerde’, Yolanda’nın annesi için dediği gibi, o zaman aslında olmasa da hâlâ ‘oradadır’. Bir fotoğrafta, bir resimde, bir anıda, hayatımızın bir parçası olmuştur. Ama bizi korkutan, anımsamaktan, yokluğuyla yüzleşmekten kaçtığımız bir parçası değil. Hatırlayarak, Yolanda’nın teyzesinin deyimiyle hakkında konuşarak yaşattığımız bir parçasıdır. Kaybımız onu unutmadığımız, onu anımsadığımız sürece bizimledir; hayatımızın bir parçasıdır, ‘o’ her yerdedir…

KÜNYE

Yazan: Pimm van Hest

Resimleyen: Sassafras De Bruyn

Çeviren: Öznel Akdik İşli

Yayınevi: Gergedan Yayınları

Yayın yılı: 2016

Yaş Grubu: 5 yaş ve üstü


1800 Akademisyenden Prof. Üstel’e ve Barış Akademisyenlerine Destek

Noam Chomsky, Şeyla Benhabib ve Judith Butler gibi isimlerin de aralarında yer aldığı 1800 bilim insanı, Barış Akademisyenlerine yönelik yargılamaları kınayarak akademideki ihraçlarda işbirlikçi konumundaki kurum ve üniversitelerle ilişkilerin de dondurulması çağrısı yaptı.

Farklı ülkelerden 1800 bilim insanı, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladıkları gerekçesiyle üniversitelerden ihraç edilen ve yargılanan Barış İçin Akademisyenleri için çağrı yaptı.

Hakkında verilen 15 aylık hapis cezası İstinaf Mahkemesi’nde de onaylanan ilk akademisyen olan Prof. Dr. Füsun Üstel’in durumunun, “ifade ve akademik özgürlüklere vurulmuş yeni bir darbe” olduğu belirtilerek başlatılan imza kampanyasına uluslararası alanda 1800 bilim insanı imza verdi.

Prof. Dr. Füsun Üstel ve diğer akademisyenler için iade-i itibar çağrısı yapan imza kampanyası 12 Mart’ta başladı.

Açık mektup olarak yazılan metinde Türkiye yetkililerine ve uluslararası akademi toplumuna hitaben Türkiye’de akademik özgürlükleri hedef alan kurum ve üniversitelerle akademik işbirliğine son verme çağrısı yapıldı.

“Bu karar tehlikeli bir emsal” 

Profesör Chad Kautzer’in çağrı metninde, 2212 akademisyenin 2016’da “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barış çağrısı yapan bildiriyi imzaladığı hatırlatıldı.

Akademisyenler hakkında “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla açılan davalardan 169’unun mahkumiyet kararıyla sonuçlandığı belirtilerek şu çağrı yapıldı:

“Sadece bu ay içerisinde onlarca duruşma yapıldı. Mahkeme kararlarını temyize götürmeyenlerin cezaları, başka bir suçtan ceza almamaları şartıyla ertelendi (genellikle karar 15 ay hapis cezası olurken yakın zamanda 27 veya 29 aya kadar cezalar verilmeye başlandı). Ne var ki, bu kişiler işlerini ve genellikle de pasaportlarını kaybettiler.

“Bazı akademisyenler ise ceza kararlarını temyize götürme yolunu seçtiler ve bu başvurular sonuçlanmaya başladı. Prof. Füsun Üstel kararı temyize götüren ilk kişiydi ve cezası onaylanan da ilk kişi oldu. Prof. Üstel şimdi hapishaneye girmeye hazırlanıyor ve onun dosyasındaki bu karar diğer temyiz başvuruları için tehlikeli bir emsal oluşturuyor.”

Clarke: Özgürlüklere vurulmuş yeni bir darbe 

Çağrı metninde ifade özgürlüğü faaliyetleri çerçevesinde küresel bir organizasyon olan ARTICLE 19’un Avrupa ve Asya Merkez Başkanı Sarah Clarke’ın yorumuna da yer veriliyor:

“İstinaf mahkemesinin Profesör Füsun Üstel’e, sadece bir bildirinin altına ismini koyduğu için verilen cezayı onaylama kararı benzer absürt suçlamalarla karşı karşıya olan iki bin meslektaşı için dehşet verici bir emsal oluşturuyor.

“Anti-terör yasalarının tamamen kötüye kullanılmasına dayanan bu karar, ülkede geriye kalan oldukça sınırlı ifade ve akademik özgürlüklere vurulmuş yeni bir darbedir. Türkiye yetkililerini muhalif seslere karşı baskıya son vermeye, bu kararı askıya almaya ve akademisyenlere karşı açılan davaları düşürmeye çağırıyoruz.”

Destekleyen kurumlar

Çağrı metnine aralarında beş Nobel ödüllü akademisyen ile Noam Chomsky, Şeyla Benhabib, Steven Pinker, Judith Butler ve Bruce Alberts gibi dünya çapında tanınmış onlarca ismin de yer aldığı 1800 akademisyenin yanı sıra şu kurumlar da destek veriyor:

PEN International, PEN America, Columbia University’s Global Freedom of Expression, Article 19, National Writers Union – UAW Local 1981/AFL-CIO, Research Institute on Turkey, Academic Solidarity Network, Forum Transregionale Studien, Academics for Peace – North America, Academics for Peace – United Kingdom, California Scholars for Academic Freedom, English PEN ve Dansk PEN.

(Bianet)

Eceliyle ölemeyenlerin ülkesinde yerel seçim, siz ölümü nasıl alırdınız?

Yerel yönetimler, çeşitli altyapı,ulaşım ve sosyal hizmetlerin sağlayıcısı olarak gerek şehirlerin gerekse daha küçük ölçekli yerleşim yerlerinin ve doğal alanların nasıl değerlendirileceğine dair kararların verilmesinde önemli rol oynar. Genel yönetimden yereline, kaynakların kullanım değerinden çok değişim değerine tabi tutulmasından mütevellit, siyasetin hep başka bir dünyası, başka öncelikleri vardır.

“Başkalarının dünyasında” kendimiz olarak ölmek

Bazı hizmetlere kaynak ayrılmaz, maliyetler hesap edilir ki yurttaşların seçim zamanlarında hafızalarını tazelemesi bu bakımdan önemlidir. Harvey’in, Umut Mekanları’nda “Başkalarının dünyasında kendimiz olarak yaşamanın” yaptığmız seçimler ve geliştirdiğimiz pratiklerle kendi potansiyelimizi inşa etmek anlamına geldiğine değinmesi bundandır. Aynı mantıkla “başkalarının dünyasında” kendimiz olarak ölmenin olasılıklarını da değerlendirebiliriz. Sahi siz ölümü nasıl alırdınız?

Trafik kazasında ölmek; beton mikseri altında kalmak; hafriyat kamyonu tarafından ezilmek; inşaattan düşmek; asbestten, kimyasallardan kanser olmak; tren kazasında ölmek; madende göçük altında kalmak; hava kirliliğinden kanser olmak; yangın çıkan binada yangın merdiveninin kapısı kilitli olduğu ölmek, deprem bile olmadan çökebilen binalarda yaşadığı için ölmek…

Gazete manşetlerinden seçtiğim içimizi yakan bu olayları unutamayız…..Bu elim olaylar fıtrattan değil, yerel yönetimlerin de sorumluluk alanlarına giren risklerin yok sayılmasından, maliyet hesabından, kontrol eksikliğinden meydana gelmiştir.

