Köşe Yazıları

Siz Hangi Kutupta Yaşıyorsunuz?

0

Tarhan Erdem’in yönettiği Konda araştırma şirketi tarafından Bekir Ağırdır imzasıyla iki ay önce yayınlanan “Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma” başlıklı araştırma açık bir biçimde ortaya koyuyordu: Türkiye’de insanlar, canlı hücrede mitoz bölünme öncesi çekirdek materyalinin yaptığına benzer bir şekilde, iki kutba doğru ayrışmış durumda. Bu iki kutupta bulunan insanlar bulundukları tarafta ne düşünmeleri gerekiyorsa ‘her konuda’ onu düşünüyor, olaylara karşı ne tür bir tepki vermeleri bekleniyorsa o tepkiyi veriyorlar. Siyasette bu kutuplaşmanın baş aktörleri AKP ve CHP gibi görünüyor. Ama iki kutuptan birindeki insanların bulundukları konuma uygun davranmaları için AKP’li veya CHP’li olmaları gerekmiyor. Ait oldukları kutbun ortaklaştırıcı fikirlerini benimsemiş olmaları yetiyor. İnsanlar özellikle güncel siyasetin gündem maddelerinde, Ergenekon, ordunun siyasetteki yeri, askeri darbe, sivil darbe, irtica tehdidi, anayasa değişikliği gibi konularda bulundukları yere göre ve çoğunlukla birbirlerine karşı düşmanca tavır alıyorlar. Bekir Ağırdır’ın araştırmasını okumanızı öneririm. Son zamanlarda hepimizin farkında olduğu bu durumun net bir fotoğrafını göreceksiniz.

Son günlerde yapılan referandum tartışmaları bu konuda bir laboratuar gibi. Çoğunluk kendi pozisyonunu ısrarla savunmakla ve asla değiştirmemekle kalmıyor, kendi gibi düşünmeyen, ama düşünmesi gerektiğini varsaydığı kişi ve grupların tutumları karşısında “şaşırıyor”, “hayretler içinde kalıyor”, bu tutumları karşısındakine “yakıştıramıyor”, “ciddiye almayı bile yanlış buluyor”, karşısındakileri AKP’lilikle/CHP’lilikle suçlama durumu yoksa bile en azından üzülüyor, ilişkilerini gözden geçiriyor vb. İnsanlar referandum meselesini ya “bütünüyle AKP’nin oylanması” olarak görüyor, ya da “tamamen anayasa maddeleriyle ilgili olup, AKP’nin oylanmasıyla en ufak bir ilgisi olmadığını” düşünüyorlar. AKP’yi ağır biçimde eleştirmek ya “demokratlığın gereği”, ya da “darbeciliğin tescili” olarak görülüyor. Ergenekon da öyleydi. Ya “sivilleşmede tarihi adım”dı, ya da “tamamen düzmece”. Bu tür bir kutuplaştırma siyasi taktik olabilir. Ama bu taktik kutuplaştıranlar açısından bir anlam taşıyorsa bile, kutuplaşanlar açısından biraz inisiyatif kaybı olmuyor mu?

Bu kutuplaşma bilimsel ve tarafsız değerlendirmeler yapılacağı varsayılan durumlarda daha büyük sorun oluşturuyor. Elbette hukukun siyasetten tamamen bağımsız olduğunu iddia etmiyorum. Ama bir hukuki meseleyi tartışan hukukçular bu kadar mı pozisyonlarıyla uyum içinde olurlar? Sözünü ettiğim konu referanduma konu olan anayasa değişikliğinin nispeten az konuşulan bir maddesiyle ilgili: Anayasa değişikliği paketinde 125. maddeye eklenen “yargı yetkisi (…) hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” hükmü konusunda yapılan yorumlar da ikiye bölünmüş durumda. Bir grup hukukçu bu değişiklik olursa bir daha asla çevre davalarının kazanılamayacağını, çünkü bu hükmün verilen yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarını dayanaksız kılacağını söylüyor. Diğer grup hukukçu ise bunun tamamen anlamsız bir yorum olduğunu, çevre davalarının hiçbir şekilde etkilenmeyeceğini savunuyor. İki grup hukukçunun görüşlerinde de ihtiyat payı yok.

