Ana Sayfa Blog Sayfa 1931

Pandemi günlerinde okullar ne zaman açılmalı?

Sanırım Ağustos ayının ilk günleriydi. Bir akşam aniden Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından 31 Ağustos’ta okulların açılacağı ilan edildi. Üstelik o güne kadar 31 Ağustos’ta açılacağı iddia edilen okulların hangi koşullarda açılabileceğini ve sağlık risklerinin ne olduğunun toplum önünde tartışmaya bile açılmamıştı. Zaten konu tartışılsa sağlık riskleri nedeniyle 31 Ağustos’ta okulların açılamayacağı net olarak ortaya çıkardı. Sonuç olarak bu tartışma hiç açılmadı ama okullarında açılması 31 Ağustos’tan 21 Eylül’e ertelendi.

Ertelemeye rağmen bu geleceğimizi ilgilendiren önemli konu toplum önünde yine tüm boyutlarıyla tartışılmadı. Şimdi de yapılan açıklamalardan 21 Eylül’deki açılışın da çok sınırlı tutulacağı ve tüm sorumluluğun öğrenci velilerine bırakılacağı anlaşılıyor.

Oysa önümüzde Covid-19 salgınını bizden çok daha iyi kontrol altına alıp ek önlemlerle, sınırlı olarak okullarını tekrar eğitime açan ülkelerin örnekleri var. Bu ülkelerin ortak noktası salgını kontrol altına almış olmaları ve sınıflardaki öğrenci sayısını azaltarak eğitime başlamaları…

İngiltere kümeli eğitim modelini seçti. Öğrenciler sınıflarda küçük kümeler halinde eğitim görecek. Her küme farklı saatlerde okula gelecek, ayrı yerlerde yemeğini yiyecek. İtalya sınıf mevcutlarını azaltırken, tek kişilik sıralara geçti. Eğitime bugün başlıyor. İtalya gibi komşumuz Yunanistan da bugün sayıca azaltılmış sınıflarda eğitime başlıyor. Fransa’da ise ilk ve ortaokullar açıldı. Liseler de bugün açılıyor. Bu ülke hibrit eğitim metodunu seçti. Yani bazı dersler okulda ve sayıca azaltılmış sınıflarda yapılırken bazı dersler ise internet üzerinden canlı olarak sürdürülecek.

İspanya sınıf büyüklüklerinin en fazla yirmi kişi olma kuralını getirirken, İsrail ise mevsimsel avantajını kullanarak sınıfların sürekli pencerelerinin açık olma zorunluluğunu koydu. En önce yüz yüze eğitimi başlatan ülkelerden olan Almanya’da sınıf mevcutları azaltılırken öğrencilere maske kullanımı ve fiziksel mesafeye uyum konusunda sıkı bir eğitim verildi. Öğrenci grupları değişik saatlerde okula geliyor. Okullar da her hafta yapılan kontrollerde tek bir test pozitifliği bile o okulun; hatta o bölgedeki tüm okulların kapatılmasına yol açabiliyor.

Tüm bu ülkelerdeki ortak noktası ise yüz yüze eğitim ile ilgili tüm sorumluluğun devlet tarafından üstlenilmesi… Oysa bizim ülkemizde salgın son bir aydır kontrolden çıkmış durumda ve MEB velilere imzalatmaya çalıştığı taahhütname ile çocuklarımızın karşılaşabilecekleri sağlıkları ile ilgili risklerin sorumluluğunu onların velilerinin üzerine bırakmaya çalışıyor.

Ülkemizdeki Covid-19 salgını ağustos ayının başından bu yana şiddetleniyor. Eylül ayının başından bu yana ise ülkemizde artık salgının kontrolden çıktığı tüm çevrelerce kabul edilen bir gerçek haline geldi. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı günlük rakamlara göre bile yeni tanı alan vaka sayıları düzenli olarak artıyor. Buna karşılık günlük iyileşen hasta sayıları yeni vaka sayısının sürekli gerisinde kalıyor. Sonuçta aktif vaka sayımız sürekli artıyor. Yaz ayları başında onbinlere kadar düşen aktif vaka sayımız bugünlerde 24 binlere ulaştı.

31 Ağustos’a açılmayan okul, 21 Eylül’de niye açılıyor?

Ayrıca başta Türk Tabipleri Birliği (TTB) olmak üzere çeşitli meslek örgütleri ve bilim insanları açıklanan rakamların gerçeği yansıtmadığını, aktif vaka sayısının çok daha fazla olduğunun altını çiziyorlar. Bu durumda MEB’in okulların 31 Ağustos’taki açılma kararını erteleme nedeni, daha da güçlenerek 21 Eylül için de devam ediyor. Üstelik Covid-19 salgını için tüm dünyada bilinen bir gerçek de var: SARS-CoV-2 virüsü çocukların da Covid- 19’a yakalanmasına neden oluyor. Ayrıca çocuklar ev ve çevrelerindeki yetişkinlere virüsü taşıyıp bulaştırabiliyor.

Gözden kaçan diğer bir konu ise okulların mevcut fiziki koşulları ve nasıl dezenfekte edilebileceği konusu. Yüz yüze eğitimi başlatan tüm ülkeler yaz sezonu içinde okullardaki fiziki koşulları küçük öğrenci grupları için hazırlarken ülkemizde ise özellikle MEB bağlı devlet okullarında bu hazırlık yapılmadı. Özel okullar ise bu hazırlığı kısmen yaptı ve bunu reklam kampanyalarında abartılı bir şekilde kullanmaya başladı.

Salgın koşullarına uygun ortam hazırladığı iddia edilen bu okullara eğitim izni verilmesiyse eğitim sistemimizde var olan eşitsizliklerin daha derinleşmesine yol açacak. Özel okullarda yüz yüze eğitime geçen bu çocuklarla internet üzerinden eğitimle yetinmek zorunda kalan çocukların aynı sınav sistemine tabii olması velileri düşündürüyor. Adeta vahşi kapitalizm velileri çocuklarını özel okullara yollamaya zorluyor. Dezenfeksiyon konusu ise hiç gündeme gelmedi ve tartışılmadı. Oysa çocukların az veya çok bulunacağı ortamların nasıl dezenfekte edileceği ve hangi kimyasalların, ne kadar sıklıkta kullanılacağı; bu işlemin hangi kurum tarafından yapılacağı önemli bir konu… Çünkü hepimizin çok iyi bildiği gibi çocuklar dezenfektan kimyasallara karşı yetişkinlerden çok daha fazla duyarlı…

Sonuç olarak milyonlarca veli ve öğrenci okullarda yüz yüze eğitime ara verildiği 18 Mart tarihinden bu yana zor durumda. Çok sayıda aile internet üzerinden yapılan eğitimi çocuklarına takip ettirecek bilgisayar, internet bağlantısı gibi alt yapıdan yoksun. Bu nedenle ev içi ortamlarda veli ile öğrenci arasındaki gerginlik arttı, bazı bölgelerimizde ise özellikle kız öğrencilerin eğitimden koparılarak ev işlerine yöneltildiği biliniyor.