Siyasi iktidarların dünya genelinde muhafazakarlaştıkça “muhafaza etmek yani korumak”fiilinden başka bir şey anladıkları yeni bir tespit değil…Lakin ülkemizde sermayeyi ve kendi inşa ettikleri sistemi muhafaza eden, şeffaflıktan uzağa düşen yönetimler çevrenin yaşanabilir olmasını sağlamakta çok başarısız. Bu şartlarda hayati olan, risklerin bertaraf edilmesi ve tehlikeye dönüşmesi halinde tesirin büyümesini önleyebilecek “maliyet hesabı”na odaklanmayan yönetimlerin ve “vicdanlı” yöneticilerin görev başında olmasıdır.

Misal Fukuşima Nükleer Santrali

Nükleer felaketlerin mekansal ve uzamsal sınır tanımayan niteliği biraz da siyasi otoritelerin aldığı kararlar, attığı ve atmadığı adımlara bağlı olduğu için felaket süreçlerinin nasıl yönetildiği sistem açıklarına dair net fikir verir. Misal Fukuşima Nükleer Santrali için felaketin öncesinde tsunami duvarının iki kat daha yüksek olmasının gerektiği bilinmesine rağmen bu işin maliyetleri arttıracağı gerekçesiyle duvarda her hangi bir yükseltme yapılmamıştır.

Daha evveline gidersek bugünkü sorunu körükleyen bir başka maliyet hesabıyla karşılaşırız. Fukuşima Nükleer santrali 50 yıl önce inşa edilirken soğutma suyu sistemi kurma maliyetleri azalsın diye zemin 35 metre traşlanmıştır. Bu nedenle bugün nükleer santral sahasında bugün toplam miktarı 1 milyon ton radyoaktif su silolarda depolanmak zorunda olup, sivil toplum bu suyun denize boşaltılmaması için çırpınmaktadır.

Bir belediye başkanı inisiyatif kullanırsa… 

Yine Fukuşima’dan örneklersek: Deprem ve tsunami meydana geldiğinde santralden 10 kilometre yarı çaplı alanda nükleer felaket halinde içilmesi gereken iyot hapları önceden dağıtılmış olmasına rağmen yerel yöneticiler halka duyuru yapmadığı için zamanında kullanılamamıştı. Bir istisna inisiyatif kullanarak yurttaşlara iyot haplarını kullanmalarını duyuran
Futaba Belediye Başkanı’ydı ki bu şekilde normal şartlarda milyonda bir görülen çocukluk çağı kanserinin 500 kat artmasına neden olan durumda Futaba’daki çocukların da hasta olmasının önüne geçilmiştir. Çok açık ki yerel yöneticilerin insiyatif alarak inandığı şekilde davranması da hayati önemdedir…

Fukuşima Nükleer Felaketi’nden 25 yıl önce 1986 yılının 26 Nisan’ında meydana gelmiş olan Çernobil Nükleer Santral Kazası da Sovyetler Birliği yönetimi tarafından bir süre gizlenmeye çalışılmıştır. Siyasi otoritenin bu kararı nedeniyle Türkiye dahil bir çok Avrupa ülkesinde milyonlarca insan iki gün boyunca hiç bir önlem alınmadığı için radyoaktiviteye maruz kalmıştır.

Benzer şekilde ABD’nin Pensilvanya Eyaleti’ne bağlı Harrisburg’da 28 Mart 1979’da yani tam da 40 yıl önce meydana gelerek yıldönümünü andığmız ve dünya çapında bilinen nükleer santral kazalarının ilki sayılan Üç Mil Adası Nükleer Santral Kazası’na ilişkin açıklamalar da iki gün sonra yapılmıştır. Bu iki günde ise yetkililer bilgi vermekten çekindiği, emir bekleyen yerel yöneticiler de halkı ne olduğuna dair uyarmadığı için bölgedeki binlerce insan havadaki metalik tadı öğrenmiş, günlerce kusmuş, pek çok kişinin vücudunda yanıklar oluşmuştur. Bugün bu felaket nedeniyle santrale komşu olduğu için evlerini terk edip daha uzak yerlere taşınmış olanlar, sonradan evlerine dönenler nesiller boyu yaşadıkları kanser ve türevi hastalıklar üzerine kafa yormaktadır. Ne var ki, Üç Mil Adası Nükleer Felaketi’nin mağdurları, karşılaştıkları kanser ve türevi hastalıkların nedenlerini on yıllar sonra Çernobil Nükleer Felaketi’nin etkileriyle aradaki benzerlikleri görerek Üç Mil Adası Nükleer Felaketi ile ilişkilendirebilmektedir.

Türkiye’de ticari bir nükleer santral kurulmuş değil. Kağıt üstünde iki, sözel bir nükleer santral planı vardır. Bir nükleer santral sürecinin yüksek maliyetli ve uzun yıllar gerektirdiğini düşünülürse genel seçime hatta bir sonraki yerel seçime kadar operasyona başlanamayacağı da söylenebilir. Fakat o yola giden taşların bu yerel seçim sürecini izleyen dönemde taşınacağına şüphe yok.

Güçler ayrılığı ilkesi çiğnenmişse

Hızlandırılmış trenlerin, yaşam odası olmayan madenlerin, AVM’ ye çevrilen deprem toplanma alanlarının ülkesiyiz.

Siyasi iktidarın, aldığı kararları yerel yönetimlerin sağ duyusunun süzgecinden geçirmesini sağlamak bizim elimizde.

Hele ki bir ülkenin yönetiminde en büyük denge unsuru olan güçler ayrılığı ilkesi çiğnenmiş başka bir şeye dönüştürülmüşse, doğasını, insanını koruma sorumluluğunu duyan yerel yönetimlerin, vicdanlı yöneticilerin önemi de artıyor. Yurttaşın kendini güvende hissedebileceği mercilerin olması, derdini anlatabilmesi, en azından kendini evinde güvende hissetmesi hatta eceliyle ölebilmesi için başka bir yol var mı?

Pınar Demircan

Bu yazı Bianet’te de yayımlanmıştır .

#İklimiçinOkulGrevleri’nin 32. haftasında Türkiye’deki öğrenciler pankartlarını okul bahçesinde açtı

16 yaşındaki Greta Thunberg’in 32 hafta önce İsveç Meclisi’nin önünde tek başına başlattığı okul grevi kısa sürede küresel bir iklim hareketine dönüştü. 15 Mart Cuma günü Thunberg’in çağrısıyla dünyanın dört bir yanından 1 milyon 600 bin öğrenci okul grevine katıldı. Gezegenin 1,5 dereceden daha fazla ısınmasını önleyebilecek, karar alma süreçlerindeki bütün yetişkinleri iklim için harekete geçmeye çağırdılar.

Türkiye’den ise İstanbul’da Atlas Sarrafoğlu’nun çağrısıyla beraber Sakarya, Iğdır, İzmir, Antalya – Çıralı, Ayvalık, Amed gibi şehirlerdeki gençler ve çocuklar yine 15 Mart’ta iklim için okul grevi yaptı, Greta’nın çağrısına destek verdi.

Grevlerin 32. Haftasında, yani 29 Mart Cuma günü Türk Eğitim Derneği’ne (TED) bağlı 38 okulda 31 bin öğrenci hazırladıkları pankartlar ve öğretmenleri ile beraber okul grevi yaptılar. Bir gün öncesinde TED Ankara Koleji’nin sosyal medya sayfalarından yapılan çağrı ile duyurulan grev, Cuma günü çocukların okul bahçelerinde ya da spor sahalarındaki katılımlarıyla gerçekleşti.

