Ana Sayfa Blog Sayfa 5460

Kopan Bacaklar, Acılar, Şehit Aileleri ve Barış

Şehit aileleri üzerinden yeni bir demagoji kampanyası yürütülmekte ve denilmekte ki BU ACILAR NE OLACAK?

Şimdi çıkmış köşe yazarları ACI SİMSARLIĞINA başlamışlar.

Bu ülkenin kanayan yaralarına kan akarken tek laf etmeyenler görmezden gelenler savaş çığırtkanlığı yapmaktan öteye gidemeyenler şimdi de ŞEHİT VE GAZİ YAKINLARINI kullanarak yeni bir tarz yarattılar KİN VE NEFRET TOHUMLARINI EKMEKTE ve BARIŞ SÜRECİNİNİ ÖNÜNÜ TIKAMADA…

Herkes kendi acılarına ağlasın ve acılar devam etsin yeni kopan bacaklarla ve ağlayan analarla. Böyle mi susturacağız silahları böyle mi son vereceğiz acılara?

Acılara böyle yaklaşmalı değil mi? Kürtler askerlerimizin bacaklarını koparan MİLİTANLARA kan taşıdılar destek oldular ve KANA KAN İNTİKAM olmalı(!) diyorlar sanki.

Barış için atılan adımları boşa çıkarmaya uğraşıyorlar.

Eğer düşmanlığı devam ettireceksek KÜRTLERDEN önce çok daha fazla kin duymamız gerekenler var.

İngilizlerle savaştık ama onların aldığı yüzbinlerce canın davasını gütmedik.

Ruslarla savaştık aldıkları yüzbinlerce canın davasını gütmedik.

Fransızlarla savaştık aynı olay.

Dilleri serbest üniversitelerde okutuluyor her türlü hakka sahipler tüm ekonomimize onlar yön veriyor o kadar söz sahibiler.

Kürtler?

o kopan bacakların yarısı KÜRT kökenlilerindi.

O acılar KÜRT illerinde binlerce kat fazla yaşandı.

Kürtlerin çektiği acıları dile getirmeye kalksam herhalde tüm Kürtlerin eline BALTALAR alıp gördüğü her TÜRKü biçmesi doğraması gerekirdi.

Yapılan işkenceler katliamlar kıyımlar itirafçılaştırmalar koruculaştırmalar yasaklar inkar imha ve asimilasyon politikası sürgünler cezaevleri faili meçhuller…

Yakılan köyler ormanlar şehirler…

Dışkı yedirilen insanlar.

Askeri faşist uygulamalarla 86 yıldır terbiye edilmeye çalışılan bir halk BU ASKER TÜRK ASKERİ BANA BUNU YAPANLAR TÜRK BANA ZORLA ÖĞRETİLEN DİL TÜRKÇE deyip bunların hepsine bir RED çekip acılarının İNTİKAMINI almak isteyebilir.

Buna ne diyeceksiniz?

Ben de bu acılara kulak vermek zorundayım.

Kopan bacaklar olmasın diye bu acılara kulak vermek zorundayım.

Kulak vermezsem daha çok kol bacak kopacak bunu biliyorum.

Peki ŞEHİT AİLELERİNİN HASSASİYETLERİNİ bu şekilde DEMOKRATİKLEŞME VE BARIŞIN önüne koyanlar daha sonra yine kopacak bacakların HESABINI vermeye hazırlar mı?

Bu anlamsız ve kirli savaşa en başından karşı çıkmayarak KÜRT halkının acılarına KULAK tıkayarak sürecin bugünlere gelmesinde pay sahibi olan IRKÇI-ŞOVEN anlayıştaki aydınlar UTANMAZLIKLARININ ARSIZLIKLARININ diyetini ödeyen YOKSUL Kürt ve Türk emekçi halkımızın çocukları üzerinden konuşma hakkını nereden buluyorlar kendilerinde?

Kürtçe yasaklar varken insanlara yukarıda saydığım acılar yaşatılıyorken neredeydiler?

ACILARA BAKMAK evet ama HERKESİN ACILARINA BAKMAK…

Bu iş böyle olmaz.

O askeri dağlara süren SİYASAL REJİMİN KÜRT POLİTİKASIDIR.

