Ana Sayfa Blog Sayfa 2495

İsviçre’de onbinlerce kadın eşit ücret için sokağa çıktı

İsviçre’de on binlerce kadın, başta “eşit işe eşit ücret” talebi olmak üzere kadına karşı şiddet, cinsiyet ayrımcılığı ve eşitsizliğe karşı ülke genelinde greve gitti.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Cenevre kentinde devam eden 108’inci Uluslararası Çalışma Konferansı’na denk gelen grevde, on binlerce Cenevreli kadın sokağa çıktı. Geçtiğimiz Cuma günü gerçekleştirdikleri eylemde  kadınlar, taşıdıkları dövizler ve attıkları sloganlarla “eşit işe eşit ücret” talebini dile getirdi. Şehrin işlek caddelerinde saatlerce yürüyen kadınlara erkekler de destek verdi.

‘Cenevre’deki en büyük gösteri’ ’

Polisin yoğun güvenlik önlemi aldığı şehirde, toplu taşıma da yürüyüş saatlerinde iptal edildi. Aktivistler, Cenevre tarihinde daha önce böylesine büyük bir gösteriye tanık olmadıklarını vurguladı. Ülke genelinde ses getiren grev ve protestolar kadın örgütleri, kadın komiteleri, iş ve işçi sendikaları tarafından organize edildi.

Erkeklerin maaşı yüzde 12 daha yüksek

Zürih Kadın Grev Kolektifi’nin çağrısıyla, “Eşit ise eşit ücret”,Cinsiyetçilik, eşitsizlik ve kadına karşı şiddete hayır” diyerek, yaşamın her alanında eşitlik talep eden kadınlar, greve saat 15:24’te başladı. Bunun nedeni ise İsviçre’de araştırmalara göre kadınların çalıştıkları iş için 15:24’ten sonra eşit ücret alamaması. Kadınlar ayrıca İstanbul Anlaşması’na da tam olarak uyulmasını istiyor.

İsviçre’de kadın-erkek eşitliği ilk kez 14 Haziran 1981’den beri Federal Anayasa’da yer aldı. Buna rağmen resmi istatistiklere göre ülkede erkekler aynı iş dalındaki kadınlardan yüzde 12 daha fazla kazanıyor. Kadın kuruluşları ise bu oranın yüzde 20 olduğunda ısrarcı.

2016’daki verilere göre, ülkedeki resmi kurumlarda standartlaştırılmış ortalama brüt aylık ücret kadınlar için 6 bin 11 İsviçre frangı iken (6 bin 51 dolar) erkekler için 6 bin 830 frank.

Ülke çapında greve çıkan kadınlar, eşit ücret talebinin yanı sıra iş ve aile hayatında dengenin sağlanması, emeklilik koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma saatlerinin yeniden düzenlenmesi gibi taleplerini de dile getirdi.

Çevre hareketi içerisinde yer alıyorum. Geridönüşüm yapıp yapmaman umurumda değil – Mary Annaise Heglar

Çevre adına işlediğiniz ‘günahlarınızı’ takıntı haline getirmekten vazgeçin. Petrol ve gaz endüstrisine karşı savaşın.

Arkadaşımın doğum günü partisindeydim ve çok tanıdık bir sohbet başladı. Yanımdaki adama kendimi tanıttım, çevre konularında çalıştığımı söyledim ve adamın yüzü korku içinde donakaldı. El sıkışmamız gevşemeye başladı.

Utanarak “Benden nefret edeceksin…” diye mırıldandı, birbirine çarpan çatal bıçakların sesinden zar zor duyuluyordu.

Devamında neyin geleceğini biliyordum. Gün içinde doğaya karşı yaptığı yanlışlardan oluşan bir liste ile beni eğlendirecekti: Öğle yemeğini dışarıdan sipariş etmiş ve plastik kaplar içinde gelmişti; et yemişti ve tekrar sipariş etmek üzereydi; hatta partiye gelirken taksiye bile binmişti.

Sesindeki utancı hissedebiliyordum. Ondan nefret etmediğimi ama onu –ve hepimizi- bu konuma getiren ve kandıran endüstrilerden nefret ettiğimi söyledim. Bunun üzerine omuzları gevşedi ve göz göze geldik. “Evet, çünkü artık gezegeni kurtarmaya çalışmanın bir anlamı yok, değil mi?”

Karnıma bir ağrı saplandı.

Çok üzücü bir şekilde bu tepkiyi çok sık alıyorum. Doğal Kaynakları Savunma Konseyi’ndeki (NRDC) beş yılım ve iklim adaleti hareketindeki çalışmalarım boyunca doğaya karşı işlenen günahların itiraflarına ya da nihilist vazgeçişlere maruz kaldım.

Ama neden böyle olduğunu anlıyorum. Bilim insanları on yıllardır insanların, gezegenimizi ve kendimizi karbondioksit ile ısıtmak başta olmak üzere iklime ciddi ve geri döndürülemez zararlar verdiği konusunda uyarıyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2018 yılındaki raporu, iklim değişikliğinin en kötü sonuçlarını kökten değiştirebilmemiz için 12 (şimdi 11) yılımız kaldığı konusunda uyarıyor.

Vaktiyle, iklim değişikliğini anlamak için daha güçlü bir bilime ihtiyacımız vardı. Ancak şu an tek yapabildiğimiz günlük manşetlere ya da penceremizden dışarı bakmak. Kuru ve sıcak hava yüzünden Kaliforniya’yı yerle bir eden Kamp Ateşi’nden artan deniz sıcaklıklarının şiddetlendirdiği Michael kasırgasına, iklim değişikliği kapımızda.

Günahlarının bağışlanmasını isteyen kimseyi suçlamıyorum. Kendi içinde bir çeşit bağışlanma olan sorumluluktan kaçınmayı dahi anlayabiliyorum. Ama hepsinin altında çok daha sinsi bir güç yatıyor. Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca iklim değişikliği ile ilgili tartışmaları hem yönlendiren hem de engelleyen bir söylem. Dışarıdan daha az yemek sipariş edersek, daha az plastik poşet kullanırsak, ışıkları kullanmıyorken söndürürsek, birkaç ağaç dikip elektrikli araba kullanırsak iklim değişikliğini değiştirebileceğimiz söylendi. Eğer tüm bu değişimler bir işe yaramıyorsa, ne önemi kalıyor ki?

Bütün insanlık olarak tüketim alışkanlıklarımızı değiştirirsek bu varoluşsal problemi çözebileceğimiz inancı sadece mantıkdışı olmakla birlikte oldukça tehlikeli de. Çevreciliği, bu etiğe sahip olmayan ya da olamayanları yargılayarak günah ya da erdem olarak tanımlanan bireysel bir tercihe indirgiyor. IPCC raporunun, küresel seragazı emisyonlarının büyük çoğunluğunun, Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere, dünyanın en güçlü hükümetleri tarafından kışkırtılan ve desteklenen bir avuç şirketten geldiğini düşününce bir kurban bulup suçlamak daha kolay.

İnsanlar bana gelip “yeşil günahlarını” sanki bir tür “eko-rahibeymişim” gibi itiraf ettiklerinde, onlara petrol ve gaz şirketlerinin üzerlerinde bıraktığı suçluluk duygusunu taşıdıklarını söylemek istiyorum. Hasta gezegenimizin ağırlığını taşımak herkes için oldukça büyük bir yük. Ve bu suçluluk duygusu kaçınılmaz sonumuzu getirecek hissizliğe, umursamazlığa sebep oluyor.

Ancak bu hiçbir şey yapmadığımız anlamına gelmiyor. İklim değişikliği oldukça geniş ve karmaşık bir sorun ve buna verilecek cevap da aynı şekilde karmaşık. Bütün bu sorunun bireysel hatalarımız olduğu fikrini bırakmalı ve kolektif sorumluluk alarak gerçek suçluları sorumlu tutmalıyız.

Senden daha Yeşil

İklim değişikliğini düşündüğümüz zaman neredeyse asla bütün resme bakmıyoruz. Genellikle derinliğini ölçmenin neredeyse imkansız olduğu oldukça büyük ölçekteki etkilerinden bahsediyoruz: Yükselen deniz seviyeleri, eriyen buzullar, asitleşen okyanuslar. Etkileri hem atmosferde hem de çok uzakta. Hem her yerde hem hiçbir yerde.

Ancak nedenlerinden bahsettiğimizde ise, mesele bireysel meselelere indirgeniyor. IPCC 2018 raporunun ardından, internette dolaşan  “iklim değişikliği ile ilgili ne yapabilirsiniz” hikayelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Ampullerinizi değiştirin, tekrar kullanılabilir çantalar taşıyın, et tüketimini azaltın. Eğer çözümler bize bağlıysa, suçlu da bizden başkası olamaz. Peki tüm bunlar nerede sonuçlanıyor?

Büyük bir utanç ile etrafı sarılmış bir toplumun iklim değişikliği hakkında düşünebilmesi oldukça zorken tek başına mücadele etmesi imkansız.

Bu noktada bir kurban suçlama devreye giriyor. Olması gerekenden çok daha sık bir şekilde kültürümüz “çevreciliği” bireysel tüketim alışkanlıklarına eşitliyor. “İyi” olmak için %100 güneş enerjisine geçmeli, ileri dönüştürülmüş bir bisiklet kullanmalı, uçağa binmeyi azaltmalı ve vegan beslenmeliyiz. Sıfır-atık bir yaşam biçimi benimsemeli, Amazon Prime’ı asla kullanmamalı vesaire vesaire… Bu mesajı her yerde duyuyorum: Sol ve sağ kanat medyada ve çevre hareketinin içinde. Hatta fosil yakıt şirketleri ve mahkemeleri bir öz savunma mekanizması olarak dava açılmaması adına dahi bunu kullanıyor. Hatta, endüstriler çevreci söylemi 1970’deki ‘’Ağlayan Kızılderili’’ reklam kampanyasından beri tüketicileri suçlamak için kullanıyor. Arkadaşlarımdan, ailemden, sokaktaki yabancılardan, yoga sınıfındaki insanlardan bunu duyuyorum.

Tüm bunlar genellikle iklim hareketine katılmanın bedelini aşırı artırıyor. Bunun bedelini de en çok marjinalize edilmiş ırklar ve gruplar ödüyor.

Birbirimizin masumiyetini ölçmekle meşgulken, yıkımın kurucuları olan hükümetleri ve endüstriyi sorununun tamamen dışında bırakıyoruz. Bireysel eylemlere bu kadar odaklanmak fosil yakıt şirketlerine bağımlı sistemin içinde doğmuş olan insanların yapmaktan kaçınamadıkları birçok aktiviteden utanmalarına yol açıyor. Fosil yakıtlar ABD enerji sisteminin %75 oranından daha fazlasını oluşturuyor.

Eğer toplum içinde bir işe yaramak istiyorsak bu sisteme katılmaktan başka bir çaremiz kalmıyor. Kendimizi bunun için suçlamak var oluşumuzdan utanmamıza sebep oluyor.

Tanınmış utanç araştırmacısı Brene Brown utancı “oldukça kuvvetli bir şekilde kusurlu olduğunu hissederek ya da deneyimleyerek sevgiyi ve ait olmayı hak etmemek” olarak tanımlıyor. Bunu suçluluk ile karıştırmamak gerekiyor, çünkü suçluluk değerlerimiz ve gücümüz karşısındaki tutumuzu belirlemede işe yarayabilir ve psikolojik olarak rahatsızlık hissetmemize sebep olabilir. Ancak utanç, öbür yandan, kötü biri olduğumuzu ve kurtarılamayacağımızı söyler, bu da bizi felç eder.

Earther’da muhabir olan Yessenia Funes, “İnşa ettiğimiz dünyada insanların yaşadıkları için utanmalarına karşıyım” diye yazmış.

Tüketici eylemleri yeterli değil

Peki iklim değişikliği ile ilgili gerçekten ne yapabiliriz? Gerçekçi olmak gerekirse pes etmeyi asla desteklemiyorum. İklim değişikliği ile ilgili yapabileceğiniz en kötü şey hiçbir şey yapmamak olur. İklim değişikliği devasa bir sorun ve kabul etmek gerekirse kişisel bazı fedakarlıklar yapmamız gerekiyor. Sadece gelecek nesiller adına değil, birbirimize karşı da şu anda burada, bu bizim sorumluluğumuz.

ABD’nin küresel ısınmaya olan ölçü dışındaki katkısını düşündüğümüzde, karbon ayak izimizi azaltmak için etik bir yükümlülüğümüz var. ABD küresel emisyonlarda, yakın bir zamanda birinci sıradan gerileyerek ikinci sırada yer alıyor. Tarihsel katkımız ise daha da dehşet verici. ABD gezegenimizi ısıtan karbon kirliliğinin üçte birinden sorumlu. Bu oran herhangi bir ülkenin tek başına gerçekleştirdiği karbon salımından çok daha fazla.

Devasa boyuttaki karbon ayak izimizi düşündüğümüzde, ABD’lilerin bireysel tüketim seçimleri dünyada çok büyük bir etkiye sahip. Bu yüzden ABD’liler olarak kişisel eylemlerimizin, karbon ayak izi bize kıyasla zar zor görülebilen bir ülke olan Mozambik’teki Idai kasırgasında ölen insanların yanında önemsiz kaldığını söylemek ahlaksızlıktır.

Aynı zamanda, bireysel eylemlere odaklanıp sistemsel değişikliği görmezden gelmek rüzgarlı bir günde yaprakları süpürmeye benziyor. Dolayısıyla bireysel eylemler bir başlangıç noktası olarak anlamlı olabilir ancak son nokta olduğunda oldukça tehlikeli.

Kişisel eylemlerimizi ne aldığımız veya ne kullandığımızdan öteye taşımamız gerekiyor. Ampulünüzü değiştirerek başlayın ancak orada durmayın. İklim boykotuna katılmak ya da bir mitinge katılmak da kişisel bir eylemdir. Mahallenizde oturanları topluluğunuzu zehirleyen bir enerji santralına karşı dava açmak için örgütlemek kişisel bir eylemdir.

Oy vermek kişisel bir eylemdir. Adayınızı seçerken, çevre politikalarını araştırın. Eğer yeterince güçlü değilse daha iyisini talep edin. Adayınız bir kere seçildiğinde, onu sorumlu tutun. Eğer bu da işe yaramazsa kendiniz aday olun, bu da başka bir kişisel eylemdir.

Kendi kişisel eyleminizi belirleyin ve market çantanızdan daha büyük bir eyleme dönüşmesini sağlayın.

Umurumda değil

Bu da benim itirafım: Ne kadar yeşil olduğunuz umurumda değil. Sizi iklim adaleti hareketinde istiyorum.