Bütün dünyada gençler ve çocukların sokaklarda yaptığı iklim grevi gösterileriyle yükselen iklim hareketine TED okullarının kendi kampüslerinde verdiği destek öncesinde TED Özel Zonguldak Koleji Müdür Yardımcısı Gizem Nur Yüksel Açık Gazete programına katıldı. “İklim değişikliği ile mücadeleyi başlatan 16 yaşındaki Greta’yı hepimiz biliyoruz. Biz de TED okulları olarak bugün yani 29 Mart tarihinde, 10 buçuk ile 11 arasında hepimiz bir greve gidiyoruz. Ona destek olmak ve farkındalık yaratmak amacıyla” diye konuşan Yüksel, okul grevine yöneticiler seviyesinde de katılım olduğunu ve desteğe velilerin de geleceğini, öğrencilerle beraber müzik öğretmenlerinin yazdığı bir şarkının da söyleyeceklerini belirtti.

Yeşil Gazete iklim değişikliği editörlerinden Ümit Şahin ise, öğrencilerin özerk hareket kabiliyetlerine herhangi bir müdahalenin tehlikesine dikkat çekerek şöyle yorumladı,

“Bu etkinlik elbette öğrencileri iklim değişikliğinden haberdar etmek, velilere duyarlık çağrısı yapmak ve halkın dikkatini çekmek açısından güzel bir girişim. Ama bu yapılan etkinliği bir “okul grevi” olarak adlandırmak doğru değil. Çünkü yönetim kararıyla, bütün öğrencilerin zorunlu katılımıyla “grev”, “boykot”, ya da “okul kırmak” zaten olmaz, ayrıca bence böyle eylem de olmaz.

Greta Thunberg bu eylemi ailesinin ve okulunun karşı çıkmasına rağmen, onları ikna ederek başlattı. Bütün dünyadaki öğrenciler de Greta’nın çağrısına katılırken kendileri harekete geçtiler. Elbette Greta da, diğer öğrenciler de daha sonra ailelerinden ve okullarından destek aldılar, ama yapılan eylemler okul yönetimleri ve aileler tarafından organize edilmedi. Bu tür bürokratik girişimler öğrencilerin özerk hareket kabiliyetini felce uğratır . Okul yönetimlerinin ve öğretmenlerin iyi niyetlerinden şüphem yok. Ama iyi niyetle de yapılmış olsa bu girişim otoriter ülkelere özgü bir kültürü ve davranış biçimini yansıtıyor.

Bizim yapmamız gerekenin öğrencileri bilgilendirmek, cesaretlendirmek ve harekete geçmek isteyenlerin özerk eylemlerinin önündeki her türlü engeli kaldırmaktan ibaret olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun ötesinde yetişkinler olarak asıl yapmamız gereken iklim krizini durdurmak için bir an önce harekete geçmektir, çocukların rol aldığı gösteriler düzenlemek değil.”

Türk Eğitim Derneği okul grevlerinin 32. haftasında tek başına değildi. İstanbul’daki Sarıyer İstek Kemal Atatürk Okulu öğrencileri de grevlerin 32. Haftasında renkli pankartlarıyla destek veren okullar arasındaydı.

TED okullarının farklı kampüslerinde gerçekleştirilen gösterilerin sosyal medya paylaşımlarından bazıları şöyle,

TED Okulları Kocaeli Koleji – 29 Mart 2019

Özel TED Okulları Bodrum Koleji – 29 Mart 2019
Özel TED Okulları Çorum Koleji – 29 Mart 2019

(Yeşil Gazete)

Böcek Aleminin (Entomofauna) Dünya Genelinde Azalması: Faktörlere Genel Bir Bakış – Kısım 3

Biological Conservation sayı 232‘de makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Nilüfer Ağaç’ın çevirisi ile yayınlıyoruz. Tefrika edilen bu makalenin ilk kısmına buradan ulaşabilirsiniz.

3.4 Kın kanatlılar

Böceklerin en büyük takımı, zararlılarla mücadelede ve organik materyalin diğerleri arasında geri dönüşümünde esaslı ekosistem hizmeti gören önemli bir grup avcı ve çürükçül türler içerir.

3.4.1. Karafatmalar

Karafatmalar her yerde bulunan taksonlardır ve kaplan böcekleri (Cicindelidae) genellikle biyoçeşitliliğin göstergeleri olarak kullanılır. Bu grup, çeşitli yerli kelebekleri ve kuşları barındıran habitatlarda ortaya çıkar (Pearson ve Cassola, 1992). Avrupa karafatmaları arasındaki değişimlerin çoğu; habitat tahribatı, tarımsal yoğunlaşmaya bağlı olarak artan ötrofikasyon ve artan kentleşmeyle açıklanabilir. Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Danimarka’da 10 km’lik ızgara hücrelerinde 419 tür üzerinde yapılan bir çalışma karafatmaların %34’ünün 1950-1980 yılları arasında azaldığını; %50’nin üzerinde Amara, Harpalus, Cymindis ve Carabus Kserofil cinsinin kuru ve nemsiz bölgelerde yaşayan [xerophilic] türünün azaldığını ortaya koydu (Desender ve Turin, 1989). Hollanda’da, sınırlı dağılma derecesine sahip karafatmalar en fazla etkilenirken geniş hareketliliğe sahip olanlar ya da insan yapımı habitatlarla ilişkili olanların popülasyonları sabit kalmıştır (Turin ve den Boer, 1988).

Birleşik Krallık’ta 11 bölgede 15 yıl boyunca incelenen 68 karafatmanın 49’unda gözlemlenen çarpıcı azalma, 26 türün savunmasız ve 8’inin neslinin tükenmekte olduğunu gösterirken 19 türün durağan ve hatta artmakta olduğunu ortaya çıkardı. Genel olarak, 15 yıllık zaman diliminde karafatma biyokütlelerinde %16 oranında bir kayıp kaydedildi (Brooks vd., 2012). Biyoçeşitlilikteki değişiklikler doğrusal değildi ve habitat ve coğrafi varyasyonla ilişkilendirildi; en fazla batı ve kuzey dağlık bölgelerinde (azalan türlerin %64’ü), sonrasında da bozkırlarda (%31) ve otlaklarda (%28) ortaya çıkarken güneydeki yaylalarda artışlar vardı. Çalışma süresince yayla otlaklarında, ormanlık ve ağaçlık çit bölgelerindeki karafatmalar sabit kaldı. Küçük türler ve ilkbaharda üreyenler, dağınık veya günlük alışkanlıkları olanlar olumsuz etkilendi. Toprak nemini değiştiren mikroiklimsel değişiklikler de bazı yayla türlerini etkiledi (Brooks vd., 2012).

Yeni Zelanda’da 12 büyük karafatma türü tehlike altındadır ve diğer 36 türün sayısı azalmaktadır. İkisi, ülkede bilinen türlerin yaklaşık %8’ini oluşturmaktadır. Etkilenen türler çoğunlukla iki dev karafatma cinsinin –Mecodema ve Megadromus– bir üyesidir (Mc Guinness, 2007). Nesli tükenmekte olan karafatmaların oranı (yaklaşık %4) diğer yerel böceklerden iki kat fazladır çünkü bunlar muhtemelen sıçanlar, kirpiler, gelincikler, dağ gelincikleri ve keseli sıçanların yırtıcılıkları karşısında savunmasız büyük karasal türlerdir. Geçmiş 80 milyon yıl boyunca izole bir şekilde evrimleşen ve %92’si endemik olan bu dev böceklerin durumu, koyunların otlaması için ormanların temizlenip otlaklara dönüştürülmesinden kaynaklı habitat değişikliğiyle daha da kötüleşti.

