Ana Sayfa Blog Sayfa 2381

‘Engelsiz Festival’ bugün kapılarını açıyor

Sanata erişimin lütuf değil hak olduğunu vurgulayan Engelsiz Filmler Festivali, yedinci kez sinemaseverlerle buluşuyor.

Bu yıl İstanbul, Eskişehir ve Ankara olmak üzere üç şehirde gerçekleşecek #EngelsizFestival, bugün kapılarını sinemaseverlere açıyor. Türkiye ve dünya sinemasının en iyi örneklerinden 48 filmi, görme ve işitme engelli sinemaseverlerin erişimine uygun olarak erişilebilir mekanlarda sunacak Engelsiz Filmler Festivali, film gösterimlerinin yanı sıra tüm yan etkinliklerini de erişilebilir olarak gerçekleştirecek.

Festival’in #İstanbul gösterimleri, 7-9 Ekim tarihleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Sinema Salonu Sinebu‘da.

Festival programında her yıl olduğu gibi Türkiye sinemasının son dönemde öne çıkan en iyi örneklerden derlenen “Engelsiz Yarışma”, Dünya sinemasından ödüllü filmlerin yer aldığı “Dünyadan”, animasyon filmlerden oluşan ve yeni nesil sinemacılara esin kaynağı olmayı amaçlayan “Çocuklar İçin”, Türkiye sinemasının nitelikli kısa filmlerinden derlenen “Uzun Lafın Kısası” bölümleri yer alıyor.

Festival, yedinci yılında Ayrıksı Otu, Rehber Köpekler, Bizim İçin, Bizsiz Asla! ve Kim Demiş? adlı dört yeni başlığı da sinemaseverlerle buluşturacak Engelsiz Filmler Festivali’nin kurucuları arasında yer aldığı Be In! Erişilebilir Festivaller Ağı’nın hazırladığı “Be In!” başlıklı ortak kısa film seçkisi, Festival programındaki yerini alacak.

Festival’deki tüm filmler göremeyenler için sesli betimleme, duyamayanlar için işaret dili ve ayrıntılı altyazı ile gösterilecek. Tüm gösterim ve yan etkinlikler ücretsiz.

Engelsiz Filmler Festivali ile ilgili ayrıntılar tıklayın

İklim krizine karşı eylem haftası başlıyor

BM İklim Eylem Zirvesi’nin ardından iklim aktivistleri, ikinci kez iki  haftalık iklim eylemlerini başlatıyor. Dünya genelinde yaklaşık 60 şehirde 15 gün boyunca aralıksız protesto gösterileri yapılacak.

Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı)’ adıyla bir araya gelen iklim aktivistleri Almanya‘nın başkenti Berlin’de Başbakan Angela Merkel’in ofisi önünde çadırlarla kamp kurmaya başladı. Alman haber ajansı dpa aktivistlerin sabah saatlerinde parlamento binasının önünden, Berlin Zafer Sütünu‘na kadar yürüdüklerini ve zafer anıtının bulunduğu kavşağı işgal ettiklerini bildirdi.

Euronws’in bildirdiğine göre, Berlin güvenlik güçlerinin paylaştığı bilgilere göre eyleme bin kişi katıldı. Berlin’de sokağa çıkan eylemciler hükümetin derhal iklim konusunda “acil durum” ilan etmesini istiyor. İklim krizini daha da kötüleştirecek her kararın yeniden gözden geçirilmesini talep eden grup, karbondioksit emisyonunun 2025 yılına kadar sıfıra indirilmesini talep ediyor.

Almanya’nın halihazırda 2020 hedeflerini yüzde 25 oranında ıskalaması bekleniyor.

Araçlarınızı evde bırakın’

Göstericiler Berlin’in ana meydanlarından Potsdam ve diğer ana yollarda trafik akışını engellemeyi planlıyor. Cuma günü gruptan yapılan açıklamada “sürücülerin araçlarını evlerinde bırakmalarını tavsiye ediyoruz” uyarısı yapıldı. Aktivist grubun sözcülerinden biri kamplarda atölye çalışmaları yapılacağını ve iklim bilincini artırıcı etkinlikler düzenleneceğini açıkladı. Polisten yapılan açıklamada da gösterilere katılım için 6 bin kişinin kayıt olduğu belirtildi.

Doğudan batıya 60 kentte eylemler

İklim aktivistleri Avusturalya ve Yeni Zelanda’da da eylemler düzenledi. Avusturalya’nın Melbourne kentinde eylemciler meclis binası önünde nöbet tuttu. Sidney‘de ise eylemciler şehrin işlek bir caddesi üzerinde oturma eylemi gerçekleştirdi. Brisbane‘de bir grup eylemci kendilerini köprüye zincirledi.

Yeni Zelanda'daki eylemden
Yeni Zelanda’daki eylemden

Yeni Zelanda‘nın Wellington kentinde ise eylemciler trafik akışını engellemek için bir aracı zincirledi.

Paris’te AVM eylemi

Fransa‘nın başkenti Paris’te de iklim eylemcileri bir alışveriş merkezinde gösteri yaptı. Göstericiler 17 saat boyunca alışveriş merkezini işgal etti, masa ve sandalyelerden barikat kurdu.

Yer yer biber gazı da kullanan polis, göstericileri AVM dışına çıkarmakta başarısız oldu. Üzerlerinde “Benzini değil kapitalizmi yakın” yazılı pankartlar açan aktivistler, pazar sabahı kendi istekleri ile AVM’yi terk etti. Yokoluş İsyanı aktivistleri Paris’te de 12 Ekim’e kadar “plastik atıkları”, “okyanusları koruma”, ve “iklim değişikliği nedeniyle zorunlu göç” gibi temalarda her gün farklı eylemlere imza atmayı planlıyor.

Londra’da 10 kişi göz altına alındı

Yokoluş İsyanı gösterilerinin ilk başladığı Londra’da iki haftalık eylem planı öncesi polis grup tarafından depo olarak kullanılan bir binayı bastı. Londra polisinden yapılan açıklamada kamu huzurunu bozma amaçlı planlar yapma şüphesiyle 0 kişinin göz altına alındığı belirtildi.

https://twitter.com/damiengayle/status/1180474119390928896

Grup yaptığı açıklamada “hükümetten enerji ve kaynaklarını hepimizi tehdit eden iklim ve ekoloji krizine ayırmalarını istiyoruz” dedi.  Yokoluş İsyanı eylemcileri, nisan ayında 11 gün boyunca düzenlediği eylemlerde yolları kapatmış toplu taşıma araçlarını engellemişti.

Yokoluş İsyanı hareketi sivil itaatsizlik eylemleri aracılığıyla iklim değişikliği ile mücadelede daha etkin adımlar atması için hükümetler üzerindeki baskıyı artırmak istiyor. Aktivistler dünya genelinde 60 kentte iki hafta boyunca şiddet içermeyen, yaratıcı eylemler düzenlemeyi planlıyor. Hareket, Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya, Arjantin, Güney Afrika ve Hindistan’da protesto gösterileri düzenleyecek.