10 yıl ya da 10 saniye, iklim koruma çalışmalarına ne kadardır müdahil olduğunuz umurumda değil. Ne kadar çok veriyi ezbere söylediğiniz umurumda değil. Çevreci olmak için ne kadar güneş enerjisine dayandığınız umurumda değil. Benden ya da ondan, daha fazla vegan olmanız umurumda değil. Şu anda hamburger yiyip yemememiz umurumda değil.

Petrol sektöründe çalışıp çalışmamanız umurumda değil, ABD’nin bazı yerlerinde ailenizi doyurmaya yetecek maaşı sadece bu şirketler ödüyor. Ve bunun için işçileri suçlamıyorum. İş verenlerini suçluyorum. Hepimizi boğan endüstriyi ve buna izin veren hükümeti suçluyorum.

Tek ihtiyacım olan, yaşanabilecek bir geleceği istemeniz. Bu sizin gezegeniniz ve hiç kimse onu sizin gibi savunamaz; sizin gibi koruyamaz.

Gezegeni kurtarmayı sonlandırmak için 11 yılımız var.

Sizi bağışlamak için burada değilim. Sizi vazgeçirmek için burada değilim. Sizinle birlikte savaşmak için buradayım.

(İklim Haber’den Gülce Demirer çevirmiştir.)

Vox.com’da yayımlanan yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz. Heglar, iklim adaleti konusunda bir deneme yazarı ve Doğal Kaynakları Savunma Konseyi’nde (NRDC) yayın direktörü. Twitter üzerinden ulaşabilirsiniz.

 

AA: Seçim sonucunu YSK açıklar, biz veri aktarırız

Anadolu Ajansı (AA), Ekrem İmamoğlu’nun  dünkü açık oturumda 31 Mart seçim sonuçları hakkında saatlerce veri aktarmamasıyla ilgili eleştirisine yanıt verdi: “AA, seçim sonucu açıklayan değil, veri aktaran bir medya kuruluşudur. Türkiye’de seçim sonuçlarını AA değil YSK açıklamaktadır.” Seçim günü saat 23:21’den itibaren, yarışın başa baş gittiği İstanbul’da oyların tamamlanmasına yüzde 1.2 kala AA veri girişini durdurmuştu. Ajans, bu duruma gerekçe olarak ‘sahadan bilgi gelmemesini’ göstermişti. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Sadi Güven’in, “AA bizden veri almıyor” demesi ise, ajansın verilerini nereden aldığı sorusunu gündeme getirmişti. AA Genel Müdürü Şenol Kazancı, personeline yaptığı ‘izahat’ta bu soruyu geçiştirmiş, kendini, Sütte leke var bende yok” diye savunmuştu.

Dün, (16 Haziran) yapılan Ekrem İmamoğlu-Binali Yıldırım ortak yayınında da İstanbul için yarışan adaylar, AA’nın bu durumu açıklaması yönünde çağrıda bulunmuştu.

17 yıl sonra bir ilk: İmamoğlu ve Yıldırım açık oturumda karşı karşıya geldi

Seçime bir hafta kala adaylar kozlarını tv programında paylaştı

YSK’nın aldığı iptal kararı nedeniyle 23 Haziran’da yenilenecek olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerine günler kala CHP’nin adayı Ekrem İmamoğluile AKP’nin adayı Binali Yıldırım gazeteci İsmail Küçükkaya‘nın moderatörlüğünde karşı karşıya geldi.

Program boyunca Küçükkaya adaylara sırayla sorular yöneltti ve cevaplamaları için 3’er dakika süre verdi. İki partinin canlı yayın öncesinde vardıkları mutabakat gereği adayların birbirlerinin sözlerini kesmesine izin verilmedi.

Programın ilk bölümünde seçim sürecine damga vuran tartışmalara dair adayların yorumları alınırken ikinci bölümünde daha çok adayların vaatlerine yer verildi.

Programın moderatörlüğünü üstelenen İsmail Küçükkaya adayların birbirlerine birer soru yöneltmesini istedi. İmamoğlu, 31 Mart’ta AA’nın veri akışının kesilmesini ve İstanbul sokaklarına asılan “Gönül Belediyeciliği kazandı” afişlerini sordu. Yıldırım, bu soruya yanıt verirken “Anadolu Ajansı’nın 31 Mart gecesi yaptığı normal değil, bunu kabul ediyorum” dedi; AA’nın açıklama yapması gerektiğini söyledi. Binali Yıldırım ise, İmamoğlu’na İBB verilerinin kopyalanması talimatını neden verdiğini sordu. İmamoğlu, bunun amacının basit bir yedekleme işlemi olduğunu söyledi, “Sanki ajanlar basmış, ayıp” yorumu yaptı. .

Program’da İBB’de yapılan işlemlere yönelik Sayıştay Raporları da tartışma konusu oldu. İmamoğlu “Sayıştay raporunda İETT ve İSKİ’de yapılan usulsüzlüklerin 753 milyonu aştığı. Belediye taşınmazları işgal olarak kullandırılıyor, işgaliyenin sadece yüzde 20’si tahsil ediliyor” derken, Yıldırım, Küçükkaya’nın sorusu üzerine Sayıştay raporlarını okumadığını ifade etti.

İmamoğlu’nun “Bugün vaad verme konusu bize aittir, sayın Yıldırım’a ait değildir” sözleri üzerine Binali Yıldırım, “Bu ne biçim laf, ben de belediye başkanı adayıyım” diye tepki gösterdi.

Küçükkaya, saat 23:20 sıralarında son bir soru daha sorup sözü adaylara bırakacağını ve ardından programı bitireceğini söyledi ancak hem İmamoğlu hem de Yıldırım bazı başlıkların hiç konuşulmadığını belirterek buna itiraz etti. Bunun ardından program yaklaşık 50 dakika daha devam etti.

Küçükkaya adaylara mal varlıklarını açıklayıp açıklamayacaklarını da sordu. Yıldırım, kamu görevinde bulunması dolayısıyla mal beyanı verdiğini ancak kamuya açık olmadığını belirtti. İki aday da mal varlıklarını açıklayabileceklerini belirtti.

Program Yıldırım ve İmamoğlu’nun eşleri ve çocukları ile birlikte fotoğraf çektirmesiyle son buldu.

Açık oturum gazeteci İsmail Küçükkaya’nın kuralları sıralamasının ardından başladı. İlk soru Binali Yıldırım’a geldi.

Küçükkaya: Biz bu seçime neden giriyoruz?

Binali Yıldırım: Sizin oylarınız sayılırken bir takım garip işler oldu, şaibe karıştı. YSK da bu durumu değerlendirdi, yenilenmesini değerlendi. CHP bu konuda bize yardımcı olmadı, yenileme konusunda. Keşke oyların tamamı sayılabilseydi. Bu seçimde oylar çalındı. Oylar sayılmaya başlandı. Yüzde 90 sayılsa sonucun değişeceği aşikâr. Onun için oyların sayılmasını çok istedik, maalesef oyların tamamı sayılmadı.

Oyların yer değiştirmesi de çalınması ile aynı anlam taşır. Benim oyum başka bir adaya yazılıyorsa bu çalınmadır, bunun başka bir izahı yoktur.

Küçükkaya: Oylar çalındı iddianızda ısrarlı mısınız?

Yıldırım: Evet oylar çalındı. Yüzde 10’u sayıldı 13 bin 929’a düştü. Geriye kalan yüzde 90 sayılsa farklı sonuç çıkacağı aşikar. Malesef bir dirençle karşılaştığımız için saydıramadık.

Küçükkaya: Oyları kim çaldı sorusu…

Yıldırım: Onu bulacak olan yetkililerdir. Siz yolda gidiyorsunuz birisi cüzdanınızı çekti. Polise gidiyorsunuz ‘cüzdanım çalındı’ dersiniz. ‘Benim cüzdanım yer değiştirdi’ demezsiniz. Oyların yer değiştirildi, bu çalınmadır. Nitekim sayımlarda da bu ortaya çıktı. YSK da bu delilleri dikkate alarak seçimin yenilenmesine karar verdi.

Ekrem İmamoğlu: “Oyların yeniden sayılmasını istedik, CHP kabul etmedi” yanlış bir ifade. TV kanallarının bir kısmı seçim kapanalı 1 saat oldu, oy oranlarını açıkladı. Veri almama kısmı 12 saate yakın sürdü. Oylar 99,8 olduğu andan itibaren veri durdu. Nasıl olduysa ‘Seçimi kazandık’ açıklaması yapıldı.

24 bin 57 ilk tutanağın sayısı. Oy sayımının birkaç aşaması var, 13 bin oya indi gün sonunda.

Küçükkaya: YSK’nın kararı verildi, biz seçmen olarak zarfın içerisine 4 pusala attık. Nasıl olur da 3’ü geçerli 1’i geçersiz sayılır?

İmamoğlu: AA bu veriyi niye kesti. Sayın Yıldırım’ın bir açıklaması yok. Sayın Bakanlarla görüştüğünü ifade etmişti. Niçin 12 saat veri verilemedi. 20 bin 388’e maddi hatalardan sonra inildi. Geçersiz oylarla beraber sayı 13 bin 888’e indi. Sonra AK Parti yetkilileri sondaj yapacağız dedi. Ve 13 bin 729’a indi. YSK bir karar verdi, 24 binden 14 bin 657’ye inen oy oranı. Şu zarf, 4 oy var burada. Oyları çıkarıyoruz. Muhtarlık seçimi aynı zarfta, ilçe belediyesi meclis üyesi seçimi, pırıl pırıl, ilçe belediye başkanlığı seçimi, 25’i AK Parti kazandı. Bu da pırıl pırıl.

Şaibesi Büyükşehir Belediye Başkanlığına dokunuyor. Yani şu 20 TL. Diyorsun ki, ‘Senin 20 TL’nin 5 TL’si sahte’ Buna hiç kimse inanmaz. Bu süreçte çaldılar, kime? Ben de bilmiyorum olmaz. Bu çaldılar lafı olmaz. Kime söylüyorsunuz? AK Partili sandıkta görev alan kardeşlerime mi söylüyorsunuz? İYİ Parti CHP’lilere mi söylüyorsunuz? Mektupta çaldılar diye bir tarif yok. Meydanlarda, caminin önünde çaldılar sözü var.

Yıldırım: Olayları çarpıtmanın gereği yok. 29 bin fark 13 bin 729. Başlangıçta ne kadardı? Kaldı ki Ekrem Bey ilk açıklamasını akşam 21.00’de yaprı. Benim ilk açıklamam 23.25’tir. Kazandık dedim, sayı da vermedim. orada bir hata yok. AA’nın yayına neden kestiği benim işim değil. Bizim orada müşahitlerimiz var. Mazbatalar işleniyor ona göre genel merkezimizden teyit de ediyoruz.

4 pusula meselesine gelelim. Bu tamamen aldatmacadır. 4 ayrı pusula var. Ama itiraz edilen Büyükşehir Belediye Başkanlığı oyu. İlçeler için itiraz var. Maltepe için MHP, Büyükçekmece için AK Parti, Sancaktepe için CHP. Neden tamamını saydırdı? Demek ki orada şüphesi var. İtiraz  olan pusula sayılır. Biri niye çalındı gibi işi çarpıtmanın gereği yok. 31 Mart’a takılmayalım. Biz yeniden sayılmasına itiraz etmedik dedi Ekrem Bey. Bu kocaman bir yalan. YSK da ret kararına uydu. Tamamının sayımını asla kabul etmedi CHP. Bizim istediğimiz ortadaki şüpheler, şaibeler kalksın. İstanbul halkını düşünerek bunu istedik. 23 Haziran’a gidiyoruz. Söylemlerimde hiçbir değişiklik yok. İstanbul’u konuşuyorum, İstanbul’u anlatıyorum.

Biz bir ittifak ile seçime giriyoruz. İki ittifakta kimler var, partiler var.

İmamoğlu: Saat 21.00 gibi açıklama yaptığımız doğru. Yüzde 64’te rakibimizi gösteriyor dedik. TV kanalları Anadolu Ajansı’nın verileri ile hukuksuz bir yayın yapmışlardır. 02.20’de 29 bin 408 verisi artık sonucun değişme şansı kalmamıştır. Bu veriler üzerinden söyledim. 1 Nisan’daki veriler burada.

24 bin 57. İşinize geldiğiniz gibi rakamları uydurmayın. YSK’nın kararında çaldılar yok. Sadece sandık görevlilerine bakıyor. Soyadına, yüzüne bakarak seçmeni tandıklarını söylediler. Yenilenen seçim demokrasi mücadelesi seçimidir. Hakkımızı gasp edenlere karşı verilen bir demokrasi mücadelesidir. Geçmişte beka sorunu var diyenler, bu süreçte hiçbir beka sorunu yok.

Küçükkaya: 31 Mart’ta Binali Yıldırım’a oy verdim ya da sandığa gitmedim. Ben neden İmamoğlu’na oy vermeliyim?

İmamoğlu: 31 Mart akşamını geçelim dedi sayın Yıldırım, geçemeyiz. 31 Mart gecesi AA’nın veri girişi, Yıldırım’ın kazandık demesi, İstanbul ‘Gönül belediyeciliği kazandı’ afişleri ile donatıldı. Biz mücadelemizi verdik. Yüz binlerce görev yapan insan arkadaşımın hakkı var.

YSK’nın böyle içtihadı yok. Bu süreç bir kurgudur. AA ile görüşmedim demek doğru gelmiyor. AA işlerine gelmediği için verileri kesti.

Biz demokrasi mücadelesi veriyoruz. Kul hakkı yiyenlere karşı mücadele veriyoruz. İstanbul’da temiz yönetimin mücadelesini veriyoruz. AK Partili kardeşlerimden de oy istiyorum.

Küçükkaya: Ben 31 Mart’ta Binali Yıldırım’a oy verdim ya da sandığa gitmedim. Ben neden Yıldırım’a oy vermeliyim?

Yıldırım: Biz açıkça bu seçim sonrası yaşanan olaylara ilişkin hukuk mücadelesi vererek hakkımızı aradık. Biz çok istemedik tekrarlanmasını. Tamamının sayılmasını engellemeseydi CHP, seçim yenilenmezdi. Biz birbirine yakın oy aldık. En son sayım işi bittikten sonra aradaki fark 13 bin 729.

AA ile görüşmedim, görüşsem görüştüm derim. Her şeyi tolere ederim Ekrem Bey, yalana tahammül edemem. Bakanlarla görüşmem sanki algı oluşturulmayı çalışılıyor, her zaman görüşürüm. Neyi ispat etmeye çalışıyorlar? Bakanlar seçim sonucunu mu değiştirdi?

Küçükkaya’dan Binali Yıldırım’a: Sosyal medyada 25 yıldır İstanbul’u yönetiyor, 17 yıldır da merkezi yönetim partinizde. Bu vaatlerin neden şimdi yapıldığı tartışılıyor…

25 yıldır biz İstanbul’a çok hizmet verdik. AK Parti belediyeciliği İstanbul’a çok şey kazandırdı. 94’te kişi başına 14 litre şimdi 101 litre su veriliyor.