Ve o kopan bacakların MÜSEBBİBİ bu ASİMİLASYONCU MİLİTARİST ŞİDDETE VE SAVAŞA DAYALI SORUN ÇÖZME ANLAYIŞININ kendisidir.

Bu gerçeği görmeden yapıladcak tüm analizler HALKLAR ARASINDA DÜŞMANLIK VE KİN yaratmaktan öteye gidemez.

Kürtler 17000 ile ifade edilen FAİLİ MEÇHULLERİ 4000 ile ifade edilen yakılmış boşaltılmış köyleri 5 milyonla ifade edilen ZORUNLU GÖÇLERİ unutmaya hazır.

Peki ya TÜRKLER?

Oktay ÇAPAROĞLU
26.10.2009

Sağlık Bakanı’na Açık Teşekkür

swine-flu1

Söyle bir senaryo düşünün:

“Domuz gribi hızla yayılıyor. İlk kez bu yılın Mart ayında Meksika’da görülen ve Haziran ayında küresel bir salgına dönüşen domuz gribi virüsünün Türkiye’ye de yayılarak hastalığa neden olduğu iddia ediliyor. Ancak Sağlık Bakanlığı bugün yaptığı açıklamada Türkiye’de görülen griplerin domuz gribi olmadığını, olsa bile hastalığın diğer griplerden bir farkı olmadığı için ekstra bir önleme gerek duyulmadığını açıkladı. Sağlık Bakanlığı panik yayan haberlerden rahatsız olduklarını, okulların tatil edilmesi gibi aşırı önlemler isteyen tabip odaları hakkında suç duyurusu yapılacağını bildirdi.

Sağlık Bakanı bugün düzenlediği basın toplantısında domuz gribi konusunda panik yaratanları hükümete karşı komplo içinde olmakla suçladı ve toplantı sonunda bütün basın mensuplarıyla tek tek sarılıp öpüştü. “Gördüğünüz gibi hiçbir bulaşma tehlikesi yoktur” diyen Sağlık Bakanı, grip aşısının firmalar tarafından getirtildiğini ve dileyenin eczanelerden edinerek aşı olabileceğini, ancak devletin herhangi bir aşılama yapmayacağını açıkladı. Dün Ankara’da domuz gribinden öldüğü iddia edilen kişinin ölüm nedeninin ise domuz gribi değil, başka bir enfeksiyon olduğu, ancak konuyla ilgili herhangi bir laboratuar tahlili yapılmasına gerek görülmediği açıklandı. Ülkemizde domuz gribi virüsünü tespit edecek bir laboratuar bulunmuyor.”

Tanıdık geldi, değil mi?

Neyse ki bu senaryoyu bugün yaşadığımız domuz gribi salgınında olup bitenlerin tam tersini hayal ederek yazdım. Yıllardır bu tür senaryoların gerçek olduğu bir ülkede yaşıyoruz ve bu kez bu kadar başarılı bir performans gösteren Sağlık Bakanlığı’nın nasıl olup da hedef alınabildiğini, ilgili ilgisiz kimi politik, ideolojik veya sosyolojik fikirlerin ve bazen de düpedüz komplo teorilerinin bu virüs salgınıyla nasıl olup da ilişkilendirilebildiğini anlamakta güçlük çekiyorum.

Sağlık Bakanlığı’nın salgın yönetimindeki bu başarılı performansı nedeniyle, bir hekim ve halk sağlığı uzmanı olarak, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a ve bakanlık yetkililerine teşekkür ediyorum.

Bunun nadiren yaptığım bir şey olduğunun bilincindeyim[1]. Yıllardır hükümetin sağlığın özelleştirilmesine dönük politikalarını eleştirenlerden biriyim. Reform adı altında  kamu kaynaklarının özel sağlık kuruluşlarını akıtılmasından, sağlık sektörünün özelleştirilirken tekelleştirilmesinden rahatsızlık duyuyorum.

Sağlık sektörünün liberalleştirilmesinin en kötü sonucunun koruyucu hekimliğin geri plana itilip tedavi edici hekimliğin tek seçenek haline getirilmesi olduğunu biliyoruz. Benzer politikaların uygulandığı diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de “paran kadar sağlık” anlayışı yaygınlaştırılıyor ve özel hastanelerin hizmet sunumu ve otelcilik hizmetleri konusundaki başarıları sayesinde bu politika halk tarafından da kabul görüyor. Bu arada olan hastalığın tedavi edilmesine değil, ortaya çıkmadan önlenmesine ağırlık veren halk sağlığı anlayışına oluyor.