Güney Kore, hava kirliliğine karşı 60’a yakın kömür santralini geçici olarak durduracak

Güney Kore’de Ban ki Moon başkanlığındaki Ulusal İklim Değişikliği ve Hava Kirliliği Konseyi’nin aldığı kısa vadeli hava kirliliği önlemleri kapsamında, ülkedeki 60’a yakın santralin işletmesinin geçici olarak durdurulması gündemde.

Güney Kore’nin eski BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon başkanlığındaki İklim Değişikliği ve Hava Kalitesi Ulusal Konseyi (NCCA), 30 Eylül’de Devlet Başkanı Moon Jae-in’e yaptığı ‘hava kirliliğine karşı kısa vadeli’ önlem önerisini açıkladı. Ülke halkı için büyük bir şikayet kaynağı olan ve gittikçe artan hava kirliliği ile mücadele için kurulan bir başkanlık danışma organı olan NCCA, aylardır yapılan konsey toplantıları, kamuya açık bir tartışma süreci ve Enerji Bakanlığı ile yapılan görüşmelerden sonra, Kore’nin 60 kömür enerji ünitesini etkileyecek aşağıdaki önlemleri içeren nihai önerisini sundu:

Geçici kapatma: 3 ay süre ile asgari dokuz, azami 14 kömür santrali birimi ile mart ayında asgari 22 birim, azami 27 kömür santrali kapatılacak. Önerinin hayata geçirilmesi halinde Güney Kore’nin 60’a yakın kömür santrali ünitesinin üçte bir ila yaklaşık yarısı askıya alınacak.

Geçici kısıtlama: Geri kalan 33 ila 46 askıya alınmamış birimin üst sınırı, üretim kapasitelerinin yüzde 80’ini aşmayacak.

Teklif,  Mayıs 2020’de sunulacak orta-uzun vadeli yeni öneri için bir eylem maddesi olarak “kömür azaltma yol haritasının” hazırlanmasını kapsıyor. Alınacak önlemlerin, tek başına yaklaşık 3.500 ton kömür tozunu azaltması bekleniyor. ‘Geçici kapatma’ önlemiyle birlikte de  dört ay içinde tahminen 13 milyon ton sera gazı emisyonunun atmosfere salınması önlenecek.

Başkan Moon, Ban Ki-Moon’a, Konsey’in tavsiyelerini doğrudan politikaya çevireceği konusunda kamuoyu önünde söz vermişti. Bu nedenle de hükümetin söz konusu tavsiyeleri bu aralık ayından itibaren uygulaması muhtemel görünüyor.

Bu bir İsyan Haftasıdır

15 Nisan haftasında, Londra’da bir hafta süreyle gerçekleşen sivil itaatsizlik eylemlerinin ikincisi bugün başlıyor.

İklim aktivistleri hafta boyunca Berlin, Paris, Amsterdam, Roma, Viyana, New York ve yine Londra gibi şehirlerin sokak, köprü ya da meydanlarını işgal edecekler. Şiddetsiz doğrudan eylemlere katılanların ortak amaçları iklim krizinin aciliyetine ve ekolojik yıkımın sonuçlarına dikkat çekerek bir an önce harekete geçilmesini sağlamak.  İlgili krizlere dair bilim insanlarının çalışmalarından yola çıkan aktivistler, şimdiye kadar yaptığımız gibi inkârcılığın, meseleyi küçümsemenin ya da alışılagelen başa çıkma yollarının başarısız olduğunu söylüyor ve yaşam için isyan etmeye çağırıyorlar.

Bu eylemliğin çağrısını yapan ve kısa sürede yayılan Extinction Rebellion – yani Yokoluş İsyanı adındaki aktivist ağın nasıl başladığını, taleplerini ve eylem biçimleri ile stratejilerini nasıl belirlediğini hafta boyunca değerlendirmenin faydalı olabileceği kanısındayım. İklim hareketi dediğimizde aslında en az son otuz yıla yayılan bir sivil toplum inisiyatifinden ve toplumsal bir hareketlilikten bahsediyoruz. Yokoluş İsyanı’na dair tartışmalar da, bu hareketliliklerin bundan sonra nasıl evirilebileceğine dair en azından bir (1) verimli alan açabilir. Çünkü on binlerce aktivistin de söylediği gibi,

  • Ne istiyoruz?
  • İklim Adaleti
  • Ne zaman istiyoruz?
  • Şimdi.

Başlangıç: Okyanuslar yükseliyor. Şimdi ne yapacağız?

Geçtiğimiz yıl Greta Thunberg’in İsveç’te iklim grevine başlamasından kısa bir süre sonra İngiltere’de Yokoluş İsyanı, yine iklim krizi ve 6. Büyük Yokoluş’a dikkat çekmek için yaptığı sivil itaatsizlik eylemleriyle gündeme geldi. Gündeme geldi, diyorum çünkü Londra’da başlayan isyan, Thunberg’in iklim eylemlerinin öncesine, 2010’ların başındaki işgal eylemlerinin ise sonrasına dayanıyor.

Bu eylemlerde yer alan farklı gruplar (Radical Think Tank, Reclaim the Power, Plan Stupid, Earth First! Occupy, Compassionate Revolution) Rising – up! çatısı altında birleşiyorlar. Hediye ekonomisiyle sürdürmeye karar verdikleri bu oluşum için Compassionate Revolution ismini de şirketlerinin ismi olarak seçiyorlar (İngiltere merkezli oluşumlar olduğu için çevirilerini yapmıyorum). Gereken bilgi, emek, enerji, ulaşım ve kullanılacak materyalleri karşılayacak kadar kaynak, o süreç için toplanıp kullanılıyor. Yani yaptıkları şiddetsiz sivil itaatsizlik eylemlerine yetecek kadar para toplanıyor ya da bunu kendileri karşılıyorlar. Olabildiğince esnek olmayı bilinçli bir şekilde tercih ediyorlar. Hedeflerini yapısal ya da organizasyonel düşünmüyorlar; daha doğrusu profesyonel ve aktivist bir sivil toplum kuruluşu olmak ya da sadece gönüllük esasına dayalı bir hareket olmak gibi araçları ilk aşamada değerlendirmiyorlar.  Bunun yerine, hediye ekonomisinin iyi işlediği, topluluğun görece daha küçük olduğu zamanlarda amaçları, seslerini kendi etraflarında olabildiğince duyurmak. Şimdiye kadarki çoğu çevreci oluşumun her başlangıçta yaptığından farklı olmadığı söylenebilir. 2016 öncesinde Rising – up olarak bir araya gelirken ilke ve değerler oluşturuyor ve taleplerini tartışıyorlar. Oluşumun başından beri içinde olan Stuart Basden’ın yazdıkları ve bire bir bana söylediklerine göre sonraki süreçte eylemlerin görünürlüğünün beklediklerinden yüksek olması ve gözaltına alınmalarının haber değeri taşıması onları sonraki adımlara sürüklemiş.

Bütün bu aktivist tecrübelerin ardından profesyonel aktivizmin bütçe ve kariyer planlamalarıyla heyecanı söndürebildiğini, asıl önemlisi şimdiye kadarki kazanımlarının krizin büyüklüğü karşısında yeterli olamadığını söylüyorlar. Gönüllülük esaslı bir aktivizmin ise sürekliliğinin zorluğunu ortaya koyarak farklı ve dinamik bir eylemlilik arayışına giriyorlar.