Atık su arıtma oranı yüzde 9’du, şu anda yüzde 99,5. Yeşil alan 10 milyon metrekareydi, şimdi 62 milyon metrekare.

32.700 yolcu sayısı varken, 4 milyon 505 yolcu.

Su indirime önce karşı çıkıldı İmamoğlu dediğinde… Su indirimi bizim vaadimizde de var. AK Parti’nin önerisi ile ve ittifakla meclisten çıktı. Ve bizim önerdiğimiz haliyle çıktı.

(İmamoğlu’na) 18 günlük bir belediye başkanlığınız oldu…

İmamoğlu: Ekrem Bey’in yalan konuştuğu cümlesine programa olan saygımdan müdahale etmedim. Ben yalan konuşmam, kimseye de böyle ithamda bulunmam. 6 ilçede yapılan oluşan fark nedir? oluşan fark 469. Asıl fark geçersiz oylardan. Geçersiz oyları geçerli saydınız. Verdiğimiz vaatleri tek tek yerine getirdik. Ulaşım indirimi vaadimizi kopyaladılar.

20 saniye alacağım var. Tabii ki yapacaksınız. Sayın Cumhurbaşkanı belediye başkan oldu. İyi de bir dönem geçirdiler o zaman. Bunları inkar etmenin anlamı yok. Su indirimi, ulaşım indirimi bizim önerimiz. Biz taahhüt ettik, yerine getirdik. Bence alkışlasalardı, daha makbuldü. Ama kopyada çekseler, zaten öyle olmalıdır.

Binali Yıldırım, İmamoğlu’na soru soruyor

Küçükkaya: Ekrem Bey, Binali Bey’e bir soru sorar mısınız? Ondan da rica edeceğim.

İmamoğlu: Tekrar soruyorum, sayın Yıldırım AA o akşam yaptıkları sizin için ne ifade ediyor? Bunun cevabı benim için çok önemli.

Küçükkaya: Anladığım şuysa bu açık oturumda 31 Mart’ta ağırlıklı olarak

İmamoğlu: Kısıtlama mı getiriyorsunuz?

Küçükkaya: Hayır

İmamoğlu: İçinde birkaç soru birleşebilir. Bakanlarla yaptığınız görüşmeleri çok doğal ve normal karşılarken AA ile hiç görüşmediğinizi ifade ediyorsunuz. Sabaha karşı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bilboard’ları ‘gönül belediyeciliği kazandı’ talimatı kimin tarafından verildi? Ben çaldıların kim olduğunu merak ediyorum.

Yıldırım: Bunu AA açıklamalı. Normal bir şey değil, kabul ediliyorum ama bunu ben değil AA açıklanmalı. 25 tane AK Parti kazanmış İstanbul’da. Büyükşehir Belediye Başkanı meclis üyelerinin 180 tanesini kazanmış. Millet İttifakı 130 tane kazanmış. Seçimi kaybettik mi diyecektik? Ayrıca büyükşehir belediyesinde 50 fazla meclis üyesi kazanmışız. Anlamakta zorlanıyorum.

İmamoğlu: Sorum anlaşılmadı, bilboardlara afişleri niçin asıldı. Talimatı kim verdi? Bu doğru mudur? Yapılmalı mıydı?

Yıldırım: Herhalde anlatamadık arkadaşa, Ekrem Bey’e. 39 belediyenin 25’ini AK Parti, nüfusun yüzde 65’ini teşkil ediyor, kazanmışız. 310 üyeliğin 180’ini kazanmış. Çoğunluk Cumhur İttiakı’nın. Sonuç buyken kaybettik mi diyecektik. O afişler partimiz tarafından asıldı. Nitekim bir iki gün sonra onlar da astılar. Daha YSK kararı verilmemişti.

Yıldırım, İmamoğlu’na soruyor

Küçükkaya: Şimdi Binali Bey size soracak. 3 dakikalık yanıt verdikten sonra molaya gideceğiz. Siz bir soru sorun, İmamoğlu yanıt versin. Sonra 10 dakikalık araya gideceğiz.

Yıldırım: Siz gelir gelmez hemen büyükşehirin veri tabanını kopyalama talimatını neden verdiniz? Bunun Kişisel Verileri Koruma Kanunu’na aykırı olduğunu bilmiyor muydunuz, hukukçularınız sizi yanılttı mı?

İmamoğlu: Sayın Yıldırım’a şunu hatırlatmak isterim. Bu soru sayın Yıldırım’a soruldu ve şu cevabı verdi, ‘Bir belediye başkanı belediyesiyle ilgili her türlü işlemi yapabilir’ dedi.

Yıldırım: Devamını neden okumuyorsunuz?

İmamoğlu: Bu cevabı verdi kendileri. Tekrar izah ediyorum. Bu bir veri yedekleme işlemidir. Veri kopyalaması yapılır ve yapılır. Verdiğimiz talimat da 31 Aralık, 31 Mart yani seçim gecesi. 18 Nisan bize mazbatanın teslim edildiği gün. Bunları milat kabul edilerek veri tabanlarının yedeklenmesi ve korunması. Afaki değişiklik yapılabilir, bize de ihbarlar geliyordu. Kaldı ki yapamadık, yetişmedi. Kaldı ki hukuksuz bir karar. Ancak veri yedekleme, yani bu kadar basit, kolay bir işlemi başka bir yere taşımak.

Küçükkaya: Güvenlik açısından riski yok mu?

İmamoğlu: Hiçbir riski yok. Bu yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde olacaktı. Yani ajanlar basmış vs. yazık günah. Böyle kavramlar üretmek, sayın Yıldırım’a süreci daha iyi analiz etmesini dilerim, talep ederim. Bunu da uyarı olarak söyleyeyim, ‘Bir belediye başkanı belediyesiyle ilgili her türlü işlemi, incelemi yapabilir’. Bu basit kavramla kendisine ifade etmek isterim.

Yıldırım: Ben mutlaka cevap vermek isterim. Çarpıtma var.

 Küçükkaya: Bu tarihi günde 16 Haziran 2019 Pazar akşamında demokratik hayatımız bakımından çok önemli kritik bir kavşaktayız. Şimdi ağırlıklı olarak ekonomi konularına da değineceğiz ama İstanbul için önem arzeden konular var. Sayın İmamoğlu’nun 18 günlük belediye başkanlığı süresi içerisinde veri kopyalamasına ilişkin olarak sorulmuştu. Sayın Yıldırım bir söz hakkım var demişti. Sayın Cumhurbaşkanı Tacikistan’da açıklama yaptı. ‘Nihayetinde bu bir İstanbul seçimi, kazanan göreve gelecek’ dedi. Sonuca herhangi bir itirazınız olacak mı?

Yıldırım:  Vatandaşlarımız bilsin biraz teknolojiyle aram iyidir, bu internet altyapısını biz yaptık. Veri yedekleme ayrı kopyalamak ayrı iştir. İstanbul’un bilgileri yedekleniyor. Veri yedeklemesi yapılmadan hiçbir şekilde veri saklanamaz. Bu güvenlik meselesidir. Bilgisayarınızda bile yedekleme sistemi vardır. Benim söylediğim cümlenin ön kısmını Ekrem Bey ifade etti. Efendim tabii ki belediye başkanı her şeyi inceleme yetkisi var. Ancak devamı var niye kopyalama ihtiyacı duysun. İstediği zaman istediği bilgiyi maiyetindekiler alır getirir. Benim söylediğimle burada ifade edilen aynı şey değil. Kaldı ki mahkeme kararı da onu da tanımıyor gibi şey, öyle de bir algı, o mahkeme kararı da yanlış dedi. Onun ilgisiz dediği, Eyüp’ten seçilen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Meclis Üyesi avukat. Bu veri kopyalama işlemi bir FETÖ taktiğidir. Geçmişte bunu FETÖ yaptı. Üç tane dışarıdan uzman da görevlendirme yaptı. Bu başlı başına fecaat bir şeydir. Devlet umurunda böyle bir şey yok. Dışarıdan adam tayin edip en hassas yerlere, kozmik odalara tayin edemezsiniz. Seçim sonrası sayımda da itiraz süreci icap ederse yine olur. Bu sefer belki biz etmeyeceğiz sayın Ekrem Bey edecek. Ben iki taraf için de normal olduğunu düşünüyorum. Umarım itirazı gerektirmeyecek bir fark olur.

İmamoğlu: Bu soru hâlâ yanıtlanmadı: Çaldılar, kim çaldı?

Küçükkaya: Seçim sonuçlarını tanıyacak mısınız?

Yıldırım: Seçim sonucunu kabul etmemek gibi bir lüksümüz mü var? Her seçimin sonucunu kabul ederim. Seçim sonunda itiraz edilmesi gerekirse olur. Belki bu sefer biz değil de Ekrem Bey itiraz edecek.

İmamoğlu: Elbette ki seçimlere itiraz haktır. Uydurma gerekçelerle itiraz yapmayız. Dolayısıyla bizim sürece dair eleştirdiklerimiz bunlardı. Çaldılar sorusu cevaplanmadı. Bilmiyorum olmaz. Binlerce insan tarafından tekrar edildi; cami avlusundan miting alanlarına kadar. FETÖ uygulamalarının nasıl olduğunu bilmem, tecrübem yok.
Veri kopyalama işlemi, bakanlıklarının dışına çıkarılmaması kararı net iken kısıtlı seçmenlerin listeleri AK Parti’nin verilmesidir. Bizim yaptığımız işlem çok masum bir işlem. Yıldırım da eminim bunu biliyor. 23 Haziran’da yüz binlerce insanın katkısıyla güvenli olacaktır.

Ordu’da VIP krizi

İmamoğlu: Trabzon memleket ziyareti, Karadeniz illeri ziyaret. Miting değil bayramlaşma çağrısıydı. Muazzam bir buluşmaya dönmüştür. Bu muazzam süreç bir tuzakla sona erdirilmek istendi. Benim nasıl sükunete davet ettiğim belli, annemin düştüğü durum belli. VİP süreçlerinin net olarak düzenlenmesi gerekir demek ki. Geçenlerin haddi hesabı yok. Trabzon VİP’den geçtim, Ordu’dan neden geçirilmek istenmedim bilmiyorum. Sayın genel başkan yardımcısına ne dediğimi biliyorum, valiye ne söylediğimi biliyorum. Bu İstanbul’un konusu değildir. Basitleşmiştir demek hakaret mi, hakaret etmedim. Bize Yunan, Pontus, terörist dediler.

Yıldırım: İzmir seçimi çok geride kaldı. 17-25 Aralık’ın gölgesinde seçim geçirdik. Seçimin kaybedini kazananı yok. Anıtkabir’e gidip belediye başkanı olarak imza atsa da. Hayretle izliyorum, Ekrem Bey bu çarpıtmayı alışkanlık haline getirdi. Yalan denilmesine kızıyor. Soruları almadım. Sonra siz de yalanladınız. Saadet adayının çocuğu işten atıldı dedi, yalanladı. En yakın arkadaşı Portakal bile Ordu işini söyledi.

Özür dileseydi. Valilikten özür dilemesi gerekirdi demişti, İstanbullular ve milletten özür dilemesi gerekir. Çünkü millete yalan söylemiştir. Ben İstanbul’a güveniyorum.

Yıldırım: İstanbul Türkiye’nin özetidir. İstanbul’da 81 vilayet var. Rengarenk. Biz İstanbul’a çok güzel hizmet yapacağım.

İmamoğlu: Yıldırım yine yanlış bilgilendirmiştir. Yalan söylemiştir cümlesini üstüne basa basa ifade etmiştir. Benim ifadem de İsmail Küçükkaya yok. Bana gelen bilgi karşı tarafından soruların belirlenmesi, moderatöre verilmesi şeklinde. Ben bunu kabul etmedim. Bu konuşma siz yoksunuz. Yalan söylemiştir dediniz, ben sabırla dinledim. Benim oradaki ifadem nettir, kötü söz sahibine aittir diyerek kapatalım.

Küçükkaya: Bir Sayıştay raporu var. Son 5 yılda 753 milyon bir zarardan bahsediliyor. Son zamanlarda çok tartışma konusu vakıflara ayrılan son 1 yılda 308 milyon lira. Belediye başkanı olunca siz nasıl yapacaksınız?

Yıldırım: Sayıştay raporunu gördünüz mü İsmail Bey. Sayıştay raporunda öyle bir rakam yok. 108 milyon mu ne. Bu yalan. Yalan olduğu İstanbul Büyükşehir Beledise tarafından açıklandı.

Küçükkaya: Sayıştay’dan hiç yalanlama gelmedi.

Yıldırım: Geldi, onu bilmenizi isterim. Maalesef yeterince bu konu duyurulamadı. Onların yerine biz duyurmak zorunda kaldık. Böyle bir şey yok, kısacası yalan. Hadi doğru değil diyelim, Ekrem Bey alınmasın. Nitekim o televizyon programında bir düzeltmeyi yapınca ‘doğru değilmiş’ dedi ve geçiş yaptı. Değerli arkadaşımız bu konularda daha ilkeli davranmasını beklerim. Bu güne kadar ortaya atıp, kafa bulandırmaya çalışıp, bütün meselelerin doğru olmadığı ortaya çıktı. Bunları tek tek sayarım. Ama ben zul duyarım. Ama biz İstanbul’u konuşamadık.  Vakıflarla ilgili de açıklamalar yapıldı. Zaten belediyeler vakıflara nakit kaynak aktaramaz.

Küçükkaya: Arazi verir

Yıldırım: Bu vakıflar eğitime destek veriyor, sosyal sorumluluk projeleri yapıyor. Yaptıkları iş tamamen kamu yararı. FETÖ’nün beyin yıkamak için gençleri devşirip, 15 Temmuz’u başımıza sardıysa bu vakıflar da o tehlikeyi bir daha yaşamamak için bu işleri yapıyor.

İmamoğlu: İstanbul’un en büyük sorunu yoksulluk. Kul hakkı meselesini çok önemsiyoruz. Sayıştay denetiminden çıkan raporu arzu ederse sayın Yıldırım’a takdim ederim. İETT ve İSKİ’de 753 milyon TL’ye ulaştığını söylüyor.

Küçükkaya: (Binali Yıldırım’a) Sayıştay raporunu siz okudunuz mu?

Binali Yıldırım: Yok ben okumadım.

İmamoğlu: Yanıltılmış olabilir, aldatılmış olabilir. İstanbul’un bilboardlara cevap yazdılar. Şu an bir seçim süreci, bunu kimler asıyor. 23 Haziran’dan sonra ona karar verir. Sadece İBB’ye ait, ihtiyaç fazlası araç kullanma 1810 araç. 7 personele bir binek araç düşüyor. Tasarruf yapacağız, ekonomik seferberlik başlatacağız.

