Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) Halk TV’ye verdiği beş günlük ekran karartma cezası, dün gece saatlerinde başladı. 25 Eylül 2020’de kanala tebliğ edilen ceza sonrasında Halk TV’nin yayını 3 Ekim 2020 Cumartesiye kadar durduruldu.
Kanal dün özel bir yayınla izleyicisine veda etti. Cezanın uygulamaya konulmasından önce İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, TİP Genel Başkanı Erkan Baş canlı yayına telefonla bağlanarak destek mesajı verdi.
Taşçı: Lisansı iptal edilebilir
Halk TV’nin kapatılması tepkilere neden oldu. RTÜK’ün CHP’li üyesi İlhan Taşçı, “Bugün beş günlük bir ekran karartma cezası ile karşı karşıya, ama eğer yine üst kurul tarafından tekrar ceza alırsa Halk TV’nin lisansı iptal edilecek. Yayıncılık açısından böyle bir tehlike var” derken DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan da verilen cezayı eleştirdi. Babacan, Twitter’da “Muhalif seslerin zaten duyulamadığı medyada RTÜK’ün de fikir polisliğine soyunması kabul edilemez” mesajını paylaştı.
Muhalif seslerin zaten duyulamadığı medyada RTÜK'ün de fikir polisliğine soyunması kabul edilemez.
Tamamı ifade özgürlüğü içinde olan konuşmalar için Halk TV'nin beş gün kapatılmasını kınıyorum.
Halk TV’nin kapatılması sosyal medyada da tepki çekti. RTÜK’ün verdiği ceza, #HalkTVSusturulamaz, #HalkTVkaratılıyor, #karartıldık” etiketleriyle eleştirildi. Bazı kullanıcıların, #karartıldık etiketiyle profil resimlerini değiştirdikleri de dikkat çekti.
Ne olmuştu?
RTÜK, Halk TV’deki Medya Mahallesi programın yapımcısı ve sunucusu Ayşenur Arslan ve programın canlı yayın konuğu Hüsnü Mahalli’nin 16 Haziran 2020 tarihindeki yayında Türkiye’nin Suriye’de asker bulundurmasına ve hükümetin dış politikasına dair eleştirilerine dayandırılarak kanala beş gün yayın durdurma kararını temmuz ayında verdi. RTÜK’ün kararında Hak TV’nin, “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı olamaz” maddesini ikinci kez ihlal ettiği ileri sürüldü.
Kanala verilen cezaya ilişkin RTÜK’ün kararına muhalif kalan bazı üyeler ile kanal tarafından yapılan itiraz ise mahkeme tarafından reddedildi.
İzmir’in Balçova ilçesinde yer alan İnciraltı’nın imara açılması yönündeki adımlar devam ediyor. Mahkemenin verdiği “Tarım arazisidir” kararıyla iptal olan yapılaşma planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan inceleme sonucunda yok sayıldı.
İl Toprak Koruma Kurulu “Burası tarım alanı olmaktan çıkmıştır” yönünde bir karar imza atarak İnciraltı’nın plana açılması yönünde onay kararı verdi. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası ise kurulun kararına şerh koydu.
Egepostası’ndan Tenzile Aşçı’ya konuşan TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası eski Başkanı Ferdan Çiftçi mahkeme kararını hatırlatarak “Tarım alanı değil demekle gerçek değişmiyor” ifadelerini kullandı.
‘Mahkeme kararı var’
Vatandaşların imar beklentilerine sokularak böyle bir projeye başlandığını ifade eden Çiftçi “O alan ile ilgili dava EXPO planlaması sürecinde benim dönemimde açılmıştı ve arazi ile ilgili ‘Tarım alanıdır’ diye kesinleşmiş bir karar var ortada. Ortada bir mahkeme kararı varken ve alanın tarımsal niteliği de duruyorken ‘Tarım alanı değil’ demekle gerçek değişmiyor” dedi.
Alanın planlanması gerektiğini belirten Çiftçi “Evet oranın planlanması da gerekiyor. Ama bu yapılırken tarımsal niteliği bulunan alanlar tarım alanı olarak planlanarak yapılmalı. Hele ki pandemi sürecinde üretimin ve tarımsal ürünlerinin değerinin bu denli anlaşıldığı bir dönemde böyle bir değerin, sadece kent içinde kaldığı gerekçesiyle geçmişten gelen 40 yıllık bir imar beklentisinin yükseltilmesi doğru bir hareket değil” ifadelerini kullandı.
‘Kamu yararı tarım arazisi olarak kalması’
Mahkemenin alanla ilgili daha önce de projeye uygun değildir kararı verdiğini hatırlatan Çiftçi, “Daha önce de İl Toprak Koruma Kurulu burası ile ilgili imara uygundur kararı vermişti ve mahkeme ‘tarım alanıdır’ demişti. Bu karar neticesinde çalışmalar durdurulmuştu. Ama bugün yine mahkeme kararına rağmen İl Toprak Kurulu aynı kararı alıyor. Yani kurul, mahkeme kararını çiğniyor. Alanın ‘kamu yararı’ kararı alınarak plana açılması isteniyor ancak buradaki kamu yararı alanın tarım arazisi olarak kalmasıdır” dedi.
‘Karar hukuksuzdur’
Çitfçi, İnciraltın’daki arazinin niteliklerinde herhangi bir değişiklik olmadığını belirterek “Mahkeme kararından bugüne kadar geçen süre içerisinde İnciraltı’nın niteliklerinde herhangi bir değişiklik olmadı. Ne üreticiler oradan gitti ne de toprağın niteliği değişti! Bugün üreticiler zaten tuzlu ve alkali topraklarda zor bir şekilde üretim yapıyorlar. İnciraltı tarım açısından çok elverişli topraklara sahip” ifadelerine yer verdi.
Mahkeme kararına rağmen alınan kararın bir tercih olduğunu ifade eden Çiftçi, “Alınan karar, yönetenlerin orada proje gerçekleştirmek istemesidir. Bu biz yaptık oldu mantığından başka bir şey değildir. Halk yararı o alanın tarım alanı olarak kullanılmasında ve hatta oradaki tarım üreticilerinin sorunlarının da çözülmesidir” dedi.
25 Eylül 2020 Cuma gününe dair benim açımdan iki önemli gelişme vardı.
Bunlardan biri yaşamı savunanlar olarak genç iklim aktivistlerinin başlattığı iklim grevlerinin son ayağı Küresel İklim Grevi’nde “İklim Adaleti Sosyal Adalettir” sloganıyla taleplerini bir kez daha söylemek üzere küresel eylemliliğe gitmeleri, karar vericilere çağrıda bulunmaları….
Bir diğer önemli gelişme ise, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bir şafak operasyonuyla 2014’teki Kobani eylemleriyle ilgili yürütülen soruşturma kapsamında HDP’li vekilleri ve yöneticileri merkeze alan 82 kişilik gözaltı kararı alması…
Bu durum, Ankara’da dikkatleri bir kez daha Cumhur İttifakı’nın muhalefetle yaşadığı siyasi mücadeleye çevirdi.
2014’teki Kobani olaylarının dönemin HDP yönetimince organize edildiğine ilişkin suçlamalar HDP’li vekillerin gözaltına alındığı 2016’da da vardı. Kobani eylemlerinin üstünden altı, soruşturmanın üstünden dört yıl geçmesine karşın HDP’li siyasetçilere operasyon yapılması iktidardaki AKP-MHP ortaklığından kurulu Cumhur İttifakı’nın siyaset planlarına ilişkin soruları gündeme taşıdı.
Bu iki birbirinden apayrı gibi duran meseleyi birbirine bağlayan çok ince bir çizgi, özünde taleplerin benzerlikleri açısından içerik senkronizasyonu var.
Sosyal adaletle iklim adaleti birbirinden ayrılamaz
Toplumun geniş kesimlerini içeren konularla ilgili kararların yerelde, yerinde, istişare edilerek alınmaması, alınan ekonomik ve siyasi kararların merkezi yönetim tarafından tepeden inmeci şekilde dayatılması, karar alma mekanizmalarına toplumun farklı kesimlerinin dahil edilmemesi, yerel yönetimlerin iradesinin ve seçilmişlerin yok sayılması, baskıcı, otoriter, dayatmacı politikalarla toplumun tektipleştirilmeye çalışılması, hak ve özgürlükler temelli taleplerin susturulması, muhalif kesimlerin sesinin kısılması…
Adalet çok katmanlı, çok boyutlu, çok sesli bir meseledir, özünde hak talebi içeren bir adalet arayışı ister iklim adaleti için olsun, ister sosyal adalet için olsun, isterse siyaset yapma pratikleri açısından olsun, meşrudur.
Katılımcılığın olmadığı, yaşam hakkının savunulmadığı, demokratik taleplerin dile getirilemediği, çoğulculuğun gereği ötekilerin sesini çıkaramadığı her yerde hak talebi, yurttaşlık sorumluluğu gereğidir.