Üstelik uzaktan eğitim hiçbir zaman yüz yüze eğitimin yerini tutmayacağı da bir gerçek. Diğer taraftan salgın kontrol altına alınmadan geçilecek bir yüz yüze eğitimin ise toplum ve insan sağlığı açısından bir risk oluşturduğu, böyle bir durumda günlük vaka sayılarının inanılmaz boyutlarda artacağı da biliniyor. Salgının kontrol altında olduğu ve okullarda bilinen tüm önlemleri alarak geçtiğimiz haftalarda yüz yüze eğitime geçen İspanya’da 11 Eylül tarihi itibarıyla günlük yeni vaka sayısı rekor kırarak 12183’e ulaştı.

Salgının kontrolünü kaybeden ve okullarda koca bir yaz mevsimi boyunca hiçbir alt yapı hazırlığı yapmayan ülkemizde yüz yüze eğitime geçtiğimiz anda karşılaşacağımız tablo bundan daha kötü olacaktır. Bu nedenle MEB tekrar erteleme kararı almaktansa çözümü bu açılışı anasınıfı ve birinci sınıflarla sınırlamakta buldu. Çok geciktiği gerçek çözümleri ise yine tartışmaktan kaçınıyor.

Çözüm için ilk adımda ülkemizde bir an önce salgın kesin olarak kontrol altına alınmalı. Salgın kontrol altına alınmadan okullar açılmamalı. Bu süre içinde çok geciktiğimiz okulların fiziki koşullarının geliştirilmesi, sınıf öğrenci sayılarının azaltılması, öğretmen sayılarının artırılması gibi önlemler alınmalı…

İçinde bulunduğumuz salgının kontrolden çıktığı bugünlerde açılacak okullar günlük yeni vaka sayılarını artırmaktan ve yeni acılara neden olmaktan öteye bir şeye yaramayacaktır.

Bursa’da sağanak yağış birçok evi su altında bıraktı

Bursa‘da sabah saatlerinden itibaren etkili olan ve öğleden sonra hızı artan sağanak, birçok ev ve iş yerinin su basmasına sebep oldu. İki araç ise kayganlaşan yolda kaza yaptı.

Hafta sonu sıcaklıkların düşmesiyle birlikte, Bursa’da sabahın erken saatlerinden itibaren sağanak görülmeye başlandı. DHA’nın aktardığına göre özellikle merkez ilçeler Osmangazi ve Nilüfer‘de etkili olağan sağanak, birçok vatandaşı etkiledi.

Osmangazi ilçesine bağlı Dikkaldırım Mahallesi’nde bir evi basan sular vatandaş tarafından kovalar ile boşaltılırken, bazı vatandaşlar da kapılarının önüne setler kurarak önlem aldı.

Sağanak nedeniyle kayganlaşan yollar sürücülere zor anlar yaşattı. Merkez Yıldırım ilçesine bağlı Atıcılar Mahallesi’nde bir ticari araç ile bir otomobil, kayganlaşan yolda kontrolden çıkarak kaza yaptı. Polis ekipleri ise, sürücüleri dikkatli olmaları konusunda uyardı.

Bir yılda 36 bin kişiye ‘cumhurbaşkanına hakaret’ten soruşturma

Son bir yılda 36 bin 66 kişi hakkında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘a hakaret suçlamasıyla soruşturma açıldı.

BirGün’den Nurcan Gökdemir’in Adalet Bakanlığı’nın 2019 yılı Adalet İstatistiklerine dayandırdığı haberine göre, partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle birlikte sosyal medyada paylaşım yapanlardan ana muhalefet partisi liderine, çocuklardan yabancı uyruklulara kadar binlerce kişiye Erdoğan’a hakaret ettiği suçlamasıyla kovuşturma açıldı, dava açıldı ve bunlardan 12 bin 298’i yargılandı. Bu suçlamayla yargılananların ortalama üçte biri de mahkûmiyetle cezalandırıldı.

5 yılda 40’tan 3 bin 831’e

Yargılamaların dayanağı, TCK’nın “cumhurbaşkanına hakaret” başlıklı 299’uncu maddesi. Bu suçu işleyenlere bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Suçun alenen işlenmesi durumunda ise ceza altıda bir oranında artıyor.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına ilk seçildiği yıl olan 2014’de 40, 2015’te 238, 2016’da 884, 2017’de 2 bin 99, 2018’de 2 bin 462 sanık mahkûm edilirken 2019’da rakam 3 bin 831 oldu. Böylelikle Erdoğan döneminde 9 bin 554 kişi hakaret suçlamasıyla cezalandırılmış oldu.

Libya’da Hafter yanlısı hükümet protestolar sebebiyle istifa etti

Libya’nın doğusundaki silahlı güçlerin lideri Halife Hafter yanlısı hükümet ülkede üç gündür devam eden ve kötü yaşam koşullarına karşı başlatılan sokak protestolarının ardından istifa etti.

Konseyin internet sitesinde yer alan açıklamada, uluslararası toplumun tanımadığı Abdullah es-Seni başkanlığındaki hükümetin, Tobruk‘taki Temsilciler Meclisi (TM) Başkanı Akile Salih‘e istifasını sunduğu duyuruldu.

AA’nın aktardığına göre açıklamada, istifanın değerlendirilmek üzere Meclise sunulacağı kaydedildi ancak tarih verilmedi.

Protestocularla çatışma

İstifa kararının, Akile Salih’in, Hafter’in kontrolündeki Merc kentinde ağırlaşan yaşam şartları sebebiyle başlayan protestoların nedenlerini tartışmak için hükümetle yaptığı acil toplantı sırasında bildirildiği belirtildi.

Libya el-Ahrar kanalının, Libya Suç İzleme Örgütü‘ne dayandırdığı bilgiye göre, Hafter milislerinin Merc kentindeki göstericilere ateş açması sonucu bir kişi ölmüş, bir kişi de yaralanmıştı.

“February” kanalı ise dün gece saatlerinde Bingazi, Merc ve Beyda kentlerinde sokağa çıkan göstericilere ateş açılması sonucu 5 kişinin yaralandığını duyurmuştu.