3.4.2. Uğur Böcekleri

Harmon vd. (2007) 1914-2004 yıllarını kapsayan, ABD ve Kanada’daki uğur böceklerinin 62 tarihsel veri kümesini inceledi. Araştırmalar tarımsal alanlardaki yırtıcı türler konusunda yanlı olsa da uğur böceği türlerinin zenginliğinin ve popülasyon büyüklüğünün; yerli türlerdeki büyük azalmanın, takip eden 20 yıl boyunca fark edilmeye başladığı ve türlerin % 68’ini etkilediği 1986 yılına kadar değişmediğini gösterdi (Harmon vd., 2007). Daha öncesinde yaygın olan en az iki türe (Adalia bipunctata ve Coccinella novemnotata) sonrasında çok ender rastlanmış veya Amerika’nın kuzeydoğusunda tümüyle yok olmuştur (Wheeler, 1995). Aynı zamanda, 22 yeni tür kayıt altına alınsa da bunların sadece altısı Kuzey Amerika’da saptanmıştır. Azalmanın muhtemel iki sebebi şudur: i) Orta batı eyaletlerinde yoğun tarıma yönelik ya da ağaçlandırmadan kaynaklı habitat değişimimi (New York eyaleti) ii) muhtemelen tarım ürünlerindeki istilacı yaprak biti zararlılarının aşırı popülasyonuyla beslenen C. septempunctata ve Harmonia axyridis (Brown ve Miller, 1998) gibi yabancı genel türlerin rekabetçi yer değiştirmesi. H. axyridis Büyük Britanya’da (Roy ve Brown, 2015), diğer Avrupa ülkelerinde (Camacho-Cervantes vd., 2017) ve Japonya’da (Sato ve Dixon, 2004) yerli uğur böceklerini geride bırakıyor ve tarım ürünlerindeki yaprak bitlerinin önlenmesinde rekabet avantajı kazanıyor (Rutledge vd., 2004).

Uğur böceklerinin 1976’dan bu yana tahıl ürünlerinde, otsu bitkilerde ve ağaçlardaki bolluğu ve dağılımına dair sistematik kayıtlar Çek Cumhuriyeti’nde mevcuttur. İncelenen 13 türün altısı azalırken H. axyridis de dâhil olmak üzere yedisi artmıştır (Honek vd., 2014). Tarımsal yoğunlaşma tahıl bitkilerinde ve otsu bitkilerdeki popülasyon değişiminin başlıca nedeniyken, ağaç habitatlarındaki uğur böceği çeşitliliği ve bolluğu 35 yıl boyunca sabit kalmıştır. Özellikle, böcek ilaçlarının yoğun kullanımı hem yaprak biti zararlılarını hem de bağlantılı uğur böceği yırtıcılarını etkiler ve ürünlerin yağlı tohumları gasp eden monokültürlere dönüşümü C. septempunctata popülasyonunları üzerinde genel bir olumsuz etki yaratır. Buna karşın, küresel ısınma Hippodomia variegata‘nın yayılmasını kolaylaştırmıştır (Brown ve Roy, 2015).

Britanya’da amatör bilim insanları tarafından toplanan, dokuz uğur böceği türüne dair kayıtlar ve 1990- 2013 yılları arasında yapılan sistematik araştırmalar Brown ve Roy tarafından analiz edilmiştir. Beş türün sayısı azalırken iki tür sabit kalmış ve ikisi, H. variegata ve H. axyridis, yayılmıştır. Ürünlerdeki yaprak biti sayısının azalmasına neden olan bazı tarımsal uygulamalardaki değişiklikler (yani gübre kullanımının azaltılması) üç yaygın yerli türün (A. bipunctata, C. undecimpunctata ve Propylea quattuordecimpunctata) azalmasına ve H. variegata’nın eşzamanlı artışına neden olabilirdi ki bu da hem İngiltere hem de kıta Avrupası için benzer uğur böceği popülasyon eğilimlerine işaret eder (Honek vd., 2014).

3.4.3. Bok Böcekleri

Bok böcekleri 3 ana gruptan oluşur: yuvarlayıcılar (Scarabaeinae), tünel kazıcılar (Geotrupidae ve en çok Scarabaeidae) ve yerleşikler (Aphodiidae). Benzersiz ekolojik fonksiyonları hayvancılık sektörü ve otlakların toprak verimliliği için hayati bir öneme sahiptir. Bu özel böceklerin azalmasıyla ilgili çalışmalar yalnızca, Avrupa’da bok böceklerinin en geniş biyoçeşitliliğine sahip Akdeniz Bölgesi için geçerlidir.

Yuvarlayıcı bok böcekleri, İspanya’daki 55 yerel türün beşte birini oluşturur. 20. yüzyıldaki bolluklarına ve dağılımlarına dair bir analiz çoğu türün 1950’ye kadar sayıca artarken dokuzunun göreceli bolluğunun o zamandan bu yana %28’den %7’ye, dağılım aralığının da 10 kilometrelik ızgara hücrelerinde %48’den %29’a düştüğünü göstermiştir (Lobo, 2001). En çok tehdit altındaki türler Scarabaeus pius ve Gymnopleurus mopsus‘tur; buna karşın S. cicatricosus popülasyonu sınırlı olduğu güney dağılım bölgesinde artmıştır ve S. typhon popülasyonu değişmemiştir. Çok değişkenli analizler, kıyıların turizm için büyük ölçekli kentleşmesinin ve 1950’ler sonrası tarımsal yoğunlaşmanın başlıca nedensel faktörler olduğunu ortaya koymaktadır.

İtalya’da 11 yuvarlayıcı bok böceği türünün 20. yüzyıl boyunca tutulan 6870 kaydının bolluk ve dağılım analizi hem bolluk hem de dağılım açısından 9 türü etkileyen %31’lik bir azalma olduğunu gösterdi (Carpareto vd., 2007). Büyük azalmalar 1960’larda başladı (2 tür), 1970’lerde arttı (3 tür) ve 1980’lerde (6 tür) yaygınlaştı. Dağılımları yüzyılın ilk yarısında artarken sonrasında ulusal düzeyde %23 azaldı. Azalmalar yerel otlakların azalmasıyla bağlantılıdır: Meraların %43’ünün 1960’tan bu yana ya ormanlara ya da yoğun tarıma dönüştürülmesi. İlave olarak, serbest hayvancılıktan ahır hayvancılığına geçiş böceklerin beslenmesi için gübrenin artık mevcut olmaması anlamına geliyordu. İki Scarabaeus ve dört Gymnopleurus türünün tehdit altında olduğu düşünülüyor ve G. mopsus türü muhtemelen yok oldu. Büyük böcekler daha büyük risk altında; bu, düşük doğurganlığın ve kargaların gelişmiş avcılığının, etkili faktörler olabileceğini düşündürmektedir. Parazit ilaçlarının [helminthicides] (özellikle de avermectin) ve parazit önleyici diğer böcek ilaçlarının kullanımının – diğer yazarlar bok böcekleri üzerindeki olumsuz etkilerini belgelemiş olsa da– az önemi olduğu düşünülüyor (Lumaret vd., 1993; Strong, 1992).

