Damacanalarda satılan suların bazılarında kirlilik bulunduğu haberi üzerine ortalık karıştı. Sağlık Bakanlığı sakıncalı içme sularını gözaltına almış. Birkaç su şirketinin suçlu ilan edilmesiyle bu işin üstü örtülecek, mesele unutulmaya bırakılacak gibi görünüyor. Sağlık Bakanlığı ve yerel yönetimler piyasadaki suların denetlenmesinde asıl sorumlunun kim olduğu konusunda tartışıyorlar. Kimisi suları pazarlayan şirketleri yeterli hijyen tedbirleri almamakla suçluyor, kimileri damacanaların kalitesizliğini ya da damacanaları gerektiği gibi kullanmayan vatandaşları sorumlu tutuyor, ucuz sulara yönelen tüketicileri bile suçlu ilan edenler var.
Hangi damacanadaki suyun daha sağlıklı olduğunu tartışırken içtiğimiz suya para verip satın almamızı yanlış bulan yok gibi. Oysa sorunun asıl can alıcı noktasının burası olması, tartışmanın başlangıç noktasının tam da bu nokta olması gerekmez mi?
Suyun cam şişelerde mi, pvclerde mi, yoksa damacanalarda mı satılmasının daha sağlıklı olduğunu tartışmak veya tartışmayı sadece pet şişelerin yol açacağı çevre kirlenmesi boyutuna indirgemek tartışılması gereken en önemli sorunun gözden kaybedilmesine yol açabilir.
Lawrence Durell suyun insanın tanıdığı en eski tad olduğunu söyler; etten de, şaraptan da eski bir tad.
İçme suyunu pazarlayan şirketlerden birinin reklâmlarda sık sık karşılaştığımız sloganı çarpıcı bir şekilde bütün meseleyi özetliyor: “Su Hayattır”. Doğrudur; su hayatın asıl kaynağıdır. Canlıların yaşamlarını sürdürmek için temiz ve sağlıklı suya ihtiyacı vardır. Ve canlıların yaşamlarını sürdürmeleri için ihtiyaç duydukları suya erişimleri vazgeçilmez, devredilmez temel haklar arasında olması gerekir, tıpkı soluduğumuz hava gibi.
Ekolojik Anayasa Girişiminin TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonuna verdiği öneriler paketinde her canlının temiz ve ücretsiz suya ve sağlıklı gıdaya erişim hakkı olduğu vurgulandıktan sonra bu hakkın güvence altına alınması talep ediliyor. Temiz suya erişim hakkının yaşam hakkından bağımsız olmadığı hatırlatılıyor. Devletin, herkesin temiz suya ve sağlıklı gıdaya erişmesini sağlamak için gerekli önlemleri alması gerektiğine dikkat çekiliyor.
Yani, kamu yönetimlerinin görevi piyasada satılan suların sağlıklı olup olmadığını denetlemeden önce tüm canlılara temiz ve sağlıklı su temin etmek olmalıdır. Bir belediyenin başarılı olup olmadığının ilk kıstası o beldede musluklardan akan suyun sağlıklı olup olmamasıdır. İnsanların temiz ve sağlıklı bir suya para vererek ulaşabildikleri bir belde, yaşayanlarının temel haklarına ancak para karşılığı sahip oldukları bir yerdir. Yaşayanlara temiz ve sağlıklı su sağlayamayan bir yönetimin yaptığı tüm diğer icraat sadece teferruattır.
Belde sakinlerine temiz suyu ücretsiz olarak dağıtmaya çalışırken her türlü engellemeyle karşılaşan Dikili Belediye Başkanının mahkeme kapılarında yıllarca süren davalarını hepimiz ibretle takip ettik. Osman Özgüven beldesinde yaşayanlara sadece yeterli temiz ve sağlıklı su vermekle yetinmeyip, bu suyu aynı zamanda ücretsiz vermeye çalışırken suyun temel bir hak olduğunu savunuyordu. Osman Özgüven bu mücadelede ne yazık ki yalnız bırakıldı, ortaya koyduğu model yeterince tartışılmadı ve hayatta her şeyin parasal karşılığı olması gerektiğini düşünenler tarafından meczup muamelesi gördü.
Temel bir hakkımızı para verip satın almayı olağanlaştırdıktan sonra hangi hakkımız güvence altında olabilir?