Ama Sağlık Bakanlığı’nın şu anda yaşadığımız domuz gribi salgınını yönetme biçimi koruyucu hekimlik ve halk sağlığı konusunda, son zamanların moda deyimiyle, ciddi bir açılım yaşandığını gösteriyor. Her şeyden önce üniversitelerin sözü dinleniyor. Dünya Sağlık Örgütü ile işbirliği yapılıyor. Olası bir panik havasının grip salgınından daha az zararlı olduğunun bilincinde olunduğunu gösterecek bir şekilde soğukkanlı ama net uyarılar yapılıyor. Gerektiğinde okullar tatil ediliyor. Aşılama ticarileştirilmeyip kamu eliyle yapılmasına karar veriliyor ve üstelik tam bir halk sağlığı anlayışıyla risk gruplarına öncelik tanınıyor.

Ama yıllardır eczaneden parayı bastırıp aldıkları grip aşılarına güvenen insanlarımız, bakanlığın ücretsiz uygulayacağı grip aşılarına güvenemiyor. Neden acaba? İnsanlar hastalıktan mı korkmalılar sizce, aşıdan mı, yoksa laf olsun diye konuşup yazanlardan mı?

Güvenilir kaynaklara atıf yapmadan konuşan ve yazan kimi insanların nasıl bir sorumsuzluk içinde olduklarını fark etmeleri için umarım kötü şeylerin yaşanması gerekmez. Bu yaşanan salgının belli risk gruplarında öldürücü olabildiğini, üstelik yeni bir tür olduğu için toplumun çoğunluğunun bağışık olmadığını biliyoruz. İnsandan insana bulaştığı için de kuş gribiyle karşılaştırmak anlamsız.

Domuz gribi aşısının yan etkisi olduğu da malumu ilam. Yan etkisi olmayan grip aşısı olmadığı gibi, bu grip aşısının diğerlerinden daha farklı yan etkileri olabileceğine dair ciddi bir kanıt olmadığı sürece şüphe yaymanın hiçbir mantıklı gerekçesi yok. Bu konularda eğer bakanlığa güvenmiyorsanız, yıllardır her konuda hükümet politikalarını kıyasıya eleştiren Türk Tabipleri Birliği’ne kulak verebilirsiniz. Farklı bir şey söylemiyorlar.

Sağlık Bakanı’na bu kez açıkça teşekkür etme ihtiyacı duymamın bir nedeni ortalıkta dolaşan politik olarak zorlama yorumlar ve abuk subuk komplo teorileri ise, bir nedeni de bir bakandan duymayı özlediğim bir netlikte söylediği şu sözlerdi. “Yarın bir hamile kardeşimiz aşı yapılmadığı için gribe yakalanır, ağır geçirir ve hayatını kaybederse, bir astımlı yavrumuz, bir kalp yetmezliği veya karaciğer yetmezliği olan erişkin bir kişi hastalığa yakalanır ve hayatını kaybederse, bu iddialarda bulunanlar acaba bunun vebalini ödeyecekler mi? Vatandaşım yarın bana gelse dese ki ‘bana filanca kişi ısrarla aşı yaptırmayın’ dedi. Ben de yaptırmadım. Çocuğumu kaybettim. Ben sağlık bakanı olarak suç duyurusunda bulunacağım. Bunu şimdiden açıkça ilan ediyorum”. Recep Akdağ bu sözleri sorumsuz demeçlerde bulunanlara karşı söyledi. Üzerine ekleyecek bir şey olduğunu sanmıyorum.

Dilerim Sağlık Bakanlığı koruyucu hekimliğin önemi, salgın yönetimi ve sağlık hizmetlerinin kamu eliyle verilmesi gerektiği konusundaki bu örnek tutumunu bütün sağlık politikalarına uygulayarak sürdürür.


[1] Sigara tiryakisi yeşil arkadaşlarımdan çekinmeden ilan ediyorum ki, önceki teşekkürüm 19 Temmuz’daydı…

Kapitalizm Grip Olmuş, Bakanlık Aşılayacak

Domuz gribi vakasında önemli bir nokta bu çarşamba (28 Ekim 2009) gerçekleşecek. Ülkece aşılama seferberliğimiz başlayacak. Bir şekliyle aslında “alın verin ekonomiye can verin” sloganının hayat bulmasına tanık olacağız.