Bu hukukçulara bakıldığında hepsinin (ki çoğunu iyi tanıyorum) son derece saygın, konularına hakim, çevre davalarında deneyimli, güvenilir isimler olduğunu görüyoruz. Ama referandumdaki oylarının, bu konudan bağımsız olarak, ‘evet’ ya da ‘hayır’ olduğunu da biliyoruz. ‘Evet’çi hukukçular değişikliğin sorun yaratmayacağından, ‘hayır’cı hukukçular her şeyin sonu olduğundan emin gibiler. Hukukta yorum farkları doğaldır elbette. Ama bu kadar da olur mu? Ben hukuk bilgilerinden de, iyi niyetlerinden de en ufak bir şüphe duymadığım bu arkadaşlarımızın görüşlerini azami tarafsızlıkla oluşturduklarına inanıyorum. Ama elimizdeki bu kutuplaşma verisini ne yapacağız?

Bu olay bize toplumda ve siyasette kutuplaşmanın tehlikeli boyutlara geldiğini gösteriyor. Böyle giderse akılcı değerlendirme ve muhakeme yeteneğimizi iyice kaybetmeye başlayacağız. Siyasette gerekli olan rekabet ve çatışma, zaten eksik ve kusurlu biçimde işleyen demokrasiyi tahrip eden kuralsız bir savaş halini alacak.

Chantal Mouffe’un siyasal alanda antagonistik çatışmanın karşısına agonistik çatışmayı çıkardığı yazılarını, özellikle de “Siyasal Üzerine” başlıklı kitabını iyi okumak gerekiyor. Yazının sonunda sözü Mouffe’a ve onun demokrasi tarifine bırakıyorum:

“Demokratik siyasetin esas görevlerinden birinin toplumsal ilişkilerde varolan potansiyel antagonizmayı etkisizleştirmek olduğunu söyleyebiliriz. (…) Çatışmanın, meşru olarak kabul görmesi için, siyasal birliği yok etmeyecek bir biçim alması gerekir. Bunun anlamı da, bütünüyle antagonistik bir dost/düşman ilişkisinde olduğu gibi tarafların muhaliflerini yok edilmesi gereken düşmanlar, muhaliflerinin taleplerini de gayrimeşru talepler olarak görmemeleri için, çatışma içerisindeki taraflar arasında bir tür ortak bağ bulunması gerektiğidir. Ne var ki muhalifler, basitçe, çıkarları salt müzakere yoluyla ele alınabilecek veya uzlaştırılabilecek rakipler olarak görülemez, çünkü böyle bir durumda antagonistik unsur tamamen ortadan kaldırılmış olur. (…) Antagonizma iki tarafın herhangi bir ortak zemin paylaşmayan düşmanlar oldukları bir biz/onlar ilişkisiyken, agonizm çatışan tarafların, çatışmanın rasyonel bir çözümü olmadığını kabul etmelerinin yanı sıra, karşılıklı olarak muhaliflerinin meşruiyetini tanıdıkları bir biz/onlar ilişkisidir. Agonizmde, çatışan taraflar düşman değil, “hasım”dır. Bu da, çatışma sırasında, birbirlerini aynı siyasal birliğe ait gördükleri, çatışmanın gerçekleştiği ortak bir sembolik mekanı paylaştıkları anlamına gelir. Demokrasinin görevinin antagonizmayı agonizme dönüştürmek olduğunu söyleyebiliriz.”*

* Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine. Çeviren: Mehmet Ratip, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 27-28.

You may also like

Comments

Comments are closed.