ManşetHafta SonuKöşe YazılarıYazarlar

Kar altında İstanbul çağrışımları

0

Bu hafta, geçen hafta başladığım Düşürüyorum, öyleyse varım – 1” başlıklı yazımın ikinci ve sanırım son bölümünü yazmaya niyetliydim. Aslında aklımda büyük bölümünü de yazdım (yazılarımı genellikle önce kafamda yazar, sonra kâğıda ya da dijital ortama aktarırım). Fakat hafta içinde yaşanan şiddetli kar yağışı ve İstanbul dediğimiz küçük ama koca kentte yaşamın felç olması bana “Demir tavında dövülür” atasözünü hatırlattı. Gündem yazılarını gündeminde yazmak gerek. Gündem dışı/üstü yazılar her zaman yazılabilir. O nedenle geçen haftaki yazıya bir haftalık (umarım) bir es veriyorum.

İstanbul’da ne oldu?

Olanı herkes biliyor aslında, uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kar yağdı, yollar kapandı, insanlar mahsur kaldı vesaire vesaire… Tabii aralarında benim de bulunduğum farklı uzmanlıklardan yüzlerce, belki binlerce kişi ve onlarca sivil toplum kuruluşu ve meslek örgütü tarafından “Yapmayın, buraya havalimanı olmaz; ne ekosistem bunu kaldırır ne de burada sağlıklı havacılık yapılır.” uyarılarına kulağını tıkayan iktidarın adeta inadına yaptığı İstanbul Havalimanı’nda olanlara; yapılamayan uçuşlara, havalimanında ve havalimanı yollarında mahsur kalanlara ve kargo terminalinin çöken çatısına elbette ayrı bir parantez açmak lazım. Çatı haberini ilk duyduğumda ormanın ahı tuttu diye geçti aklımdan. Batıl inancım yoktur; zaten bu söylediğim batıl inanç değil, böyle bilinmesini isterim.

Her neyse, bütün bunlar olurken bir yandan, diğer yandan da medyanın ve sosyal medyanın cengâverleri olanlardan İBB’yi sorumlu tutmak için yapmadıklarını bırakmıyordu. İBB ya da herhangi bir kurum elbette eleştirilebilir. Kusursuz çalışan bir kurum olduğunu sanmam yeryüzünde. Örneğin İBB’yi ben de hem sosyal medyada hem de bu köşede yazdığım yazılarda eleştirdim bazı konularda.  Ancak yılların birikmiş sorunlarının kısa sürede çözülemeyeceğini de unutmamak gerek. Bu nitelikteki sorunlar nedeniyle bu sorunları çözmek için kısa sayılacak bir süredir görev başında olan yönetimlerin eleştirilmesi insafsızlık olur. Yağan kar nedeniyle kentin felç olmasına ne ilk defa şahit oluyoruz ne de geçen hafta yaşananlar son olacak. Gelin isterseniz nedenlere ve o nedenlerin sorumlularına yakından bakalım.

İstanbul’da ne oldu? Kim yaptı?

İstanbul yüzölçümü olarak Türkiye’nin toplam alanının yalnızca %0,68’ine sahip. Buna karşılık TUİK 2020 verilerine göre Türkiye nüfusunun %18’inden fazlası İstanbul’da yaşıyor. Yani İstanbul’da birim alanda yaşayan insan sayısı Türkiye ortalamasının 25 katı. Buna bir de İstanbul’un kuzey yarısının büyük ölçüde orman olmasını ve güney yarısında da mutlaka korunması gereken doğal ve tarihsel değerlerin yoğun olduğunu ekleyin; teşbihte hata olmaz derler, İstanbul’un durumu 1+1 eve 10 aileyi yerleştirip “hadi mutlu mesut yaşayın” demeye benziyor. O evde mutluluk ve huzur olamaz, tıpkı İstanbul’da olamayacağı gibi. Kar da yağsa, yağmur da yağsa, rüzgâr da esse bu kent felç olur. Deprem olunca ne olacağını düşünmek bile istemiyorum.