Benim uzaktan yakından hiçbir alakam yok. Sayın Yıldırım çok talihsiz bir şey söyledi. Belediye var, yurtlar için. Ensar Vakfı’na 29 milyon verilmiş. Ben yapamıyor muyum da başkasına ihtiyaç duyacağım. Ben her kesimden vakıfla işbirliği yapmış belediye başkanıyım. Temiz vakıflarla işbirliği yapılabilir ama yurdu belediye yapar. Yurdu belediye yapar. Kadınlar için de erkekler için de ayrı ayrı yapacağız yurtlar. İBB olarak yurtlar yapacağız, eğitime destek vereceğiz, kreşler açacağız.

Bizim o işlerle işimiz olmaz. Devletine inanan bir ahlakımız var. Bizim terör örgütünün hiçbirisi ile zerre ilişkimiz olmaz.

Binali Yıldırım’ın vaatleri

Küçükkaya: Ekonomide sıkıntılı süreçten geçiyoruz.  İşsizlik ciddi problem haline gelmiş. İstanbul gibi dünya metropolü kent yoksulluğu gibi bir kavramla karşı karşıya gelmiş. Siz seçilirseniz ne yapacaksınız?

Yıldırım: Temiz vakıflara veririz diyor. Deterjanla yıkayarak mı? Hiçbir şekilde belediyeler bu kuruluşlara nakdi destek olamaz.Vakıflara destek olmak yanlış bir şey değil. İnsanları bir araya getiriyorlar, ihtiyaçlarını görüyorlar. Bu vakıflara nakdi bir kuruş verilmemiştir. Burada algı operasyonuna gerek yok. Memnun oldum FETÖ’ye yönelik beyanatından. 15 Temmuz’da şehit verdik. FETÖ örgütü ile mücadele devam edecek, hukukun içinde kalarak.

Ekonomik bir sıkıntı çekiyoruz. Bu da insanların hayatına bir şekilde yansıyor. İstanbul Avrupa’nın 13. büyük şehri. Gelen turistin üçte biri İstanbul’a geliyor. Gelecek beş yılda 500 bin istihdam sağlayacağız. Tuzla’da biyoteknoloji vadisi kuracağız, 50 bin kişiye istihdam sağlayacağız.

Ayrıca bir teknoloji üssü kuruyoruz. Yapay zekâ merkezinden gençler istihdam edilecek. İstihdam miktarı da 24 bin. Pendik’te bir teknoloji geliştime merkezi olacak. Örneği, Singapur’da var. Atatürk Havalimanı, millet bahçesi ve kongre merkezi olacak. Buradaki amacımız Avrupa’nın 50 milyonluk fuar kongre turizminin yüzde 10’u.

İmamoğlu’nun vaatleri

İmamoğlu: Ben temiz vakıflarla işbirliği yapacağım dedim, vakıflara vereceğim demedim. Her şeyi konuşmaya hazırım. Bu şehrin yoksulluğu var. Bu şehrin 3 gencinden biri işsiz. Yüzde 15’i aşmış bir işsizlik. Bu belediyenin parasını israf ettirmeden tasarrufla değerlendirerek kullanmaktır.

Biz açlık sınırı altındaki ailelere 2020 TL’ye kadar maddi destek sağlayacağız. Eğitim destek paketinin içinde 500 bin öğrencimiz var, işsizlik destek paketimiz var. İşsizimiz yanında olacağız. Bölge istihdam ofislerine kayıt yaptıran 200 bin insana yardımcı olacağız. 25 yaş altı öğrencş olmayan gençlere de yüzde 40 indirim yapacağız.

Küçükkaya: İstanbul’da yaşayan bir Kürt kardeşinizin size oy vermesi için ona ne dersiniz?

İmamoğlu: Yoksuldan, sosyal politikalardan bahsettim. Türk kökenli, Kürt kökenli demiyorum. 16 milyon İstanbullu diyorum. Partizanlığı İBB’den söküp atacağız. Parti hizmet için bizim için araç. Bakırköylü çocuk ile Esenyurt çocuğu eşitleyeceğiz.

Bu kadar keyifli bir şehir inşa etme peşindeyiz. Benim söylediğim ‘Gönül belediyeciliği kazandı’ afişi neden asıldı. Partizanlığın yok edilmesi için sayın Yıldırım’ın da mücadele etmesi gerekir.

Yıldırım: Biz hizmet yaparken İstanbul’da ve Türkiye’de. İnsanların etnik kökenlerine, inançlarına bakmayız. İnsanlarımıza hizmet götürürken herkese aynı hizmet götürürüz. Particilik seçimlerde kampanyada parti vardır. Kampanyada partimizin söylemlerini dillendirirsiniz, seçim bittiğinde rozetinizi çıkarıp hizmet yaparsınız. Biz partizanlık yapıyorsak, adres bizeyse bunu şiddetle reddederim. İzmir’in toplu taşıması İZBAN’ı CHP belediyesiyle beraber yaptık. Çevre yolunu, Konak tünelini yaptık. İzmir-İstanbul yolunu yapıyoruz. Süre 2,5 saate düşecek. Partizanlığı şiddetle reddederim. 81 vilayetten İstanbul’a gelen bütün hemşehrilerimize 780 bin kilometrekare vatan toprağının her köşesinden İstanbul’a gelmiş, burayı evi, işyeri yapmış, çocuklarının geleceğini düşünen 15 milyon İstanbulluya hizmet için varız. İstanbulluya yapılan hizmet asla israf değildir. İstanbul’a 1994’den beri hizmet ediyorum. İDO Genel Müdürü yaptım. 4,5 yılda İDO’yu dünyada kendi sınıfında 1 numara yaptım.

Mal varlığı beyanında bulunacaklar mı?

Küçükkaya: Bu akşam olağanüstü bir iyilik yaptınız. Medeni cesaretinizi gösterdiniz. Sosyal medyada çok konuşulmuş. Her ikisinden mal varlığınızı açıklamanızı istiyorlar. Siyasete girmeden önce ne kadar paranız vardı, şimdi ne kadar. Belediye başkanı seçilirseniz mal varlığı beyanında bulunur musunuz?

Yıldırım: Mal varlığı beyanında bulundurmak bizim keyfi, ihtiyarımızda değil. Mecbursunuz. Kamu adına hizmet görüyorsanız, memur dahi olsanız, mal varlığı beyanınız olacak. 16 yıldır malvarlığı beyanı veriyorum. Her sene değişiklik olursa yeniliyoruz. Kamuoyuna açıklama diye bir adet yok. Benim açımdan hiç farketmez. Ama herhangi bir dava konusu oldu mu malvarlığı mahkeme tarafından talep edilir, dosyaya konur. Benim açımdan bir sakıncası yok. Çocuklarımın mal varlığının zaten bir koruması falan yok. Onlar ticaretle uğraşıyorlar, onlarınki kamuya da açık. Herkes bakar. Bu konuda davalar da oldu. Birçok davalar kazanıldı. Biz hiçbir şekilde malvarlığımızı, geçmişimizle, yaptıklarımızla her zaman hesap verdik, bundan sonra da vermeye hazırız. Hem burada hem öbür tarafta.

Küçükkaya: Siz efendim. Binali Bey, böyle bir adet yok. Siz kamuoyuna açıklar mısınız?

İmamoğlu: Sayın Yıldırım’ın açıkladığı gibi kamu görevlisi olmamızdan dolayı mal beyanımızı veriyor. Ben de 5,5 yıldır her yıl yenileyerek veriyoruz. Hatta büyükşehir belediye başkanı seçildikten sonra beyan etmiştim. Yeni bir süreç, yeni bir ahlak anlayışı. Belediye başkanı, milletvekili olmak, bakan olmak bir meslek değil. Hepimiz bir görev yerine getiriyoruz. Başka görevler de nasip olabilir. Erdemli, ahlaklı süreci iyi yönetebilmek, hesap vermek adına dürüstlüğümüzü ortaya koymak adına, bu önerinizi aynen sayın Yıldırım gibi zevkle kabul ediyorum. Tabii ki ailece olmalı. Ben var, eşim var, babam, çocuklarım var.

Suriyeli mülteciler

İmamoğlu: Mülteci konusunu biz iyi yönetemedik. Mülteci konusu bir takım evrensel hükümler taşır. Türkiyemiz yalnız bırakılmıştır. 16 milyon şehirde nasıl sessiz kalabilirsiniz? Mülteci insanların envanterini çıkarıp çocuğu ve kadını koruyacağız. İnsanlık dışı uygulamaları desteklemiyorum, kendi partim de olsa. Nerede yanlış yapıyoruz? Ülkenin her yerine dağılmamalıydı. Belediyelere düşen görevler nelerdir? Biz uluslararası alanda da güneyde yaşanan olaylarda barış sürecine katkı sunmalıyız. İstanbul’un sokakları tehdit altında, insanlar ekmeklerinin elinden alındığını düşünüyor.

Yıldırım: Suriye’de savaştan kaçıp bize sığındılar. Bu işin başlangıcı böyle oldu. Bunlar geçici koruma statüsünde. Bunların hepsinin kaydı var. Uluslararası camia gerekli desteği vermedi.

Akdeniz’den sınırlarına ulaşanları oralarda açlığa terk ettiler, denizde boğulmalarına göz yumdular. 500 bine yakın Suriyeli gitti. Fırat’ın doğusunu temizleyip diğerlerini de göndereceğiz.

Bazı bölgelerde sayı fazla. Burada bir asayiş sorunu, İstanbulluların rahatını kaçıran işler karışırlarsa, hiç kusura bakmasınlar tutar göndeririz. İBB’de mültecilerle ilgilenen bir birim var. Birimi güçlendirebiliriz.

Küçükkaya: Kadının toplumsal hayatta güçlendirilmesi meselesi çok önemli. Her ikiniz de eşinizle geldiniz. Kreş mesela…

Yıldırım: Kadının iş hayatına katılması, toplumda etkin rol almasında ciddi bir artış var. Siyasette de artış var. Üniversitede kız öğrencilerin erkek öğretmenlerden fazla. Hâkimlerin sayısı erkeklerle hemen hemen aynı sayıda. Bizim yoğunlaşmamız gereken ev hanımları.

Onların da sosyalleşmeleri lazım. El emeği ürünlerini alacağız. İstanbul’un 961 mahallesi var 300’ünde kreş yok. 955 tane kreş yapacağız. Ev kadınları gözü arkada kalmadan çocuklarını bırakabilecek. Ekrem Bey’de de bu vaatler olabilir.

Birçok vaatler zaten halihazırda belediyenin yaptığı şeyler var. Ekrem Bey, Beylikdüzü’nde 11 tane kreş vaadi vermiş, 1 tane yapmış. Önemli olan vaat vermek değil gerçekleştirmek.

Siyaseti kalitemiz konusunda yine bir yorumda bulundu. Kalite yorumu yapınca incitici oluyor. Bu hoş bir yorum değil. Beylikdüzü halkı bizim neler başardığımız hususta net bir refleks ortaya koymuştur. Bugün vaad verme konusu bize aittir, sayın Yıldırım’a ait değildir.

Yıldırım: Bu ne biçim laf, ben de belediye başkanı adayıyım

İmamoğlu: Siz yönetimdesiniz zaten. O anlamda vaad bize yakışır. Siz bir şey yapmamışsanız, kadınla ilgili eylemleriniz yeterli değilse bunları vaad haline getirirseniz sevindirici. Sayın Yıldırım’ın bizim vaadlerimizi takip etmesi sevindirici. Şu anda bizim söylemlerimiz üzerine oturmuştur. Biz insana, kadına, çocuğa gençlerine oturduk zemini. Hızlıca 150 kreş açacağız. Kadınların söz hakkı olma meselesi. Kadın istihdamı. Kadın emek ofisleri. Satın alma garantisiyle kadınların çalışabilmesine fırsat tanımak. Annelere 0-4 yaş arası bebekleriyle ücretsiz dolaşma hakkı sağlayacağız. Bütün sosyal tesislerimizden yüzde 40 indirimli yararlanma hakkı sağlayacağız. Şiddeti önleme kriz merkezi açacağız. Çocuğu ile beraber kadını özellikle ihmal ve istismar meselesi üzerinden destekleyeceğiz. Mahalle evlerimizde bu aynı zamanda mahalle meclisi kavramı içeriyor, iki sosyolog istihdamı sağlayacağız. Tüm bu söylediklerim özellikle ev kadınlarına olağanüstü bir hizmet yapacağız.

İmamoğlu: Siyasi kalitemiz konusundaki yorum hoş değil. Beylikdüzü halkı net bir refleks kullanmıştır. Vaat verme konusu bize aittir, 25 yıldır yönetiyorlar. Sayın Yıldırım’a şunu söylemeye çalıştım, yönetimdesiniz zaten siz bir şey yapmamışsanız, vaat haline getirmişseniz bu sevindirici. Biz hızlıca 150 kreş açacağız.

Kadınların söz hakkı olması meselesi. Kadınların çalışabilmesine fırsat sağlamak. Kadın sağlığı tarama merkezi, kadın sığınma merkezi açacağız.Mahalle evlerimizde, 2 sosyolog istihdamı sağlayacağız, çocuk istismara ve şiddetle ilgilensin diye.

İsmail Küçükkaya, (sosyal medyada gelen tepkiler üzerine) Binali Yıldırım’a sordu: FETÖ okullarında eğitim gördünüz mü, yurtlarında kaldınız mı?

Yıldırım: Yok, ben ne örgüt elemanı, ne de yurtlarında kalmışlığım yok

Çevre vaatleri

Küçükkaya: Çarpık kentleşme, yapılaşma ikinizden de bunun yanıtını merakla bekleyeceğim.

İmamoğlu: İçeriklere yön çizebilmek adına kaç sorumuz kaldı

Küçükkaya: Son bir soru. Benim bir tane özel sorum var bitiyor.

Yıldırım: Biz ulaşımı konuşmadık. Trafiği konuşmadık. Çevreyi, otoparkı daha birçok konuyu konuşmadık.

Küçükkaya: Devam edebiliriz efendim. İstanbul’un baş başa kaldığı çarpık kentleşme, betonlaşma, deprem alanları kalmamış, AVM olmuş, rezidans olmuş. Nasıl çözeceksiniz Ekrem Bey?

İmamoğlu: istanbul’un yönü yok. Gittiği yer ile ilgili bir tanım yok. Kaç milyon olacak İstanbul? İstanbul şehrinin yönünü çizeceğiz. İlk 1 yıl içerisinde mevcut durumu belirleyeceğiz. 2030 ve 2050 hedefleri. İstanbul’un kırsal kent planlaması önemli. Yeşil alan konusunda İstanbul Türkiye ve dünyanın en sıkıntılı metropollerinde birisidir. Biz 15 vadide yaşam vadisi açıkladık. Bizim 30 milyon metre karelik bu şehre katma konusunda bütün toplumla anlaştık. Bu şehri yönetenler, 25 yıldır bu kenti yönetenler ‘bu kente ihanet ettik’ cümlesini ben söylemedim. Bu şehrin birçok ilçesinde yeşil alanların yok edilerek, imara açılması. Özellikle deprem toplanma yerlerin yok edilmesi. Bu şehrin değişmez kurallarını var edeceğiz.