Bu sırada, yani 2018’in Ekim ayına gelindiğinde yeni bir IPCC raporu yayınlanıyor. Hızla eridiğini bildiğimiz buzulların, bilindiğinden de daha hızlı eridiğinin ortaya çıkması; gezegen üzerinde henüz tükenmemiş canlılarla beraber uyum sağlayabileceğimiz ön görülen en fazla 1,5 derecelik bir ısınma seviyesinde kalabilmek için bugünden itibaren fosil yakıtlardan vazgeçmemiz gerektiği politikacılara ve onları seçen bizlere iletilmiş oluyor. Diğer yandan başka büyük bir kriz, her gün en az 150 farklı canlı türünün yok olmasına neden olan ekolojik yıkım, bilinen adıyla “6. Büyük Yokoluş” gezegen üzerindeki yaşamın dengesini giderek bozan insan yaşamına dair bariz olanı işaret ediyor. Hepimizin gözlerinin önünde cereyan eden bu bilimsel gerçekleri aktivistler harekete geçme çağrılarında özetliyorlar, böyle devam edemeyiz:  “Yaşam için İsyan”  “Gerçeği söyle!”  “İsyana katıl”  “iklim acil durumu, harekete geçin!”

İlk Eylem: Yokoluş İsyanı: “Sevgili Greenpeace,”

Yani önce isyan vardı. Sonra bir noktada bu isyan, yokoluşun isyanı olmak zorunda kaldı.

Kendilerine Yokoluş İsyanı diyen bir grup aktivist, ilk olarak 8 Ekim 2018’de Greenpeace’in Londra’daki merkez ofisini işgal etti.  Çalışanlarına getirdikleri kek ve çiçekleri onlarla paylaştıktan sonra, “Sevgili Greenpeace, seni seviyoruz” diyerek başlayan bildiri ve taleplerini okudular. Greenpeace’den nasıl ilham aldıklarını ve onu her zaman desteklediklerini belirterek başladıkları bildiride, uluslararası STK’yı iklim krizinin önem ve aciliyetini yaymak için daha sıkı çalışmaya davet ettiler. Yokoluş İsyanı bildirisinin halka okunacağı ve devam edecek olan eylemliliklere Greenpeace destekçi ve dostlarına da maili göndererek destek çağrısı yapmalarını istediler.

Küresel iklim hareketinin Türkiye’deki destekçi ve takipçileri Açık Radyo’nun yayınları ve çevirileri sayesinde bütün bu yaşananları Kasım 2018’den itibaren oldukça aktif bir şekilde takip edebildiler. Yokoluş İsyanı Bildirisi, aralarında Greta Thunberg, The Guardian yazarı George Monbiot ve İngiltere ve Galler Yeşil Parti üyelerinin olduğu 31 Ekim 2018’deki eylem sırasında okundu. Greta’nın da konuşma yaptığı eylemde 15 kişi gözaltında alındı.

O günden bu güne olan her şeyden bahsetmek çok zor. Mutlaka atlayacaklarım olacak ama şimdiye kadar yazdıklarımdan çıkan en az bir soru var aslında: Yokoluş İsyanı, neden sürekli en az bir başarısızlıktan bahsediyor? Nasıl bir başarısızlık bu ve sorumlusu kim ya da kimler?

 Talep 1: “Gerçeği söyleyin ve İklim Acil Durumu ilan edin.”

İsyanın akademik ve politik destekçilerinden Ruperd Read, Londra’da üniversite öğrencilerine yaptığı bir konuşmasına onları başarısızlığa uğratanları anlatarak başlıyor.

“Bu ülkenin sözde politik liderleri sizi başarısızlığa uğrattı, bütün iyi niyetleriyle öğretmenleriniz sizi başarısızlığa uğratıyor, aileleriniz de aynı şekilde, bu başarısızlığa ortak oluyor; bir yere kadar ben de sizi başarısızlığa uğrattım ve işte buradayım.”  

Sırayla gitmek gerekirse, iklim krizini politikalarında önceliklendirmeyen; 1992’de Rio’dan, Kyoto’ya, sonra Kopenhag’a kadar iklim zirvelerini kongre turizmine dönüştüren politikacıların sorumluluğu ortada. Gerçek olanaklar, gözlerimizin önünde çöpe atıldı. Bu yüzden, iklim adaleti adına sözlerini söyledikten hemen sonra yüzlerini fosil yakıt şirketlerine dönüp onlarla işbirliği yapabilen politikalara bir son vermek zorundayız. The Guardian gazetesinde iki yıl önce yayınlanan bir habere göre emisyonların yüzde 71’den sorumlu olan yüz şirket var. Bu şirketlerin yani fosil yakıt lobisine direk iklim kriziyle bağlantılı herhangi bir kısıtlama veya emisyon azaltımına zorlayıcı yaptırımlar yok.

Yokoluş İsyanı’nın ilk talebi, iklim acil durumu ilanı.

Başarısızlığın sonraki sorumluları da, bütün bunlardan bağımsız değil. “Küresel Isınmayı Durduralım, Dünya’yı Değiştirelim” kitabında Jonathan Neale, Kyoto Protokolü’nün hazırlandığı 2001 yılında Lahey’de, başka bir uluslararası STK, Friends of the Earth (Gezegenin Dostları) binasının önünde gösteri yapan 5 bin kişiden bahsediyor. Bunun üzerine sivil toplum aktivistlerinin yeni fikirler için toplumsal hareketlere baktıklarını yazıyor. Okurken kendi kişisel tarihimden bir not düştü hemen hafızama: 2001 yılında ben, Greta Thunberg ile aynı yaştayım.  Arkeolog olmak ve hayatım boyunca dans edebilmek istiyorum. Gençliğimizi o zamanlarda kurduğumuz hayallerle birlikte hatırlarız, değil mi? Yaşamak istediğimiz dünyaya dair da bir ipucu verir bu. 20 Eylül’de okul grevine giden milyonlarca genç sayesinde elimizde ipuçlarından çok daha fazlası var, haykırıyorlar: Yaşanabilir bir gezegende geleceklerini istiyorlar.

2001’deki Bahar’ın neden Lahey’deki eylemlilikten haberdar olmadığı, da başka bir soru olabilir. Bundan biraz Bahar sorumluysa, bu bilgiyi ona ulaştırabilecek gazete, televizyon ya da okulların sorumluluğu da konuşulmalıdır sanıyorum.

Yokoluş İsyanı bildirisi sonrasındaki süreçte talepler oluşturdu. Takip ederkenki hissiyatım ilginçtir, sanki bu taleplerden önce iklim değişikliği, özellikle sosyal ve çevresel etkileriyle çok karmaşıktı, sıradan insanlara direk etkilerini anlatmak çok zordu ve bir şey beni insanların umutsuz olduklarında harekete geçmediklerine inandırmıştı. Başka bir deyişle, gidişatın çok kötü olduğunu söyleyenlerden ya da bunu kendim söylemekten şimdiye kadar korkmuştum.