Suyun Ticarileşmesi ve Sonuçları (1)

SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNDEN NE ANLIYORUZ

Erhan İçöz

Öncelikle, suyun tüm canlılar için vazgeçilemez bir hak olduğu, her ne nedenle olursa olsun hiçbir canlının bu doğal haktan mahrum edilemeyeceği bir ön kabul olarak benimsenmelidir. İkinci olarak da neoliberal politikaların ürünü olan “sürdürülebilir kalkınma” anlayışının, suyun ticarileştirilmesi de içinde olmak üzere insan ve doğa sömürüsüne yol açtığı bilinmelidir. Çünkü bu yaklaşıma göre, kalkınma bir ön koşuldur ve bunun için de bazı şeylerden vazgeçilebilir. Bu nedenle, çevre kirletilebilir ama kirleten bunun bedelini öder. Bu anlayış, içinde bulunduğumuz küresel iklim değişikliğinin yaratıcısıdır.

Yukarıda değindiğimiz iki ön kabulümüzle konuyu açalım.

Suyun ticarileştirilmesi kavramının ülkemiz gündemine düşmesi fazla eski değil. Oysa dünya gündeminde yıllardır yer almakta. Aslında, doğrudan bu deyimle olmasa da yıllardır suyun ticari bir mal oluşu konuşulmakta hatta yaşanmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz ticarileşme, kamusal alandaki ticarileşme değil. Ona da ayrıca değinilecektir.

Ücretli şişe sularının yaşamımıza girmesi 50 yılı aşıyor. Cam şişe, damacana ve galonlar, hıfsızsıha tarafından 80 li yıllara kadar piyasada satılan kaynak suyunun satış kabı olarak kabul edilmekteydi (Kaynak suları yönetmeliği Madde 30 – Kaynak suları, şiye, cam galon ve damacana ile satışa çıkarılacaktır. Bu kapların renksiz camdan yapılması zorunludur). Diğer bir deyişle su, sadece cam kaplarda satılabilirdi.  Fransa gibi bazı ülkelerde ise PET (polietilen) ve PVC (polivinilklorür) şilelerle su satışı yapılmakta idi. Ülkemizde de pet şişe ile satış yapılması doğrultusundaki başvurular, kaynak suları yönetmeliğine göre reddediliyordu. Ta ki Sabancı tarafından Sasa fabrikası kurulup pet şişe üretilene kadar böyle devam etti. Ne hikmetse, fabrikanın kuruluşu ile bu yönetmelikte değişiklik yapılarak (21.12.1983 18258 21.12.1983 RG), pet şişelerin de kaynak sularında kullanılmasına izin verildi.

Önceleri,  sadece doğal kaynak sularının satışına izin veriliyordu. Oysa günümüzde, artık sondaj suları ve Coca Cola, Pepsi Cola gibi kola fabrikalarının “işlenmiş” suları da satılabiliyor (19.07.2003 tarih ve 25173 sayılı RG).

Günümüzde bunlarla da yetinilmemekte, su ticaretinin tümüyle özel sektöre, daha doğru bir deyişle su tekellerine devredilmesi için yoğun bir çaba sürdürülüyor. Dünya Su Forumları, bunun en organize yürütüldüğü dünya ölçeğindeki çalışmalarıdır. Bu forumlarda, dünya su tekellerinin, devlet kuruluşları ve bazı STK larla kolkola olmasının nedeni budur. Bu işbirliğini gizleme gereği de duymuyorlar. Sadece süslü sözlerle halka şirin göstermeye çalışıyorlar.

Bu dönüşümler, kapitalist sistemin, su ticareti ile ilgili olarak önlerindeki engelleri nasıl birer birer kaldırdığını gösteriyor.

Gazetelerde, Antalya Manavgat suyunun Ortadoğu’ya ya da İsrail’e satışı ile ilgili haberler de oldukça sık yer alır. Suyun ticarileşmesine diğer bir örnek de barajlar, göletler ve regülatörlerdir. Önceleri, çiftçiye sadece masraflar karşılığı tahsis edilmekte olan bu tesislerin suları, giderek paralı hale gelmektedir. Bu tesisler, birer işletme gibi görülerek, ihale ile işletilme yolları açılmaktadır. Yap işlet devret modeli de başka bir özelleştirme yoludur.