Protestolar sırasında göstericilere ateş açıldı. Fotoğraf: AA

İç savaşın ardından ikili meclis

Libya’da Muammer Kaddafi yönetiminin 2011’de devrilmesinden sonra çıkan iç savaş sonucunda ülkede iki meclisli bir yapı ortaya çıktı. Bir yanda ülkenin doğusundaki önemli bir kısmını kontrolü altında tutan General Halife Hafter‘e desteğini sunan Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi bulunuyor. Bir yanda ise Trablus merkezli Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH).

Türkiye, Hafter’e karşı mücadele eden UMH’nin en güçlü destekçisi konumunda. Hafter’e ise Rusya, Fransa, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri doğrudan ya da dolaylı destek sunuyor.

Gökçeada’daki yangın sabaha karşı söndürüldü

Çanakkale‘nin Gökçeada ilçesindeki meralık bir alanda Pazar günü akşam saatlerinde çıkan yangın ekiplerin müdahalesi sonucunda sabaha karşı söndürüldü.

Yıldızkoy ile Yeni Bademli köyleri arasında kalan meralık alanda saat 23.00 sıralarında bilinmeyen nedenle yangın çıkmıştı. Kuvvetli rüzgarın da etkisiyle büyüyen ve kısa sürede geniş bir alana yayılan yangına, ihbar üzerine bölgeye sevk edilen itfaiye araçları ve arazözler ile müdahale edilmeye başlanmıştı.

Fotoğraf: Vural Bozok/DHA

‘Öğrenci yurtları güvende’

Gökçeada Belediye Başkanı Ünal Çetin bir açıklama yaparak, “Burada öğrenci yurtları vardı. Büyük bir tehlikeydi ancak ekiplerin müdahalesi ile bu tehlike önlendi. Şu anda can ve mal kaybımız yok. Ekipler çalışmalarını sürdürüyor. Umarım kısa sürede tamamı söndürülür” ifadelerini kullanmıştı.

 

Türkiye’de koronavirüs: 24 saatte 1527 yeni vaka, 57 ölüm

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, yeni tip koronavirüs salgınına ilişkin Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan güncel verileri paylaştı. Açıklanan verilerde 24 saat içerisinde 57 kişinin daha virüs nedeniyle hayatını kaybettiği, 1527 yeni vaka tespit edildiği belirtildi.

Böylece toplam ölü sayısı 7 bin 56’ya, vaka sayısı 291 bin 162’ye yükselmiş oldu. Toplam test sayısı ise 13 Eylül tarihinde yapılan 96 bin 97 test ile birlikte 8 milyon 519 bin 560’a çıktı.

Bakan Koca, yaptığı paylaşımda “57 CAN kaybı, 1.527 yeni hasta. Virüs sevdiklerimizi bizden ayırıyor. Bu gidişe dur diyecek olan Birlik ve Beraberlik içinde mücadeledir. TEDBİRde BİRLİK olalım virüse fırsat vermeyelim” ifadelerini kullandı.

Recaizade Mahmut Ekrem’den Prens Adaları’na: Araba Sevdası

Recaizade Mahmut Ekrem tarafından 19’ncu yüzyılın son yıllarında yazılan Araba Sevdası[1] Türk edebiyatının ilk realist romanlarından biri olarak kabul edilir. Romanda, Bihruz Bey örneğinde lüks ve şatafatın, özentili ama kültür temeli olmayan bir yaşamın eleştirisi yapılmaktadır.

Recaizade Mahmut Ekrem’in yaşamı, pek bilinmese de epey dram yüklüdür. Emced, Nijad ve Ercüment Ekrem adlı üç oğlu olan sanatçı, bir buçuk yaşında bakıcısının dikkatsizliği sonucu yatağa mahkûm hale gelen ve hiç konuşamayan Emced’i 20 yaşında kaybetmiş; Nijad’ı ise yakalandığı bir hastalık sonucu toprağa vermek zorunda kalmış. Bu kayıp sanatçıyı yaşama küstürmüş ve Büyükada’ya taşınarak kendini yaşamdan olabildiğince soyutlamış.[2]

Sürgün yeri Prens Adaları

Marmara Denizi’nin İstanbul kıyısı yakınındaki dokuz adadan oluşan Prens Adaları tarih boyunca çok değişik adlarla anılmış. Evliya Adaları, Keşiş Adaları, Kadıköy Adaları, Ruh Adaları, Halk Adaları, Cin Adaları, Papaz Adaları, Çamlı Ada, Kızıl Adalar… Ve günümüzde Prens Adaları ya da İstanbul Adaları.

Prens Adaları’nda Bizans döneminde çoğunlukla manastırlar, kiliseler ve zindanlar bulunur; büyük ölçüde sürgüne yollanmışların ve dünyadan elini eteğini çekmiş dindarların mekânıdır. Prens Adaları adının özellikle sürgüne gönderilenlerle ilgili olduğu söylenmektedir. Adalar 19’ncu yüzyılın ortasından itibaren, 1846’da başlayan vapur seferleriyle birlikte bir sayfiye yerine dönüşür. Önceleri çoğunlukla Rumların, Musevilerin ve Ermenilerin ilgi gösterdiği Adalar’ın sosyolojik yapısı, özellikle, tarihimiz için bir utanç sayfası olan 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra Rumların Yunanistan’a göçü, 1960’larda Musevilerin İsrail’e gitmesi gibi nedenlerle değişmiş ve Müslüman Türk nüfus sayısal olarak çoğunluğa ulaşmıştır.

Büyükada Rum Yetimhanesi.

Eşsiz doğal yapı

Elbette Adalar’da zengin bir kültürel miras da bulunuyor. Bu mirasla ilgili okunabilecek, yararlanılabilecek pek çok kaynak var. Manastırlar, kiliseler, farklı mimari tarzların izlerini taşıyan köşkler; Heybeliada Ruhban Okulu, Büyükada Rum Yetimhanesi, Deniz Harp Okulu ve son günlerde Diyanet’e devri gibi akıl dışı bir kararla gündeme gelen Cumhuriyet’in ilk sanatoryumu benzeri tarihi yapılar; Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Sait Faik Abasıyanık’a, Zaven Biberyan’dan Kristin Saleri’ye, Reşat Nuri Güntekin’den Recaizade Mahmut Ekrem’e kadar pek çok sanatçı, Adalar’ın nasıl bir kültür mirasına sahip olduğunun açık kanıtları.