Başarısızlığın ne olduğunu Greta, Eylül ayındaki Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nde anlattı. Kaçıran ve anlamamakta ısrar eden yetişkinlere tercüme etmek ve özetlemek gerekirse şunları söyledi: Her adımınız kalkınmacı, tüketimden ve kardan başka bir şeyle ilgilenmediniz. Doğayı sömürdünüz, gezegenin geleceğinden, çocukların hayallerinden çalıyorsunuz ve bunu değiştirmek içinde de halen gerçek bir şey yapmış değilsiniz. Hangi cüretle umudun bizde olduğunu söyleyebiliyorsunuz? Gözümüz üzerinde!

Birleşmiş Milletler toplantısında ona ilk söz verildiğinde pek konuşmadan sadece IPCC raporunu gösterdi. Aslında o andan itibaren, bu gençleri ikna edip okullarına döndürebilecek bir şeyler olması, Greta’nın yukarıdaki gibi bir konuşmayı yapmasına gerek kalmaması gerekirdi ama öyle olmadı.

Gençler kendi geleceklerini, iklim ve ekoloji-kıyımı (ecocide) ile yargılanması gereken inkarcıların ellerinden kurtarmak zorunda kalıyorlar. Olmakta olan, tam olarak bu.

2. Yazı:  Diğer talepler. Yokoluş İsyanının eylem biçimi ve tartışmalar

3. Yazı:  Örgütlenme, genişleme ve gelen eleştiriler. Tartışmalar devam.

 

 

 

 

 

Godzilla’yı çağırmak

Doğa ve doğal olanın vahşiliğine üstün gelmenin derdindeyken kendinden bir canavar yaratan insan kendi gazabından kurtulabilecek mi? İleri teknolojinin yıkıcılığını tırmandıran iklim krizi çağında siyasi iktidarlar felaketi önlemek yerine davet ediyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş dönemi boyunca yapılan iki bine yakın atom bombası denemelerinden yalnızca biriydi, 1954 yılında Pasifik Okyanusu’ndaki Marshall adalarında gerçekleştirilen deneme. Denemenin ardından Lucky Dragon (Şanslı Ejder) adındaki Japon menşeili gemi ve mürettebatı yoğun nükleer serpintiye maruz kalmış, bir balıkçı yaşamını yitirmişti. Godzilla fikri, Toho Film Şirketi yapımcıları tarafından, atom bombası denemesiyle ilgili haberler yayılırken yoğun radyoaktif serpintinin bir sürüngen türünü mutasyona uğratmasının hayali eseriydi. Godzilla gemileri, binaları, uçakları eline ne geçirse paramparça ettiği gibi radyasyon da yayarak devasa cüssesiyle adeta atom çağının ejderhasıydı! 2019 yılında Canavarların Kralı adıyla olduğu gibi öncesinde de onlarca farklı versiyonuyla karşımıza çıkan Godzilla, bu yazıda nükleer riskleri bu çağın diğer riskleriyle birlikte düşünmemize yardımcı olacak.

Çıkış noktası itibariyle Godzilla’nın kardeşi denebilecek nükleer santrallerin bir patlama, kaza halinde atom bombası gibi radyoaktif mağduriyet nedeni olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim tarihte meydana gelen kazalar atom bombası patlamalarıyla açıklanır: 1986’da Çernobil Nükleer Felaketi’nde Hiroşima’ya ABD’nin atmış olduğu atom bombasıyla yayılan radyasyonun 400 kat fazlası yayılmıştır; 2011 yılında meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi’nde yayılan radyasyon miktarı ise Hiroşima’ya atılan atom bombasıyla yayılanın 168 katıdır… Bu bağlamda en az iki nükleer santral rüyası gören ancak deprem ülkesi de olan Türkiye daha şimdiden temel inşaatında meydana gelen çatlaklarıyla tehlike sinyalleri yayarken Godzilla’yı karşılamaya hazırlanıyor gibi. Üstelik nükleer santral inşaatını yürüten Rus menşeili şirketin kendi ülkesinin jeolojik yapısı dahil bugüne kadar proje yaptığı ülkelerin profili açısından deprem riskini gözetmiş bir nükleer santral inşaatı da yok!

Daha bir hafta önce İstanbul’da 5,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi ve uzmanların söylediğine göre bu hareket ana fay hattındaki kırılmanın öne çekilmesine neden oldu. Hatta büyük İstanbul depreminin altı yıl içinde meydana geleceğine dikkat çekilmekte. Nihayet şehrin büyüklüğü ve düzensizliği, çarpık yapılaşması meseleyi daha tartışmalı hale getirirken deprem anında kullanılması gereken toplanma alanlarına alışveriş merkezlerinin yapılmış olması skandal olarak gündemde! Bununla birlikte AFAD başkanının bir konuşmasında depreme karşı herkesin bireysel tedbirlerini almasını salık vermesi, neoliberal dönemde yurttaşların sorunlarla tek başlarına baş etmeye bırakıldığını gösteren örneklerden yalnızca biri. Hele riskli okul ve hastanelerin güvenli binalara dönüşmesi için 100 milyar TL’nin gerektiğini ve böyle bir kaynağın olmadığını söylemesi deprem vergilerinin akıbeti de sorgulanırken fazlasıyla can yakıcı.

Deprem, tsunami ve nükleer patlamaların vurduğu 11 Mart 2011 tarihi itibariyle gerek Fukuşima’da gerekse ülke genelinde Japonların sokak eylemlerindeki en yaygın sloganı “Fukuşima’yı geri ver!” olmuştur. Zira radyoaktif kirliliğin öyle bugünden yarına yok olması mümkün değildir, deprem ve tsunaminin izleri silinirken ölçüm cihazlarıyla ölçülmedikçe anlaşılmayan radyoaktivite Fukuşima’daki eski hayatı adeta yutmuştur. Fukuşima Nükleer Felaketi Japonya ve dünya genelinde nükleer santrallerin inşaatında deprem riskinin dikkate alınmadığına dair tespitlerinin yapılması açısından önemlidir ve nükleer endüstrinin ülkedeki nüfuzuna rağmen tüm nükleer santraller kapatılmıştır (Bugün yalnızca 9 reaktör aktif olup yeniden devreye alınma ihtimali olan reaktör sayısı ise 28’dir). Deprem riski dünya genelindeki nükleer santraller açısından da güvenlik standartlarının yükseltilmesine, birçok tesisin testlerden geçirilmesine, uygun olmayanların kapatılmasına neden olmuş ve diğerlerinin kapatılması için toplumsal muhalefet yükselmiştir. Yine Asya kıtasının bir başka deprem ülkesi olan ve nüfusu Türkiye’nin nüfusunun dörtte birine tekabül eden Tayvan’da üç bin kişinin ölümüne on bin kişinin yaralanmasına neden olan depremin meydana geldiği 1999 yılından bugüne halk, nükleer santrallerden çıkılması için uğraşmaktadır.