Fransa’da 1996 yılında yapılan bir çalışmayla Camargue’nin kıyı bölgesinden –tüm bölgenin gübre böceği faunasının 72 tür içerdiği bilinse de (Lumaret, 1990)– sadece, 11 türe ait 337 örnek toplandı (9 Scarabaeidae, 2 Aphodiidae ve sıfır Geotrupidae). Biyoçeşitlilikteki bu önemli azalma, yerleşikler ve yuvarlayıcılardan daha fazla dağılma yeteneğine sahip genel türleri daha fazla etkiliyor. İkinci grupta S. Sacer‘in popülasyonu Fransa ve İspanya arasındaki iki bölgeyle sınırlı kalırken (Lobo vd., 2001) Scarabaeus semipunctatus‘un sayısı sonraki 24 yılda 45 kat azaldı. Bölgede onlarca yıldır hiçbir tarımsal değişiklik olmadığından kentleşmenin yanı sıra sivrisinek kontrolü ve hayvanların tedavisi için böcek ilacı kullanımı azalmaları açıklayan ana faktörlerdir.

3.4.4. Kınkanatlı Böcekler

Kınkanatlı böcekler ekosistemdeki odunun ayrışmasında büyük bir rol oynarlar ve böylece de aksi takdirde çürük kütükler ve dallarda kapalı kalacak besin maddelerini geri kazandırlar. Bazı türler de tozlaşmaya da dâhil olurlar (Stafanescu vd., 2018).

Avrupa’da tomrukçuluk, odun hasadı ve tarımsal genişleme eski yerel ormanların zarar görmesine sebep olarak kınkanatlı böceklerin (üçte biri endemik) 56 türünü tehdit etmektedir. En az 61 türün sayısı azalırken ya da daha sınırlı bir dağılım alanına sıkışmışken diğer dokuzunun sayısı artmaktadır. Tehdit altında olan türlerin çoğu Orta ve Doğu Akdeniz bölgelerindedir ve iki endemik türün –Glaphyra basseti (Cerambycinae) ve Propomacrus cypriacus (Euchiridae)– kritik düzeyde tehlike altında olduğu düşünülüyor. Bilinen 436 türün %57’sinin popülasyon eğilimleri bilinmediğinden, azalan türlerin sayısı daha fazla olabilir (Nieto ve Alexander, 2010). Mevcut tek uzun dönemli çalışma, 118 türün geçmiş kayıtlardan tespit edildiği, İsveç’teki uzun antenli kınkanatlara (Crambycidae) dairdir. Böceklerin yaklaşık yarısı 1900’lerin başından bu yana aynı dağılımı ve göreceli bolluğu koruyor (Lindhe vd., 2011). Kalan %50’nin durumu tarımdan sanayiye, büyük ölçekli ormancılığa olan yerel kaymadan etkilenmektedir: 26 tür önemli ölçüde azaldı, 32’sinin sayısı arttı ve 5-10 türün yok olacağı tahmin ediliyor.

3.5. Yarım kanatlılar

Almanya’nın koruma altındaki otlaklarında bitki bitleri ve yaprak bitleri (Auchenorrhyncha) üzerine yapılmış bir çalışma bulunmaktadır (Schuch vd., 2012). Bunlar, Avrupa’nın doğal ve insan kaynaklı otlaklarında uçan böceklerin biyokütlelerinin büyük bir kısmından sorumlu açık alanların bitki yiyen böcekleridir (Biedermann vd., 2005). Tarihsel tarama ağı örnekleri (1963–1967) tür çeşitliliği, tür kompozisyonu ve bolluk açısından aynı bölgelerdeki son örneklerle (2008-2010) karşılaştırıldı. Bolluk ve hava koşullarındaki yıllar arasındaki güçlü değişkenlikten bağımsız olarak, genel tür zenginliği değişmedi. Bununla birlikte, türlerin kompozisyonu önemli ölçüde değişti: 14 tür azalıp (çoğunlukla kısıtlı alanlarda yaşamak zorunda olanlar) diğer dokuzu artarken (çoğunlukla özelciler [specialists]) asidik alanların karakteristik türleri (Zyginidia scutellaris) çok baskın hale geldi. Dahası orta derecede bolluk 47 yıllık süre zarfında %66 oranında düştü (her bölgede 679’dan 231’e) (Schuch vd., 2012). Kısmen tarımsal yoğunlaşmadan kaynaklı hava ve toprak kökenli asitleşme, yerel otlak kompozisyonunu ve ilgili otçul faunayı etkileyen ana faktördür.

3.6. Düzkanatlılar

Yukarıda belirtilen Alman bölgelerinde yürütülmüş, çekirge ve cırcır böcekleri üzerine uzun dönemli tek bir çalışma mevcuttur (Schuch vd., 2011). Korunmuş otlaklardaki biyoçeşitlilikleri 40 yıl boyunca değişmedi (bölge başına 9 tür medyan) ve tür topluluklarındaki değişiklikler küçüktü. Tek önemli değişiklik çıplak toprakların bir çekirgesindeki (Myrmeleotettix Maculatus) keskin azalma ve açık ormanlık ve çalılıklara (Tettigonia viridisima, Phaneroptera falcat) özgü tipik çalı cırcır böceğinin iki türündeki artıştır. Diğer taksonların aksine bazı düzkanatlı türleri, belki de çoğu türün yüksek oranda uyumlu polifaj otlayıcıları olması nedeniyle, saptanabilir geçici eğilimler gösterdi. Buna rağmen Almanya’da türlerin yaklaşık yarısının tehdit altında olduğu düşünülüyor.

3.7. Kızböcekleri

Yusufçuklar (Anisoptera) ve küçük kızböcekleri (Zygoptera) larva gelişimleri için su kütlelerine ihtiyaç duyan nispeten küçük böceklerdir. Hem larvalar hem de erginler sudaki organizmaların ve uçan böceklerin yırtıcılarıdır ve rahatsız edici sivrisineklerin ve tarım zararlılarının (örneğin pirinç zararlısı) kontrolünde önemli bir yol oynarlar (Painter vd., 1996; Relyea ve Hoverman, 2008). IUCN (Uluslararası Doğa Koruma Birliği) tarafından listelenen nesli tükenmekte olan sucul 118 böcek türünün 106’sı kızböceğidir (Kalkman vd., 2010) ancak diğer su taksonlarının yetersiz bilgi nedeniyle yeterince temsil edilemediği açıktır. IUCN’nin son değerlendirmesi dünyadaki kızböceklerinin %10’unun yok olma tehlikesi altında olduğunu gösteriyor ancak bu çalışma bilinen türlerin sadece dörtte birini kapsıyor ve türlerin %35’i için, özellikle de tropik bölgelerden ve Avustralya bölgelerinden olanlar için, veri boşluklarını kabul ediyor (Clausnitzer vd., 2009). Yukarıda belirtilenler göz önüne alındığında tüm türlerin %15’i tehdit altında olabilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde Kaliforniya ve Nevada’da 45 bölgede yapılan mevcut çalışmalar 1914’ten 1915’e kadarki geçmiş kayıtlarla karşılaştırıldı. Yusufçuk ve küçükkız böceklerinin 52 türünün (kayıt altına alınanların %65’i) görülme oranları 98 yıllık zaman diliminde düşerken 29 türün artmıştır. 1914-1915 aralığında kayıt altına alınmamış genelci iki tür ve kirlilik toleransı olan türler menzillerini Kaliforniya’ya kadar genişletmiş ve özellikle de kentsel alanlarda yaygınlaşmıştır. İlk çalışmalarda da az rastlanan dört tür de dâhil olmak üzere (Sympetrum danae, S. costiferum, Ophiogomphus occidentis ve Libellula nodisticta) en az dokuz tür önemli ölçüde azaldı. Azalmalar daha çok, habitat özelciler arasında ortaya çıkarken aynı bölgelerdeki kayıpların yerini alan, genelci ve göçmen türlerde kaydedildi. Belli çevre koşullarında yaşayabilen türler arasında, minimum sıcaklığın zaman içinde artması nedeniyle azalmış görünen, kış uykusuna yatanlar da vardı (Ball-Damerow vd., 2014). Tür zenginliği azalmazken kızböceği toplulukları, kentleşmenin tipik bir etkisi olarak türlerin kompozisyonunda daha homojen hale gelmiştir (Mc Kinney, 2006).