Küçükkaya:  Sizinle devam edelim efendim…

Yıldırım: Şehrin nefes alması, insanlar binalardan bunalıp, yeşil alana kendini atacak yer bulması lazım. Bizim 20 tane yeşil koridor projemiz var. Silivri’den Pendik’e kadar devam ediyor. İstanbul’un dereleri bunlar. Yapılaşmadan  dolayı bir kısmı adı kaldı kendisi yok. Biz bütün bu dereleri ihya edeceğiz.  37 milyon 500 bin metrekare ilave yeşil alan kazanmış olacağız. Bu alan hem derenin etrafında yürüyüş alanları, bisiklet alanları, piknik alanları olacak. Buradan da yatayda millet bahçelerine geçiş olacak. Her mahallede 200 metre mesafede bir çocuk parkı olacak. Sonra semt parkları, millet bahçeleri bu koridorlarla entegre olacak. Kuzey ormanlarına erişimi bu koridorlarla sağlayacağız veya kuzeyden Marmara’ya inişi sağlayacağız. Buralar depremde geçici barınma alanları olarak yapılacak. Bu heyecan verici proje ve çok kolay yapılabilir bir projedir. İstanbul’un kişi başı yeşil alan 10 metre karenin üstüne çıkmış olacak. Dikey yapılaşma hem sosyalleşmeyi hem kentin kimliğini ortadan kaldırıyor. İstanbul’un bu dikey yapılaşmasında ilçeler bazında 22 ilçede yoğunlaşmış ve bu 22 ilçenin 18’i CHP’li belediyeler. 4 tanesinde AK Partili belediyeler var.

Gençlere yönelik vaatleri

İmamoğlu: Gençlerin üniversiteden sonra işe girmesine kadar takip edilmesi gereken bir konu. 400 TL üniversite bursu vereceğiz. Yurt yapacağız. Bizim kimseye ihtiyacımız yok. Gençler İstanbul’dan başka şehirlere kaçmayacak. Beyin göçü yaşıyoruz. Bizim gençlerimiz İstanbul’da hayal kuracak. 350 bin gencin Ekrem abisi olacağız. Biz bu kenti erişebilir, vicdanlı hale getireceğiz. Yaşlı ve engellilere acil durum bilekliği getireceğiz

Yıldırım: Gençler benim kankam. Çok da güzel tepkiler aldı. Gençler için en baba müjde 10 GB internet. Uluslararası E-spor olimpiyatlarını İstanbul’da yapacağız. Üniversiteye hazırlanan, öğrencilik vasfını kaybetmişler de indirimden yararlanacaklar. İşsizlere de ulaşım desteği vereceğiz.

Ben bursu yazmadım. Belediyeler bursu veremiyor. CHP, AYM’ye götürdü. 75 bin öğrenciye nasıl verecek bilmiyorum.

Ulaşım vaatleri

Yıldırım: Ulaşım benim işim tevazuya lüzum yok. 16 yıl boyunca Türkiye’nin her yerini donattık. Yurdun her köşesini adeta ağ gibi ördük. Biz 2024’e kadar insanların trafikte yarım saat kazanmasını sağlayacağız. Yapacağımız raylı sistemle. Minumum 50 kilometre raylı sistem yapacağız. Yüzde 30 artmış olacak. Bu en önemli projemiz. Edindiğimiz tecrübelerle kolaylıkla yapacağız. Ciddi anlamda metrobüste biraz rahatlama oldu marmaray ile.

Akıllı metrobüs araçları ile değiştireceğiz, kapasiteyi yüzde 50 arttıracağız. Levent ile Mahmutbey arasındaki metroyu bir sene açacağız. Marmaray’da çüreyen vagonlar külliyen yalan.

İmamoğlu: Bütüncül yaklaşımla ulaşım sorunu çözülecek.Biz bütün aktörle birlikte çalışacağız. Biz taksicinin, minübüsçünün köprüleri ücretsiz kullanması için girişimde bulunacağız. Sayın Yıldırım, ulaşımda Türkiye’yi hallettim dedi. İstanbul’u halledemediler. İstanbul durakta bekleme süresi 20 dakikayı harcıyor. İstanbullu günde 91 dakika harcıyor. Marmaray’dan geçtim. 70’lerden fizibiletesi başlayan proje kendileri döneminde bitti. Senede sadece 8.3 km yapabildiler. Deniz ulaşımı yüzde 10’lardan yüzde 3’e düştü. Yaşam vadilerini erişebilirlik sağlayacağız.

Adayların son sözleri

İmamoğlu: Buradan çıkışta kendileri de uygun görürse, iki hanımefendinin yanımızda olduğu bir fotoğraf vermek isterim. Bu şehrin kucaklaşmaya, buluşmaya ihtiyacı varç. Şehirlerden hak, hukuk, adalet, erdem kavramları başlar. Ben kimse ile ilgili konuşmadım. Söz verdiğim gibi 6 aydır temiz dil kullanıyorum. Bu şehrin akılla, bilimle eşit paylaşarak, şeffaflığı hâkim kılarak muazzam bir kent yaratacağız.

Biz 31 Mart’taki sürecin hak, hukuk ve adalette buluşması için çabamızı gösteriyoruz. Herkes sandığa gitsin, demokrasi bayramını bizimle paylaşsın. Ben her şey çok güzel olacak diyorum.

Yıldırım: İstanbul müjdelenmiş bir şehirdir. 15 milyon insan yaşıyor. Bir kısım vatandaşımız Anadolu’ya gidiyor. 16 yıl ülkeme dolu dolu hizmet yaptım. Bu şehir beni Binali’den Binali Yıldırım yaptı. Bu şehre çok güzel hizmetler yapmaya hazırım. Daha önce yaptıklarımı yeni yapacaklarımı taçlandıracağım. Ulaşım sorununu 5 sened e çözeceğim. Eziyetten keyfe dönüştüreceğim. Avrasya, üçüncü köprü ve Marmaray olmasaydı adım bile atılamazdı bu şehirde.

Vatandaşlarımıza son sözüm: Sandığa gitsinler. Ben de Ekrem Bey’i çaya davet ediyorum.

 

Kırmızıların Şahı

Solanaceae familyasından Solanum lycopersicum’un, yani domatesin, üç binden fazla atalık tohumla varlığını sürdüren 10 bin’den fazla çeşidi var. 10 binden fazla çeşit!

Dile kolay!

Ve evet, her ne kadar süpermarketler beş ya da altı kalın kabuklu, raf ömrü uzun, nakliyeye gelir çeşidinden ötesiyle ilgilenmiyorlarsa da bizler; yaz deyince domates diyen, sevinçle pazardan pazara pembelerin peşinde koşanlar, bahçemiz olmasa bile, tohumu için takaslara katılanlarız. Birbirimizin halinden anlarız: Ben, en ama ennnn taze köylü halimle ilk yazımda, Mutluköy’de, 18 tanesini birden ekip denemeye kalktıydım.

Ne enteresan, değil mi; 15’inci yüzyıldan önce tanımadığımız ama bugün, Türkiye’de, kişi başı 120 kg. tükettiğimiz domatese öyle düşkünüz ki, mevsimini dahi unuttuk! Temmuz ya da şubat ayırmadan hep yiyoruz!

Kimsiniz, diye sorsak mı, ona!

“Kimlerdensiniz siz kuzum domates?”

Umami dediğimiz beşinci lezzetle, yani tüm lezzetleri tamamlayan ve ağız dolusu hale getiren glutamatla dolu domatesin anavatanı Güney Amerika. And Dağları ve ardından da Peru ve Ekvador üzerinden yayılarak vardığı Meksika dahil olmak üzere, geniş bir bölgenin kültürünün parçası. Yabanisi bugünkü Peru’da hala bulunabilen bir türden ıslah edildiği (Lycopersicon esculentum var. cerasiforme) ve bu ıslahı gerçekleştirip yeme kültürüne entegre edenlerin de Aztekler olduğu düşünülüyor.

Herşeyi ancak kendileri gördükleri, tanıdıkları ya da kullandıklarında “var” kabul eden ve Amerikalar’ı da “keşfettikleri”ne uzun zaman inanan sömürgecilerin, bu meyve ile tanışması ise 1493 yılında. Kristof Kolomb, ardından da Hernan Cortes’in ilgisini çeken bitki derhal Avrupa’ya taşınıyor; ılıman Akdeniz ikliminde yetişebildiği fark edilince de İspanya’da ve tüm İspanyol kolonilerinde yetiştiriciliği teşvik ediliyor. 16’ıncı yüzyıl itibarı ile İspanyolların, hemen ardından da İtalyanların yemeklerine girdiğini görüyoruz. Elbette tüm sömürgeciler İspanyollar kadar cesur değiller. İngilizler, örneğin, 18’inci yüzyıla kadar zehirli muamelesi yapıyorlar bu pek leziz meyveye. Ama bırakalım İngilizleri bir kenara, İspanyolların ve özellikle de İtalyanların domates aşkını anlamak için iyi bildiğimiz tüm yemeklerini aklımızdan geçirelim bir çırpıda… pappa al pomodoro, pesto trapanese, pizza margherita, bruschetta, gazpacho, pa amb tomàquet, patatas bravas, pisto

Evet.

Çok seviyorlar domatesi!

Osmanlı’nın domatesle tanışması ise 18’inci yüzyılı buluyor. Hatta ilk tohum Halep’te 1799-1825 yıllarında İngiliz Konsolosluğu yapan John Barker tarafından getiriliyor. Anlatılan o ki önce yeşil domatesle muhabbet kuruluyor. Kırmızı hali belki bir tür bozulma gibi mi geldi, kim bilir? Ama domatesin gelişiyle mutfağımızda kullanılan tüm meyvelerin, eriğin, ayvanın, vişnenin… pabucu da dama atılıyor. Malumunuz, bugün, domatesi kullanmadığımız yer yok gibi! Kavun dolmasından, erik tavasına… meyvelerin lezzet kattığı yemekler artık ender karşımıza çıkan tabaklarda, hepsinin yerini bir biçim domates almış.

Kimileri bu dönüşümü Osmanlı Mutfağı’ndan Türk Mutfağına indirgenme olarak okumuş. Ben bu kadar sert ifade etmem ama evet, domates bize küreselleşmenin en güzel okumalarını 16’ıncı yüzyıldan itibaren yaptıran bir ürün.

Ayrıca, seviyoruz. Menemen, domatesli pilav, domates soslu patlıcan kızartma, domatesli şehriye çorbası, gavurdağı gibi kaşık salataları… kaldı ki adında geçmediği halde, neredeyse her yemeğin temelinde var domates!

Evet, evet. Seviyoruz.

Domatesin küresel yayılması 19’uncu yüzyıla kadar sürüyor bu arada; hem Asya’nın tamamına yayılması, hem de Kuzey Amerika’ya ulaşması anca 1800’lerde! Ve tabii, aynı Osmanlı’da olduğu gibi, buralarda da karışa, değiştire kendine has ve lezzetiyle vazgeçilmez yeni bir kültür yaratıyor: Mesela Çin’e 16’ıncı yüzyılda ulaşan ve önce “yabancı patlıcan” diye etiketlenen domatesin Çin mutfağına girişi, ilk, binlerce yıllık geleneği olan sahanda çırpılmış yumurtayla olmuş. Düşünün; her evde, her gün yapılan yumurta yemeğine yepyeni bir meyve giriyor… yani 番茄炒蛋 ilk olabilir ama dahası takip ediyor; 番茄炒牛肉, 番茄雞蛋麵

Ve onlar da seviyor.

Bu sevilme hali boşuna olamaz, sebepsiz hele asla! Peki domatesin en uzaktaki mutfakları bile değiştiren, dönüştüren lezzeti nereden geliyor?

Yukarıda yazdım aslında; domates glutamat dolu!

Glutamat ya da biraz gastronomiye meraklıysanız tanıyacağınız adıyla umami!

Hadi, biraz lezzet konuşalım:

Tokyo İmparatorluk Üniversitesi’nden Prof. Kikunae İkeda, 1908 yılında, kombu yosunundan yapılma bir çorbadan, tuzlu, tatlı, acı ya da ekşiden başka bir lezzet uyaranını ayıklamayı başarıyor ve adına glutamat diyor! Kimi hayvansal ve bitkisel ürünlerde kendiliğinden bulunan, fermente ürünlerde geliştirilebilen ve yemeğin lezzet derinliğini artıran bir amino asit bu. Aslında artıran derken yanıltmak istemiyorum, bütünleyen demek daha doğru belki. Yenilen her ne ise, içeriğindeki acıyı, tatlıyı, ekşi ve tuzluyu birbiri ile bütünleyip “ağız dolusu” kılan bu hale de umami diyor.

Umami, gerçi, sadece glutamat demek değil. Gıda proteinlerinin (bitkisel ve hayvansal) temel bir bileşeni olan glutamat/glutamik asit, proteini oluşturan 20 çeşit amino asitten biri ama umami, inosinik asit ve guanilik asit gibi bileşenlerden de oluşabiliyor. Glutamik asit, domateste ve kimi peynirlerde bulunurken; inosinik asit, kurutulmuş palamut ve kurutulmuş et/şarküterilerde ve guanilik asit de shiitake, porcini gibi kuruduğunda lezzeti katlanan kimi mantar çeşitlerinde bolca bulunmakta.

Görüleceği, anlaşılacağı üzere “umami” fermente deniz ürünlerinden sonra en çok ama en çok domateste var.

Umami Dünya Haritası

Ve bu muazzam madde, Prof. İkeda’nın araştırmasına konu olan yosun kombudan sonra en çok İtalyanların parmesan peynirinde ve ardından da hepimizin bir tanesi domateste bulunuyor. Dahası var, domates ne kadar olgunsa glutamat miktarı arttığı gibi, pişirilmesi de bu oranlarda muazzam bir fark yaratıyor. Güneşte kurutulmuş domates, olgun domatesten, ketçap ya da salça kurutulmuş domatesten daha fazla glutamat yani umami yani lezzet bütünleyici, ağız doldurucu içeriyor.

Bu arada Prof. Kikunae İkeda, buluşunu bir çeşni haline getirip, patentini almış. Hani şu pek çok tartışmaya konu olan ancak uzak doğu mutfaklarında, aynı bizim sodyumklorürümüz (sofra tuzu) gibi, sıradan bir çeşni olarak kullanılan monosodyumglutamat’ın (MSG) ilk ticari markası AJI-NO-MOTO®, 1909 yılında alınan bu patentin taşıyıcısı.