1999, Türkiye açısından da Marmara ve Düzce depremleriyle damgasını vurmuş, 30 bin kişinin yaşamını yitirdiği yıl olmuştur. Yine 2011 yılındaki Van Depremi ve ondan önceki Erzincan depremi binlerce kişinin can kaybına neden olmuş, toplumsal acıların yaşanmasıyla sonuçlanmıştır. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu ve fay hatlarının %98’inin aktif durumda olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Bununla birlikte en bilinen fay hatlarından Ecemiş, Akkuyu Nükleer Santrali’nin 30 kilometre ötesinden geçmektedir. 1990’larda yeni teknolojilerle yapılan incelemelerde 30 yeni fay hattı tespit edilmiştir. Bugün en tehlikeli varsayılan Kıbrıs dalma batma çukuru Akkuyu ile 90 kilometre mesafedeki Kıbrıs arasında mühim bir tespittir. Ancak bugünkü yeni teknolojiler kullanılarak yapılacak fay hattı taramasının Akkuyu NGS projesini tarihin çöp sepetine gönderme ihtimali olduğundandır ki bağımsız bilim insanları tarafından yapılacak yeni fay hatlarının araştırılmasından imtina edilmektedir. Diğer taraftan afet ve acil durumlara ilişkin tek yetkili kurumun 5.8 büyüklüğünde deprem sonrasında herkesin kendi başının çaresine bakması önerisinin aynı siyasi iktidarın nükleer santral kurma planlarıyla birlikte düşünülmesi gerekmektedir.

İklim krizi ise nükleer santrali olan bazı ülkelerin teyakkuza geçerek bir an önce milyonlarca dolar maliyet gerektiren önlemler almasını gerektiren bir gerçektir. 2050 yılından itibaren su seviyesindeki yükselmelerin 60 santimetreye çıkması riski ABD’de 13 ve Birleşik Krallık’ta 12 reaktör için santral sahasına su dolması ve tesis içinde tutulan atıkların sular altında kalması felaketiyle sonuçlanabilecektir. Bununla birlikte normal şartlarda nükleer santrallerde kullanılmış olan yakıt çubuklarının tesisten çıkarılması için önce tesis içindeki havuzlarda 20 yıl bekletilerek soğutulması gerekir ki su seviyelerinin yükselme hızı öngörülenden yüksek olabileceği için bu ülkeler birçok risk ve maliyet içerse de santrallerin tasfiyesini ivedilikle planlamak zorundadır.

İklim krizi çağının doğayla barışık olmayan endüstrilere pek şans tanımayacağı aşikar. Türkiye hala nükleer santrallerle ilgili maddi manevi sorunları yaşamama şansına sahip ülkelerdendir. Nükleer güç olma projesinden vazgeçmesi , bu sorunlarla uğraşan ülkelerin kaybettiği zamanı kazanmış olarak onu gereksiz maliyet ve faturaların altına girmekten kurtulabilir. Kaldı ki yüzünü dünya endüstri devi Almanya’dan alabileceği feyzle gerçek yerli ve milli kaynakları olan güneşine ve rüzgarına dönmesi onu gelecekte olası bir enerji kısıtı yaşamaktan da kurtaracağı gibi gerçek gücüne de kavuşturacaktır. Aksi halde bir deprem ülkesi olan ve iklim krizinin etkilerini yaşayan Türkiye’de siyasi iktidarın nükleer endüstriye kapı aralaması Godzilla’yı çağırmaktan başka bir şey değildir!

(Yeşil Gazete)

Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.

 

[Babil’den Sonra] Doğu’nun Offenbach’ı Gomidas 150 yaşında

Ermeni besteci ve müzikolog Gomidas, doğumunun 150. yılında Türkiye ve dünyadan birçok sanatçının katılacağı özel bir konserle İstanbul’da anılıyor.

Doğu’nun Offenbach’ı olarak nitelendirilen Ermeni besteci ve müzikolog Gomidas Vardabet, 150’inci doğum yıldönümünde özel bir konserle anılacak. “Aydınlık Sabahın Sesi” konseri bugün (7 Ekim Pazartesi) saat 20:30’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilecek. Anadolu Kültür, Kalan Müzik ve Maxim Gorki Theater işbirliğiyle düzenlenen konserde Gomidas’ın beste ve derlemelerini Türkiye, ABD ve Ermenistan’dan konuk sanatçı ve topluluklar seslendirecek.

Gomidas deyince aklıma turnalar geliyor

Bir Anadolulu olan Gomidas’ ın hayat hikâyesi de şarkılarında rastladığımız turnaların hikâyesine benzer. Kütahya’ da başlayan ve Paris’ e sona eren sabır, sevgi, onur ve özgürlük arayışıyla yazılmış, sonu hazin biten bir yolculuk hikâyesi.

Asıl adı Soğomon Kevork Soğomonyan olan Gomidas Vardabet, tarihi Hititlerden daha da eskiye Friglere, Lidyalılara, Perslere, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıklarına kadar uzanan ve sanatın ve zaman zaman siyasetin merkezlerinden biri olan 7000 yıllık bir kültür birikimine ev sahipliği yapmış olan Kütahya’ da, 1869’ da dünyaya gelir. Kent Roma, Bizans, Osmanlı ve Pers saraylarına müzisyen gönderen bir kenttir. Masalcı Ezop ve seyyah Evliya Çelebi’nin de şehridir aynı zamanda.

Gomidas bir yaşındayken annesini kaybeder. Annesi halı dokumacısı ve müzisyendir.  On bir yaşına geldiğinde babası da hayata veda eder. O da bestekâr ve ozandır. Bir yıl sonra 1881’ de sesinin güzelliği fark edilir ve Erivan’a, Ermeni Ana Kilisesi Eçmiyadzin’e müzik eğitimi alması için gönderilir. İlk eserlerini orada besteler. Vartabed ünvanını da orada alır. Bu unvan Ermeni Kilisesi’nde rahibin bir üstündeki unvandır. Sonra piskopos, başpiskopos ve patriklik unvanları gelir.

Patrikhane’nin tek sesli müziğine karşı

Gomidas, halk müziği ve antik çalgıları koro, orkestra ve kilise orkestralarında kullanan ilk müzisyendir. Ermeni müziğinin antik tempo ve ezgilerinin şifrelerini çözmek için Anadolu, İran, Kafkasya, Grek ve Mısır topraklarında Ermeni halk türküleri ve tempolarını, ayrıca ulaşabildiği antik sesleri de derleyip düzenlemiş; Türk, Kürt ve Arap müziklerini de içeren yaklaşık 4 bin eserden oluşan eşsiz bir koleksiyon oluşturmuştur. En özgün eseri olan Litürji Badarak’a 1892’ de başlamıştır ama bitirememiştir.

Daha sonra 1895’de Berlin’ e gönderilir ve orada “Doğu’nun Offenbach” ı olarak anılır. Burada Kaiser Friedrich Wilhelm Üniversitesi’nde müzik eğitiminin yanı sıra genel tarih, müzik tarihi, felsefe ve estetik dersleri alır ve Ermeni müziğini anlattığı çok sayıda toplantıya katılır. Kürt Müziği üzerine tezini de Berlin’ de kaleme alır. 1899’ da mezun olur.

Paris’te bir plak kaydı yapar ve dört sesli kilise müziği üzerine çalışır. Ama maddi zorluklar nedeniyle Avrupa macerası sona erer ve Erivan’a geri dönmek zorunda kalır.