Avrupa’da 138 kızböceği türünün %15’i –iki kızböceği (Ceriagrion georgifreyi ve Pyrrhosoma elisabethae) ve Balkan yarımadasında kritik derecede tehdit altında olan yusufçuk türüyle (Cordulegaster helladica sp. Kastalia – tehdit altındadır. Tüm türlerin dörtte birinin (33) popülasyonu ve dağılımı azalırken %10’unun artmakta ve yaklaşık yarısı sabit kalmaktadır. 1960 sonrası tarımsal yoğunlaşmayla birlikte büyük azalmalar ortaya çıktı ve sulama için nehirlerde kanal açılması, kentsel akıştan kaynaklı su kirliliği, pestisitler ve gübreler (yani ötrofikasyon) geniş alanlarda popülasyonların yok olmasının temel sebebi oldu (Kalkman vd., 2010). Bununla birlikte Coenagrion puella ve Sympetrum striolatum gibi her yerde bulunan türler, 1960-1970 ve 1985-1995 arasında artmış ve Britanya’da menzilleri 300 km kuzeye kaymıştır (Hickling vd., 2005). Merkez Finlandiya’da 20 yaygın Zygoptera ve Anisoptera türünün popülasyonları 1995-1996 yıllarında 34 küçük derede incelendi ve dağılım örüntüleri 1930’dan 1975’e kadarki geçmiş kayıtlarla karşılaştırıldı. Özelci ve lentik iki yusufçuk türü Coenagrian Johanssoni ve Aeshna caerulea akarsularda ortadan kalktı ve araştırılan 219 popülasyondan %45’i yok oldu. Bölgesel yok olmalar lentik-özelci türlerin habitatları olan dinamik memba sularında ve turba bataklıklarında ortaya çıkarken akıntı yönündeki su kütlelerinin kayıpları daha azdı. Genelci türlerin (özellikle de hem durgun [lentic] hem de hareketli [lotic] sularda üreyenlerin) bölgesel olarak nesillerinin tükenme olasılığı daha düşüktür. Tarım hendeklerinin yapılması ve ormancılıktan kaynaklı habitat parçalanması nadir türlerin popülasyonlarını da etkiledi (Korkeamaki ve Suhonen, 2002).

Japonya’da 200 kızböceği türünün 57‘si azalıyor, 23’ü savunmasız, 19’unun soyu tükeniyor (Kadoya vd., 2009). Bollukta ve dağılımda en büyük azalma, bir zamanlar çeltik tarlalarında yaygın olan lentik türler arasında olmuştur (örneğin Lestes japonicus, Libellula angelina, Sympetrum maculatum ve S. uniforme). Ada endemikleri nesli tükenenler listesinde bir sonraki sırada yer alırken dağ akarsularının hareketli habitatlarındakiler en az etkilenlerdir. 1990‘ların ortalarından bu yana kırmızı yusufçuk popülasyonundaki (Sympetrum spp.) keskin azalma (Fukui, 2012; Futahashi, 2012) erginlerin ortaya çıkışını engelleyerek sucul larva evrelerini etkileyen fibronil ve neonicotinoid böcek ilaçlarının (Nakanishi vd., 2018) kullanılmasıyla ilişkilidir (Jinguji vd., 2013).

Güney Afrika’da kayıt altına alınan 155 kızböceği türünün 13’ü azalmakta ve 4’ünün nesli tükenmektedir (Samways, 1999). Mevcut hayvancılık yönetimi ve diğer insan faaliyetleri bu sucul böcekleri olumsuz etkilediğinden o ülkenin doğa rezervlerindeki nadir türlerin korunması hayatta kalmalarını garantilemiyor.

3.8 Diğer tatlısu taksonları

Tatlısu böcek taksonları birçok türü yılda bir döl verdiğinden ve bu onları doğal çevre değişimine daha hassas yaptığından esnek olmayan yaşam döngüsüne sahip olma eğilimindedirler.Akış değişikliği ,doğal çevre bozulması , kirlilik ve istilacı türler böcekkler de dahil olmak üzere tüm suda yaşayan organizmalar temel tehditleridir (Allan ve Flecker ,1993; Zwick ,1992). 3 temel tatlı su böceklerinin Plecoptera,Ephemeroptera ve Trichoptera’nın ilgili verileri burada raporlandı ancak Coleoptera (ör;Dytiscidae ,Hydrophilidae) Hemiptera (örneğin Notonectidae,Gerridae) ya da Diptera (ör;Chironomidae,Tipulidae) araştırma bulunamadı .

Devam edecek

III. Uluslararası Bağlama Festivali Belçika’da başlıyor

III. Uluslararası “Bağlama Festivali” Belçika’nın Gent şehrinde “De Centrale Intercultureel Centrum”de 29-30-31 Mart 2019 tarihinde yapılacak. Diğer iki festivalde olduğu gibi bu üç günlük süreçte de hergün öğleden önce ve sonrasında workshop, masterclass, seminer çalışmaları olacak. Sahne performansları ise akşam 20:00′ dan itibaren başlayacak.

İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı öğretim elemanlarından Dr. Deniz Güneş’in projelendirip, genel sanat yönetmenliğini üstlendiği “Bağlama Festivali’nin” ilk amacı Bağlama çalgısının tanıtılması, teknik ve geleneksel icra özelliklerinin gösterilmesine yönelik alanında uzman icracılar ile performanslarda bulunmak. Sahne performanslarının bilimsel alt yapıyla entegre bir şekilde ilerlemesi için ayrıca workshop, seminer ve masterclass çalışmaları da eş zamanlı yürütülecek.

Üç gün sürecek etkinliğin ilk gününde (29 Mart) Trio Düş (Deniz Güneş –bağlama/vokal, Erhan Uslu bağlama-vokal ve Cenk Öztürk –viyolonsel) Anadolu ezgilerinin yanı sıra Balkan Türkülerine de yer verecek. Geleneksel bağlama icrası ve enstrümantal eser örnekleri sunacak. Aynı gün ikinci performansı Erkan Çanakcı ve Cüneyt Gürenç (bağlama/vokal) paylaşacak. Tel ayırma tekniği ve geleneksel THM icrasında bulunacaklar. Son performans ise bağlama virtüözlerinden Çetin Akdeniz’in olacak. Bağlamanın teknik kullanımının icraya dönük yüzü ve halk müziğinden vokal eser örnekleri sunacak.