Fosil yakıt kullanımının, tüketimin merkeze alındığı kapitalist düzenin, ormansızlaşmanın, canlıların yaşam alanlarının yok edilmesinin, bir yandan iklim krizi derinleşirken diğer yandan toplumsal eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik ve adaletsizlilerin yükseldiği bir yerde, muhalefetin siyaset yapma imkanı da yok demektir.
Bunun dünyanın çeşitli yerlerinde yükselen milliyetçi, sağcı, popülist hatta ırkçılığa varan siyaset yapma biçimlerinin pratiklerinde görüyoruz.
İnsandan, yaşamdan, ötekiden, güçsüzden, zayıftan, dezavantajlıdan yana tavır almayan siyasetin doğanın haklarına da saygısı yoktur.
İklim adaleti isteyenler, hem yaşadığımız dünyayı ve canlıları korumak için hem de ırk, cinsiyet veya sosyal durum ayırmaksızın tüm insanların yaşadığı eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için sesini yükseltiyor.
25 Eylül Küresel İklim Grevi’nde bugünümüzü, geleceğimizi dert edenler “İklim Adaleti = Sosyal Adalet” sloganıyla yanan evimiz dünyanın durumuna bir kez daha küresel anlamda dikkat çekmeye çalıştı.
Sınırsız ekonomik büyüme tutkusu, bu tutkuya eşlik eden fosil yakıtlara bağımlılık ve yeryüzü üzerindeki muazzam tahribat…
“Eski normal”imizin kapısını araladığı krizler çağının artık içindeyiz.
Krizler çağında aynı gemi metaforu geçerli değil
Bir yanda sıcak hava dalgalarıyla, aşırı yağışlarla, kontrol edilemeyen yangınlarla iklim krizi tüm şiddetiyle kendini gösterirken, diğer yanda ekosistemlerin kırılgan dengesine yapılan müdahalelerle gün yüzüne çıkan pandemi, tüm gündelik yaşam pratiklerimizi dönüştürüyor.
Krizlere karşı hepimiz aynı gemide değiliz…
Başta iklim krizi ve pandemi olmak üzere, karşı karşıya olduğumuz krizler toplum içinde dezavantajlı konuma itilen grupları ve bireyleri her geçen gün daha da kırılgan hale getiriyor.
Zira ekonomik kaynaklara kısıtlı erişimi olanlar, karar alma mekanizmalarından dışlananlar, sosyal ve kültürel açılardan ve toplumsal cinsiyet bakımından marjinalleştirilenler aynı zamanda krizlerden de en sert şekilde etkilenenleri oluşturuyor.
Önümüzde iki seçenek var…
Ya Sıfır Gelecek: Eski tas eski hamam devam edeceğiz ve her türlü krizin, toplumsal adaletsizliğin derinleştiği sürdürülemez bir geleceğe yelken açacağız.
Ya Sıfır Karbon Gelecek: “İklimi değil sistemi değiştir” sloganının altını doldurarak yeryüzüyle barışık, adaletin tesis edildiği bir geleceği bir arada inşa edeceğiz.
Yaşamı savunanların talepleri aslında son derece net.
Türkiye’de her türlü yıldırmaya, karalamaya, kriminalize edilmeye karşı cesaretle siyaset yapmayı sürdüren HDP’ye yapılan operasyonlar, büyük resme baktığımızda sistemi değiştirmeye talip olanlara dönük bu her yanı çürümüşlükten dökülen sisteme sıkı sıkıya sarılmışların, eski tas eski hamam devam etmek isteyenlerin aklının eseridir.
Kürt siyasetinin dışlandığı bir siyaset yapma biçiminin ne toplum ne de hukuksal açıdan kabul edilebilirliği yok.
Siyasetin temel motivasyonu, insanları birbirine kırdırmak değil en başta toplumsal barışı tesis etmektir.
6-8 Ekim Kobani olayları, Kürt siyasi hareketinin ve dolayısıyla HDP’nin hem siyasi pozisyonunu, hem de onunla ittifak kurabilecek partilerin siyasi pozisyonlarını belirlemek için araçsallaştırıldı. Dolayısıyla, en az gözaltılar kadar, bu gelişmeye verilen tepkiler de önem kazandı.
Altı yıl önceki soruşturmaların bugünün siyasetini etkileyecek şekilde kullanılmasına karşı muhalefet partileri gerekeni yaptı.
CHP’nin, Saadet Partisi’nin, muhalefetin yeni partileri Deva ve Gelecek partilerinin verdiği hızlı ve doğru reaksiyonlar gayet olumlu. Geniş kesimler, muhalefetteki olası ittifakların önünü kesmek amacıyla bu operasyonun gerçekleştirildiğini düşünüyor.
Ancak, bu noktada düğünü sonrası soluğu Saray’da alarak eşiyle birlikte Erdoğan’ın makamına çıkan Ankara Başsavcısı ile ilgili CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun, “Vah garibim, Saray’a gidince balayına gidememiş anlaşılan. Helikopterler mahzun, oteller mahzun… Gözaltına alınan HDP’liler mi? Amaaan onlar teferruat, “Adam balayına gidememiş siz neyi gündeme getiriyorsunuz?” derler adama.. Derler mi derler” tweet mesajını eleştireceğim.
Siyasette sarkazm, humor iyidir, asık suratları gevşetir, içinde zeka pırıltısı varsa dikkat çeker, dillere yer eder. Ama her zaman değil. Yerinde ve zamanında durmayınca sakil olur.
Siyaset bilimci Baskın Oran, “AKP-MHP iktidarından kurulu Cumhur İttifakı’nın, muhalefetin birleşmesi için çaba harcayanların “üstüne gitmeye” karar verdiğini söylüyor. “Çünkü bu rejim zayıfladı. Böyle rejimler, zayıfladıkça sertleşir” diyen Oran, “Muhalefetin birleşme projesini sabote etmek için geçmişi deştiler ve kapanmış dosyaları gündeme taşıdılar” tespitinde bulunuyor.
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ise konuyla ilgili açıklamasında, “Bu bir intikam operasyonudur. Yargı uzun süredir olduğu gibi iktidarın sopası olarak kullanılmaktadır. 6-8 Ekim olaylarının sorumlusu partimiz değildir” diyor.
Gözaltılar ekseninde konuya, “operasyonla, gündem değiştirmek istiyorlar” şeklinde yaklaşanlara da, sizce bu ülkenin gündemi nedir diye soralım.
Bu ülkenin en temel gündemi giderek yönetilmiyor olması, insana, kadına, çocuğa, diğer canlılara, doğaya yönelik giderek yükselen acımasızlığıdır, sistemin çok fazla haksızlık, hukuksuzluk ve nepotizm üretmesidir.
Yazıyı bitirirken, Kürt meselesi ve iklim krizi toplumun iliklerine işledikleri ölçüde kalıcı gündem maddeleridir ve o ölçüde kısmi değil toplu çözümler gerektirirler.
25 Eylül Küresel İklim Grevi’nin çerçevesini çizen cümle, “Hepimiz aynı fırtınanın ortasındayız, ama aynı gemide değiliz” olarak belirtilmişti.
Ben onu güncel gelişmeler eksenin biraz değiştirdim, “Hepimiz aynı gemide değiliz ama hepimiz aynı ekokırım ve siyasikırım fırtınasının içindeyiz” dedim.
Yukarıdaki başlık Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın iklim değişikliğini ve çözüm önerilerini tüm boyutlarıyla anlattığı araştırma-inceleme kitabına ait. Geçtiğimiz hafta Nature’da yer alan bir makale ise bu başlığı ve kitabın içinde anlatılanların artık bir kriz haline geldiğini ispatlıyor.
Kısaca açıklamak gerekirse; Arktik buzu, yani Dünya’nın kuzeyini kaplayan Kuzey Buz Denizi üzerindeki buz, yaz ayları boyunca eriyerek eylül ayında o yıl için kapladığı en küçük alana düşer. Bu durum yıldan yıla tekrarlanan bir döngüdür. Fakat 1970’li yıllardan bu yana bu erime her geçen yıl daha arttı ve eriyen buzlar takip eden kış mevsiminde de geri dönmedi. Nature’deki yazıya göre Kuzey Kutbu’nda bu yılda yaz mevsiminin sona ermesiyle birlikte buzullardaki bu maksimum erime noktası da geçildi ve tüm Arktik bölgesi için 2012 yazından sonra en büyük erime bu yıl gerçekleşti.
2020 yılı Eylül ayı erime açısından ikinci kötü Eylül oldu. Nature’deki makaleye göre bölgenin ortası, en geniş, en fazla buzla kaplı ve en soğuk yeri olan Merkezi Kuzey Kutup bölgesinde deniz buzu en düşük yüzölçümüne geriledi ve bu yıl rekor erime yaşandı. 2020 yazının sonunda Kuzey Kutbu’ndaki deniz buzu, 40 yılı aşkın uydu ölçümlerine göre ikinci en düşük boyutunda. 15 Eylül’de buz, yıllık yaz miktarının en düşük seviyesindeydi ve sadece 3,74 milyon kilometre karelik Arktik sularını kaplıyordu. Oysa daha önce sadece bir yıl; o da 2012 yılı içinde en düşük Arktik deniz buzu örtüsü 4 milyon kilometre karenin altına düşmüştü.