Peki, bu kentte nüfus neden bu kadar çok arttı? Bundan kim sorumlu? Dilerseniz önce İstanbul’un nüfusunun artış serüvenini tarihsel perspektiften görebilmek için aşağıdaki grafiğe bakalım.

Görebileceğiniz üzere ilk resmi nüfus sayımının yapıldığı tarih olan 1927 yılından 1950 yılına kadar İstanbul’daki nüfus artışı normal sayılabilecek sınırlarda. Söz konusu 23 yıllık dönemde İstanbul nüfusu yaklaşık olarak %45 oranında artmış. Fakat ardından gelen sadece 10 yıllık dönemde, yani 1950-1960 yılları arasında nüfusun yaklaşık %61 oranında arttığını görebiliyoruz. Nüfus artış oranları sonraki onar yıllık dönemlerde sırasıyla şöyle devam ediyor: %60, %57, %54, %52, %20, %17. Bakmayın siz 2000 yılından sonra nüfus artış hızının göreceli olarak azalmasına. 1999 depremi, sosyo-ekonomik sıkıntılar ve elbette kentin bitmesi, evet kentin bitmesi bu hız azalmasının nedenleri.

Neden insanlar akın akın İstanbul’a koştular? Detaylarına girmeyeceğim ama kırsalı, kırsal yaşamın sosyal ve kültürel boyutu ile tarımı, dolayısıyla kırsal ekonomiyi bitiren politikalar bunun asıl nedeni. Kalkınmanın yurt sathına yayılamaması, yatırımların İstanbul gibi belli merkezlerde yoğunlaşmasının önüne geçecek önlemlerin alınamaması gibi başkaca faktörler de peşinden gelir.

Çarpık ya da plansız kentleşme olarak adlandırabileceğimizi bu süreçten kim sorumlu? Üşenmeden 1950 yılından günümüze kadar[1] kurulan bütün hükümetlerin kaç gün görevde kaldığını hesaplayıp toplam gün sayısına oranlayarak şu sonuçları elde ettim (Neden 1950 yılından bu yana derseniz, bunun iki cevabı var; birincisi yukarıda belirttiğim grafik, diğeri de ilk çok partili seçimin 1946’da yapılması ve CHP dışı ilk hükümetin 1950’de kurulması). [2] Aradan geçen 26 bin 185 günün %60,2’sinde tek başına sağ bir partinin kurduğu hükümetler görevdeymiş. Bir sağ parti liderliğinde kurulan koalisyon hükümetlerinin görevde olduğu süre, toplam sürenin %16,99’u. Tek başına sol bir partinin hükümet kurduğu sürenin oranı yalnızca %0,6 (158 gün) iken sol bir parti liderliğinde kurulan koalisyon hükümetlerinin görevde olduğu sürenin oranı ise %13,77. %6,47’lik orana karşılık gelen sürede ise askeri hükümetler dönemi yaşanmış. Ek bilgi olarak şunu da söyleyeyim; yalnızca Ak Parti hükümetlerinin görevde kaldığı sürenin 71 yıl 8 ay 7 günlük toplam süreye oranı %26,77. Şimdi ben size sorayım: Yaşanan yoğun kırdan kente göç sürecinden ve çarpık kentleşmeden kim sorumlu?

Denilebilir ki, “İyi de, kenti yöneten belediyelerin hiç mi sorumluluğu yok?” Olmaz olur mu? Ona da bakalım. İstanbul’da ilk Demokrat Partili belediye başkanı göreve 24 Ekim 1949’da başlamış. O günden bu güne geçen süre 72 yıl 3 ay 5 gün; yani 26 bin 395 gün. Bu sürenin %53,32’sinde İBB’yi [3] sağ partili belediye başkanları yönetmiş. Sol partili belediye başkanlarının kenti yönettiği sürenin oranı %25,69 iken askeri dönem belediye başkanları ya da bağımsızların görevde olduğu sürenin oranı ise %20,97. Yine ek bilgi olarak, sadece Ak Partili belediye başkanlarının görevde olduğu sürenin oransal karşılığının %34,54 olduğunu belirteyim. Soruyu tekrarlayayım mı? Sorumlu kim?

