ManşetHafta SonuKöşe YazılarıYazarlar

Düşürüyorum, öyleyse varım -1

0

Batı felsefesinin temellerinden birini oluşturan Descartes’in ‘Düşünüyorum,  öyleyse varım’ (Cogito erge sum) sözü, benim gibi Türkiye’de yaşayan pek çok orta yaş ve üstü kişide İlhan Selçuk’un ‘Düşünüyorum Öyleyse Vurun’ kitabını çağrıştırır. Usta, nihayetinde kendi öldürülmese bile düşündüğü için öldürülen pek çok aydının yasını tutmak zorunda kaldı. İlk aklıma gelenler; Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Cavit Orhan Tütengil, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Hrant Dink, Bahriye Üçok ve daha niceleri.

Düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilmek, bu ikisini özgürce ve korkusuzca yapabilmek felsefi açıdan insan olmanın, var olmanın eşik taşı olabilir. Aksini söylersem en başta kendimi inkâr etmiş olurum. Ancak düşünebilmenin, daha doğru ifadeyle diğer canlılardan daha karmaşık şekilde düşünebilme yeteneğine sahip olmanın insan olarak bize tanımış olduğu ayrıcalığı iki açıdan çok ama çok kötü kullandığımızı itiraf etmek zorundayım. Bunlardan birincisi, ten rengi, inanç, milliyet, cinsiyet, siyasi görüş ve hatta tutulan futbol takımına kadar pek çok saçma nedenle ötekileştirdiğimiz diğerlerinin düşünme ve ifade özgürlüğüne zorbalık derecesinde uyguladığımız baskılar. Ne yazık ki bu baskıları tarihsel değil güncel öneklerle, dünyanın başka yerlerinden değil yaşadığımız ülkeden dumanı tüten uygulamalarla kanıtlayabilirim. Dediğimin kanıta ihtiyacı olduğunu da hiç sanmıyorum ayrıca, yerçekiminin kanıta ihtiyacı olmadığı gibi.  İkinci itirafım ise karmaşık düşünce yeteneğimizi kullanarak biyolojik varlığımızı tehlikeye atan adımları yüzyıllardır attığımız gibi hâlâ atmaya devam edişimizle ilgili. Yazıya koyduğum başlık tam da buna dair.

Sürdürülebilir kalkınma kılıfı, bir kez daha

Bu köşede 28 Kasım 2014’te başlığı şu olan bir yazı yazmışım: ‘Sürdürülebilir Kalkınma: Bir Süründürme Reçetesi’.  O yazımda şöyle demişim:

“Aradan (sürdürülebilir kalkınma kavramının ortaya çıkışından itibaren) neredeyse 30 yıl geçti. Ve dönüp baktığımızda geriye, sürdürülebilir kalkınma denilen şeyin aslında bir süründürme reçetesi olduğunu yeni yeni anlayabiliyoruz. Sürdürülebilir kalkınma anlayışının neyi çözdüğünü ya da ne işe yaradığını bilen varsa anlatır elbet.”

Alman tarihçi Joachim Radkau Türkçeye de çevrilen ‘Doğa ve İktidar: Global Bir Çevre Tarihi’ kitabının Almanca baskısına yazdığı önsözde sürdürülebilir kalkınmaya şu şekilde yaklaşıyor:

“Doğal kaynakların tüketilmeden gelecek kuşaklar için muhafaza edilmesini amaçlayan, koruyarak kullanma anlamında sürdürülebilirlik, 1992 Rio Dünya Çevre Zirve Konferansı’nda dünya ekonomisinin ana amacı mertebesine yükseltilmiştir. Alman ormancılığında bu prensibin zaten yüzlerce yıl geriye uzanan bir tarihi var. Günümüzde eleştirmenlere göre, sürdürülebilirlik doğanın sömürülmesini meşrulaştıran dilsel bir kılıftır. Bu kavrama renk ve içerik kazandırmak için tarihin sunacak çok şeyi olabilir. Özellikle de orman tarihi, bu kavramın hem muğlaklığını hem de kullanılmaya ne kadar müsait olduğunu ortaya çıkarır. Öte yandan, henüz bu kavramdan daha iyi bir alternatifimiz de yoktur.”

Kitabın Almanca baskının üzerinden 20 yıl, benim yazımın üzerinden yedi buçuk yıldan fazla geçti. Hâlâ bu dilsel kılıfa renk ve içerik kazandırmaya mı çalışacağız? Hâlâ Radkau’nun sarkıttığı ‘alternatifimiz yok’ ipine mi sarılacağız düşmemek için? Alternatif olmaz olur mu hiç! Düşmemek için düşürmek, işte size alternatif.