Festivalin ikinci gününde (30 Mart) Cem Doğan ve Özge Çam özellikle Alevî-Bektaşî deyişlerine yer verecek sahnelerinde. Festivalin amacı aynı zamanda bağlama çalgısı ile diğer enstrümanların bir arada kullanımını ve sahnelenmesini de amaçlıyor. Bu bakımdan Tolgahan Çoğulu ve Sinan Ayyıldız’ın bağlama, şelpe ve mikrotonal gitarın buluşmasıyla, icra tekniği ve armonik tınıların  muhteşem uyumu çok ilgi görecek. Gecenin son performansında ise Cengiz Özkan, Muharrem Temiz ve Tolga Sağ sahne alacaklar. Bağlama ile çalıp-okuma geleneğinin ve ülke müziğimizin geleneksel icraya yönelik en önemli temsilcilerinden olan üçlü Alevî-Bektaşî müzik geleneğinin nadir türlerinden örnekler verecek.

Festivalin üçüncü gününde ilk sahneyi Barış Güney, Erdi Arslan ve Cenk Şanlıoğlu (Barış Güney Trio) alacak. Gelenksel icra özelliklerinin dışında kendi özgün müzik duyguları ile ürettikleri müziklerin segileneceği performansta bağlama, klarinet, duduk ve gitarın ahenkli sesleri ile seyirciyi buluşturacaklar. Geleneksel Türk Halk Müziğinin icra tarafında her ne kadar erkek aktarıcı ve kültür taşıyıcılarını görsek de, kadın ozan/âşıkların yerinin ne denli önemli olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Doğumda ninniye; ölümde ağıta dek kadın hep baş roldedir. Kadın âşıklar her ne kadar kapalı ve gizli bir istişare alanında kalmış olsa da, günümüze taşınan bir çok türkünün yakıcıları ve taşıyıcılarıdır onlar. Bu bağlamda festivalin son ve kapanış sahnesinde her zamanki gibi kadın ozan/âşıklar yer alacak. Nazlı Öksüz, Tülay Örten, Sevilay Gök Akyıldız ve Hilde De Clercq yurdumuzun hemen hemen her bölgesinden örnekler sunacaklar. Aşıklama geleneğine dair deyiş ve aşıklama eserlerin de yer alacağı performansta iddialı olarak entrümantal eserlere de yer verecekler.

Dr. Deniz Güneş ile yaptığımız görüşmede festival fikrinin nasıl oluştuğunu sorduk ve kendisinden şu bilgileri aldık:

“Bağlama çalgısı, yurdumuzun hemen hemen tüm bölgelerinde kullanılan, ülke müziğimizin temel enstrümanıdır. Bölge ve yöre müziklerine baktığımızda, o yörenin üreticisi halk âşıklarının müzik estetiği ve geleneğine katkılarının ne denli zengin olduğunu görürüz. Bu zenginlik ve zaman içerisinde oluşan müzik türleri, belli kalıp ezgiler ve icra teknikleriyle günümüze kadar aktarılmıştır. Dolayısıyla bu aktarımın en önemli ortağı ise bağlama çalgısıdır. Şunu da eklemek lazım; solo ve toplu olarak bağlama ile yapılan müziğin halka ulaşmasında yayın organları, kitle iletişim araçları ve kurum/kuruluşların emeği büyüktür. En başta TRT kurumu, Konservatuvarlarımızın sanatsal etkinlikleri, Kültür Bakanlığı ve İcra Heyetleri Korolorının konserleri vs…

Özellikle İTÜ Bağlama Günleri, uzun yıllardır yapılan ve büyük kitleye ulaşan bir etkinlik. Bu kurumların etkinliklerinin bir çoğunda yer almış biri olarak, ulusal çalgımız bağlamanın sanatsal ve bilimsel alanda uluslararası bir platforma neden taşınmadığını düşünmüşümdür. Ve bunun için neler yapabilirimi, kimlerle nasıl irtibata geçebilirimi ve kuvvetli bir projeyle nasıl sunacağımı düşünmüşümdür hep. Zira bu tarz etkinlikler Avrupa’da gerekçeleriyle ele alınan ve hemen hemen bir yıl öncesinden planlanan etkinliklerdir. 

Ülkemizde gerçekleşen bir çok festival var ve bunlar büyük konser salonlarımızın dışında bazı kurumların katkıları ile açık veya kapalı geniş alanlarda yapılıyor. Çünkü reklam ve sunumu çok profesyonel yapıldığı için büyük katılım/ilgi de görüyor. Örneğin; Caz Festivalleri, Flemanko Gitar Festivalleri, Gitar Festivali, Elektronica Festivali, Rock Festivali, Sziget Festivali… Bu festivallerin içeriği ve katılımcılarını ve hatta destek olan kurum/kuruluşları takip ediyorum. Buradan nereye geleceğim? Tabii ki müziğin her türü güzel. Ben de tür ayırmadan kulağıma hoş geleni dinlerim. Ancak ulusal çalgımız bağlama neden uluslararası platformlarda festival veya konserler zinciri olarak yer almıyor? Zira geçmişten bu yana yerli-yabancı bir çok müzikolog ve gezginin dikkatini çekmiş, dergilerde makale konusu, bilimsel ortamlarda çalışma konusu ve bireysel sunumlarda öne çıkan enstrüman olmuş bağlama.

Son olarak dünyanın her toprağında “Bağlama Çalmalıyız” diyorum, çünkü bu kadim milletin tarihi, türkülerinde dilleniyor ve geleceğe aktarılıyor”.

30 Mart cumartesi başlayıp Pazar günü de devam edecek olan workshop ve masterclass çalışmalarında Deniz Güneş; “Türk Halk Müziğinde Ağız ve hançere Teknikleri” ile ilgili sunum yapacak. Çetin Akdeniz, Erhan Uslu ve Barış Güney ise bağlamada icra teknikleri ve bireysel çalışmalarının yansımalarını müzikseverlerle paylaşacaklar.

Haber: Gökçe Atik

31 Mart’ta oy vermemenin anlamı – Ahmet İnsel

Bu yazı birikimdergisi.org sitesinden alındı

Açık bir diktatörlükte demokratik muhalefetin birinci talebi genellikle serbest ve adil seçimlerin yapılmasıdır. Önce diktatörlüğün alametifarikalarından biri olan plebisit türü tek veya mostralık birkaç adaylı seçimlere son verilmesi, aday olmanın ve oy vermenin serbest olduğu, seçim sonuçlarının sandığa atılan oyları gerçekten yansıttığı gerçek seçimlerin yapılması talep edilir. Bunu seçim yarışının en azından biçimsel olarak eşit koşullarda yürütülmesi; iktidarda olmanın medyayı tekeline alarak, tek sesli bir propaganda yürütme imkânı sağlamaması gibi talepler tamamlar. Bu koşulların hepsi belki bir anda gerçekleşmez. Bunların biri veya birkaçı tam yerine gelmediği gerekçesiyle seçime katılmamak, sandığa gitmemek ve bir adım ileri gidip aktif bir boykot kampanyası yürütmek demokratik mücadele açısından tartışmalıdır.