1910 yılında Ermeni müziğini ve antik ezgileri geliştirmek, çok sesli koro ve orkestralarda sahneletmek için İstanbul’a gelir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde müzik dersleri ve seminerler verir. İstanbul’ da yeni müzisyenlerle tanışır, yeni besteler yapar, 300 koristten oluşan dört sesli müzik yapan Gousan Korosu’nu kurar. Ermeni Patrikhanesi’nin yaptığı çok sesli müzikle, yaradanın birliğini temsil eden tek sesli müziğe aykırı davrandığı gerekçesiyle uyguladığı baskılara aldırmaz ve bu koroyla Anadolu’ da çeşitli konserler verir. Dinsel müzikten kopuşunun ve halk müziğine yönelişinin ipuçları da bu dönemde netleşmeye başlar. İzmir ve Hatay’da da yaşayan Gomitas, Türk Ocakları’nda da müzik dersleri ve seminerleri verir.

Tanrı şeytanın gözlerinden korumadı 

En son Nisan 1915’te Türk Ocağı’nda bir konser verir. İttihatçıların ileri gelenlerinin ve Talat Paşa’nın katıldığı bu konserde Hamdullah Suphi onun için şöyle der: “Anadolu’nun çocuğu bu Ermeni papaz, uzun çalışmaları sonucunda Ermeni Müziği’ni kanatlandırmıştır. Rahatından vazgeçip bütün zamanını köyleri tek tek gezerek eserleri toplamaya harcamıştır. Ermeni ulusunun mirasını sergilemiştir. Bizim din adamlarımızda aynı şeyleri yapmalıdır, Türk ulusunun gelişmesi ve hazinesini keşfi için yürekleriyle çalışmalıdır. Şu bir gerçektir ki Ermeni kültürü bizim kültürümüz karşısında gelişmektedir. Türkiye’ye gider, Anadolu’nun hangi köşesine giderseniz gidin Ermeni yaratıcılığını ve aklını göreceksiniz. Eserleriyle, ürettikleriyle “Ben buradayım”ı size anlatacaklardır.  Saraya giderseniz göreceksiniz, mimarın Ermeni olduğunu. Ermeni ustaların dünyaca ünlü yüzüklerini göreceksiniz Van’dan. Geliştirdikleri tıp okullarını ve yazarlarının yazdığı kitaplar ve bilim alanındaki kitapları. Hepsi Ermenilerin. Bunlar asırlardır birlikte yaşadığımız insanlardır.” Bu konuşmadan sonra Gomidas piyanosunun başına geçer ve sonunda Genç Türkler ve İttihatçılar tarafından ayakta alkışlanır. Salonda şu cümle yankılanmaktadır. “Tanrı şeytanın gözlerinden korusun Gomidas’ı”

Ama ne hikmetse bu konserden yaklaşık on gün sonra, 24 Nisan 1915 günü tehcir kararı gereğince tutuklanan 235 Ermeni aydın, doktor, iş adamı, tiyatrocu ve sanatçıdan biri de Gomidas Vartabed olur. Çankırı’ ya sürgüne gönderilirler. Bu tarihe kadar yaptığı bütün çalışmalar, derlemeler ve notaları yakılır.

Gomidas, Halide Edip Adıvar’ ın ısrarlı çaba ve girişimleri ile 8 Mayıs’ta İstanbul‘a geri gönderilir ama yaşadıkları Gomidas’ ın ruhunda derin ve onulmaz yaralar açmıştır. Aklını doğduğu topraklarda bırakır ve 1916 yılında İstanbul’da La Paix Hastanesi Psikiyatri Kliniği‘ne yatırılır. 1919 yılında ise Paris’teki bir psikiyatri kliniğine yollanır. 1935 yılına kadar bu klinikte yaşar. Hayatının son 18 yılında hiç piyano çalmaz, beste yapmaz, şarkı söylemez ve konuşmaz.

Gomidas 20 Ekim 1935’ de Paris’te hayata veda eder. 1936’ da Ermenistan’ da toprağa verilen, Anadolu’ nun en büyük etnomüzikoloğu Gomidas’ dan geride bugün çok sayıda Anadolu ezgisi bizlere miras kaldı. Ama ne yazık ki Gomidas’ın, kültürel hafızanın korunmasına ve aktarımına ilişki önemli bir örnek teşkil eden müzikoloji alnındaki çalışmaları bugüne kadar Türkiye’de bu alanda yapılan araştırmalara yeterince yansımadı ve müzikseverlere tanıtılamadı.

Doğumunun 150. Yılında,  7 Ekim Pazartesi saat 20:30’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilecek olan “Aydınlık Sabahın Sesi” konseri, Gomidas’ı tanıtmayı ve onun bıraktığı müzik mirasına dikkat çekmeyi amaçlıyor.

Konserde Aynur Doğan, Ertan Tekin, Karatzayn Quartet, Kevork Tavityan, Levon Eroyan, Lusavoriç Çocuk Korosu ve Sevana Tchakerian, Pervin Chakar, Şevval Sam, Vomank müzik grubu, Yerkaran Projesi’nin yanı sıra Ermenistan’dan GOGHT müzik grubu ve ABD’den Ara Dinkjian ve Zulal Trio, Gomidas’ın beste ve derlemelerinden örnekler seslendirecekler.

(Yeşil Gazete)

 

İlyas Göçmen ile ‘Zamansız Projeler’ Leica Store İstanbul’da

Alanında uzman fotoğrafçıların katılımıyla gerçekleştirilen “Leica ile Fotoğraf Sohbetleri” etkinlik serisinin üçüncüsü 10 Ekim Perşembe saat 18:30’da Leica Store İstanbul‘da gerçekleştirilecek.Türk Fotoğrafının önemli ve üretken ismi İlyas Göçmen; Murat Gür moderatörlüğünde gerçekleştirilecek “Zamansız Projeler” sohbetine Klasikler, Yağlı Güreşler, Cansız Mankenler ve yarım asrı deviren fotoğraf projesi Kırkpınar ile konuk olacak.

1980 yılında İFSAK Fotoğraf Kulübü üyesi olan Göçmen, 1983 ve 1985 yıllarında ilk kişisel sergilerini açtı. Artist Federation de l’Art Photographique (FİAP) unvanını alan fotoğrafçı, 1992 yılında Meydan Larouse Ansiklopedisi’nde yer alan nadir sanatçılardan biri oldu. Sayısız toplu sergi ve gösterime katılan Göçmen, günümüzde uzun soluklu çalışmalarını sürdürmekte. 46 yıldır ilgilendiği Kırkpınar projesinin yanında Yağlı Güreşler, Cansız Mankenler ve Darülaceze’nin belgesel çalışmasına devam ediyor.

Leica Store İstanbul’da 18:30’da başlayacak etkinlik herkesin katılımına açık.

(Yeşil Gazete)

Ya ‘Yedinci Kıta’ ya da ‘Doğa’

Evliyagil Dolapdere, 9 Eylül’de başlayan ve 17 Kasım’da sona erecek “Tek Bir Usta Seç – Doğa” sergisiyle, 16. İstanbul Bienali Paralel Etkinlikleri’ne katıldı. Sergide, Beral Madra küratörlüğünde, 12 sanatçının üretimleri yer alıyor.