Bu koşullarda “salçalı yemek”lerin neden bu kadar çok sevildiğini anlamamak mümkün değil. Zeytinyağlılardan sıcaklara, geleneksel mutfağımızın göz bebeği pek çok yemeğin temelinin domates, soğan ve sarımsağı zeytinyağında çevirmek/pişirmek ya da yağda pişirilen rende ya da küp taze domatese bir kaşık da salça eklemek vb. olduğunu düşünürsek; lezzeti nerede, nasıl inşa ettiğimizi de daha net görebilir, iyi birer aşçı olma yolunda daha umami odaklı davranabiliriz.

Mevsiminde daha lezzetli!

Domatesin neden bu kadar lezzetli olduğunu hepimiz biliyoruz artık vee dahası güneşin altında olgunlaşmış bir domatesle, seradan tezgaha taşınırken olgunlaştırılan domatesin tat farkı için de sezgiden öte konuşabiliriz artık.

Şükür.

Umami, aceleye gelmez! Evet.

Tabii domates sadece umami demek değil, içerdiği likopeni de konuşmak gerek!

% 95’i su olan, düşük glisemik indeksli domatesin 100 gramında 18 kalori, 0.9 gram protein ve 2.6 gr şekere karşılık; bolca C vitamini, potasyum ve muazzam bir antioksidan olan likopen bulunuyor.

Bir C40 karotenoid polien olan likopen, olgun domates ve domates ürünlerinin, lezzetli bir karpuzun, kuşburnunun ve pembe greyfurtun karakteristik koyu renginin sebebi, doğal bir pigment. Sadece boyar madde gibi okumayın ama. A vitamini benzeri bir yapı göstererek prostat, meme, mide-bağırsak, akciğer ve deri kanseri riskini azaltan güçlü bir antioksidan ancak yalnızca bitkiler ile mikroorganizmalar tarafından sentezleniyor; hayvanların (haliyle biz insanların da) likopeni gıda yoluyla almaları gerekiyor.

Yani, koyu kırmızılar sağlık bağlamında çok değerliler. Domates de kırmızıların şahı!

Artık biliyoruz, mevsiminde, kıpkırmızı bir domates, sadece müthiş lezzetli olduğundan değil, sağlığımıza muazzam katkısından ötürü de cazip! Peki umamiyi arttıran yöntemlerle likopen çelişiyor mu, ona bir bakalım mı? Yani pişmiş domatesin umamisi artarken sakın likopeni düşmesin!

En harika haber de bu!

Domatesin yemeklerde özellikle sıvı yağ ile pişirilmesi halinde likopenin vücutta emilmesi daha kolay. Bu bir. Yani, geleneksel mutfağımızın temeli, tenceremizde zeytinyağı ve soğan sarımsakla beraber domates pişirmek sıradan bir seçiş değil. Sağlıklı ve lezzetli bir seçiş! Bu yazı için dersimi çalışırken aşağıdaki çizelgeye denk geldim, bakın, karşılaştırın:

Omoni and Aluko, 2005

Çizelgede yok fakat ekleyeyim, domatesin kabuğunda, etinde olduğundan daha fazla likopen var. Soymayın. Bu da etti iki. Bununla beraber, yaz kış masalarımızın vazgeçilmezine dönüşmüş söğüş domatesin faydası, her ay, aynı da değil. Hadi geçtim diyelim sera üretiminin, seralardan tezgahlara nakliyenin vs. ekolojiye maliyetini; yediğimiz sağlığımızsa eğer (ne yiyorsak oyuz, demenin başka biçimi) serada yetişenle, mevsiminde, tarlada yetişen arasındaki farkı bilmemiz gerekmekte. Domates bu bağlamda şahane bir kılavuz. Zira domatesin bizlere sunduğu keyif maddesi glutamat gibi, şifa maddesi likopen de, mevsiminde, güneşin altında yetişmiş domateste, serada yetiştirilenine kıyasla, daha fazla! Bu da etti mi üç!

Bizde domates tüm kıyı şeridinde üretiliyor dersem yanlış olmaz, Karadeniz dahil, Marmara, Ege ve Akdeniz’de üretimi yapılmakla birlikte üretim lideri il, elbette, seralarıyla Türkiye’nin sebze atar damarı Antalya! Üretilen her beş domatesten biri Antalya’dan geliyor, öyle düşünün.

Üç şekilde yetiştirildiğini söylemek yanıltıcı olmaz:

  • Mevsiminde, atalık ya da tescilli tohumla, küçük ölçekte ya da endüstriyel ölçekte ama toprakta ve suni ya da organik gübre ile
  • Mevsimsiz, toprakta, üzeri soğuk aylarda kapatılmak ve hava ısındığında açılmak sureti ile, küçük ölçekte ya da endüstriyel ölçekte ama toprakta ve suni ya da organik gübre ile
  • Tümüyle mevsimsiz, bazen topraklı ama çoğunlukla suda ancak her daim kontrollü sera şartlarında ve daima endüstriyel ölçekte.

İlk yöntemin bir kısmı, hani şu atalık tohumla, küçük ölçekte ve organik gübre ile desteklenmiş olanı (bu arada organik dediğime bakmayın, illa sertifika değil dediğim) hepimizin ideal domatesini üretiyor. İkinci yöntem, pazar yerinde yaz kış karşımıza çıkan domates, hani “tarla bunlar abla” dedikleri. Yalan yok, o domates topraktan geliyor. Üçüncüsünün ise mimarı, tarımı her daim modernize eden Hollanda ve benim bulabildiğim en az bir takipçisi var bu yöntemin. Yanılıyor olabilirim, teyit edemedim ama süpermarketlerde bardak içinde satılan “süper tatlı” domateslerin bu gruptan olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla, her hafta domates satın almak yerine, mevsiminde, toprakta, güneşin altında ve hatta mümkünse üreticisini de tanıdığınız bir domatesi yemek; mevsimin sonuna doğru ondan salça yapmak, ketçap kaynatmak, güneşin altına serip kurutmak ve kalan aylarda elde-olan-ne-kadar-yetiyorsa artık, bu domates ürünlerini kullanarak yemek yapmak, en lezzetli ve en sağlıklı olan.

İstanbul’da yaşarken, domatese haziran ortasından önce dokunmaz, o tarihten eylül ortasına kadar doyasıya tüketir, hem de mümkün olan en iyisini arayıp bulup sıklıkla organiğini tercih edip eylül sonunda da 80 kilo kadarından salça kaynatarak sonraki 5-6 ayımı garantiye alırdım. Bir gün alışverişime şahit olan bir dostum aldığım domatesleri lezzetli ancak pahalı buldu. Oturduk hesap yaptık. Ne kadar anlatsam da beni dinlemeyen kayınvalidem, yaz kış her sabah kahvaltısında yediği bir domates için, aylık ne kadar harcıyor diye baktık; çarptık, böldük ve sonra benim haziran-eylül domates harcamama baktık, kıyasladık. Benim yıllık bazda çok daha az ödediğim sizi şaşırtır mı?

Hadi, siz de bir hesap yapın bakalım.

Pazar yeri

Ben bu yazıyı kaleme alırken domates henüz kendi bahçemde yeşil ve olgunlaşmamış haldeydi, hatta tüm domateslerimizin çiçeklendiğini dahi söyleyemem. Ayvalık, Perşembe pazarında ise domates altıncı haftasını tamamlıyordu. Haziran ortasına varmadan Dikili, temmuz itibarıyla da Burhaniye üretimi domates yiyebilmeyi umsak da tezgahlarda şimdi menşei Antalya olanlar var. Benim almayı seçtiklerim oldukça ince bir kabuğa ve süpermarketlerde görmediğimiz amorf şekillere sahip. Lezzeti de, tüm erkenciliğine rağmen, şaşırtıcı güzellikte. İstanbul’da, bu mevsimde, asla denk gelmediğim şekilde. Beş liralık fiyatı bu sebeple kabul görüyor sanırım. Yoksa üç liraya da bir domates var ancak kış boyu tezgahları süsleyen ve süpermarketlerde satılanlardan büyük bir farklılık göstermiyor. Bu Antalya menşeili domatesin Ayvalık pazarlarında nisan sonu 12 liradan açılan kilogram fiyatı altı hafta sonra sözünü ettiğim beş liraya kadar indi. Menşei olan Antalya pazarlarında benzer domateslerin 1,5-3 lira aralığında olduğu bilgisini de ekleyeyim.

Bu arada işin üretici cephesi hep olduğu gibi:

“Ticaret Bakanlığı Hal kayıt sisteminde yer alan fiyatlara göre 1 Mayıs 2019’da Ayaş domatesinin kilosu sebze meyve hallerinde 2 lira 14 kuruşa satılırken, 23 Mayıs 2019’da aynı domatesin ortalama fiyatı 1 lira 10 kuruşa düştü. Üretim maliyetlerinin kilo başına 2 liranın üzerinde olduğunu belirten domates üreticileri, bir çok halde domatesi 1 liraya bile satamadıklarını, bu şartlarda üretimin sürdürülemeyeceğini söylüyor.”

İstanbul pazarlarını bu değerlendirmeye katamayacağım, malesef. Domatesin yetişme biçimlerinin ve tarladan tezgaha kat ettiği yolun etkilerinin fiyat üzerinden kıyası kolay değil. Hele Dikili, Gömeç, Burhaniye gibi tarım alanlarının göbeğinde, Antalya’nın İstanbul’a yarı yolundaki Ayvalık’la kıyası… Siz ama lütfen bir çıkın pazara. Migros sanalmarket fiyatı 1,95 lira. Bu da not olarak dursun.

Üretim ama ne kadar ve kim için?

Türkiye’de tarla ürünü olarak en çok buğday, yaş sebze olarak domates ve meyve olarak da üzüm üretiliyor. Örneğin 2018 yılında ürettiğimiz 50 milyon ton yaş meyve sebzenin yaklaşık 13 milyon tonunu domates oluşturmuş.

Az mı, değil mi diye dünya ile kıyasladım.

Öncelikle dünyada tarımı en çok yapılan ürünmüş, domates!

2017 verileriyle paylaşıyorum, 182.3 milyon ton domates üretmiş ülkeler. En son tanışan, domatesle muhabbeti göreceli en yeni olan Çin, bu üretimde dünya lideriymiş! Dünya yaş sebze üretiminde dördüncü sırada olan Türkiye, domates üretiminde de (Çin, Hindistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ardından) dördüncüymüş. Ayrıca kişi başı 120 kg tükettiğimiz; ayrıca hem tazesini, hem de türevi salça vb ürünleri ihraç ettiğimiz bir üretimimizmiş, domates. Bu ihracat 2018 yılında 603 milyon 660 bin dolarlık döviz getirmiş memlekete! Taze domatesin talibi 55 ülkenin (bir başka habere göre ise 57) içinde ihracat boyutu ile Rusya ilk sıradaymış. Aslında iki ülke arasında diplomatik gerilimlerden payını en çok alan da domates olduğu için bir yılı diğerini tutmuyor ama bu yıl, ihraç ettiğimiz domatesin neredeyse %40’ı Rusya’ya gitmiş. Bu %40’ı değerlendirirken lütfen Rusya’nın bize domates satmaya çalıştığını, hatta Ekonomi Bakanı Maksim Oreşkin’in Rusya’nın Özbek domatesini yeğleyebileceği yönünde beyanatları bulunduğunu ve geri dönen (ve sonra kime satıldığını bilemediğimiz) domateslerin miktarının hemen her ay arttığını unutmayın.

Evet, Rusya ile diplomasi aracı, memlekette ise tanzim satışların rekortmeni canım domatesin hakkını nasıl verebiliriz, asıl soru herhalde bu!

Domatesin tazesini sadece mevsiminde yemenin püf noktaları:

Hayır, size salça yapma ya da konserveleme reçetesi paylaşmayacağım. Bolca var, google’layın, seçin yapın. Ben püf noktalarını paylaşacağım, bulduğunuz sayfaları bu bilgiler ışığında tetkik edin, öyle girişin.

Önce malzeme:

Tüm yıl cam kavanoz ve cam şişe biriktireceksiniz. Hadi biriktirmediniz, haziranda da başlayabilirsiniz bu işe, konu komşuyu devreye sokun yeter.

Öncelikle mevsiminde, mümkünse küçük üreticiden (yüzünü bildiğiniz üretici candır), toprakta, güneşin altında yetişmiş, organik gübre (koyun, inek gübresi yani) ile serpilmiş, ilaç görmemiş (organik sertifika bu bağlamda pek, pek değerli) ve kıpkırmızı olmuş domates almayı öncelikli saymalı. Pahalı mı? Az yiyelim ama umamisi yüksek, yani lezzetli ve likopeni bol, yani sağlıklı olanı yiyelim. Sahiden, yapın hesabınızı, aradaki farkı göreceksiniz. Yıl boyu her hafta süpermarkette harcadığınız parayı harcamayın domatese, göreceksiniz, karlı çıkacaksınız.

Doğru üreticiyi bulduysanız, ağustostan derdinizi paylaşacak, domatesin tarlada azaldığı vakti atlamamak üzere sürekli haberleşecek ve eylül ayını iple çekecek, domateslerin size geleceği/pazardan yüklenip eve getireceğiniz haftayı salça yapacak şekilde planlayacaksınız.

Biriktirdiğiniz kavanoz ve şişeleri “mis gibi” yapacak (hatırlıyorsunuz, değil mi, nasıl), size eşlik edecek konu komşu, arkadaşa tırtıklanacak bir börek (reçetesini vermiştim, hadi) pişirecek ve bir çay demleyeceksiniz.

Domatesler yıkanacak, birden çok kez! Ben lavaboyu doldurup doldurup boşaltıyorum, her bir domates galiba üç sudan geçiyor. Abartılı mi, olabilir. Siz kendi ölçünüzü kurun, domatesinize bağlı. Yani organikse ne gam, değilse yıkayadurun bence.

Sos yapıyorsanız, yani daha sulu bir domates ürünü; domatesleri ister öğütücüden geçirin, ister benim gibi kaba küplere bölüp tencereleyin, hiç fark etmez. Kabuksuz domates sadece çıplak değil aynı zamanda likopeninin çoğu çöpe atılmış domatestir, unutmayacaksınız. Aromatiklerle birlikte (defne yaprağı, sarımsak, tane karabiber vb) arzu ettiğiniz kıvamı yakalayana kadar tıkır tıkır pişirecek ve kavanozlayacaksınız. Aslında çok iş değil. Ben tuzu en son katma taraftarıyım ve asla ne aspirin koyarım ne de eczanelerde domates ilacı diye satılan salisilik asit (domateste zaten var, neden ekleniyor asla bilemiyorum) eklerim.

Konservelemeyi bilmeyenler, konservesine güvenmeyenler; “mis gibi” yaptıkları kavanozları, kaynar haldeki sosla doldurup, kavanozun kenarlarını tertemiz bir bezle silip, “mis gibi” kapağı ile kapatıp, bir taşım da tencerede, suyun içinde bu kavanozları kaynattıktan ve herşey soğuduğunda kapağın içeri göçtüğünü gördükten sonra… buzdolabında da koruyabilirler üretimlerini.