Bu yılki nisan-ağustos sıcaklıkları 130 yılın ortalamasından 2° C daha fazla
Küresel sıcaklıklar yükseldikçe, ona paralel olarak Eylül ayı Arktik deniz buzu boyutu 1979’dan bu yana her on yılda bir ortalama olarak % 13,4 oranında küçülüyor. Geride kalan buz ise bir önceki yıldan daha ince ve daha kırılgan olduğundan bir sonraki yıl daha kolay eriyor. Sonuçta buzullardaki kayıp her geçen yıl artan sıcaklıklarla beraber daha da artıyor. Bu yıl Nisan-Ağustos sıcaklıkları 1981-2010 ortalamasından 2° C daha fazla oldu. Bu nedenle Arktik bölgesindeki buz kaybı daha büyük boyutta gerçekleşti.
Kutuplardaki buzulların erimesinin yıkıcı sonuçları var. En önemli sonucu deniz seviyelerindeki meydana gelen yükselmeler. İklim değişikliği kontrol edilemezse bu gidişle tüm buzullar 100-150 yıllık bir süre içinde eriyecek ve denizler ortalama olarak 80 metre civarında yükselecek. Peki, ülkemiz için bu ne anlama geliyor?
Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın kitabına geri dönersek; denizler 80 metre yükseldiğinde İstanbul ve İzmir’in önemli bir bölümü sular altında kalırken Nazilli ise artık deniz kenarı bir ilçe olacak… Daha kısa süre içinde deniz seviyesinin bu denli yükselmesi beklenmiyor ama unutmayalım deniz seviyesinde her bir metrelik yükselme denizin kumsaldan 100 metre içeriye kadar bir kara bölümünü sular altında bırakıyor. Bu da önemli sayıda yerleşimin ve alt yapının yakın bir gelecekte sular altında kalabileceği anlamına geliyor.
Bu durum ülkemizde özellikle Karadeniz ve Ege bölgelerinde önemli ölçüde sahil bölgelerine yapılmış alt yapı ve sanayinin deniz suları altında kalabileceği anlamına geliyor. Ayrıca buzulların erimesi özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde akarsuları da olumsuz etkiliyor. Bu erime deniz suyu sıcaklıklarında da ani değişimlere yol açtığından başta Meksika Körfezi‘nden başlayıp Kuzey Avrupa sahillerine kadar uzanan Gulf Stream akıntısı olmak üzere sıcak su akıntılarının gücünü de düşürüyor.
Vakit kalmadı
Buzulların erimesinin bir diğer sonucu ise kutup ayılarının durumu… Televizyonlara da yansıdığı için toplumda en çok bilinen küresel iklim değişimi sonuçlarından biri; kutup ayılarının dramı. Eriyen buzullar onların ana beslenme alanlarına ulaşmasını engelliyor. Bu nedenle her sene daha az yağ biriktirebiliyorlar; vücutlarında. Sonuçta beslenme yetersizliği nedeniyle kış uykusundan her geçen yıl daha az kutup ayısı uyanabiliyor…
Aslında kutup ayılarının neslinin küresel iklim değişikliğinin bir sonucu olarak yıldan yıla azalması artık sıranın insana geldiğinin de bir göstergesi Çözüm için vaktimiz kalmadı. Yaşadığımız korana günleri ise çözümün çok basit ve bize bağlı olduğunu bir kez daha çok açık olarak gösterdi. Nisan ve mayıs aylarındaki iki aylık dönemde fosil yakıt tüketiminin düşmesi sera gazı emisyonlarını da düşürdü. Gerçi sadece iki aylık bir dönemi kapsadığı için bu düşüş; küresel iklim değişikliği üzerine olumlu bir etkisi olmadı ama bize kararlı ve sürekli olarak fosil yakıt kullanımını terk etmemiz gerektiğini bir kez daha hatırlattı.
Bu konuda adım atan ülkeler de var. İskandinav ülkeleri uzun bir süreden bu yana fosil yakıt kullanımını terk etmeye dönük politikalar uyguluyor.. Şimdi de Almanya nükleer santrallerden sonra kömürlü termik santralleri de kapatma kararı aldı. Alman meclisi temmuz ayında aldığı bir kararla 2038 yılına kadar kömürlü termik santralleri kapatmayı kararlaştırdı. Biz ise hala kömürlü termik santral yapma uğraşı içindeyiz; hatta Avrupa ülkelerinin kapatıp; söktüğü termik santralleri ülkemize getirip; kurmaktan da vazgeçmiyoruz…
Zengin Batı ülkeleri piyasaya çıkması beklenen Covid-19 aşılarının 2021 üretim kapasitesinin dünya nüfusunun sadece %13’üne sahip olmalarına karşın % 51’ini satın aldılar; bu durum tamamı yoksul ülkelerde yaşayan 6 milyarı aşkın insanın en azından 2021 yılında aşıya ulaşamaması anlamına geliyor. Para belki bir an önce salgından kurtulmalarını sağlayabilir. Fakat unutmayalım; bu gidişle yaşadığımız korana günleri değil ama küresel iklim krizi dünyanın sonunu getirecek. Dünyanın zengin ülkelerinin para ile bu işten kurtulması mümkün değil. Çözüm için başta kömür olmak üzere tüm fosil yakıtların kullanımının bütün dünyada terk edilmesi gerekiyor; sadece birkaç ülke de değil.
Tabii eşitsizliklerin ortadan kaldırılması ve bugünkü iklim krizinden sorumlu olanların bedelini ödemesi şartı ile…
Ermenistan ve Azerbaycan arasında, tartışmalı Dağlık Karabağ bölgesinde çıkan çatışmanın ardından Türkiye’den art arda tepkiler geldi.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Twitter‘dan açıklama yaparak Türkiye’nin Azerbaycan’ın yanında olduğunu yazdı. Dışişleri Bakanlığı ise çatışmanın ardından yaptığı açıklamada “Uluslararası hukukun açık ihlali olan ve sivil kayıplara da yol açan Ermeni saldırısını şiddetle kınıyoruz. Türkiye’nin Azerbaycan’a desteği tamdır. Azerbaycan nasıl isterse, o şekilde yanında olacağız” ifadelerine yer verdi.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da Azerbaycan-Ermenistan hattındaki çatışmaya ilişkin olarak, “Azerbaycan’a yönelik saldırılarına bir yenisini ekleyen Ermenistan, bölgede barışın ve huzurun önündeki en büyük tehdit olduğunu bir kere daha göstermiştir. Tüm dünyaya işgale ve zulme karşı verdikleri mücadelede Azerbaycan’ın yanında yer alma çağrısı yapıyoruz” açıklamasını yaptı.
Muhalefetten tepkiler
CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç da Twitter’dan yaptığı açıklamada ”Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik saldırısını şiddetle kınıyoruz. Çatışma bir an önce bitirilmelidir. Kardeş Azerbaycan’ın daima yanındayız. Saldırılarda hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet diliyoruz” diye yazdı.
HDP‘den yapılan yazılı açıklamada işe savaşın kazananı olmayacağı “her iki tarafı da derinden tahrip edeceği” belirtildi ve iki ülke hükümeti ateşkes ilan etmey davet edildi.
HDP açıklamasında “AKP’nin Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki tarihsel problemleri ‘soydaşlık’ üzerinden değerlendirmesini” de eleştirdi ve “Azeri hükûmetini savaşa teşvik ederek yangına körükle gitmekle” suçladı. Açıklamada şöyle denildi:
(…) Ermeniler de Azeriler gibi bu coğrafyanın kadim halklarındandır. Bu bağlamda Türkiye hükûmetini bir tarafı destekleyerek ve soydaş milliyetçiliği yaparak savaşı büyütmek yerine, Türkiye’de yaşayan halkların Azeri ve Ermeni halkları ile olan tarihsel bağlarını esas alarak arabulucu ve barışçı bir diplomasi yürütmeye çağırıyoruz.
AKP-MHP koalisyonu tabanını konsolide etmek ve iktidarda kalmak için hem içte hem de dışta çatışma, gerilim ve savaş politikalarına hız vermiş durumda. HDP olarak Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’ya kadar olan coğrafyada militarist yöntemler yerine barışçıl diplomatik yöntemlerin kullanılması gerektiğini, halkları birbirine düşman edecek politikalardan derhal vazgeçilmesini istiyoruz. AKP hükûmetinin müdahil olduğu tüm vekalet savaşlarını reddediyor, halkların bir arada, özgür ve barış içinde yaşayabileceği bir bölgesel istikrarın sağlanması yönündeki her türlü adımı destekleyeceğimizi bir kez daha beyan ediyoruz. Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Minsk Grubu’nu ateşkes ve çözüm için acilen göreve davet ediyoruz.