Greta/ Kuzeybatı- Raziye Kubat

Sergi, doğaya, doğanın sanat üretimindeki tartışılmaz mevcudiyetine ve aynı zamanda da doğanın politik ve ekonomik sistemler aracılığıyla istismarına, tüketilmesine ve yok edilmesine karşı içlerinde hassasiyet ve farkındalık barındıran bir grup sanatçının süregelen üretimlerinden oluşuyor. Böylece 16. İstanbul Bienali’nin konsepti ve başlığı olan Yedinci Kıta, üç farklı kuşağa ait sanatçıdan hazırlanmış bir seçki ile bu oldukça güncel konuya katkıda bulunmamız için bizlere de ilham kaynağı oluyor.

Sergide yer alan sanatçılar: Ahmet Elhan, Ali Kabaş, Can Akgümüş, Eşref Üren, Güven İncirlioğlu, Handan Börüteçene, Memo Kösemen, Nilhan Sesalan, Raziye Kubat, Sadık Arı, Serhat Kiraz, Sibel Horada.

(Yeşil Gazete)

[BodrumLokal] Ölüler ve deliler- Melis Birder

“…Ah serseri bilgeler. Ne kadar da hasretiz sizlere.”

Hiç!

Neyzen Tevfik, Bodrum’da 1879 yılında doğduğunda burada bir meyhane var mıymış, bilmiyorum. Ama Tevfik dokuz yaşlarındayken babası ile birlikte bir kır kahvesinde iki dervişten duyduğu neyin o çok uzak perdeler ardından gelen sesine tutulduğu zaman Bodrum’a sonbahar gelmek üzereymiş.

“Bak, o gördüğün iki dervişin ellerindeki şey birer kamıştan ibaret idiyse de adı ney. Nasıl sadasını sevdin mi? diye sormuş babası. “Ah, hiç sorma. Nasıl yaparlar onu, söyle, of baba yorma.” diye cevap vermiş küçük Tevfik mor yapraklar yerlerde, gün batımları yükseklerde bu üfleyiş ile ilk sarhoşluğunu yaşarken.

(*) Bizimki doğruca indi o anda çardaktan

Kopardı bir kamış indince en münasip olan

Delikleri açarak buldu derdine çare,

O günden sonra kamıştan yaptığı neyi koynunda, kah Bodrum’un tepelerinde kah sandalı ile denizlerinde özlerin sesleri eşliğinde dolaşmış durmuş. Ege’nin denizini toprağını ateşini havasını ve beşinci element eterini üfleye üfleye delilik ile velilik arasında gidip gelen yolculuğuna buradan başlamış Tevfik.

Eterin hem ruhla hem de alkolle uyumundan aldığı güç sayesinde ölümle genç yaşta yüzleşmiş ve böylece bir elinde rakısı bir elinde neyi hiçlikle dans ede ede yaşamın yörüngesini takip etmiş.

(*) O kamış ki bir ot iken

Lisana geldi de birçok hikâye anlattı.

Meyhanenin müdavimlerinden Serdar Benli’nin çizgileriyle Mahmut Kaptan.

Bugün Bodrum’a sonbahar geldiğinde boşalan beach club’lar, kepenklerini indiren lokantalar, ıssızlaşan sokaklar arasında birden bire beklenmedik bir anda sanki bu neyzenin ruhunun mirasçısı olan bir meyhane çıkar karşımıza. Kaptanın Yeri 25 senedir Bodrum barlar sokağında yazın kapanan, kışın açılan bir garip mekan. Sistemin tersine de işleyebildiğini bize kanıtlayan biraz da Neyzen Tevfik gibi melanet hırkası giymiş bir yer. Toplumun koyduğu kuralların peşinden gitmeyi reddeden bu bireysel başkaldırının lideri ise Mahmut Kaptan. Her yaz denize çıktığı için kapatmak zorunda kaldığı meyhanesini artık denize çıkmasa da yazları bir gelenek olarak kapalı koruyor. Menülerin, eğlencenin, müziklerin, insanların, hikayelerin tek tipleştiği, sanatın bile formüller üzerinden kurgulandığı bu zamanlarda bir sonu yaşatıyor burada aslında Kaptan. Tıpkı içtiği sigara Maltepe gibi. “Hala var mı?” diye sorduğumda ise “Amcamın oğlu benim için çıkarıyor.” diyor. Neyin şaka neyin gerçek olduğu onun için önemli değil. 13 yaşından beri doya doya içiyor hem Maltepe’sini hem de rakısını. “Yaşamı da onlarla bitireceğim” diyor. “Bir de karımla tabii.”

(*) Akıl dedikleri bu yırtık yelken,

Hava bekler, kim bu rüzgârı çeken?

Sabahcılık, akşamcılık der iken

Ayılmaya vakit, zaman kalmadı.

 

Elindeki geminin armasında yok noksan,

Direk, dümen, yeke, yelken, filok, seren, camadan

Gerilsin uskutlar, orsa, boşlayın laçka

Dokunma keyfine gitsin bırak biraz da pupa!

Tabii bütün bu özgür yaşama ve bireysel başkaldırı lükslerinin başkahramanları erkekler o zamanlar. Kadın kendini kahramanlaştırabilecek silahlara daha sahip değil. Bugün yeni yeni o silahları kullanmaya başlayanlardan olan biz; Bodrumlokal’in iki kadın kurucusu, kahramanlarımıza yine de kadın erkek olarak bakmamayı seçiyoruz. Bodrum’da kaybolmakta olan hikayeleri son teknolojilerin göz kamaştırıcı efektleri ile değil, film formunun belki de en temel kaygısı olan belge niteliğinde çekiyoruz. Her ikimizin de tek anne olarak fazla sorumluluğu olduğu için de biraz yavaş ve mütevazı ilerliyoruz. Fakat her bir bölümün bir diğerini geliştirdiğini düşünerek belli formlara bağımlılıktan veya formül anlatımlardan kaçınıyoruz. Aslında küçük çiftçilere benziyoruz. Bir ‘Small ve Slow Filmmaking’ ürünüyüz.

Selva Bayyurt, Mahmut Kaptan ve Melis Birder.

Şimdilik toplam 5 bölüm olan Bodrumlokal kısa belgesellerinin 3. bölümü Mahmut Kaptan’ın Yeri bizim hikayelere yaklaşımımızı daha iyi anlamaya başladığımız bir bölüm oldu. Bodrumlokal sosyal meselelerin ötesinde aslında ilhamını şahsına münhasır hikayelerde buluyordu. Tıpkı Mahmut Kaptan gibi. Toplamda üç kez kısa süreler dahilinde çekim imkanı bulduğumuz prodüksiyon kısmından sonra (kızım Alaz’ın meyhane masalarında tek başına oturmaktan sıkılması, Selva’nın oğlu Aliço’nun okula gitmeyi reddettiği için gündüz çekimlerinin aksaması gibi) Kaptanın Yeri bölümünün kurgu süreci epey uzun sürdü. Az sayıda sahneden Kaptanın Yerine layık kısa bir hikâye çıkarmak için bir aya yakın uğraştık.