Kentlerde, belediyeler tarafından sağlanan şebeke suyu, başından beri ücretlidir ve buna toplum öylesine alıştırılmıştır ki aksi düşünülememektedir. Olsa olsa kaçak su kullanımları ile bu ücretten kurtulma yolları denenmektedir ceza alma pahasına. Oysa, ileride de değineceğimiz gibi, doğal bir hak olan suyun, zorunlu ihtiyaç olan kısmının halka ücretsiz verilmesi gerekmektedir ve bu bir yerde Anayasal bir haktır da.

Sonuç olarak, ülkemizde de su, aslında uzun süredir ticari bir mala dönüşmüş durumdadır.

DÜNYA SU FORUMLARI

Yukarıda da değindik, suyun organize bir şekilde “mal”a dönüştürülmesi için kurulan en önemli organizasyon             “Dünya Su Forumu (WWF)” dur. İlki … tarihinde … de toplanan bu forumun 5. si 16-22 Mart 2009 tarihlerinde İstanbul’da toplandı. Evsahipliğini yapan kurumlardan birisi de DSİ idi. Sonuç bildirgesinde:

Değişik ülkelerden 3 prens, 3 cumhurbaşkanı, 5 başbakan, 95 bakan ve bakan yardımcısı, 263 parlamenter, 200 belediye başkanı, 91 şehirden vali yardımcısı ve 155 ülkeden üst düzey yetkili ve delegenin katıldığı forumu, Birleşmiş Milletler dahil su konusunda uzman yaklaşık 5 bin katılımcı kurum, 14 uluslararası örgüt başkanı, bin 268 basın mensubu takip etti.

Dünya Su Konseyi, Devlet Su İşleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen forumda, politik gündemde suyun önemini vurgulamak, 21. yüzyılda uluslararası su sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak, somut çözümler ortaya koymak ve dünya kamuoyunu bu çözümlerin önemini anlatmak ve politik taahhütler üretmek hedeflendi” http://www.haber7.com/haber/20090322/Dunya-Su-Konseyinin-sonuc-bildirisi.php.

Dikkat edilecek olursa, su tekellerinden hiç söz edilmemektedir bu bizim suyumuzu bize nasıl satacaklarının konuşulduğu forumun sonuç bildirgesinde. Yine bildirgeden okuyoruz:

Bildiride, bakanlar, Gündem 21 ve Johannesburg Eylem Planı’ndakiler de dahil olmak üzere, su ve sanitasyon konusunda uluslararası düzeyde kabul edilmiş hedeflere ulaşmada, ulusal hükümetlerin üstlendikleri önceki taahhütlerini bir kere daha teyit ettiklerini, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’nun kararlarını, su, su kullanımı, sanitasyon ve sağlıkla ilgili çok taraflı anlaşmaları kabul ettiklerini belirttiler.

“Sürdürülebilir Kalkınma”  vurgusuna dikkat etmişsinizdir. Devam ediyoruz

Bakanlar, dünyanın, nüfus artışı, göç, kentleşme, iklim değişikliği, çölleşme, kuraklık, çevresel bozulma ve arazi kullanımı ile ekonomik ve beslenme değişiklikleri gibi hızlı ve daha önce örneği bulunmayan küresel değişikliklerle karşı karşıya bulunulduğunu hatırlattıkları bildiride, Binyıl Kalkınma Hedeflerine erişmekte ve sosyo-ekonomik kalkınma için uygun seviyedeki su güvenliğine ulaşmakta özellikle Afrika gibi dünyanın çeşitli yerlerine özgü zorlukları bildiklerini ifade etti.

”5. Dünya Su Forumu” Bakanlar Konferansı’na katılan bakanlar ve heyet başkanları, şu görüşleri paylaştıklarını kaydetti:

”Binyıl Kalkınma Hedefleri gibi uluslararası düzeyde kabul görmüş hedeflere ulaşmak ve güvenli ve temiz suya, sanitasyona erişimi, sağlıklı ve temiz ekosistemler için uygun politikalar ve her seviyede yeterli mali kaynaklar sağlayarak, mümkün olan en kısa sürede iyileştirme çabalarımızı arttıracağız. Sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde, su ile ilgili küresel zorlukları çözmeye kararlıyız.