Dünyadan tepkiler
Çatışmalara dünyadan da tepkiler geldi. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Azerbaycanlı mevkidaşı Ceyhun Bayramov ile görüşmesinin ardından, ateşkesin acilen sağlanması gerektiğini söyledi.
ABD Başkanı Donald Trump da bölgedeki durumu dikkatli bir şekilde izlediklerini açıkladı ve “O bölgede çok iyi ilişkilerimiz var. Çatışmaları durdurabilecek miyiz bakacağız” dedi.
Avrupa Birliği de Azerbaycan-Ermenistan cephe hattında çatışmaların acilen durdurulması için çağrıda bulundu. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu himayesinde ön şartsız olarak müzakerelere dönülmesi gerektiği belirtildi. NATO’dan da “Taraflar acilen çatışmaları durdurmalı” açıklaması geldi.
Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, “İki tarafa da tüm savaş eylemlerini acilen durdurma çağrısında bulunuyorum.” dedi. AGİT Minsk Grubu’nun arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu söyledi.
Paris yönetimi de diyalog çağrısı yaptı.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Azerbaycan topraklarına yönelik saldırıları kınadı.
İran, Azerbaycan ve Ermenistan’ı acil olarak çatışmayı durdurmaya davet etti. Dışişleri Sözcüsü Said Hatibzade, “İran, Azerbaycan ve Ermenistan’ı ihtiyatlı davranmaya davet ediyor” dedi. Pakistan, Ermenistan’ın saldırılarını kınadı. Gürcistan, Polonya ve Romanya‘dan da bölgede tansiyonu düşürme çağrısı yapıldı.
İki taraf da sivil kayıplar olduğunu söyledi
Ermenistan ordusunun 27 Eylül günü saat 06.00 sıralarında cephe hattı boyunca Azerbaycan ordusunun mevzilerine ve sivil yerleşim birimlerine büyük çaplı silahlar, top ve havanlarla ateş açtığı Azerbaycan Savunma Bakanlığı‘nca bildirilmişti.
Açıklamada, Terter‘in Gapanlı, Ağdam’ın Çıraklı ve Orta Garvand, Fuzuli‘nin Alhanlı ve Şükürbeyli, Cebrayıl‘ın Çocuk Mercanlı köylerine Ermenistan ordusunun yoğun bombardımanı sonucu sivillerden ölü ve yaralıların olduğu belirtilerek bu bölgelerde sivil altyapının da ciddi şekilde hasar gördüğü aktarılmıştı.
Açıklamada, sivil ve askeri kayıpların netleştirildiği, Azerbaycan ordusunun da düşmanın provokasyonunu önlemek ve cepheye yakın bölgelerde yaşayan halkın güvenliğini sağlamak için misilleme tedbirlerinde bulunduğu vurgulanmıştı.
Ermenistan Savunma Bakanlığı‘ndan yapılan açıklamadaysa, “Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesinde sivil yerleşimlere saldırdığı”, bir kadın ve bir çocuğun öldüğü, iki sivilin yaralandığı bildirilmişti.
Çocukların, Çekirdeksiz Domates, Özgürlük, Dino, Fasa Fiso gibi şarkılarıyla tanıdığı ve sevdiği müzik grubu Şubadap Çocuk, yeni albümü ‘Hey Buraya Baksanıza’yı yayınladı.
Tüm dinleme platformlarından dinlenebilen albüm, 6 şarkıdan oluşuyor: ‘Emek Demek Ne Demek?’, ‘Bisiklet’, ‘Bir Arkadaşım Var’, ‘Ne Fark Eder Ki?’, ‘Bana Bir Masal Oku’ ve ‘Dev Masalı’.
2013 yılından bugüne çalışmalarını İzmir’de sürdüren Şubadap Çocuk ekibi, çocuklarla müzik çalışmaları da yapıyor. Albümlerdeki şarkılar da bu çalışmalara katılan çocuklar tarafından seslendiriliyor.
Altıncı albüm
‘Hey Buraya Baksanıza’ albümü, Şubadap Çocuk ekibinin altıncı albümü. Her albümünde toplumsal konulara değinen çocuk şarkıları yayınlayan ekip; doğa, barış, birlik, bilimsel düşünme, sorgulama, emek, özgürlük, çocuk hakları, akran zorbalığı gibi toplumsal konularda çocuk şarkıları yapıyor ve çocuk şarkıları konserleri düzenleyerek bu şarkıları, Türkiye’deki ve yurtdışındaki çocuklara ulaştırmaya çalışıyor.
Bunların yanı sıra, şarkılarından hareketle yazdıkları resimli kitaplar ve müzik eğitiminde kullanılabilecek materyalleri de web siteleri olan subadapcocuk.org üzerinden çocuklarla buluşturmaya çalışıyor.
Çocuklara mektup
Çocuklara yönelik albümü tanıtan bir yazı kaleme alan Şubadap Çocuk, yeni çıkan albümü şu şekilde anlattı:
Merhaba çocuklar,
Sizin için yeni şarkılar uydurduk. Nasıl mı? Önce şarkılarda anlatmak istediğimiz şeyleri belirledik. Sonra şarkı sözlerini yazdık, arkadaşlarımıza ve birlikte çalıştığımız çocuklara gönderdik. Hem onlardan hem internet üzerinden yaptığımız canlı yayını izleyen herkesten şarkılar hakkında fikir alıp şarkıları tekrar düzenledik.
Birlikte çalıştığımız çocuklar, şarkıları söylemek için çalıştılar. İzmir’in en güzel parklarından biri olan Kültürpark’ta prova yaptık ve müzik stüdyomuzda biz çalgıları çaldık, çocuklar da söyledi. Sonra da ses kayıtlarını birleştirip tüm çocukların dinleyebilmesi için paylaştık.
Yani bu şarkıları yapmak için hep birlikte epeyce emek verdik, hatta geçen gün çocuklarla birlikte hesapladık ki 3 dakikalık bir şarkıyı oluşturup yayınlamak için yaklaşık 30 saat emek vermişiz! Evet biraz yorulduk, ama ortaya birçok çocuğu mutlu edecek 6 tane şarkı çıkarmış olduk:
Bisiklet’te çocukları benzinsiz, ekolojik bir mutluluğa çağırıyoruz,
Emek Demek Ne Demek?’te çocukların, etrafındaki her şeye emek gözlüğüyle tekrar bakmasını istiyoruz,
Bir Arkadaşım Var’da göç ve dostluk hikâyesinin içindeyiz,
Bana Bir Masal Oku’da yeni bir masallar diyarının peşindeyiz,
Ne Fark Eder ki?’de ayrımcılığı kovalıyoruz,
Dev Masalı’nda korkuyoruz, ama yürüyoruz.
Öğretmenlere mektup
Öğretmenlere yönelik kaleme alınan mektupta ise “Koronavirüsün etkileri sebebiyle çocuklarla buluşma şeklimiz değişti. Biz de çocuklarla konserler yoluyla buluşmayı çok seviyoruz ama bu dönem biraz daha ‘uzaktan’ olacağız besbelli” denildi.
Mektupun devamında “Bu albümdeki şarkılarımız da önceki albümlerdeki gibi çocuklarla çeşitli şekillerde buluşabilir. Bunu en iyi sizin aracılığınızla yapacağımıza inanıyoruz” ifadeleri kullanıldı.
Ebeveynlere ve bakım verenlere mektup
Ebeveynlere ve bakım verenlere yönelik kaleme alınan mektupta da şu ifadelere yer verildi:
Eşit ve özgür olmayan bir dünyada çocuklara bakım verme sorumluluğunu üstlenmiş durumdasınız. Bunun zorluğunu bilen bir yerden, çocuklarınızla nitelikli kültür-sanat ürünlerini buluşturma isteğinize karşılık gelecek üretimler yapmanın peşindeyiz.
Barış Mançolar bir nesli büyüttü, fakat artık yeni bir dünya ve yeni bir çocukluk kültürü var. İşte bu yeni nesilin büyüme şarkılarına ise biz talibiz. Umarız ki iddiamızı sırtlayabiliriz. Sizlerin, çocukların kültürlenmesindeki rolü çok önemli. İtiraf etmemiz gerekir ki, bu şarkıları biraz da size yapıyoruz. Eşit-özgür ve mutlu bir dünyada yaşamak yalnızca çocukların değil yetişkinlerin de hakkı.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Salda Gölü’nün “Beyaz Adalar” bölgesinde 15 Ekim itibarıyla göle girilemeyeceğini, yüzülemeyeceğini ve plajın kullanılamayacağını bildirdi.
Salda Gölü‘nün Türkiye’nin eşsiz güzelliklerinden biri olduğunu hatırlatan Bakan Kurum, doğa harikası gölün hep güzel kalması ve nesiller boyu yaşaması için çalışmalarını sürdürdüklerini söyledi. Bakan, bölgedeki ekosistemi ve su kalitesini sürekli takip ettiklerini aktardı.