Elbette bu analizler çok daha detaylı yapılabilir ve yapılmalıdır da. Her sağ parti birbirinin aynı değildir. Her sol parti de. Fakat sağ ve solun ortak yanları olduğu da inkâr edilemez. O nedenle bazılarına sağ bazılarına sol denilir.  Bu analizi yaparken hiçbir siyasi partiyi ya da siyasetçiyi suçlamak ya da aklamak gibi bir amacım yok. Beni bilen bilir. Sol görüşlüyüm ama şu anda gönülden desteklediğim hiçbir siyasi parti yok. Hiçbir siyasi partiyle, seçimden seçime oy vermek dışında doğrudan ya da dolaylı bir ilişkim de yok. Kaldı ki babam yapsa yanlışa yanlış derim. Gel gelelim onlarca yıldır temelden yanlış yönetilen bir ülke ve kötü yönetilen İstanbul gibi bir kentin köklü sorunları öyle 3-5 yıllık çalışmayla çözülemez. Yukarıda söylediğim gibi 1+1 eve 10 farklı aile yerleştirip düzen sağlayamazsınız.

O halde çözüm ne? Bana kalacak olsa ben çözümü yaklaşık sekiz yıl önce yazdım. Yine bu köşede yayımlanan “Çılgın proje öyle olmaz böyle olur” başlıklı yazım ortada. Ancak itiraf ediyorum ki bu radikal çözümü yakın ya da orta vadede göze alabilecek bir siyasetçinin olduğunu veya olacağını sanmıyorum. O nedenle uygulanması en azından muhtemel olan çözüm şu: Ülkenin ekonomi politikalarının İstanbul odağından uzaklaştırılması ve farklı cazibe merkezlerinin oluşturulması, ek olarak iklim değişikliğiyle uyumlu yeni tarım politikaları ile kırsalın yeniden canlandırılması yoluyla İstanbul nüfusunun azaltılması ve bilimin ışığında kentte aşama aşama iyileştirmelerin yapılması. Gel gelelim, ülkeyi yönetenler bırakın böyle bir yola yakın görünmeyi, Kanal İstanbul gibi sağlıklı bir kenti bile yolundan çıkarabilecek bir projeyi dayatmaya devam etme niyetindeler. Şimdiden söyleyeyim, bu akılla gittiğimizde kentin felç olması için kar yağmasına gerek kalmayacak; birisi hapşırdığında kargaşa çıkacak. Bir yazı bu kadar mı can sıkar diyebilirsiniz, fakat söylemek zorundayım, bu kent hâlâ çok büyük bir depremi de bekliyor. İşin kötüsü kelimenin tam anlamıyla bekliyor. Önlem yok, çözüm yok, hep birlikte bekliyoruz.

Belki çocukluktan kalan bir duygudur, kar çoğunluk için olduğu gibi benim için de neşe kaynağı. Bu kentte doğanın nadiren verdiği bu neşe kaynağı bile boğazımıza takılıyor. Kar ve yaşananlar bende bu çağrışımları yaptı, umarım sizlerde daha iyi çağrışımlar yapıyordur.

*

[1] 22 Mayıs 1950 ile 29 Ocak 2022 arası.
[2] Hesaplamayı manuel yaptığım için ufak tefek hesap hataları olabilir ama toplam hata payının %1’den fazla olması mümkün değil.
[3] Büyükşehir Belediyesi düzenlemesinden önce İstanbul Belediyesi.

 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.