En az bunun kadar önemli bir miras da ekosistem. Genel anlamıyla Adalar, büyük oranda kızılçam egemenliğindeki doğal ormanlarıyla, maki florasıyla, en az doğal türler kadar önemli olan zengin egzotik bitkileriyle ve su altı ekosistemleriyle, ana karanın hemen dibinde fakat ondan bütünüyle farklı bir doğal yapı ortaya koyuyor. Üç değerli hocamız, Faik Yaltırık, Asuman Efe ve Adnan Uzun Adalar’ın doğal ve egzotik bitkilerini inceledikleri kitaplarında[3] şu ifadeye yer verir: Denilebilir ki Adalar, özellikle de Büyükada biri birinden bakımlı bahçeleriyle bir büyük Arboretumdur.”

Ancak son günlerde Büyükada’da yaptığım bitki keşif gezilerinde, hocalarımızın kitapta cadde veya sokak adları ve kapı numaraları vererek belirttikleri 20 kadar çok özel bitkinin sadece üçünü bulabildim. Diğerleri kitabın yazıldığı yıl olan 1993’ten bu yana gerçekleşen değişime kurban gitmiş görünüyorlar.

Kızılçam, yangın demek

Doğanın ve kültürün verdiği bu özellikler şimdilerde de çok büyük tehlikelerle karşı karşıya. Adalar’a özellikle bahar ve yaz aylarında her gün binlerce ziyaretçi geliyor. Ziyaretçi yönetimi gibi bir kavramdan kimsenin haberi yok. Koruma ve kontrol yok. Yakın zamana kadar faytonlarla, şimdi elektrikli araçlarla insanlar Adalar’ın her noktasına, en hassas bölgelerine ellerini kollarını sallayarak gidebiliyor, istedikleri şeyi istedikleri şekilde yapabiliyorlar. Kızılçam demek yangın demek.  Kızılçam odunu çıradır. Deyimlerde bile yer bulmuş Marmara Çırası, muhtemeldir ki geçmişte Adalar ormanlarından elde edilerek İstanbul’da kullanılmıştır. Hep söylediğimiz şey şu; yangını önlemek söndürmekten çok çok daha kolay. Oysa biz ısrarla yangın önlemeyi değil yangın söndürmeyi konuşuyoruz. İklim değişikliği ile birlikte daha da riskli hale gelen ve gelecek olan orman yangınlarının Adalar’dan birini yalnızca birkaç saat içinde, doğasıyla ve kültürüyle küle dönüştürmesi işten bile değil.

Heybeliada Tabiat Parkı.

Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün sözde korunan alanları, ikisi Büyükada biri Heybeliada’daki üç Tabiat Parkı ticari amaçlarla özel şirketler tarafından işletiliyor. Sınırları, dikenli bile değil, jiletli tel örgülerle çevrilmiş olan bu alanlardan, dilimi ısırarak söylüyorum, bir yangın anında insanların nasıl kaçacağını, normal zamanlarda ise yaban hayvanlarının hareketliliğinin nasıl sağlanacağını düşünme zahmetinde bulunmamış yetkililer.

Veee… Araba sevdası

Adalar’ı Adalar yapan en ayrıcalıklı özelliklerden biri motorsuz ulaşımdır. Daha doğrusu motorsuz ulaşımdı. Herkesin bildiği gibi durum değişti. Artık Adalar’ın cadde ve sokaklarında elektrikli de olsa motorlu araçlar cirit atıyor.[4] Sadece İBB’nin araçları değil bunlar. Kişisel kullanımdaki elektrikli araçların da haddi hesabı yok. UKOME 6 Şubat 2020 tarihli kararı ile Adalar’daki bütün yolları yaya yolu ilan etmiş. Fakat aynı kararda toplam 135 elektrikli aracın kullanımı da var. Yani perhiz ve lahana turşusu hikâyesi. Adalar’ın sözde yaya yolu olan cadde ve sokaklarında yaya olarak iki saniye dikkat dağınıklığı yaşarsanız bir motorlu aracın size çarpması ihtimali çok yüksek, yeni durumu bilmeyenleri uyarmış olayım.

Bunları yazınca, faytonlarda kullanılan atların sömürülmesine taraf olduğumun düşünülmesini istemem. Beni tanıyanlar hayvan hakları konusunda nasıl bir hassasiyete sahip olduğumu bilirler. Fakat bir yanlışın başka bir yanlışla düzeltilemeyeceği de aşikâr. Neden iki kötüden birine mahkûm olmak zorundayız?

Ben kişisel olarak Adalar’a motorlu araç girişinin, vapur seferlerinin başlaması ve 6-7 Eylül olayları benzeri bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Adalar’da ulaşım yaya ve bisiklet temelli olarak kalmalıydı. Sağlık sorunu olan ve yaşlı Adalıların ulaşım sorununun çözümü konusunda istisnai fakat asla kötüye kullanılmaması gereken, kötüye kullanılmaması için sıkı önlemlerin alınıp uygulandığı çözümler üretilebilirdi. Fayton sorunu atların maruz kaldığı zulme meydan vermeden yönetilebilirdi. Ziyaretçi yönetimi uygulanmalıydı. Her ziyaretçinin her yere gidebilmesi asla ana ilke olmamalıydı. Gidip göremediğimiz güzellikleri, gitmesek de görmesek de bizimdir diyebilme olgunluğuna erişmiş olmalıydık.

Oysa biz “gidip göremiyorsak hiçbir değeri yok” anlayışını temel aldık. Minibüslere doluşmuş insanlar kitle halinde, kontrolsüz ve bilinçsizce Adalar’ın en ücra, en hassas noktalarına gidiyor. Böylesine hassas ekosistemlerde insan demek yıkım demek; hele yangın riskini de düşününce!

Ne yazık ki aradan geçen 120 yıl pek bir şey değiştirmedi. Araba sevdası Adalar’ı da işgal etti. Korkarım ki Adalar’ın doğal ve kültürel mirası artık çok daha hızla tahrip olacak. Üstelik de Adalar UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girme yolundayken…

*

Not: Zihnimde Adalar’la ilgili daha pek çok şey var, uygun bir zamanda onları da yazmak niyetindeyim. Hepsi bu kadar değil, şimdilik bu kadar.

[1] Romanda sözü edilen arabalar at arabaları elbette, motorlu arabalar değil.

[2] Bu bilgiler Soner Yalçın’ın Hürriyet Gazetesi’nde 7 Aralık 2008 tarihinde yayımlanan “Oğullarını kaybeden edebiyatçıların sönmeyen acıları” başlıklı yazısından alınmıştır. 

[3] İstanbul Adaları’nın Doğal ve Ekzotik Bitkileri. İstanbul Adaları İmar ve Kültür Vakfı Yayınları No:1

[4] Elektrikli araçların sıfır karbon emisyonuna sahip olduğu düşünülür. Yanlış. Aracın kullandığı elektriğin nasıl üretildiğine bağlı olarak değişen miktarlarda emisyon söz konusudur. Değişen, emisyonun (salımın) zamanıdır sadece. Yani emisyon, araç elektriği kullanırken değil, aracın kullanacağı elektrik üretilirken gerçekleşir.