Kurum, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın kararıyla Salda Gölü ve çevresinin korunan alan büyüklüğünün yedi kat artırıldığını ve alanın Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edildiğini anımsatarak Salda ve çevresinde yapılaşmayı da yasakladıklarını dile getirdi:
“Bölgedeki kaçak yapıları yıktık ve sadece vatandaşlarımızın temel ihtiyaçlarını gidereceği, doğal malzemelerden oluşan kullanım alanları oluşturduk. Göl yakınına araç park edilmesini engelledik. Göl çevresini dumansız hava sahası ilan ettik. 24 saat aktif kamera sistemi ile bölgeyi koruma çemberine aldık ve vatandaşlarımızın da www.saldagolu.gov.tr adresinden anbean takip etmesine olanak sağladık.”
En büyük tahribat kumsal alanında
Salda’nın korunması için akademisyenler ve sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden oluşan Çevre ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nun tavsiyelerini uygulamaya geçirdiklerini ifade eden Kurum, şunları kaydetti:
“Kurulun yeni tavsiye kararı doğrultusunda Salda Gölü ve çevresinde aldığımız tedbirlere bir yenisini daha ekledik. Salda Gölü’nü diğer göllerden ayıran en önemli özellik eşsiz beyaz kumsalıdır. Bu kumsal rengini hassas bir ekolojik etkileşime borçludur. Vatandaşlarımızın büyük bir bölümü bu alanı ziyaret ediyorlar. Dolayısıyla göl çevresinde en büyük tahribat bu alanda oluşuyor.
Yasak 15 Ekim’de başlayacak
Beyaz Adalar bölgesi, endemik türlere ev sahipliği yapan ve adeta göle rengini veren yapıların kuluçka merkezidir. Bilimsel araştırmalar ve raporlar doğrultusunda aldığımız kararla bu yapıların ezilerek azalmasının önüne geçiyoruz. Buna göre, 15 Ekim itibarıyla ‘Beyaz Adalar’ kısmında göle girilmeyecek, yüzülmeyecek ve plaj kullanılmayacaktır. Bakanlık olarak, Beyaz Adalar bölgesinde yaklaşık 1,5 kilometrelik sahil şeridindeki taşıma kapasitesine bağlı olarak ziyaretçi sayısını belirleyecek çalışmamızı da başlattık”
Kurulun tavsiyesi doğrultusunda aldıkları bu yeni karar ve çalışmanın Salda Gölü Çevre Koruma Projesi‘nin bir parçası olduğunu belirten Kurum, “Bu kararla Salda’nın eşsiz güzelliğini daha da korunaklı hale getiriyoruz. Tek gayemiz bu eşsiz güzelliği koruyarak gelecek nesillere aktarmak” ifadesini kullandı.
Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) yönelik Kobani operasyonu kapsamında Prof. Dr. Beyza Üstün ile Yeşiller ve Sol Gelecek Partili doktora öğrencisi Cihan Erdal’ın gözaltına alınmasına yönelik tepkiler büyüyor.
Birçok çevre örgütü ve aktivisti ikilinin gözaltına alınmasına sosyal medyada #EkolojistlerSusturulmaz etiketi üzerinden tepki göstererek Erdal ve Üstün’ün serbest bırakılmasını talep etti.
‘Üstün, Hasankeyf’in savunmasında ön saftaydı’
Hasankeyf Koordinasyonu yazılı bir açıklama yaparak “Ülkenin her bir karşındaki ekoloji mücadelesinde emeği olan Beyza Üstün, Hasankeyf’in savunulmasında ve yaşatılmasında ilk günden bugüne kadar bizlere omuzdaş olmuş, mücadelenin en ön saflarında yer almıştır” dedi.
Açıklama Doğayı, “Yaşamı, barışı ve bilimi savununlar yargılanamaz. Ekoloji mücadelesi susturulamaz. Beyza Üstün ve tüm gözaltına alınanları serbest bırakın!” sözleriyle devam etti.
Kanal İstanbul ÇED toplantısında halkı savundu
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu ise yaptığı paylaşımda Üstün’ün Kanal İstanbul projesinin halkın çoğunluğuna kapalı gerçekleştirilen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) toplantısında yaptığı konuşmayı paylaştı.
Paylaşımda “Kanal projesinin halkın çoğu kapıda bırakarak yapılan ÇED toplantısında Beyza hocamız sesleniyor: ‘Bu kanal, İstanbul’u ilgilendiriyor, bu kanal halkı ilgilendiriyor. Yaptığınız suçtur.’ Gözaltına alınan arkadaşlarımız serbest bırakılsın. Asla susmayacağız, yaşamı savunacağız” denildi.
Kanal projesinin halkın çoğu kapıda bırakarak yapılan ÇED toplantısında Beyza hocamız sesleniyor: "Bu kanal, İstanbul’u ilgilendiriyor, bu kanal halkı ilgilendiriyor. Yaptığınız suçtur.”
Gözaltına alınan arkadaşlarımız serbest bırakılsın. Asla susmayacağız, yaşamı savunacağız. pic.twitter.com/fSjRmsI88H
— Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu (@yakanal_yaist) September 26, 2020
‘Ekoloji ve demokrasi mücadelesinin parçası’
Ekoloji Birliği tarafından yapılan paylaşımda “Prof. Dr. Beyza Üstün Hoca bu ülkedeki ekoloji ve demokrasi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Derdi yaşamı, doğruyu ve doğayı savunmaktır. Bizleri bu baskılarınızla yıldıramayacaksınız” ifadeleri kullanıldı.
Polen Ekoloji: Cihan Erdal serbest bırakılsın
Polen Ekoloji tarafından yapılan paylaşımda ise “Yeşil Sol Partiden doktora öğrencisi LGBTİ+ aktivisti Cihan Erdal serbest bırakılsın! Ekoloji mücadelesi içinde ezilen cins ve kimliklerin mücadelesi kararlılığımızı yükseltiyor” ifadeleri kullanıldı.
Yeşil Sol Partiden doktora öğrencisi LGBTİ+ aktivisti Cihan Erdal serbest bırakılsın! Ekoloji mücadelesi içinde ezilen cins ve kimliklerin mücadelesi kararlılığımızı yükseltiyor.#EkolojistlerSusturulamazpic.twitter.com/CsO81rye21
Yeşil Sol Parti Kadın Meclisi üyeleri ise “Cihan Erdal yalnız değildir” yazılı dövizlerle fotoğraflarını paylaştı. Sosyal medya hesaplarında yapılan paylaşımda “Yeşil Sol Parti Kadın Meclisi olarak bugün gerçekleştirdiğimiz toplantıda üyemiz Cihan Erdal ve diğer gözaltılarla dayanışma mesajlarımızı paylaştık” ifadeleri kullanıldı.
Kanada’daki Carleton Üniversitesi’nin Sosyoloji ve Antropoloji Bölümü de doktora öğrencileri Cihan Erdal’ın serbest bırakılması için çağrı yaptı. Yapılan açıklamada “Cihan, 2014 yılında HDP’nin gençlik meclisinin aktif bir üyesiydi. Fakat 2017 yılının Ocak ayında doktora çalışmasını yapmak için Kanada’ya taşındığından beri Türk siyasetine hiç karışmamıştı. Ailesini ziyaret etmek ve doktorasının alan araştırması için mülakatlar yapmak amacıyla Türkiye’ye dönmüştü” denildi. Açıklamanın devamında şunlar söylendi:
Cihan’ın, aralarında Türkiye’nin de olduğu, Avrupa ülkelerinde gençlerin liderlik ettiği toplumsal hareketler üzerine olan çalışması, genç aktivistlerin toplumsal hareketlere katılım hikayelerine odaklanıyor. Çalışmaları hiçbir şekilde Türkiye devletini eleştirmiyor. Araştırma önerisi, resmi savunmayı geçti ve araştırma etiği önerisi Covid-19 salgını başlamadan önce onaylandı. Türkiye, Atina ve Paris’te yüz yüze görüşmelere başlamak için yeni pandemi etik süreci kapsamında onay beklerken, internet üzerinden çevrimiçi mülakatlara başlamıştı.
Neler yaşandı?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 6-12 Ekim 2014 tarihleri arasında düzenlenen Kobani eylemlerine ilişkin yürüttüğü soruşturma kapsamında 25 Eylül Cuma günü 7 ilde 82 kişi hakkında gözaltı kararı verdi.
Soruşturma kapsamında o tarihte Halkların Demokratik Partisi (HDP) Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyelerinin de aralarında olduğu çok sayıda kişi evlerine düzenlenen polis baskınlarıyla gözaltına alındı.
Türk Tabipleri Birliği 72’nci Büyük Kongresi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Morfoloji Binası önündeki öğrenci kantininde gerçekleştirildi.
Kongrede gerçekleşen seçimde mevcut yönetimde yer alan ve “Yaşamdan, sağlık hakkından, meslek örgütümüzden vazgeçmiyoruz” diyen Etkin Demokratik TTB Grubu ile Bağımsız Hekimler Birliği Grubu’nun listesi yarıştı.
TTB’nin büyük kongresinde 481 delegeden 308’i oy kullandı. Etkin Demokratik TTB Grubu’nun listesinde yer alan hekimler, geçerli 303 oyun ortalama 240’ını alarak seçimi kazandı.