Hızla artan nüfusları ve değişen tüketim kalıplarını dikkate alarak, yeterli gıdanın sürdürülebilir üretimini gerçekleştirmek, özellikle kırsal alanlarda yaşam standartlarını iyileştirmek ve uluslararası kabul görmüş kalkınma hedefleri ve diğer ilgili uluslararası anlaşmalarla tutarlı ve uyumlu olarak yoksulluk ve açlığı ortadan kaldırmak için, uygun şekilde, sulama şebekeleri kurma ve tarımda yağmur suyundan yararlanma da dahil olmak üzere; su talep yönetimini ve tarım için su kullanımının üretkenliğini ve etkinliğini iyileştirmeye, bunların yanı sıra, tarımsal üretkenliği arttırmaya ve suyu korumaya gayret edeceğiz.”

Küresel değişikliklerin su kaynakları, doğal hidrolojik süreçler ve ekosistemler üzerindeki etkileri konusundaki yaklaşımlarını ve tüm sektörlerin yüzey ve yer altı sularında yarattığı kirliliği önlemek için çabalarını güçlendireceklerini ifade eden bakanlar, su sıkıntısı çekilen bölgelerde, deniz suyunun arıtılması ve atık suların yeniden kullanımı için temizlenmesi amacıyla yatırım yapma ve bu yatırımların sürdürülebilir ve finanse edilebilir olması için teknolojik destek ve bilgi sağlama gereksinimini dikkate alacaklarını vurguladı.

Taşkınlar ve kuraklık da dahil olmak üzere doğal ve insan kaynaklı afetleri önlemek ve karşılık verebilmek için çalışmaya kararlı olduklarını ifade eden bakanlar, su izleme sistemlerini iyileştirmek ve yararlı bilgilerin, komşu ülkeler de dahil olmak üzere, tüm ilgili nüfusların serbest kullanımına açık olmasını sağlamak için çabalayacaklarını belirtti.

Tüm bu söylemlerin, 5. Dünya Su Forumuna karşı olanların söylemleri ile olan benzerliği dikkat çekmektedir. Tüm bu yazılanların arkasında duran uluslar arası tekeller olmasa, içinde taşıdığı tuzak cümleler olmasa, altına hepimizin imza atabileceği sözler bunlar. İyi de bu yatırımları kim yapacak, ne karşılığı yapılacak ve kullanıcıya nasıl yansıyacak. Tek bir yerinde bile suyun halka ücretsiz sağlanacağından söz edilmemekte. Sürdürülebilir Kalkınma öngörüsü içerisinde ele alınacağı sık sık vurgulanmakta. Sürdürülebilir Kalkınma, kim için, kimler kalkınıyor. Bugüne kadarki kalkınmalardan halk nasıl yararlandı ki bundan sonrakilerden yararlansın. Yıllık yüzde şu kadar kalkınıyoruz ama halk giderek yoksullaşıyor. İşte Sürdürülebilir Kalkınmanın sonucu.

Forumda parlamenterler ve yerel yöneticiler de bir araya geldi. 45 ülkeden gelen 250 yerel yönetici İstanbul Su Mutabakatı`nı imzaladı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş`ın açıkladığı bildiride sağlıklı suya erişimin, tüm insanların en temel haklarından biri olduğu vurgulandı. Forumun suyun ticarileştirilmesi için yapıldığını savunanları haksız çıkaran şu cümle de mutabakatta yer aldı: `Su, kamu malıdır ve bu nedenle kısmen veya tamamen özel sektöre ihale edilmiş olsa da kamunun kontrolünde olması gerekir’.

Kamu kontrolü bugün de var ama bu, suyun paralı olmasını engellemiyor. Tersine, tamamen özel sektöre ihale edilse de tümcesi ile suyun özelleştirileceğinin itirafı yapılıyor.

5. Dünya Su Forumu’nda imzalanan “İstanbul Su Mutabakatı”nda neler var bir de ona bakalım. Bu mutabakat, doğal olarak pek çok konuda, herkesin katılabileceği saptamaları yapıyor. Çünkü buna zorunlu. Aksi taktirde asıl amaçları olan suyun ticarileşmesini kabul ettirebilme şansları olamaz. Aşağıda, koyu yazı ile yazılan yerleredikkat çekmek istiyoruz.