Su ve insan psikolojisi: Anna Maria Genovesi anlatıyor

Bedenimizin büyük kısmını oluşturan, onu besleyen, iyileştiren ve şahlandıran su, ruhumuz için neler yapıyor? Suyla psikolojik durumumuzu iyileştirmek mümkün mü? Açık Radyo’da iki hafta bir yayınlanan Sudan Gelen’e 2 Eylül 2020 tarihinde konuk olan psikolog Anna Maria Genovesi bu ve daha fazla sorunun cevabını veriyor.

Akgün İlhan: Sevgili Anna Maria, istersen önce seni biraz tanıyalım. Neden psikoloji okudun ve bu mesleği yapıyorsun?

Anna Maria Genovesi: İtalyan asıllı bir ailenin kızıyım. Dedelerim 1860 yıllarında Dolmabahçe Sarayı’nda kartonpiyer işlerinde çalışmak üzere İtalya’dan İstanbul’a gelmişler. Tüm hayatım İstanbul’da geçti. 1995 yılında Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra ilaç sektöründe farklı bölümlerde çalıştım. Daha sonra ise eğitmenlik ve danışmanlık yapmaya başladım. Önyargısız iletişimle sağlıklı yaşam, özgüven, stres, kaygı ve endişe ile başa çıkma üzerine eğitim modülleri tasarladım. Bu konulardaki çalışmalarımla topluma değer katmaya ve faydalı olmaya çalışıyorum.

Aİ: Konumuza dönecek olursak, su beynimizin en önemli besini diyebilir miyiz?

AMG: Tabii ki.  Hatta sadece beyin değil, insanı hayata bağlayan en kıymetli zincir de su. O nedenle yeterli oranda su tüketmek çok önemli. Nitelikli su tüketen insanın aktiviteleri de dengeli hale gelir. Su beynin daha üretken ve yaratıcı olmasını sağlar, Düşünme sürecini hızlandırır, zihni canlandırır, tüm beyin fonksiyonlarında bize güç ve enerji verir. Vücuttaki yorgunluk hissi azalır ve zihin makine gibi tıkır tıkır çalışmaya başlar.

Aİ: Peki, su tüketimi insan beynini ve vücudunu bu kadar etkilediğine göre psikolojimizi nasıl etkiliyor? Mesela suyu az veya çok içtiğimizde neler oluyor?

AMG: Psikolojiniz bozulduysa önce su içme alışkanlığınıza bakın. Vücuttaki bütün sistemler organlar, hücreler su olmadan fonksiyonlarını sürdüremez. Erkekte vücut ağırlığının yüzde 60’ı, kadında ise yüzde 50’sini su oluşturur. İnsan beyninin yüzde 95’i ve akciğerlerin yüzde 90’ı sudur. Bu nedenle vücut sıvısının yüzde 2 gibi oranında bir azalma bile hafif yorgunluk, hafızada bozulma ve odaklanmada zorluğa neden olur. Yeterli miktarda su içmek psikolojimize birçok açından destek olur.

Doğru miktarda su, çok derde deva

Mesela su, mutluluk hormonu Serotonin ve diğer nörontrasmitterler’in (sinir ileticileri) üretimi için vazgeçilmezdir. Sinir sistemi üzerinde önemli rol oynar. Yeterli miktarda su içen insanın modu daha dinamik olur. Melatonin de dâhil tüm hormonların kilit unsuru olan su, psikolojimizin de sağlıklı olmasını sağlar. Su ayrıca, stres, gerginlik ve depresyon un hafiflemesine de yardımcı olur. Uykuyu düzenleyip daha iyi kalitede bir uyku sağlar. Böylece insanın bilinci dışındaki veriler daha kolay açığa çıkar. Psikolojik olarak daha güvende hisseden kişiler güne daha verimli başlar. Çalışma verimini arttırır ve dikkat aralığını büyütür.

İnsanın vücudunda dehidratasyon yaşadığı anda kullanabileceği bir su deposu yoktur. Vücuda elektriksel enerji sağlayan su, kişinin algılarının da daha açık olmasını sağlar. Su, yorgunluğun giderilmesine yardımcı olur. Kilo vermemize yardımcı olur ki bu da başlı başına moralimizi yükseltir. Dehidratasyon cinsellik hormonunun üretimini engeller, bu iktidarsızlık ve libido kaybının başlıca nedenlerinden biridir. Su, zihinsel ve bedensel fonksiyonları bütünleştirir; karar verme ve hedef belirleme yetimizi artırır. Kısacası hastalık olarak gördüğümüz, bedensel ve psikolojik etkilerinden zarar gördüğümüz pek çok sorunu doğru miktarda su içerek daha hızlı çözebiliriz.

Aİ: Peki, yeterli miktar dediğimiz doz nedir? Ne kadar su içmeliyiz?

AMG: Aslında azı da fazlası da zarardır suyun. Günlük olarak içmeniz gereken miktar kilomuza, sağlık durumumuza, kullandığımız ilaçlara ve daha pek çok faktöre bağlıdır. Uzmanlar en fazla ne kadar su içilmeli sorusuna yanıt vermeyi tercih etmiyorlar.  O yüzden bu konuda mutlaka doktorunuza danışmanız gerekir. Zira su içmek yaşam için vazgeçilmez olsa da, suyun da zehirli olabileceği bir doz vardır. Yani aşırı su tüketimi bir insanı hasta edebilir ve hatta öldürebilir.

‘Suda doz her şeydir’

Aİ: Su zehirlenmesi nasıl meydana gelir?

AMG: Bu durum, çok miktarda suyun kısa sürede tüketilmesiyle ortaya çıkar. Etkileri kafa karışıklığı, zaman ve mekân karışıklığı, kendini kaybetme ve psikotik etkilerdir. Hatta bu durum, hiponatremi rahatsızlığına kadar varabilir. Hiponatremi aşırı miktarda su içmenin başka bir yan etkisidir. Kanınızdaki sodyumun anormal azalması sonucunu doğurur. Sonuçta su da bir kimyasal maddedir ve onu tek seferde ne kadar ve hangi aralıklarla tükettiğiniz önemlidir. Suda da doz her şeydir!