Fincancı başkanlık için aday
Etkin Demokratik TTB Grubu’nun listesinde, TTB Merkez Konseyi Genel Başkanlığı için aday olan isim, İnsan Hakları Vakfı eski Başkanı, Adli Tıp Uzmanı Şebnem Korur Fincancı.
Listede yer alan TTB Merkez Konseyi adayları şu şekilde: Şebnem Korur Fincancı, Çiğdem Aslan, İbrahim Akkurt, Alican Bahadır, Vedat Bulut, Deniz Erdoğdu, Kazım Doğan Eroğulları, Meltem Günbeği, Onur Naci Karahancı ve Ali İhsan Ökten, Halis Yerlikaya.
TTB Yüksek Onur Kurulu adayları ise Sezai Berber, Naki Bulut, Şeyhmus Gökalp, Taner Gören, Yıldıray Orhon, Ömer Özkan Özdemir, Hafize Öztürk Türkmen, Irmak Saraç ve Lale Tırtıl oldu.
TTB Denetleme Kurulu için Filiz Ak Azar, Fırat Erkmen ve Nilay Etiler Lordoğlu önerildi.
Dünya genelinde nükleer santrallerin durumu, yaşı, kaçının inşaat halinde olduğu, kaçının devreden çıkarılacağı, kaçının sökümüne hazırlanıldığı gibi hususları netleştirerek açıklayan, bu şekilde güncel bilgi kaynağı olan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu-2020/World Nuclear Industry Status Report (WNISR) yayımlandı. Dünya genelindeki nükleer santrallerin durumunu bir yıl öncesine ait verilerle analiz eden ve gelecek projeksiyonlarıyla enerji süreçlerinin karşılaştırmalı takip edilebilirliğine çok önemli bir katkıda bulunan rapor yeni bölümleriyle, orjinaline şuradanulaşabileceğiniz 361 sayfadan oluşuyor.
Rapor, 24 Eylül günü İstanbul saatiyle 12:00’de pandemi koşullarına uygun olarak internet üzerinden koordinatörü Mycle Schneidertarafından zoom ortamında bir sunumla kamuoyuna tanıtıld. Ardından raporun yazarlarından ve halihazırda Atom ve Uluslararası Güvenlik temalı bir araştırma yürüten Ali Ahmad ile birlikte sorular yanıtlandı. Biz de Yeşil Gazete olarak her sene olduğu gibiraporu sizin için özetliyor ve değerlendiriyoruz:
Öncelikle bu seneki raporun nükleer enerjinin üretim maliyetleri ile yenilenebilir enerjilerin üretim maliyetleri arasındaki makasın açıldığını gösteren çok net veriler sunduğunu belirtelim. Bununla beraber raporda her sene yaşanan gelişmeler ışığında yeni bölümleri görebildiğimiz üzere, bu sene de 2020 yılına damgasını vuran Covid 19 krizinin nükleer santrallerin işleyişine ve çalışma yaşamına etkisini analiz eden bir bölümün eklenmiş bulunduğunu söyleyelim. Rapora eklenen bir diğer bölüm ise Ortadoğu’nun nükleerleşmesine dair süreç analizini içeriyor ki, Türkiye’nin adı bölgedeki beş ülkeyle birlikte anılıyor ve eş zamanlı gelişen nükleer enerji yatırım faaliyetleri ortak bir resmin içinden ele alınıyor.
Raporda, dünya çapında ilk kez inşa edilerek Finlandiya‘nın Nihai Nükleer Atık Deposu olarak faaliyete geçmesi beklenen Onkalo Projesi’nin tamamlanmasının bu yıl yine ertelendiğini de okuyoruz. Yani çözümsüz nükleer atık sorununun çözümü varmış gibi gösterilen proseslerin dahi işlemediği bir kez daha görülüyor.
Çalışmada, Japonya’da Fukuşima Nükleer Felaketi‘nin meydana geldiği 2011 yılından itibaren nükleer felaketin son bir yıl içindeki etkileri bu sene de değerlendiriliyor. Ancak bu yazının uzunluğunu gözeterek, Fukuşima Nükleer Santral tesisindeki reaktörlerin maliyet ve söküm süreçlerine, radyoaktif mağduriyette gelinen duruma dair paylaşılan bilgilere bir başka yazıda yer vermeyi seçerek bu yazıda nükleer endüstrinin dünya ve Ortadoğu özelindeki durumuna odaklanacağız.
Rapor öncelikle dünya genelindeki nükleer enerji üretiminin %70’inin istikrarlı bir şekilde nükleer endüstriye sahip olan ABD, Rusya, Çin, G. Kore ve Fransa olmak üzere beş ülke tarafından gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Bu bağlamda yalnızca Çin ve Rusya’nın enerji çeşitliliği içinde nükleerin payını arttırmaktan yana bir gayret içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.
2010-2019 yılları arasında dünya genelinde inşaatına başlanılan reaktör sayısı 67 reaktör olup bunlardan beşi terk edildi. 62 reaktörün yarısı yani 31’i ise Çin’de bulunuyor. 2020 ortası itibariyle 62 üniteden sadece 18’i faaliyete geçerken, 44’ü bugün de inşaat halinde. 2020 1 Temmuz itibariyle ise 2019’daki ilavelerle toplam 52 reaktör olduğu belirtiliyor.
2019 yılında ilk kez güneş ve rüzgar enerjisi nükleeri geçti!
Bu seneki raporun en önemli çıktısı ise tarihte ilk kez – yenilenebilir enerji kaynaklarından (hidroelektrik hariç) 2019 yılında elde edilen elektrik üretiminin nükleer santrallerden elde edilen elektrik üretimini geçmiş olması. Hatta Covid 19’a rağmen, yeni yenilenebilir enerjilere yapılan küresel yatırımın, 2020’nin ilk yarısında özellikle rüzgar enerjisi yatırımlarındaki artışla yılda yüzde 5 artarak 132 milyar ABD dolarına yükseldiği tahmin ediliyor.
Adı Nükleer Endüstri DurumRaporu olmasına rağmen özellikle nükleer güç sahibi olan ülkelerde yenilenebilir enerji sınıfındaki güneş ve rüzgar enerjisinin önlenemeyen yükselişi nedeniyle son beş yıldır çalışma kapsamında nükleer enerji -yenilenebilir enerji karşılaştırması da yapılıyor. Dolayısıyla bu seneki raporda rüzgar ve güneş enerjisi gibi yeni yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen üretimin geçen yıl rüzgardan sağlanan 59,2 Gigawatt, güneşten sağlanan 98 Gigawatt üretim artışıyla toplamda bir önceki seneye göre de 20 Gigawatt yükselerek üretimdeki artışın 184 Gigawatt’a ulaştığı; buna mukabil nükleer enerjiden elde edilen üretimin yalnızca 2,4 Gigawatt artış gösterdiği belirtiliyor.
Yenilenebilir enerji maliyetlerinde gerçekleşen düşüşün üretimdeki artışla ilgisi kurulabilecek şekilde aşağıdaki grafikte 2019 yılında güneş enerjisinin maliyetinin yüzde 89, rüzgar enerjisinin maliyetinin yüzde 70 azaldığı fakat nükleer enerji maliyetlerinin yüzde 26 artmış olduğu görülüyor.
Covid 19 ve nükleer enerji sektöründeki çalışma şartları
Dünya genelinde Covid 19 nedeniyle pandemi şartları çalışma yaşamında önlemler alınmasını gerektirirken alınan ve alınmayan önlemler iş yerine ya da sektöre dair değerlendirme yapmayı sağlıyor. Buna ilaveten nükleer santral tesislerinin hem 7/24 bilfiil çalışma yapılan bir iş yeri olmasından hem de meydana gelebilecek kaza, sızıntı ya da diğer sorunların salt bir yerle ve belli kişilerle, tek bir zaman dilimiyle sınırlı kalmayacak olmasından mütevellit derin bir izleme ve değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. Nitekim 2020 WNISR’de ayrılan bölüm nükleer endüstri açısından risklere ışık tutarken ülke bazında tespitler paylaşıyor:
Örneğin Fransa’da nükleer endüstrinin bel kemiği olan EDF‘in çalışanlarının üçte ikisinin evden çalışmaya yönlendirildiğini fakat sahanın taşeron işçilere kalmasına bağlı olarak güvenlik risklerinin belirginleştiğine vurgu yapılıyor. Diğer taraftan nükleer santral tesisindeki mevcut personele getirilen çalışma saatleri düzenlemesinin, çalışan üzerinde baskı kurulduğundan da bahsediliyor.