Seçim sonuçları gerçekte ne olursa olsun, hile yaparak, zor kullanarak iktidarın kazandığının ilan edileceğinin aşikâr olduğu bir durumda insanın eli sandığa oy atmaya gitmekte zorlanır. Bu oy verme oyununa alet olmak istememek doğal bir ahlaki reflekstir. Katılmayarak gücünü göstermek arzusu öne çıkabilir. Ama seçim sonuçlarının çarpıtılabildiği bir ortamda, katılım oranının da sahte olmayacağının bir güvencesi yoktur. Buna karşılık oyunun çalınacağını bile bile sandığa gitmenin, iktidara karşı oy kullanmanın (tek aday varsa boş kullanmanın, muhalif parti veya adaya oy vermenin) siyasal-toplumsal anlamı, ortalıkta hiç gözükmemekten çok daha büyüktür. Bir de oyunu çaldırmama mücadelesi vermek için, ki bu da son derece önemli bir yurttaşlık mücadelesidir, önce sandığa oyun atılmış olması gerekir.

Bugün Türkiye’de meşruiyetini seçimlerden almaya devam eden bir otokrasi rejimi yürürlükte. Ama otokrasinin çoğul katılımlı bir seçim meşruiyetine olan ihtiyacı ortadan kalkmış değil. Bu nedenle birçok açıdan diktatörlük özellikleri sergilese de, rejimi tam anlamıyla diktatörlük olarak nitelemek zor. Otokratın diktatör niteliklerine sahip olması, rejimin dört dörtlük bir diktatörlük olduğunun yeterli göstergesi değildir. 

Yakın tarihte olduğu gibi, bu seçim kampanyasında da iktidardaki ittifakla muhalefet güçlerinin arasında büyük, çok büyük bir eşitsizlik olduğu da tartışma götürmez bir somut veridir. Muhalefetin etkili bazı güçlerinin hapisle, yasaklamayla seslerinin kısıldığı bir ağır baskı ortamında yerel seçimler yapılıyor. Daha önce son genel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve halkoylaması OHAL yönetimi altında yapılmıştı. Bugün ise OHAL’siz olağanüstü hal rejimine tekabül eden, keyfiliğin hüküm sürdüğü cumhurbaşkanlığı hükümeti yönetimi adı altında yapılıyor. Güçler ayrılığı ilkesinin yürürlükte olmadığı bir otokrasi rejiminde seçim sonuçlarının gerçeği yansıtmama ihtimali de güçlüdür. Ne var ki iktidarın bunu sessizce ve kolayca başarabilme imkânı, muhalefetin sandıklara, seçim tutanaklarına sahip çıkma kapasitesiyle ters orantılıdır. Ayrıca iktidarın makbul olmayan yerel yönetimleri mali olarak boğma imkânına da artık sahip olduğunu biliyoruz. Bu durumda gene de oy vermenin bir anlamı var mı? Diktatörlüklerde demokratların sahip olmak için mücadele ettikleri bir siyasal hakkı kullanmamak mı demokrasi mücadelesini pekiştirecektir?

31 Mart seçimlerinde oy vermemesinin anlamı olan yegâne seçmen grubu, bugüne kadar AKP veya MHP’ye oy vermiş, artık bu partilere oy vermek istemeyen ama çeşitli nedenlerle eli muhalefet partilerine oy vermeye gitmeyen seçmenlerdir. Oy vermeyerek Cumhur İttifakı’nı onlar cezalandırabilirler. Oy vermeyerek muhalefet partilerini “cezalandırmanın” kimi mükâfatlandırma anlamına geldiği açıktır. 

***

Kadri Gürsel bu sitede dün yayımlanan yazısında (bkz. link), ne son referandumun ne 24 Haziran seçimlerinin meşru, adaletli ve serbest olduklarını belirttikten sonra, çok önemli bir noktaya işaret etti: 

“[Ama bu seçimler] gerçek idiler. 31 Mart 2019 yerel seçimleri de böyle olacaktır. Gerçek, fakat hiç de adil ve serbest değil. Madem bu seçimler gerçektir, o halde 31 Mart akşamı bazı önemli şehirleri

gerçekten de kaybedebilir.” 

Adil, meşru ve serbest olmayan seçimleri iktidarın gerçekte kaybetmesi, velev ki sonra hile hurdayla seçim sonuçlarını tanımamaya teşebbüs etse de, keyfi yönetimin zirve yaptığı yürürlükteki seçimli otokrasi rejimine karşı kararlı ve dirençli bir toplumsal muhalefetin varlığını ve bunun çoğunluğu oluşturduğunu gösterir. 

Bugün iktidardakilerin büyük kentlerde seçilecek muhalif belediye başkanını görevden almayla, hapisle tehdit etmesi bile, dayandıkları son meşruiyet kaynakları ile aralarındaki bağı kopartmaya fikren hazır olduklarını gösteriyor. HDP milletvekillerinin, HDP yöneticilerinin 12 Eylül rejimini aratmayan bir uygulamayla kitleler halinde tutuklanmasıyla aslında zaten kopmuş olan bu bağın, ülkenin batısında da kopmasının ne sonuç vereceğini şimdiden kestirmek zor. Ama her durumda Cumhur İttifakı’nı bu son hamleyi de yapmak zorunda bırakmanın; kaybettiğini, azınlıkta olduğunu ve aczini şiddetle örtmekten başka çaresi kalmadığını kabul ettirmenin sonuçlarını küçümseyemeyiz.   

Demokrasi güçlerinin birincil talebi gerçek seçimlerin yapılmasıdır demiştik. Bugün Türkiye’de adil ve serbest olmayan seçimler yoluyla bile olsa iktidarı zor durumda bırakmak, birçok kentte yerel yönetim seçimlerini kazanmak; bu kentlerde yaşayan çok geniş bir kitlenin derin bir nefes almasını sağlamak; kolayca yabana atılacak, dudak bükülecek gelişmeler değildir. Sandığa gitmeyerek elde edilecek müphem sonuçtan çok daha gerçektirler.

Diğer yandan siyasal nedenlerle kayyım atanmış bütün belediyelerde seçmenin ısrarla, sebatla kendi seçtiği başkanı göreve yeniden getirmesinden daha acil bir demokratik görev var mıdır? 31 Mart akşamı bütün bu belediyeleri HDP’nin adaylarının kazanması, milliyetçi-mukaddesatçı iktidar bloğunu aslında büyük bir acz sergilemeye zorlamış olmayacak mıdır? Bu aczi iktidarın başının seçilmişlere, seçilecek olanlara karşı görevden alma, hapsetme tehditlerini giderek daha fazla savurmak zorunda kalması ele veriyor. AKP-MHP ittifakını panik içinde bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış kadar telaşlı bir kampanya yürütmeye savuran etmenlerden biri muhalif seçmenlerin sandığa gitme kararlılığı değil midir?   

Türkiye’de büyük ölçüde serbest, adil (%10 barajının adaletsizliğine rağmen!) ve meşru seçimler en son 7 Haziran 2015’te yapıldı. O günden beri Türkiye her seferinde daha az adil, serbest ve meşru seçimlerle hukukdışı ve keyfi bir yönetim batağına batıyor. Ama seçim her şeye rağmen gerçekliğini bütünüyle kaybetmediği için, seçmen topluluğunun takriben yarısı ve belki yarısından biraz fazlası iktidardaki gücün açık bir diktatörlüğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel olarak seçimleri görmeye devam ediyor. Bu safdil bir yanılgı mıdır? Bir başka “yararlı budala” davranışı mıdır? Böyle düşünüp, Cumhur İttifakı adaylarının kaybetme ihtimali olan kentlerde 31 Mart günü sandığa gitmemeyi radikal bir mücadele biçimi olarak seçecek olanların omuzlarında, bu iktidarın keyfi yönetimini kolaylaştırmış olmanın ağırlığı kalacaktır.

Ahmet İnsel – Birikim