“Çarşıda iz bırakan ölüler ve deliler” anılarda ve meyhanenin duvarlarında yaşıyorlar.

Mahmut Kaptan’ın kendi de bir film çekiyor meyhanesinin duvarlarında. Kızı Tuna Altunkaya’nın da dediği gibi sadece ölüler ve delilerin oynadığı bir film bu. “Şu en köşede yukarda hoparlörün yanında duruyor. Benim korktuğum oydu. Ben delilerden korkardım ama babam çok severdi onları. Onlarda bir şey buluyordu. Hepsi ile oturup sohbet ederdi.” 

Kaptanın kendi ise “çarşıda iz bırakanlar” diyor onlara.

Bu Fıstıkçı Ali bizim. Hiç parasız kalmaz rakısız alkolsüz kalmaz. Uyur uyanır. Pire İbram. Lakabı öyle. Çıplak gezer. Soğuk ayaz sıcak dinlemez. Bu Yavalet Ali. Bu bu da Godeş İbram.”

Bugün meyhaneyi birlikte kurdukları arkadaşlarının çoğu ölmüş Kaptanın. Her gece duvarların karşısında onların fotoğraflarıyla birlikte uzaklara dalıyor. Cümbüş Babanın efkarlı sesi eşliğinde dönülmez akşamın ufkunda.

(*) Demirci, terzi, balıkçı, kalaycı, kunduracı,

Kayıkçı, avcı, marangoz, cilacı, lostracı,

Fırıncı, oymacı, aşçı, tulumbacı, nakkaş,

Dövüşçü, kavgacı, uysal, inat, biraz kallaş

Delilerden korktuğumuz gibi korkuyoruz aslında ölülerden de. Halbuki varlık kadar kutsal olan ölümü idrak etmeden hayatı nasıl tam yaşarız? Zaman zaman hiçliğe taşınmadan çığlıklarla tekrar doğmadan nasıl varoluşun anlamını kavrayabiliriz? Ama ne kadar zor bugün ruhun sadece imajlara sıkıştığı bu dünyada bu yolculuğu yapmak. Veya bu yolculuğu yapan gerçek insanlarla karşılaşmak.

Kaptan ölüler ve delilere sahip çıkıyor işte burada. Tıpkı Neyzen Tevfik’in hiçlik ve delilik için savaştığı gibi savaşıyor takipçilikle, aynılıkla ve beğenilerle onaylanmaya mahkum biz insanlarla. Ah serseri bilgeler. Ne kadar da hasretiz sizlere…

(Yeşil Gazete)

(*) Neyzen Tevfik

 

Çeşmeden içilebilir su akmasını talep etmek

Hazır gündem Hamidiye suları olmuşken, içilebilir çeşme suyu talebini hatırlatmakta fayda var.

Suya erişim hakkı en temel insani haklardan biridir. Üstelik sadece insanlar için de geçerli deği, hayvanlar için de temiz ve içilebilir suya erişim hakkı en temel haklardan biridir. Bu sebeple suyun ticarileştirilip, içilebilir olanının da sadece parayla erişilebilen bir şeye dönüşmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için birkaç sayıya göz atmakta fayda var.

Yeryüzündeki toplam suyun sadece %2.5’i tatlı su ve bunun da çoğunluğu direkt olarak kullanılabilecek formda değil. Çünkü ya buzul şeklinde ya da yeraltı suyu. Kullanılabilir olan suyun da yine çok az bir kısmı direkt olarak kullanılabilir formda. Bu kadar az bulunan ve milyarlarca canlı türünün muhtaç olduğu bir kaynağın dikkatli ve özenli kullanılması şart. Bunu yaparken de suya erişim hakkı temelinde bir yaklaşım gerekiyor. Aksi halde her derenin bir su firmasınca satın alınıp plastik PET şişelere mahkûm edilmesi sonucu ortaya çıkar ki bu da içilebilir suyun gasp edilmesi anlamını taşır. Bu durumda suyun ticari bir değermiş gibi muamele görmesi oldukça sakıncalıdır. Üstelik bu, kamu sağlığını da tehdit edebilir bir mesele haline gelebilir. İşte tam da bu noktada devlet denilen aygıtın devreye girip vatandaşa ucuz içilebilir su sağlaması gerekmektedir. Bunun da tek yolu çeşmeden akan suyun içilebilir hale getirilmesidir. Dünya üzerinde bunu sağlayabilen ülke sayısı, sağlayamayanlara oranla oldukça düşüktür. Çoğunluğu zengin ya da teknolojik olarak aşırı gelişmiş ülkelerdir. Türkiye ise çeşmeden suyun içilmemesi tavsiye edilen ülkelerden biri. Birkaç istisna dışında Türkiye’de çeşmeden su içmek delilikle eşdeğer görülebilir.

Çeşmeden suyu içemiyor olmanın birçok anlamda kötü maliyetleri söz konusu. Bunlardan ilki insanların su şirketlerine mahkûm edilmesidir. Bir diğeri ise suyun içilebilir olma anlamını yitirip sadece temizlik malzemesi muamelesi görmesidir. Ancak daha da önemlisi ciddi bir çevre kirliliğinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çünkü sadece çeşme suyunun içilebilir olmamasından kaynaklı olarak tüm dünyada dakikada 1 milyon PET şişe tüketiliyor. Bunun alışkanlıklarla ilgisi var ancak alışkanlıkları ortaya çıkartan şey de yine içilebilir çeşme suyuna erişimin güçlüğüdür.

Tüm bunların sonunda tüketilen PET şişelerin varacağı yer de denizler ve okyanuslardır. Bu durumun önüne geçmenin en önemli yollarından birinin çeşmeden içilebilir su sağlanması olduğu açıktır. Bunun yanında şişelere depozito sisteminin getirilmesi de destekleyici olması bağlamında önemli bir önlemdir. Son olarak da PET şişe üretiminden vaz geçilmesi, bu sorunun uzun vadede ortadan kalkmasına neden olacaktır. Ancak burada içilebilir çeşme suyuna erişimin de kolaylaştırılması gerekiyor. Özellikle kent meydanlarına yerleştirilecek ve kontrolü tam sağlanmış çeşmelerin, vatandaşın pet şişe su almasının önüne geçeceği ortadadır. Başka ülkelerde, böyle bir eylem planı yapan birçok belediye var (Londra belediyesi).  Bu konuda İstanbul, İzmir, Ankara gibi kentlerin belediyelerinin de bu minvalde adımlar atması ciddi bir değişim yaratma potansiyeline sahiptir. Çünkü sadece bu üç şehirde yaşayan yaklaşık 30 milyon insanı direkt olarak etkileyecektir. Çoğunluğu kent yoksullarından oluşan bu üç şehir ve diğer şehirlerde kısa sürede bu adımın olumlu sonuçlarının görüleceği açıktır.

Hazır Hamidiye şişe suları gündeme gelmişken, suyun ticarileştirilmesi sorununun kökten çözümü için içilebilir ve erişilebilir çeşme suyu hakkının hatırlanmasının zamanının gelip geçtiğini hatırlamakta fayda var.

(Yeşil Gazete)