İşçiler uzun süreli kamplara alınıyor
Nükleer santrallerin süreklilik gerektiren iş planına karşın Covid 19’un vaka riskine karşı karantina ortamı yaratmaya dönük şekilde hazırlanan çalışma planı ise işçilere özel hayat bırakmıyor. Zira ABD ‘de işçilerin herhangi bir 24 saatlik zaman diliminde 16 saate kadar çalıştırıldığını, herhangi bir 7 günlük dönem için ise 86 çalışma saatine kadar veya art arda 14 güne kadar 12 saatlik vardiyalara göre çalışma şeklinin yeniden dizayn edildiğini görüyoruz. Buna mukabil Rusya ve İsveç’ te kontrol odası personeliyle anahtar(temel) personelin izole edilerek tesis alanında barınma sağlanmış olarak çalıştırıldığı belirtiliyor.
Bakım onarım çalışmaları erteleniyor
Raporun aydınlattığı önemli bir nokta da nükleer santrallerde “bakım onarım” yani yakıt ikmali ve bakım prosesleri gibi son derece kritik bir konunun 2021 yılının sonuna kadar “kritik olmayan işler“şeklinde nitelenmiş olması. Zira nükleer santraller bakım onarımları yapılmazsa kaza olasılıkları artan , yüksek ısının açığa çıkmasına bağlı olarak altyapı malzemelerinde kolaylıkla eskimeye ve yıpranmaya yol açtığı bilinen, bu nedenle de kolay yaşlanan tesisatlardan oluşur -ki birazdan okuyacağınız gibi dünya ortalaması reaktörlerin 30 yaş civarında olduğunu gösteriyor, yani bakım onarım elzemdir, ertelenmesi kaza olasılıklarını arttırır.
Raporda da gerek bakım onarım gerekse inşaat süreçlerinde daha az personelin sahada bulunmasının yetersiz olduğu, diğer bir ifadeyle yenilenebilir enerji endüstrisinin nükleer endüstriye göre iş takibi açısından da daha az risk taşıdığından bahsediliyor
Raporda altı çizilen diğer bir konu nükleer tesislerdeki Covid 19 vakalarındaki artış. Nitekim Rusya’daki Rosatom tesislerinde temmuz ayı ortası itibarıyla toplam 4500 vakanın olduğu belirtiliyor. Yine ABD’nin Georgia eyaletinde inşaatı devam eden Vogtle fabrikasında büyük bir salgının meydana gelerek 800’den fazla personelin pozitif çıktığı ve Ağustos 2020’nin sonunda hala 100’den fazla Covid 19 hastası olduğu tespitler arasında.
408 operasyon halindeki reaktörün ortalama yaşı 31
WNISR 2020 son bir yıl içinde 3’ü Rusya’da, 2’si Çin’de, 1’i Güney Kore’de olmak üzere toplam altı reaktörün kapatılmasıyla bugün operasyon halinde 408 reaktör bulunduğunu söylüyor.
Rapora göre Çin dışındaki büyük yeni inşa programları açısından dünyadaki nükleer reaktörlerinin ortalama yaşı 2020’de 30,7 yıla ulaşmış bulunuyor. Bununla birlikte 408 olan toplam reaktör sayısının üçte ikisine tekabül eden 270 reaktörle 41 yıl veya daha uzun süredir çalışan 81 reaktörün (toplamın yüzde 20’si) 31 yıl veya daha uzun süredir faaliyette olduğuna işaret ediliyor.
Elektrik üretim çeşitliliği içinde nükleerin payı artmıyor
Bununla beraber nükleer enerjinin küresel ticari brüt elektrik üretimindeki payında ise bir artış yok, bilakis azalış var zira 1996’daki yüzde 17,5 iken 2018’den bugüne yüzde 10,15 düzeyinde bulunuyor.
Öte yandan halihazırda çalışan tüm reaktörlere ömrü uzatılanlarla inşaat halindekilerin kapasitesi dahil edildiğinde, 135 reaktörün ya da nükleer enerjiyle elde edilen 105 Gigawatt kapasitenin 2030’un sonuna kadar devrede olması anlamına geliyor.
İnşaat projelerine bakıldığında ise son on yıldaki projelerin yüzde 5,8’den 13,7’ye çıktığı yani iki katından fazla arttığı görülüyor lakin yine de inşa süreçlerinin düşüş eğilimi gösterdiği düşünülüyor. 2020 Temmuz ayı itibariyle, 62 üniteden sadece 18’i faaliyete geçmiş ve 44’ü ise hala inşaat halinde bulunuyor.
Raporda birçok reaktörün, lisansları sona ermeden çok önce kapatıldığı; 2015 ile 2019 yılları arasında şebekeden çıkarılan 17 reaktörün ortalama devreden çıkarma yaşının 42,4 olduğu bilgisi paylaşılıyor.
Rapora göre 2016 Aralık ayından bugüne esas olarak 2019 yılında inşasına başlanan altı reaktör var. Bunların dördü Çin’de, biri Rusya’da diğeri ise Birleşik Krallık‘ta bulunuyor. Türkiye’deki Akkuyu NGS inşaatının ikinci reaktörünün inşaatı ise 2020’nin ilk yarısında başlamış durumda.
Ayrıca İran‘da , 1976’da başlatılmışken durdurulan Bushehr-2 reaktörünün inşasına 2019’da devam edilmesiyle halihazırda 17 ülkede inşaatların devam ettiği; nihayet 1 Temmuz 2020 itibarıyle toplam 52 reaktörün inşa halinde olduğu notu düşülmüş bulunuyor. Buna göre kapasite 8,9 Gigawatt artarak 53,5 Gigawatt düzeyine ulaşılmış. 2020 yılı sonuna kadar inşaatı sürecek olan Çin’deki 14 Gigawatt’a karşılık gelen 15 reaktör de bu 52 reaktör arasında yer alıyor.
İnşaat projelerinde ertelemeler
Son 18 ayda başlayan tüm reaktör inşaatları geçen on yıl içindeki inşaat projelerinin çoğu gibi, devletlerin sahip olduğu veya yönlendirdiği şirketler eliyle yürütüldüğü tespiti yapılıyor. İnşaat sürelerine bakıldığında ise 52 reaktörün ortalama inşaat süresi 7,3 yıl olurken bu sürenin geçen seneye göre 6 aylık sarkmaya uğradığı, 2017 ortalarında ise 6,2 yıl olan bu sürenin 1,5 yıl uzadığına işaret ediliyor. İlginç olan ise inşaat süresi uzayan bu projelerin 15’inin, ülke bazında ise proje yürütülen 17 ülkeden 8’indeki projelerin Rusya’ya ait olması.
Rapora göre söz konusu 17 ülkenin en az 10’ununda yapım aşamasında olan reaktörlerde yıl boyunca gecikmeler yaşanmış ve tüm inşaat projelerinin en az 33’ü (toplamın yüzde 64’ü ) ertelenmiş bulunuyor. Nitekim planlarının gerisinde olduğu açıkça belgelenen 33 reaktörün en az 12’si hakkında gecikmeler olacağı ve dördü hakkında da ilave yeni gecikmelerin meydana geldiği bildirilmiş. Sonuç olarak 2019’da 13 reaktörün devreye alınması planlanmışken ancak altı reaktör tamamlanabilmiş bulunuyor.
WNISR 2020, nükleer endüstrisi için üst hedefler kurma eğilimi gösteren Çin’de 2016–2020 beş yıllık planı doğrultusunda 2020 yılına kadar 58 Gigawatt kapasitenin operasyonda ve 30 Gigawatt kapasitenin inşa sürecinde olması hedefine karşın, 2020 ortasında 45,5 Gigawatt kapasitede reaktörün operasyonda olması ve hedefin yarısından bile düşük şekilde 13,8 Gigawatt reaktörün inşaat halinde bulunmasıyla orjinal hedefin oldukça uzağına düşüldüğüne işaret ediyor.
Her yıl olduğu gibi WNISR 2020’de de uzun dönem projeksiyonlar yapılmış. Buna göre lisanslı tüm ömrü uzatılan ve lisans yenilemeleri yapılan reaktörler hesaba katılarak(özellikle ABD’de) tüm inşaat sahalarının tamamlandığı bir senaryo çalışmasına değinelim. 40 yıllık bir ömür tahmini üzerinden 2020’nin sonunda, net çalışan reaktör sayısının iki reaktör ve kurulu kapasitenin de 2,5 Gigawatt artması beklenebilir görünüyor.
2030’a kadar ise, net dengenin 2022’de negatife dönmesiyle devreden çıkışların karşılanmasının 137 yeni reaktörün (107,5 Gigawatt) devreye alınmasıyla mümkün olacağı değerlendirmesine yer verilmiş.
Bu seneki raporda Türkiye’ye de geniş geniş yer verilmiş, zira dünya nükleer endüstriden çekilirken Türkiye nükleer enerji yoluna girmeye çalışıyor. Ayrıca Türkiye’nin WNISR 2020’de Ortadoğu’daki nükleer santral projeleriyle birlikte değerlendirildiğinin altını çizelim.
Türkiye’nin adı Orta Doğu Bölgesi’ndeki projelerle anılıyor
Bir Arap ülkesinde (Birleşik Arap Emirlikleri‘ndeki Barakah) operasyon aşamasına giren ilk nükleer enerji santrali vesilesiyle, WNISR Orta Doğu’daki altı ülkenin nükleer enerji hedeflerine genel bir bakış sunuyor. Bu ülkeler, İran, BAE, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün. Bu ülkelerin üçünde İran ,Mısır ve Türkiye’de projeler Rosatom tarafından yürütülüyor.