Ben ilk üç yılımda aynen bunu yaptım. Botulizm endişemi konservelemede ustalaşmadan yenemedim.

Katkısız, mis gibi..

Salça yapıyorsanız; sostan farklı değil, likopeni atmadan çöpe, domatesleri kaba küplere bölüp, aralarına tuz atıp bir gece bekleteceksiniz. İlk suyunu orada bıraksın, sizi yormasın. Pek çokları  bu safhada çekirdekleri de atılıyor, kıyamam diyor. Kıyın. Hatta isterseniz bu çekirdek dolu sarımtırak suyu iki domatesle birlikte blendera atın, tuzu yerinde bir domates suyu yapın ve bloody mary hazırlayın kendinize. Saatlerce domatesin sıvısını uçurmaya çalışmaktan iyidir. Esas sıkıntı kabukta. Sos salçaya dönerken ince ince kıvrılmış çıkıyor kabuklar. Benim çözümüm el blenderı. Sos halini az geçip ama hala yeterince suluyken, artık siz bileceksiniz ne vakit, el blenderını takıyorum fişe ve her şeyi incecik öğütüyorum. Son saat biraz daha özen istiyor salçada, bence, altı tutmasın, tümü eşit şekle gelsin diye karıştıra karıştıra durmak gerek başında ama bunun da kolayı var, güneşe çıkartabilirsiniz! Eğer bir balkonunuz varsa, mümkünse yayvan bir tepside, yayarak sosunuzu ve üzerine ince bir tülbent gererek üç-dört günde bambaşka bir kıvama ve hatta bir tür olgunluğa taşıyabilirsiniz salçanızı. Kimisi bu son noktada az daha tuz ekliyor, artık ona siz karar vereceksiniz.

Ağustos gelse de ajvar yapsak!

Bunları yaparken size eşlik edenlerle radyo dinlemeyi, şarkılardan fal tutmayı, bir birinizin saçına gözüne methetmeyi de sakın ihmal etmeyin. Anneannem denk gelir diye kulağınızda olsun; yıldızların altında.. Bu karanlık dünyada tek ışık muhabbetimizden kaynaklı. Geçmişle, gelecekle, burada ve yukarıda her kim, her ne can varsa yamacımızda.

(Yeşil Gazete)

Eşantiyonla kriz yönetmek: Keşmir hakkında bir çizgi-hikaye

‘Askerî engellerin kuşatması altında, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı bir olağanüstü hâl ortamında anne hastaneye nasıl götürülür mesela? Çocuğu sırra kadem basan bir baba neler yaşar? Gecenin ortasında izbe bir köşeye sinmiş bir araba dolusu adam neyin peşindedir? Okullar niye kapanır, niye açılır?’

Dünyada sorunların çözülemediği, sürekli kan kaybeden ihtilaflı bölgeler var: Filistin, Sri Lanka, geniş Kürt coğrafyası, Doğu Türkistan, Kıbrıs, Tibet… (Liste uzatılabilir). Buraları aynı zamanda dünya siyasetinin turnusol kağıdı gibi. Devletlerin güçsüze sempati duyar gibi yaptığı; ama güçlüyle ittifakını bozamadığı; dünya arenasında kendini göstermek isteyen siyasetçilerin hakkında ahkâm kestiği, arabulucu rolüne soyunduğu ve sonra çark ettiği; çözümsüzlüğün kronik hâle geldiği; kimi zaman hatırlanan, sonra yoğun gündem akışında yine unutulan yerler buraları. Hakikatin, müzakerenin, demokratik kurumların, ortak değerlere yapılan atıfların yetmediği; devletlerin en karanlık işlerini icra edebildikleri; zaman geçtikçe sorunların katmerlendiği, içinden çıkılamaz coğrafyalar…

Henüz Türkçeye çevrilmemiş (ama umarım çevrilecek olan) Munnu: Keşmirli Bir Çocuk isimli kitap işte böyle bir coğrafyada büyümeyi anlatıyor. Kitap, bir çizgi hikâye, yazarı Malik Sajad.*

Keşmir, tarih boyunca pek çok devletin istilasına uğramış. 1846’da İngilizler, daha doğrusu Doğu Hindistan Şirketi ülkeyi işgâl etmiş. Ancak bölgenin dağlık olmasından ve dolayısıyla yönetilmesinin zorluğundan ötürü, bütün ülkeyi üstündeki insanı-bitkisi-hayvanı ile beraber 7.5 milyon Rupi’ye Gulab Singh isimli bir Hint prensine satmışlar. Prens, yaptığı masrafı çıkarabilmek için ağır vergiler koymuş, insanları köleleştirmiş ve Britanya’nın görmeyen gözetiminde yeri gelmiş kıyım yapmış. Verdiği ana paranın üstüne aynı anlaşma gereği (Amritsar-1846) her sene Britanya’ya düzenli olarak vermesi gereken “vergiyi” böylelikle toplayabilmiş; Britanya’daki muazzam ilerlemeye; demokrasinin, insan haklarının gelişmesine katkı sunmuş. Yaklaşık yüz sene bu böyle devam etmiş. 1947’de Britanya nihayet çekilirken alelacele bir çizgi çekerek Hindistan’ın içinden bir Pakistan çıkarmış. Detaylara girmiyorum, büyük bir nüfus mübadelesi ve yaklaşık bir milyon insanın ölümüyle sonuçlanan masa başında alınmış bir kararı konuşuyoruz.

Bitkisiyle, insanıyla bir ülkeyi ‘bağışlama’

Bu süreçte Keşmir’in kaderini çizmek yine aynı ailenin kararına bırakılmış. Bunun üzerine Keşmirliler, “biz parayla alınıp satılabilen eşya değiliz, özgürlük istiyoruz” deyince 200 bin kişi öldürülmüş, 300 bin kişi kaçmak zorunda kalmış. Ancak bu defa geçmişteki isyanlardan farklı olarak kendilerine hamilik yapmaya soyunan çiçeği burnunda bir devlet varmış: 22 Ekim 1947’de Pakistan’ın desteklediği gruplar Keşmir’e girmiş. Dönemin prensi Hari Singh can havliyle Hindistan’a sığınmış, koruma karşılığında Keşmir’i Hindistan’a bağışlamış. Yine bitkisiyle, insanıyla beraber… Beş gün sonra bu defa Hint askerleri Keşmir’e intikal etmiş. Sonunda Keşmir, Birleşmiş Milletler‘in araya girmesiyle ikiye ayrılmış (1948). Yani bir gecede yandaki çayırlık başka bir ülke hâline gelmiş. Akrabalar ayrılmış, coğrafyanın kendine has hareket rotaları yasaklı hâle gelmiş. Bu esnada kendine ait ayrı bir dili, kültürü olan Keşmirlilerin bağımsız olma talebi kimse tarafından dikkate alınmamış. Ülke, iki (ve hattâ üç) ayrı nükleer gücün çekişme sahası hâline gelmiş.

Bugün Keşmir her anlamda bölünmüş durumda. “Azad Keşmir” isimli bölge Pakistan’ın kontrolünde. Daha büyük olan “Cemmu ve Keşmir” denen bölge ise Hindistan’da. Bu iki bölgedeki 10 milyonluk toplam nüfusun %70’inin Müslüman olduğu tahmin ediliyor. Geri kalanlar ise Hindu, Sih ve Budist. Ülkenin kuzeyindeki bir bölgeyi ise Çin işgâl etmiş. 1962’de Çin ve Hindistan arasında bu toprak parçası için çıkmış bir savaş var.

Cemmu ve Keşmir içinde de farklı politik mevziler bulunuyor. Bir grup (bekleneceği üzere) Hint yönetimiyle ittifak hâlinde. Bir grup hâlâ tam bağımsızlık istiyor, bir diğer grup ise Pakistan’la birleşmek… Sonuç: İsyanlar, sokağa çıkma yasakları, düzenli hâle gelmiş şiddet, politik suikastlar, faili meçhuller, “biz dizlerine nişan alıyoruz, onlar çocuklarını öne sürdükleri için çocuklar ölüyor” diyebilen askerler, tecavüzler… Kaç kişinin öldüğü bile tam olarak bilinmiyor. Her tahmin, hakikatten çok söyleyen kişiye dair fikir veriyor adeta: Keşmirli insan hakkı aktivistlerine göre 90 bin, ayrılıkçı militanlara göre 100 binin üzeri, Hindistan gazetelerine göre 30-40 bin, Hindistan Hükümeti’ne göre 20-30 bin (ama hepsi terörist) kayıp var. Daha “nesnel” yabancı gözlemciler ise 47 bin-72 bin gibi bilimsellik havası veren küsuratlı sayılar öne sürüyor. Ancak onların da güvenilirliği binli hanelere kadar…

Aşina hikayeler

İşte kitap böyle bir ortamda geçiyor. Gündelik hayatı devam ettirmek; bükülmek, kırılmak, susmak, isyan etmek ve sineye çekmek üzerine olduğu da söylenebilir. Askerî engellerin kuşatması altında, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı bir olağanüstü hâl ortamında anne hastaneye nasıl götürülür mesela? Çocuğu sırra kadem basan bir baba neler yaşar? Gecenin ortasında izbe bir köşeye sinmiş bir araba dolusu adam neyin peşindedir? Okullar niye kapanır, niye açılır? Gelip giden Batılı diplomatların gündemi nedir?

Kendi coğrafyamızdan aşinalık hissedeceğimiz bir sürü hikâye anlatılıyor kitapta. Bir çırpıda okunan, insana kimi zaman derin bir keder kimi zaman dirayet hissi veren sıra dışı bir eser.

Aşağıya, kitaptan kısa bir bölüm koyuyorum. Bir grup Avrupalı delegenin, Munnu (Malik Sajad) ve bir arkadaşıyla tanışmak istemesi üzerine Munnu uzun uzun düşünmeye başlar: Onlara neyi, hangi sırada anlatmalıdır?

Son olarak: Keşmirliler, soyu tehlikede olan Keşmir geyiğinden ilhamla geyik olarak çizilmiş.

2 Mayıs 2017- Yeni Şafak

 

*Yazarın adını Melik Sacit diye okuyabiliriz. İlgilenenlerin bulması için kitapta geçtiği gibi yazdım.

Kitabın Künyesi:

Munnu: A Boy from Kashmir, 2015

Malik Sajad

Fourth Estate, London

(Yeşil Gazete)

 

Sanatınızı fosil yakıtlardan temizleyin

‘Artık endüstri sonrası bir sektör olarak, sanat kurumlarının farklı sektörlerle olan ilişkisinde gereksiz ikiyüzlülükler görmeyi istememek bir çeşit sanat-sever hakkı olabilmeli.’

Yokoluş İsyanı fosil yakıt şirketlerini protesto etmediği ya da Londra’nın işlek caddelerini işgal etmek gibi doğrudan ve şiddetsiz eylemler yapmadığı zamanlarda ülkenin sanat kuruluşlarına yöneliyor. Aktivistler kararlı bir şekilde, toplumla güçlü etkileşimi olan bu büyük sanat kuruluşlarının fosil yakıt şirketleriyle bütün sponsorluk ilişkilerini sonlandırmalarını talep ediyorlar. Bu yılın Şubat ayında yüzlerce aktivist İngiliz Müzesi’ni işgal etmiş, açtıkları pankartlar ve sloganlarıyla BP’nin Irak savaşındaki ve iklim krizindeki rolünü hatırlatarak müzenin şirketten aldığı sponsorlukları hemen durdurmasını talep etmişti.

20 Haziran’da başka bir müze, Doğa Tarihi Müzesi, Jeoloji Topluluğu Petrol Grubu’nun her sene düzenlenen yemeğine mekan sahipliği yapacağını duyurdu. Yokoluş İsyanı aktivistleri ise ekolojik yıkım ve iklim krizi konusunda duyarlılığı öncelikli kurumlar arasında olması gereken müzeyi protesto edeceklerini ve söz konusu partiye (?) davetsiz katılacaklarını açıkladılar.

BP gibi fosil yakıt şirketlerinin çok sayıda sanat kuruluşuyla benzer sponsorluk ilişkileri var. Aslında sanatı daha ulaşılabilir kıldığından dolayı oldukça pozitif bir girişim. Üstelik dünyanın dört bir yanındaki sanatseverler için bu böyle. Mesela 2000’li yılların başında herhangi bir Giselle balesinin tüm performans kayıtlarını bulmak da bulduğunuz kaydı izleyebilecek uyumlu bir sürücü bulmak da zordu. En ulaşılmaz performanslar arasında da İngiliz Kraliyet Balesi olduğunu söylemeye gerek yok sanıyorum. Bugün sosyal medyaya düşen kısa videoların yanında, ilgili sponsorlar sayesinde Kraliyet Opera ve Balesi’nin performanslarını Avrupa’nın ilgili şehirlerinin sinema salonlarında izleyebiliyorsunuz. İstanbul’da da Zorlu Center, gösterim yerlerinden biri. Tabii bu durum Londra’da daha da yayılmış vaziyette. İngiliz Kraliyet Operası’nın ilgili temsillerini şehrin belirli alanlarındaki büyük ekranlardan canlı ve ücretsiz bir şekilde izleyebiliyorsunuz. Elbette arada ana sponsor BP’nın reklamlarıyla beraber… Böylesine olumlu ve prestijli bir fırsat kaçamaz.

Bu anlamda aktivistler, oldukça etik ve haklı sorular soruyorlar diye düşünüyorum. İngiltere Kraliyet Opera ve Balesi gibi bir kuruma BP gibi bir şirket dışında farklı sponsorluklar gelmesi çok mu zordur? Diyelim ki o kadar da kolay değil. Bu gösterimler ve sponsorluklar ne kadar vazgeçilmez olabilir?

Tam olarak bu yüzden olsa gerek, aktivistler yakın zamanda fosil yakıt şirketleri ile sponsorluk ilişkisi olan başka bir sanat mekanı Ulusal Portre Galerisi’nin önünde de pankartlarını açtılar ve sanat kurumlarının bu tehlikeli ilişkisine dikkat çektiler.

Tehlikeli olmasının pek çok nedeni var; ama önümüzde en bariz şekilde duran ilklerden bahsetmek gerekirse, öncelikle ilgili müze ve sergilerin isimleriyle, sergilenen eser ve bilgileriyle beraber fosil yakıt şirketlerinin anılması; sergilerin içerdikleri bilgi ve ziyaretçileriyle olan iletişimlerine bu şirketlerin belirleyici olması, onlara sadece ulaşım ya da çalıştıkları diğer alanlarda değil tarih, kültür ve sanat alanlarında da hak etmedikleri bir alan açtığımızı gösteriyor. Sanat gizemli ve fazla ayrıcalıklı görünebilir; gerçekten böyle de olabilir ama toplumların algısında belli bir yeri her daim vardır. İngiltere Kraliyet Opera ve Balesi’nin kökleri bugün sponsorluğunu aldığı BP şirketinden yüz yıl daha eski.  Artık endüstri sonrası bir sektör olarak, sanat kurumlarının farklı sektörlerle olan ilişkisinde gereksiz ikiyüzlülükler görmeyi istememek bir çeşit sanat-sever hakkı olabilmeli. Ayrıca BP gibi bir şirketin kurumsal iletişim ve halkla ilişkiler aracı olarak sanat kurumlarını kullanmasına bir vatandaş olarak karşı çıkılabilmeli.