Sürdürülebilir küçülmeye ne dersiniz?

Kalkınma filan denmesine bakmayın siz, kalkınma, içi ekonomik büyümeden çok daha dolu bir terim. Oysa bugün sürdürülebilir kalkınma diye pratikte dayatılan tek şey ekonomik büyüme. Daha fazla üretip daha fazla tükettiğimizde çok daha fazla mutlu[1] olacağımıza dair yaygın ve yanlış inanışın peşinden hiç değilse yüzlerce yıldır sürüklenip duruyoruz. Bu inanışın yanlışlığı büyümeden elde edilen gelirin adil dağılımı durumunda (teorik olarak) bile geçerli. Kaldı ki pratikte adil dağılım diye bir şey olmadığı gibi ona yakın bir durum bile söz konusu değil. Dediğimin tersi olsa ABD’de 600 bine yakın insan sokaklarda ya da geçici barınaklarda yaşamazdı. Dediğimin tersi olsa ortalama yaşam süresi 77 olan bu ülkede 600 bin evsizin ortalama yaşam süresi yalnızca 50’de kalmazdı. Neden ABD’yi örnek olarak veriyorum? Bugün hemen hemen bütün dünyada ve ülkemizde de egemen olan büyümeci ama adaletsiz ekonomi modelinin lokomotifi ABD de ondan. İnsanların bir diğerinin sırtına basıp yükseldiği, altta kalanın hor görüldüğü bu modelin gezegeni kaçınılmaz bir sona sürüklemesini bir an için unutsak bile savunulacak bir tarafı var mı?

Biliyorum, bu gazetenin okuyucuları pek savunmaz ama bütün dünyada her gün dolarlarına dolar katan bir kaymak tabakasının çok hoşuna gidiyor sözünü ettiğim model. Onların vicdanları kömür karası olmuş, bırakalım onları. Peki, en altta kalıp ezildiği, her gün emeği sömürülüp daha da altlara itildiği halde bu modelin değirmenine su taşıyan geniş kitlelere ne demeli?

Her neyse, biz konumuza dönelim. Büyüyelim de büyüyelim demenin daha önemli bir soruna yol açtığını duymayan kalmadı. Gezegenimiz ölüyor. ÖLÜYOR! Ve biz sürdürülebilir kalkınma (büyüme) yalanıyla gezegenimizi öldüren zehri enjekte etmeye devam ederken bir yandan diğer yandan da bu zehrin panzehrini bulmaya çalışıyoruz. Ne demeye çalıştığımı daha iyi açıklayabilmem için aşağıdaki grafiği incelemenizi istiyorum.

Kaynak: https://ourworldindata.org/economic-growth

Grafikte bazı ülkelerdeki kişi başına gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYH) tarihsel süreçteki değişimi gösteriliyor. En tepede biraz önce andığımız ABD var. Grafiğe dikkatli bakın. Son yüz yıldaki büyüme trendine dikkat edin. Daha yüksek GSYH için daha fazla hammadde (hammadde dediğimiz şey gezegenimizin kendisi geniş anlamda) kullanılmalı, daha fazla enerji harcanmalı, daha çok atık için depolama alanı yaratılmalı, daha fazla… Gezegenimizi öldüren işte bu! Peki, Radkau’nun dediği gibi sürdürülebilir kılıfının içindeki büyümeden başka bir alternatifimiz yok mu gerçekten? Büyüme yerine küçülme neden bir alternatif değil? Neden gezegeni yok etmek yerine sürdürülebilir bir küçülme ile bambaşka bir mutluluk yolu çizmemiz alternatif olamıyor? Kim karar veriyor buna?

Başlıkta bu nedenle ‘Düşürüyorum, öyleyse varım’ dedim. Var olmayı, gezegenimizdeki yaşamı devam ettirmeyi istiyorsak düşürmek zorundayız. Neyi mi? Beklentilerimizi, isteklerimizi, nüfusumuzu, üretim ve tüketimimizi… Var olmanın tek yolu bu.

Gazetemizin editörü haklı olarak uzun yazı istemiyor. Çünkü uzun yazı okunmuyor, gerçek bu. O nedenle burada bir virgül koyup haftaya devam edeceğim. Eminim herkesin aklında şu soru vardır: Tamam, düşürelim de nasıl? Haftaya bunu tartışmaya çalışacağım.

*

[1] Mutluluk mudur aramamız gereken şey yoksa huzur mu? Aralarında bağ var mı, varsa nasıl bir bağ? Bu da üzerinde çok düşündüğüm konulardan biri. Umarım bir gün bu düşüncelerimi de yazma şansı yakalarım. 

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.