Ortadoğu’da, nükleer santraller inşa etmek için on yıllardır süren planlara rağmen çok az ilerleme kaydedildiğinin altı çizilen çalışmada bölgesel nükleer enerji projelerinin siyasi ve ekonomik belirsizliklerle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Nitekim bu ülkeler aşağıda Şekil 23’te gösterildiği gibi çok farklı taahhüt ve ilerleme seviyelerinde.
Bu politikayı sürdüren ülkelerin en büyük ortaklıkları ise kamuoyuna karşı kurulan söylemin elektrik üretiminde fosil yakıtların payının azaltılması gerekliliği üzerine oluşu. Benzer şekilde bu ülkelerden bazıları nükleer santral yatırımlarının kalifiye çalışanlardan oluşan bir üs kuruluyormuş ve ileri teknoloji tesisi gibi sunulduğuna da değiniliyor.
Ortadoğu’daki nükleer programların operasyonlarının kapsamının ve boyutunun aynı olmadığını teslim eden raporda Tablo 3’te gösterildiği gibi, İran nükleer programının en gelişmiş reaktör olduğuna ve bu modelin ikincisinin inşaat halinde olduğuna işaret ediliyor. Yine uranyum madenciliği yatırımları ve diğer nükleer yakıt zinciri faaliyetleri arasında dönüştürmeyle zenginleştirme de faaliyetler arasında görülebilir.
Raporda uranyum zenginleştirme faaliyetinin İran’ın nükleer silahlanma potansiyelini sınırlamaya yönelik uluslararası çabaların odak noktası olduğu hatırlatılıyor. Nitekim bu sorun, İran’ın kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlememeyi ve Rusya’ya geri göndermeyi taahhüt ettiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) aracılığıyla çözülmüş fakat, anlaşma Trump yönetiminin anlaşmadan çekilmesiyle 2020 ortasında nihayetlenmişti.
Öte yandan İran’ın Buşehr-1‘i bölgedeki tek operasyonel reaktörken (bkz. Şekil 24)bugün dördü Birleşik Arap Emirlikleri’nde, ikisi Türkiye’de ve biri İran’da olmak üzere yedi birimin daha inşa edildiği dikkat çekiliyor. Rapora göre daha fazla gecikme olmadığı varsayıldığında, bölgedeki şebekeye bağlanacak bir diğer reaktör ise son testlerden geçen Barakah-1 reaktörü . Tamamlandığında ve dört ünitenin tamamı faaliyete geçtiğinde, santralin ülkenin elektrik arzının yüzde 25’ini karşılaması öngörülüyor.
İran ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin nükleer enerji programlarında inşaat gecikmeleri (Buşehr-1 durumunda 35 yıldan fazla) ise farklı nedenlere dayanıyor. İran örneğinde, gecikmeler çoğunlukla siyasi nedenlerden kaynaklanırken, Birleşik Arap Emirlikleri’nde esas olarak yerel personelin daha fazla eğitilmesi ihtiyacı ve bazı öngörülemeyen teknik konularla ilgili bulunuyor.
Akkuyu NGS ekolojik, ekonomik ve toplumsal sorun kaynağı
WINSR 2020’de Mersin‘de inşaatına devam edilen Akkuyu NGS’ye ilişkin olarak projenin finansmanının, 1. ve 2. reaktörlerden üretilecek elektriğin yüzde 70’ine 3 ve 4. reaktörlerden elde edilecek elektriğin yüzde 30’una tekabül edecek şekilde 15 yıllık Elektrik Satın Alma Anlaşması’nın ekonomik sorun yaratacağına değiniliyor. Buna göre reaktörden elde edilecek elektriğin yüzde 50’si ilk 15 yıl için garantili bir fiyata satılacak, geri kalanı piyasada satılırken bir de ayrıca kur dalgalanması ve Türk lirasının değerinin düşmesi gibi risklere maruz kalınca fiyat garantilerinin(123,50 ABD Doları/Megawatt ) düzeyine çıkacağı öngörüsünde bulunuluyor.
Genel olarak Türkiye’de nükleer karşıtlığının yüksek olduğuna yukarıdaki grafikle dikkat çekilen raporda Akkuyu NGS inşaat sürecine dair Akkuyu NGS’nin Büyükeceli Köyü‘nde neden olduğu ekolojik ve toplumsal sorunlarla da ele alınıyor. Bu hususta Yeşil Gazete’ de okuduğunuzözel haberimize referans verilerek Akkuyu’da prefabrik konteynardan oluşan kamp alanlarında sayıları 5 bin civarına varan işçilerin Büyükeceli Köyü sakinlerine rahatsızlık verdiği toplumsal ve ekolojik kirlilik yarattığından bahsediliyor. Ayrıca Akkuyu’daki inşaat çalışmalarının Covid 19 ortamında devam etmesine karşın Mersin Nükleer Platformu’nun riskler konusunda endişeleri dile getirdiği de belirtiliyor.
2019 yılında ilk reaktörün inşaatı için temel atma sürecinde meydana gelen ve ancak tekrarladığında kamuoyunun öğrendiği çatlaklara da değinilen raporda Rosatom yönetimi tarafından bir açıklamanın 2020 Temmuz ayına kadar yapılmadığına dikkat çekiliyor. Raporda Ağustos 2019’da Rosatom’un tesisin inşası için, Rusya’nın en büyük bankası Sberbank‘tan 400 Milyon Dolar tutarında kredi sağlayacağını da okuyoruz.
Raporda Sinop‘taki nükleer santral projesi ile ilgili olarak ise 2018 yılında ilk ÇED başvurusu yapıldıktan sonra 30 Mart 2020’de Assystem ENVY Energy ve EÜAŞ Uluslararası ICC Jersey Adaları, Türkiye Merkez Şubesi adıyla Sinop Nükleer Santrali için ÇED başvurusunun yapıldığından bahsediliyor. Bizim de “Referans reaktöre şirketsiz ÇED!” yazımızda okuduğunuz gibi Fransa’da şu anda yapım aşamasında olan Flamanville-3 EPR reaktöründen garip bir şekilde “referans reaktör” olarak bahsedildiğine, ne var ki bunun bir anlaşmaya dayanmadığına vurgu yapılıyor. Ayrıca konuyla ilgili bu referans reaktörün menşei ülkesi Fransa’nın önce gelen şirketleri olan EDF’ ten ve Areva‘ dan bir açıklama yapılmadığı da belirtilmiş.
Politik kararlar belirleyici
Dip toplamda Orta Doğu’nun halihazırda doğal gaz ve yenilenebilir enerji üretim kapasitesine uygun yatırım yapması halinde petrolden uzak bir enerji geçişine müsait olmasına rağmen, enerji çeşitliliği adı altında nükleer enerji üretiminde ısrar edilerek hiç bir ekonomik faydanın sağlanmayacağı teslim ediliyor. Yani ekonomik bir girdi sağlamayacak olan nükleer enerji yatırımının nedeninin Türkiye’de her zaman nükleer karşıtlarının söylediği gibi yalnızca politik kararlara dayalı olduğu ifade ediliyor.
Nükleer-yenilenebilir enerji karşılaştırmasında güneş ve rüzgar galip!
2020 yılının Haziran ayında Uluslararası Enerji Ajansı‘nın/International Energy Agency (IEA) üç yıllık sürdürülebilir iyileşme planı ortaya attığına gönderme yapılan çalışmada, “2021 ile 2023 arasındaki belirli zaman aralığında uygulanabilecek uygun maliyetli önlemlere odaklandığından bahsediliyor. Buna göre yenilenebilir enerji maliyetleri de düştüğüne göre planın üç ana hedefi var: Ekonomik büyümeyi artırmak, istihdam yaratmak ve daha dayanıklı ve daha temiz enerji sistemleri tesis etmek.
Bu bağlamda elektrik sektörüne yönelik teklif; yenilenebilir enerji yatırımına öncelik verilmesi,elektrik şebekelerinin genişletilmesi ve modernizasyonunu desteklemek için bir dizi önlemin alınarak şebekenin güçlendirilmesi şeklinde sunuluyor, yani yeni rüzgar ve güneş tesisatlarını hızlandırmak ve mevcut olanları yeniden güçlendirmek temel hedef . Buna göre mesaj açık: Ekonomik, istihdam ve sürdürülebilirlik nedenleriyle açık öncelik yenilenebilir enerjinindir.
IEA’nın çıkarımları WNISR 2020’nin de çıkarımı olarak verilmiş, yani: Giderek daha ucuz yenilenebilir enerji kaynakları yelpazesi ile karbondan arındırılmış bir enerji sektörüyle rekabet edemeyen, sorun kaynağı, atıl, uyumsuz ve pahalı bir teknoloji olarak, nükleer enerjinin artık terk edilmesi gerekiyor.