Aktivistlerin yaptıklarıyla tam olarak buna ket vuruluyor. BP gibi bir fosil yakıt şirketinin sanat ve doğa sever görünümlerini ters – yüz edilerek şirketin ekolojik yıkım ve iklim krizindeki rolü ön plana çıkarılıyor.

Sanırım asıl konu hiçbir zaman sanat ya da doğaseverlik de değildi.

(Yeşil Gazete)

 

Neden Akdeniz’in en kirli kıyıları Türkiye’de?

‘Dış güçler’ tanımlaması ironik, ama gerçek. Belki de ender gerçek olduğu alan. Ancak bu bizim hiç çöp boşaltmadığımız anlamına gelmiyor. 10 çöpten üçü yabancı menşeili olsa da yedi tanesi halis muhlis yerli ve milli.

Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) tarafından hazırlanan bir rapora göre Akdeniz’e dakikada 33 bin 880 plastik şişeye denk plastik atık karışıyor. Kıyılarına en fazla plastik atık vuran ülkelerin başında Türkiye geliyor. Aslına bakarsanız raporun dayandığı asıl kaynak 2018 yılında İtalya’da Svitlana Liubartseva liderliğinde yapılan bir modelleme çalışması. Bu çalışmaya göre Türkiye’nin Kilikya baseni olarak adlandırılan ve Antalya, Mersin İskenderun körfezlerini de içine alan bölge, Akdeniz’in en kirli bölgelerinden biri. Çalışma sahillerdeki, deniz yüzeyindeki ve deniz dibindeki plastikleri ayrı ayrı tahmin etmiş. Çalışmanın en önemli sonucu Akdeniz’e boşalan plastiklerin ana kaynaklarını modellemiş olması. Buna göre yıllık 20 bin ton ile toplam plastik girişinin %20’sini gemi trafiği sağlıyor. Daha sonra 6.772 ton ile Nil Nehri, 5.109 ton ile Ceyhan Nehri ve 3.465 ton ile Seyhan Nehri geliyor. Beşinci sırada ise 2.406 ton ile Büyük menderes Nehri yer alıyor. Yani Akdeniz’deki yıllık plastik girişinin 8.200 ton ile %17.8’lik kısmını sadece bu üç büyük nehir ile Türkiye sağlıyor. Ayrıca İzmir şehri de sıralamaya 1562 ton ile sekizinci sıradan giriş yapmış.

Kaynak: https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0025326X18301000#!

Çalışmaya göre 2013-2017 yıllarında yüzey suyundaki plastik çöp miktarı Kilikya bölgesinde 20 gr/km2 den daha fazla. Ardından ise sırasıyla Katalan denizi ve Kuzeydoğu Adriyatik denizi geliyor. Bunun yanında bazı küçük birikim noktaları da tespit edilmiş. Bunlardan biri de İzmir Körfezi.

Kaynak: https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0025326X18301000#!

Sahillerdeki plastik çöplerde de sıralama benzer şekilde. Ancak bu sefer üçüncülük İsrail’de. Kilikya bölgesi kıyıları günde 31.3 kg çöp akışıyla en fazla plastik çöpe maruz kalan bölge. Barselona kıyıları 26.1 kg ile ikinci, İsrail kıyıları ise 21 kg ile üçüncü.

Deniz dibindeki plastiklerde ise özellikle İskenderun ve Mersin Körfezi dipleri şampiyon. Çalışmada kesin bir değer belirtilmemiş olsa da bizim yaptığımız bir çalışmada Mersin Körfezi’nin deniz dibinde 2017 yılında 86.3 kg/km2’lık bir plastik çöp (2670 adet) birikimi tespit etmiştik.

Kaynak: https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0025326X18301000#!

Peki bu çöplerin bu derece çok olmasının nedenleri nelerdir? Neden Akdeniz’in Türkiye kıyıları bu kadar kirli? Biz mi gerçekten bu kadar kirletiyoruz yoksa “dış güçler” mi? Şaka değil, özellikle Doğu Akdeniz kıyılarımızda böyle bir inanış var ve yersiz de değil.  Denizleri sınırlar ile ayıramadığımız için, Akdeniz’e kıyısı olan bir ülkeden denize atılan bir çöp başka bir ülke kıyılarına çıkabiliyor. Çünkü akıntılar var. Kilikya bölgesi de ciddi bir akıntı etkisi altında. Nitekim Hatay, Adana ve Mersin kıyılarında ciddi oranda dış kaynaklı çöp mevcut. Özellikle Mısır, Lübnan, Suriye ve Filistin ana kaynaklar. Zira bu ülkeler çöplerini direkt olarak denize boşaltıyorlar. Hatta geçen yıl Samandağ sahilinde Lübnan’daki bir restorana ait açılmamış ketçap paketi bulmuştum.

Bunun yanında, Suriye’deki Rus askeri üssünden atılmış olması muhtemel Rusça etiketli çöpler de bulmuştuk. Gaz maskeleri vs. de vardı.

 

Yani dış güçler tanımlaması ironik, ama gerçek. Belki de ender gerçek olduğu alan. Ancak bu bizim hiç çöp boşaltmadığımız anlamına gelmiyor. 10 çöpten üçü yabancı menşeili olsa da yedi tanesi halis muhlis yerli ve milli.

Seyhan ve Ceyhan nehirleri Akdeniz bölgesindeki en önemli tarımsal alanlardan birinin, yani Çukurova’nın içerisinden geçerek denize dökülüyor. Bu esnada da ne var ne yok toplayıp denize boşaltıyor. Ayrıca yetersiz alt yapıya sahip olan kıyı şehirleri de (Antalya, Mersin, İzmir vb) herhangi bir aşırı yağış esnasında ne kadar çöp varsa denizlere gönderiyor. Tevekkeli “yağmur yağdı ortalık temizlendi” diye boşuna denilmiyor. Her ne kadar son zamanlarda bu deyim geçerliliğini yitirmiş olsa da en ufak bir sel esnasında tonlarca çöpün denize aktığını biliyoruz. İşte tüm bu çöpler yani şehir çöpleri, tarımsal çöpler ve daha niceleri denize gittikten sonra tekrar kıyılara vuruyor. Bu da Türkiye’nin Akdeniz kıyılarını Akdeniz’in en kirli kıyıları yapıyor. Bunun yanında Büyük Menderes Nehri ve İzmir Şehri de ciddi bir kirlilik kaynağı. Yani bir yerde insan faaliyeti çok olunca orada çöp de çok oluyor.

Bunların dışında gemi trafiği de ciddi bir çöp üretim kaynağı. Unutmamak gerekir ki gerek İzmir’de gerek Mersin’de gerekse de İskenderun’da devasa limanlar mevcut. Bunun yanına özel işletmelerin limanlarını da eklersek, tablo daha da anlaşılır oluyor.

Her zaman tekrarladığımızı söylemekten bıkmadan tekrar söyleyelim: Tüm bu kirliliğin ana sebebi bizim tüketim alışkanlıklarımız.

Arılar ve balıklar konuşursa: Robotlar aracılığıyla türler arası iletişim – Fatih Güleç

‘Araştırmacılar, bu yaklaşımın bitkiler, mantarlar ve mikroorganizmalar gibi türler arasında etkileşim sağlamak için kullanılabileceğini belirtiyor.’

Robotlar, 20’inci yüzyılda bilim kurgu olmaktan çıkıp laboratuvarlarda insanların çeşitli isteklerine cevap vermek için geliştirilmeye başlandı. Sanayide, üretim süreçlerini değiştirirken insan emeğinin yerine geçiyor. Isaac Asimov’un “Ben, Robot” kitabındaki öykülerinde kurguladığı “pozitronik beyinli” robotlar, 21’inci yüzyılda yapay zekâ ile birlikte artık daha çok hayatlarımıza giriyor. Peki, bu öğrenebilen robotlar, hiç etkileşime girmeyen canlılar arasında iletişimi sağlayabilir mi? Bir grup bilim insanı bunun için ilk adımı atmayı başardı.

Herhangi bir hayvan türüne ait bir sürünün içerisine yerleştirilen bir robotun hayvan davranışları üzerine olan etkileri yaklaşık son on yıldır üzerinde çalışılan bir konu.  Örneğin, robotlar aracılığıyla bir sığır sürüsünün hareketlerinin değiştirilebileceği (Correll, 2008) veya robotların bir hamamböceği sürüsünün kolektif karar verme süreçlerini etkileyebileceği gösterildi (Halloy, 2007). 2019 yılı Mart ayında “Science Robotics” dergisinde yayımlanan bir çalışma ile ilk defa iki farklı hayvan türünün birbirleriyle etkileşerek ortak karar alabildiği gösterildi (Bonnet, 2019). Bu çalışma, Avusturya, İsviçre, Almanya, Fransa, Hırvatistan ve Portekiz’de yer alan altı farklı araştırma enstitüsünün ortaklaşa yürüttüğü ASSISIbf (Animal‌ and‌ robot‌ Societies‌ ‌Self-organise‌ and‌ Integrate‌ by‌ Social‌ Interaction‌- bees‌ and‌ fish)‌ adlı 6 milyon avroluk bütçeye sahip bir Avrupa Birliği projesi kapsamında gerçekleştirildi.

Robotlar nereye kadar?

Araştırmacılar, biri İsviçre’de, biri Avusturya’da olmak üzere Şekil-1’de görülen iki farklı deney düzeneği geliştirdiler. İsviçre’deki düzenekte, dairesel koridor şeklinde bir havuz ve bu havuzun içinde bir zebra balığı sürüsü bulunuyor. Bu sürünün içinde ayrıca bir adet robot-balık kullanılıyor. Balıkların saat yönü (CW) veya saat yönünün tersi (CCW) olmak üzere iki yönde yüzme seçeneği mevcut. Bu robot-balığın alttan bilgisayar içeren bir düzenek ile hangi yöne doğru yüzeceği kontrol ediliyor. Avusturya’daki düzenekte ise bir bal arısı sürüsü ve iki adet sabit robot-arı mevcut. Her bir robot-arının üzerinde sıcaklık ve kızılötesi (IR) yakınlık sensörleri ve robotun sıcaklığını kontrol etmeye yarayan Peltier eleman mevcut. Buradaki arı sürüsü, robot-arıların sıcaklığına göre hangisinin etrafında toplanacaklarına yönelik bir seçim yapıyorlar. İki düzenek de kameralar vasıtasıyla izlenerek balıkların hangi yöne doğru yüzdüğü ve arıların da hangi robot-arının etrafında toplandığı tespit ediliyor. Bu iki düzenek internet vasıtasıyla birbirine bağlanarak kapalı döngü bir sistem kuruluyor.

Şekil 1 – İsviçre ve Avusturya’da kurulan deney düzenekleri

Bu kapalı döngü sistemde arıların hangi robot-arı etrafında toplandığı, diğer taraftaki robot-balığın yüzme yönünü etkiliyor. Benzer şekilde robot-balığın yüzme yönü hangi robot-arının daha sıcak olacağını etkiliyor. Buradaki video (https://www.youtube.com/watch?v=t9Aj_9nto88) ile de izlenebilecek bu deneyde başlangıçta bir kaos oluyor. Arılar farklı robot-arıların etrafında toplanırken balık sürüsündeki balıklar farklı yönlerde yüzüyor. Ancak yaklaşık 25 dakika sonra iki taraf arasında bir uzlaşma sağlanıyor ve her iki sürü de koordineli olarak ortak bir seçim yapıyor. Bu durum, normalde etkileşimde bulunmayan iki farklı tür arasında robotlar aracılığıyla koordinasyonun sağlandığını gösteriyor.

Peki, bu çalışma ne gibi şeylerin önünü açacak? Araştırmacılar, bu yaklaşımın bitkiler, mantarlar ve mikroorganizmalar gibi türler arasında etkileşim sağlamak için kullanılabileceğini belirtiyorlar. Böylelikle, ekosistemler içinde bilgi akışı sağlayarak kopuk bağlantıların tekrar kurulması sağlanabilir.  Ayrıca, robotik sistemlerin hayvan davranışlarını öğrenip adapte olduğu uygulamalar da mümkün olabilir. Bunun yanında, iki farklı türün haberleşebilmesi, türlerin farklı alanlardaki potansiyelini kullanmamızı sağlayabilir. Sonuç olarak, bu yaklaşım ile tarım, hayvancılık ve çevre koruma başta olmak üzere birçok alanda doğaya zarar vermeden yeni bio-hibrit sistemler geliştirmek mümkün olabilir.

Kaynakça

-Bonnet, F. M.-F. (2019). Robots mediating interactions between animals for interspecies collective behaviors. Science Robotics, 4(28), eaau7897.

-Correll, N. S. (2008). Social control of herd animals by integration of artificially controlled congeners. (s. 437-446). Springer.

-Halloy, J. S. (2007). Social integration of robots into groups of cockroaches to control self-organized choices. Science, 1155–1158.

(Yeşil Gazete)

 

Çocuklar iklim krizini Documentarist’te anlatacak

‘Bu, her şeyin ötesinde bir âcil durum ve herhangi bir âcil durum da değil. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük kriz. Bu, facebook’da ‘like’ edeceğiniz bir şey değil.’

İklim krizi ile ilgili 2018 Ağustos’tan itibaren yaptığı okul boykotuyla iklim eylemlerinin sembol ismi haline gelen İsveç’li Greta Thunberg, Viyana’da yapılan Avusturya Dünya Zirvesi’nde büyüklere böyle sesleniyordu. Greta’nın iklim krizine dikkat çekmek için yaptığı küresel eylem çağrısına, dünyanın dört bir tarafından ses veren çocuklar arasına Türkiye’den çocuklar da katıldı.

15 Mart 2019’da gerçekleşen İklim Adaleti İçin Uluslararası Grev’e katılan, o günden beri dönem dönem bir araya gelen eylemci çocuklar her platformda seslerini duyurmaya çalışıyor. 12. Documentarist kapsamında düzenlenen Açık Forum‘da kaygılarını, hedeflerini ve yöntemlerini anlatacak olan eylemciler, 20 Eylül 2019’da ikincisi yapılması planlanan uluslararası grev çağrısını da yineleyecek. “Durum Acil” diyen çocukların sesine kulak vermek için tüm “yetişkin” ve çocuklar foruma davetli.

Tarih: 16 Haziran Pazar 12:00
Yer: Yapı Kredi Kültür Sanat

https://www.facebook.com/events/616624825523142/