Mesela kilogram başına 90 gram civarı su tüketen kişi kendini bu riske atar. Örnek olarak vücut ağırlığı 88 kg olan bir insan için 8 litre su içmek  yüzde 50 ihtimalle ölümcül olabilir. Bu miktar arttıkça ölüm riski de artar. Suda doz aşımı takıntılı su içme davranışın sonucu ortaya çıkar. Buna psikolojide Psikojenik Polidipsi diyoruz.  Bu hastalığa genellikle maraton koşucularında rastlanabiliyor. Aşırı su içiminden yüzde 95’i su olan beyin en fazla etkilenen organdır. Beyin şişerek kafatasına, kafatası da beyne baskı yapar. Bu durum, baş ağrısı, kafa karışıklığı, nöbetler, nefes yetersizliği ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir.

Aİ: Psikojenik Polidipsi neden ortaya çıkar ve nasıl gelişir? Tedavisi nasıl olur?

AMG: Aslında psikolojik rahatsızlıklara bağlı olarak takıntılı bir şekilde gerektiğinden fazla su tüketimine bağlı ortaya çıkıyor bu hastalık. Hafiften ağıra doğru seyredebilen bir klinik tablo olabilir. Ağır vakalarda mutlaka psikiyatrik tedavi devreye girmelidir. Maalesef bu hastalığa ergenlerde çok sık rastlanabiliyor. Örneğin 15 yaşında lise birinci sınıfa devam eden bir öğrenci fazla kilolarını takıntı yapınca ve buna ergenlik sıkıntıları da eklenince, fazlaca su içerek kilolarından hızla kurtulacağına inanabiliyor.  Aşırı miktarda su içmeye başlayan genç kendini kaybetmeye varacak kadar rahatsızlanabiliyor.

Burada önemli olan ailelerin işler bu aşamaya gelmeden çocuklarını iyi gözlemlemesi ve dikkatli olmaları. Gençlerdeki zayıf kalma isteğinin yeme bozukluğuna ve bu tip takıntılı davranışlara dönüşmeden engellenmesi çok önemli. Bu, az bilinen bir hastalık olmasına rağmen psikiyatrik hastalıklar arasında yüzde 6 ila 20 oranında rastlanıyor.

Geçenlerde okuduğum bir klinik çalışmadan bir örnek daha vereyim.  14 yıldır şizofreni tedavisi gören 39 yaşında bir erkek hastanın saldırganlığı, paranoyak sanrıları, kişisel bakımında düşüşleri ve hayal görmeleri artınca, hasta psikiyatri kliniğine başvurmuş. Babasının belirttiğine göre hastalığının başlangıç döneminde hasta bir televizyon programında su içmenin önemini anlatan bir doktor tavsiyesi sonrası sık sık ve bol miktarda su içmeye başlamış. Hasta ilaçlarını almayı reddediyor ve çok su içerek vücudunda ki zehrin ve ilaçların bu şekilde temizlendiğine inanıyor. Başta da dediğim gibi hem fizyolojimiz hem de psikolojimiz için ne az ne çok, doğru miktarda su çok önemli.

Aİ: Suyu içmenin dışında pek çok ihtiyacımızı karşılamak için kullanıyoruz. İçmek dışında iyi bir ruh sağlığı için sudan başka ne şekillerde yararlanabiliriz?

AMG: Bakın mesela akan su sesi gevşememizi sağlar, stres seviyemizi azaltır ve ruhumuza iyi gelir. Plos One dergisinde yayınlanan bir deneyi paylaşayım. Bu deneyde 60 kadını 3 gruba ayırıyorlar. İlk gruba müzik, ikinci gruba ise su şırıltısı sesi dinlettiriyorlar. Üçüncü grubu ise sessizliğe tabi tutuyorlar. Tükürükten ölçülen stres hormonuna göre su şırıltısı dinleyen grubun daha az stresli olduğu ortaya çıkıyor. Çok çarpıcı değil mi? Başka bir örnek de deniz suyu veya tuzlu suyun rahatlatıcı etkisidir. Kaplıca suları da insan vücuduna faydalı doğal maddeler içerir. Yüksek su sıcaklığıyla virüsler ölür ve oksijenlenmeyi arttırır. Özet olarak sağlıklı miktarda su zayıflamamıza yardımcı olur ve bu beden, ruh ve zihin birlikteliğini sağlar.

‘Su canlıdır’

Aİ: Su sesi rahatlatıcı demiştin. Bununla ilgili yapılmış araştırmalar var mı?

AMG: Tabii var. Dünya yüzeyinin dörtte üçü sularla kaplıdır. İnsan vücudunun da yaklaşık dörtte üçü sudan oluşuyor. Suyun, vücudumuzun sesle titreşimler için bir iletken vazifesi gördüğü yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. Yani biz sadece kulaklarımızla değil, vücudumuzun her bir hücresindeki suyla da bu titreşimleri duyuyoruz.

Japon bilim insanı Prof. Dr. Masaru Emoto’nun sesin su kristalleri üzerindeki etkilerini incelediği çalışması çok ilginçtir. Çok ses getirmiş ama bilimselliği ispatlanmamış bir çalışma bu. Hatta James Randi adlı illüzyonist kendisine bu iddiasını ispatlaması karşılığı 1 milyon dolar teklif etmişti. Ben bu çalışmayı olumlu düşünmenin önemini vurguladığı için anlatmak isterim.

Emoto’nun Su Kristalleri adlı kitabında 70’ten fazla kristal resmi vardır. Kitapta “Su, cansız bir madde değil, canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su çevresindeki pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir” der. Kitaba konu olan deneyde aynı akarsudan iki kap suyun birine sakin müzik, diğerine kulak tırmalayıcı bir müzik verilmiştir. Sakin müziğe maruz kalan suyun kristalleşme örneğinde desenler simetrik şeklinde iken, diğer cızırtılı ve kötü ritmler verilen suyun kristalleşme örneği karışık desenli olarak bulunmuştur.

Benzer şekilde,  müzik seslerinin insanın kalp atışı ve kan basıncı üzerinde de etkili olduğu ortaya çıkmıştır. Müzik ne kadar hızlı ise kalbimiz o kadar hızlı, ne kadar yavaşsa kalp da o kadar yavaş atmaktadır. Dolayısıyla daha düşük bir kalp atışı daha az gerilim ve stres demektir. Ayrıca, Julian Treasure adlı girişimci sesin üzerimiz de fizyolojik, psikolojik, davranışsal ve bilişsel etkilerini çalışmış ve kötü seslerin insanın üretkenliğini azalttığını tespit etmiş. Özellikle açık ofis düzeninde çalışan insanların yüzde 66 daha az verimli çalıştığını saptamış.

Tüm bu araştırmalar su sesinin rahatlatıcı etkisine değiniyor. Sağlıklı bir fizyoloji ve psikoloji için su hayatımızda farkına varamadığımız kadar önemli. Doğanın en basit, en etkili, en güvenli, yan etkisiz mucizevî ilacı su desek yanlış olmaz. Su hepimizin daha dengeli, daha sakin, daha dingin ve verimli bir hayat geçirmesi için elzem bir varlık. Acaba biz bunun ne kadar farkındayız?

Aİ: Su yüzyıllar boyu medeniyetlere ilham veren bir varlık da aynı zamanda.

AMG: Evet, Sufilerden Taoistlere kadar her kültüre ilham olagelmiş su. “Su gibi ol azizim” derken ne güzel bir felsefeye değiniyor Sufiler. Taoistlere göre ise suyun bilmemiz gereken üç özelliği vardır.

Bunlardan birincisi tevazudur. İlk bakışta psikolojiyle su arasında bir ilişki görmek zordur. Ancak böyle bir ilişki var ve gerçekten ilham verici. Bir nehir boyunca sakin, akıcı ve uyumlu bir şekilde akan su, etrafında ki toprağı besler. Fakat nehir, su konusunda aç gözlü olduğunda her şey değişir. Yarattığı selin gücü ciddi hasarlara yol açar. Toprağı alıp götürür. Habitatları yok eder, canlıları etkiler.

İkincisi, su fırsatlara karşı dikkatlidir. Hepimiz biliriz, su minicik bir çatlak bulsun hemen yürür, yol alır. Bizler de su gibi olabiliriz yeni bir yola, fırsatı değerlendirir hayatımıza değer katabiliriz. Suyun bu özelliği, bu hayati maddenin ne kadar uyum sağlayıcı olduğunu bize hatırlatır. Su fırsatı kaçırmaz, ilerlemek için şekil, ayar veya pozisyon değiştirmekte asla tereddüt etmez. İstediği yere gitmek için en ufak bir seçenek olduğu sürece su bunu yapacaktır.

Suyun üçüncü özelliği ise korkmadan değişme kabiliyetidir. Su kadar değişime uygun pek az unsur vardır. Belirli bir sıcaklıkta buhar, belirli bir dereceden sonra da buz olur. Su, çevresine uyum göstererek değişmekte tereddüt etmez. Bir vazoya konduğunda onun şeklini alır, kaya aralığında küçük ve önemsiz kalır, okyanusta kocaman olur. Suyun gücü ve karakteri vardır. Doğada uyum sağlamayanlar hayatta kalmaz. Suyun bu ilham verici özelliklerini, sadece bir metafor olarak görmekle kendimizi sınırlandırmamalıyız der Taoistler. Nihayetinde bizler de tabiatın ve suyun parçasıyız.

Ve son olarak sevgili Akgün su felsefesine dair şunları demek isterim. Dağdan akan su en az direnç gösteren yolu seçer akmak için. Önüne kaya çıkarsa mücadele etmez, etrafından dolaşıp devam eder akmaya. Diyelim ki dağdan akan su önüne çıkan kayanın etrafından dolaşamayacak bir yola denk geldi. Bu sefer birikip kayanın üstünden aşar, bu da olmuyorsa sabırla kayayı damla damla delmeye başlar. Kayayı delmeyi başaran suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğinde ki sabırdır. Su uyumludur, sürekli bulunduğu yere uyum sağlar ama doğası değişmez.

Doğada da öyle değil midir; uyum sağlayanlar, esnek olanlar hayatta kalır. Su kendini akışa teslim eder. Derler ya su akar yolunu bulur. Su berraktır, şeffaftır, paylaşımcıdır. Canlılığı başlatandır. Su değişimden korkmaz, bazen yağmur, bazen kar, bazen buz, bazen buhar olur, yağmur olur. Ama su hep akar. Akmayan su bulanır, çamurlanmaya başlar. İşte Sufiler bu yüzden der ki “Sen su gibi ak. Her daim yenilen. Her gün yenilen. İki günün aynı olmasın. Dünü dünde bırak bugün yeni şeyler öğren.

Aİ: Ağzına sağlık Anna Maria. Söylenecek söz bırakmadın bana.

AMG: Son bir söz eklemek isterim. Burada konuştuklarımızı sadece ilginç bilgiler oldukları için paylaştım. Teşhis ve tedavi gerektiren durumlar için her zaman uzman doktorunuza başvurmayı unutmayın.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] DUVAR: Başlangıçta sadece bir çizgiydi

Gündelik hayatımız, ülkemiz, coğrafyamız ve dünyamız sınırlarla, duvarlarla çevrili. Hepimiz biliyoruz. Hepimiz farkındayız. Sınırlar, duvarlar üzerine konuşuyor, tartışıyoruz. Peki gökten inmediklerine, leylekler tarafından getirilmediklerine göre nereden geliyorlar? Evet varlar ama nasıl var oldular?

Uçanbalık Yayınları’ndan çıkan DUVAR’ı açtığımızda karşımıza çıkan ilk cümle sorulması mühim bu sorulara bir cevap niteliğinde: 

 “Başlangıçta sadece bir çizgiydi.”

 Sekseklerinin tam ortasından geçiyor, bahçeyi yerden göğe bölüyordu ama nerdeyse fark edilmeyecek kadar da incecikti. Bu yüzden onun nereden ve niçin geldiği üzerinde durmak gereksizdi. Öyle ya, bir çizginin pek de önemi yoktu. Sonra çizgi bir sıra tuğlaya dönüştü. Artık seksek oynanamıyor ama bunun yerine setin üstünden ip atlar gibi zıplanabiliyordu.

Derken set biraz daha yükseldi. Şimdi üstünden ip atlar gibi zıplamak da mümkün değildi ama yemek yerken üzerinde oturulabiliyordu. Duvar yükseldikçe yükseldi. Büyüdükçe ayırdı. Hayatı duvara göre şekillendirmek yetmiyordu. Artık duvar varlığın niteliğinin de ölçütüydü: Karşısında yeterince uzun ve güçlü olanlarla olmayanlar. Ta ki herkes önünde çaresiz ve küçük kalana, duvarın ardı unutulana dek…

Başlangıçlar, ufuktakilerin temeli

DUVAR, bize başlangıçların ufuktakilerin temeli olduğunu tekrar anımsatıyor. Olup biten her şeye meraksız, kayıtsız hatta daha da fenası uyum sağlamaya hazır hâlimize ayna tutuyor. Pek bir şey değil dediklerimizin fazlasıyla bir şey olduklarını kulağımıza fısıldıyor. Ancak DUVAR’ın hikâyesi burada bitmiyor. O, bizi karşılayan ilk sözle konuşmaya devam ediyor.

“Başlangıçta sadece bir çizgiydi.”

Frédéric Maupomé’.

Yine neredeyse fark edilmeyecek kadar ince bir çizgi bizi tekrar karşılıyor. Ancak bu sefer duvarın üzerinde. Birisi duvarı çiziyor. Çizgiler çatlaklara, çatlaklarsa oyuklara dönüşüyor. Duvarı yıkılıveriyor. Hikâyenin ilk parçası gerçekliğimiz iken ikincisi belki bir umut,  belki de bir çağrı. 

Frédéric Maupomé’un yazdığı ve bize bir çizginin iki farklı potansiyelini gösteren DUVAR’ın kendisi de kısacık hikâyesi, azıcık sözüyle bir çizgi. Ama başka türlü bir çizgi, aynı zihnimizde bir kıvrım gibi. Eğer göz ardı etmezsek bu incecik çizgiden kim bilir ne düşünceler yayılacak?

Tohum hiç parayla satılır mı?

Tahmin edeceğiniz gibi bu cümleyi bir hükümet yetkilisi söylemedi, tarımdan sorumlu bakan hiç değil!  Söylemesi gerekenler onlardı ama değil ne yazık ki..

Buğday Derneği‘ni, yeşil  feminist aktivist ve bir televizyon program yapımcısı olarak 90’lı yıllardan beri hep takip etmişimdir. Victor Ananias‘la  Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki ekolojik, doğal ürünler dükkanda ilk röportajı yapıp onu tanımak, yine televizyonda ilk yayınlayan  yapımcı onurunu taşımak  en güzel ödül oldu benim için. O yıllarda  çevre bilinci televizyon yapımcılarında  henüz çok gelişmediğinden her gün yayınlanan bir canlı kuşakta “Gündemde Çevre Var’ adıyla bir köşem vardı.O gün-bugündür Buğday Derneği’nin ( www.bugday.org) bu ülke için ne kadar önemli olduğunu bilirim ve sık sık bültenlerini  okurum.

Geçtiğimiz günlerde yeni bir yazı dizisine başladılar, aslında yazı demek doğru değil, küçük öyküler demek gerekir, zaten adı da “Tohum Hikayeleri”...  Bu hikaye dizisinin ilkinin  tanıtımı şu cümlelerle başlıyor:

“Atalık tohumları yaşatmak için çalışan, onları eken ve çoğaltan güzel insanlar var bu topraklarda. Tohum Hikayeleri serimizde sizlere, onların tohumları bulma, ekme ve çoğaltma öykülerini anlatacağız.”

Öyküyü okuyunca aslında bu dünyanın birkaç iyi insanın omuzlarında hala var olabildiğini anlıyorsunuz. Dizinin ilk kahramanı Mustafa Alper Ülgen ve Saz çavdarı. Bu küçük hikayeyi anlatmayacağım, tadına varmanız için okumanız gerekir. Sadece yazıma adını veren cümleyi söyleyen Hatice Nene’den söz edeceğim.

Mustafa bey aradığı ve yok edilen  çavdar tohumunu bulmak için son ümit gittiği Dedeler Köyü’nde seksenlerinde bir çift Mehmet Dede ve Hatice Nene’nin evinde bulur tohumluk çavdarı. Mehmet Dede, kendisinin ekeceği kadar ayırdığı için vermek istemez ama Hatice nenenin “Hacı bir teneke vereceksin bu çocuklara, onlar da eksin. Seneye tohum istersen bize verirler, hem tohum vermek sevaptır, tohum kutsaldır, geri çevirmek ayıptır” sözleri üzerine alabilirler tohumu. 

Karşılığında para teklif ettiklerindeyse Hatice Nene’nin “Tohum hiç parayla satılır mı, ayıptır, günahtır” cümlesini, ben de bu ülkede yerel tohumumuzu yok eden, satılmasını bile engelleyen, bırakın satılmasını, tekrar tekrar tohum alamayacağınız hibrit tohumları savunan, daha beş yıl önce 202 milyon dolarlık tohum ithal eden  yetkililere ithaf ediyorum.

Bir TV kanalındaki haberlerde, davudi bir erkek sesiyle sunulan ‘Doğrusu ne” çok hoşlarına gitmiş ki, Tarım ve Orman Bakanlığı Bitkisel Üretim Genel Müdürlüğü de ‘Tohumda doğru bilinen yanlışlar” başlığıyla  tarımorman.gov.tr de bir  savunma sayfası hazırlayarak Hatice Neneden daha doğru yaptıklarını ispatlama çabasındalar. Aklınızla bir kez daha dalga geçilmesini isterseniz benim gibi girin inceleyin . Bir kaçı  yetecektir zaten:

“Hibrit tohumlardan elde edilen ikinci nesil tohumların ekiminde, yine doğal bir olay olarak melezlemeden geriye dönüş olduğundan, verim ve kalite açısından bazı kayıplar olabilecektir. Dolayısıyla hibrit tohum hiç döl vermeyen kısır tohum demek değildir. Bu yüzden amacına göre elde edilen vasıfların kaybolmaması için, hibrit tohumların her yıl yenilenmesi tercih edilmektedir” 

diyorlar. 

Çok kötü niyetliyiz, çiftçinin her yıl yeni tohum alması çokuluslu ve özel şirketlerin cebine para girmesi için değil, tohumun vasfının kaybolmaması için. Ahhh Hatice Nene , Mehmet Dede, sizler senelerce saklayarak ve her yıl o tohumdan yeniden yeniden üreterek yanlış yapmışsınız!

Yerel çeşitlerin herhangi bir kontrolden geçirilmeden ve tohumlarla ilgili belirlenen standartlara uygunluğu tespit edilmeden çiftçilere satılması, çiftçilerin karşılaşabileceği mağduriyetler sebebiyle yasaklanmıştır.”

diyorlar.

Mağduriyetin anlamını  endüstriyel üretim yapanlar değil de bir de çiftçiler anlatsa…

“Kamu ve özel sektör kuruluşları tohum üretip ihraç etmenin yanında, geliştirdikleri çeşitlerin üretim haklarını diğer ülkelere satarak teknoloji ihraç etmektedir.”

diyorlar.

Ne kadar kötü niyetliyiz ! Aslında tohumlarımızı peşkeş çekmiyoruz, teknoloji ihraç ediyoruz.  Zurnanın Zırrtt dediği yer. Daha yazacak çok şey var ama akıl sağlığımı korumam gerekli….

*

Not: Tohumlarını çeyizinde getirip günümüze taşıyan kadınlara haksızlık etmemek ve cinsiyetçi  dil kullanmamak için “Atalık Tohum” yerine “Yerel tohum” demek gerekli.. Malum ATA’lar hep erkek

                           

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”

  Hannah  Arendt