İstanbul Su Mutabakatı’ndan seçkiler

  • Su sorunlarının yapısı, kapsamı ve dinamikleri gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında farklılık göstermektedir. Gelişmekte olan ülkelerdeki temel kaygılar finansal takviye kapasiteleri ile yasal çerçevedeki yatırımlarken, gelişmiş ülkelerdeki bölgesel idareler altyapı sorunları ile karşı karşıya kalmakta, halkın gereksinimlerini karşılamakta ve kirliliği önlemekte yetersiz kalmaktadırlar.
  • Gerek yerel gerekse bölgesel tüm düzeylerdeki su talebini karşılayabilmek, bu küresel değişikliklere uyum sağlamak ve önlem alabilmek için, yeni ve kalıcı bir yaklaşım gereklidir. Su kaynaklarının eşitlikçi, uygun ve sürdürülebilir yönetimi ve hizmet talepleri birlikte hareket eden, işbirlikçi faaliyetleri ve farklı kademelerdeki idarelerin bu sorumlulukları paylaşmasını gerektirmektedir.

Belediye başkanları ve yerel/bölgesel seçilmiş temsilcilerimizin desteği ile ulusal hükümetlere ve uluslar arası kuruluşlara çağrıda bulunuyoruz;

  • Yerel ve bölgesel idarelerin su rezervleri ve sağlık hizmetleri konularındaki yerel yetkilerini, mali kaynaklarını ve kurumsal kapasitelerini güçlendirmek, yerinde hizmet ilkesi doğrultusunda yerel hükümetler tüm paydaşları ile müzakere halinde hareket ederek çeşitli yönetim modellerinden birini seçme sorumluluğunu üstlenmelidirler.
  • Yerel ve bölgesel idarelerin finansal kaynaklara doğrudan erişimlerini sağlamak, kolaylaştırmak ve yoksul toplumlara yönelik yerel su ve sağlık hizmet altyapılarının finansmanını arttırmak, küresel değişikliklerin etkilerini azaltarak uyum sağlanmasını hızlandırmak .
  • Borca karşılık su yatırımları almak gibi yöntemler ile su sektörünün borçlarının azaltılması ile ilgili yatırımları kapsama almak;

Yerel ve Bölgesel İdarelerin Taahhütleri

Etkin stratejilerin acilen geliştirilmesi gereğinin farkında olan uygun yasal, kurumsal ve mali yapıya sahip şehirler ve bölgeler, bir önceki kısımda ulusal idarelere çağrıda bulunmuşlardır. Bununla birlikte iklim değişiklikleri, nüfus artışı, kentleşme, hızlı ekonomik gelişim ve yerel su kaynakları ile su sistemleri üzerindeki diğer baskılar, etkilerini politik ve sosyal sistemlerin cevap verebileceğinden çok daha hızlı bir şekilde göstermektedirler. Bu nedenle bizler, belediye başkanları ve yerel/bölgesel seçilmiş temsilciler olarak işbu İSTANBUL SU MUTABAKATI’nı kendi yerel/bölgesel idarelerimiz adına imzalıyor ve elimizdeki tüm yetki ve kaynaklarla su yönetim amacımızı gerçekleştirmek için kendi yerel politikalarımız çerçevesinde azami çabayı göstereceğimizi taahhüt ediyoruz. Bu taahhüt, ulusal idarelerin, yerel ve bölgesel idarelerin su sektöründe yüksek verimlilikli erişim ve başarılı uygulama önlemlerini almak için çok önemli bir rol oynamak zorunda olduklarının bilince varacakları ve yakın bir gelecekte yerel idarelerin bu konudaki faaliyetlerini etkin şekilde gerçekleştirebilmeleri ve finanse edebilmeleri için gereken politik reformları yapacakları beklentisi ile verilmiştir. Taahhüdümüzü yerine getirebilmemiz için politik gücümüzü kendi şehir/bölgemizde aşağıdaki faaliyetleri başlatmak için kullanacağız:

  • Yerel su kaynakları üzerindeki dâhili ve harici baskıların, suda yaşayan canlıların biyolojik çeşitliliği ile sistemdeki temel farklılık ve zorlukların bir listesini oluşturmak;
  • Tüm paylaşımcılar (sivil toplumlar da dahil olmak üzere) ile yerel/bölgesel düzeydeki diyalogu geliştirerek temel birimler (yerel ve bölgesel idareler, tedarikçiler, kullanıcılar, bilimsel çevreler) arasında yerel öncelikleri ve su sektöründeki faaliyet planını oluşturacak ortak bir görüş meydana getirmek.
  • Uzun ve orta vadede gelecekte yerel su kaynaklarını ve sistemlerini tehdit eden gelişmelere uyarlanması için yerel ve bölgesel idare politikalarının, stratejilerinin ve planlarının güçlendirilmesi;
  • Yerel/bölgesel düzeyde daha iyi bir su yönetimi için (suyun kamuya ait bir varlık olduğundan ve gerek kısmen gerekse tamamen özel sektör tarafından yönetilmekte olmasına bakılmaksızın kamu tarafından kontrol edilmesi gerektiğinden hareketle) su idaresinin oluşturulması ve geliştirilmesi;

Burada yer almayan diğer mutabakat maddeleri, yukarıdaki anlayışla ele alındığında, ne kadar iyi ve hoş görünse de ardındaki hedefin “finansman”, “yeni yönetim anlayışı”, “tamamen özel sektör vurgusu” gibi tuzaklar açıkça sırıtmaktadır.

DSK, su kıtlığının insanlığın ortak sorunu olduğunu ileri sürerek su kaynaklarının serbest kullanım ve ticaretini savunurken, aşağıdaki ifadeleri kullanmaktadırlar.

“Güney” coğrafyasında, kentlerdeki yüksek nüfus artışı su kaynakları üzerinde aşırı baskı oluşturmakta; su sunumunda kıtlık yaratmaktadır. Maliyetin altında, yapay olarak düşük fiyatlandığı için su tüketiminden israf doğmaktadır. Devlet ve yerel yönetimler, düşük yatırım, popülizm ve yolsuzluk nedenleriyle bu işi becerememektedir. Güvenli su üretimi, dağıtımı için hızlı özelleştirmeyle özel sektörün su üretim ve dağıtımını üstlenmesi gerekmektedir.

4 www.un.org/millenniumgoals/

5 www.water-2001.de/

6 www.johannesburgsummit.org/23 TMMOB Su Raporu

DSK tarafından düzenlenen DSF da yukarıda belirtilen gerekçeler doğrultusunda, su işlerinin özelleştirilmesini kolaylaştırmayı öne çıkarırken, bir yandan da özelleş­tirmeyi kamuoyuna mal ederek meşrulaştırmayı hedeflemektedir.

Yeşiller Partisi Barış İçin Adım Atabilir

YEŞİLLER PARTİSİ BARIŞ İÇİN ADIM ATABİLİR

Yüksel Selek

Habur Kapısından gelenlerin serbest bırakılmasının ardından, doğuda yaşanan sevinç gösterileri halkın barış, huzur, iş, ekmek umudunun coşkusu olarak algılanması yerine ‘şov’”diye tanımlanması, azgın bir milliyetçi ve militarist karşı saldırının başlatılması, barış yanlısı kamuoyunda, bu arada Yeşiller Partisinde de derin bir kaygı yaratmış görünüyor. Bu karamsar ‘haleti ruhiye’nin Avrupa’dan gelişlerin askıya alınmasıyla daha da derinleşmekte olduğunu tahmin etmek zor değil. Neler oluyor, yoksa ‘Kürt Açılımı’ açılmadan kapanıyor mu; yoksa Türkiye bir iç savaşa mı sürüklenmek isteniyor korkusu başlamış görünüyor.

Kişisel görüşüme göre, Hükümet ve Devlet yetkileri söz konusu tepkisel kabarmanın köpüğünü almak, DTP’yi ve Kürt halkını provakasyona karşı uyarmak, ilgili kesimlerin daha akıllı ve temkinli davranmasını sağlayarak şahinlere koz vermemek için taktikler geliştiriyorlar. Yeni gelişlerin askıya alınmasını böyle görüyorum.

Hepimizin bildiği gibi bu açılım/lar, Hükümetin ve diğerlerinin iyi niyetlerinin bir ürünü olarak değil, konjonktürel bir gelişmenin sonucunda başlatılmıştır ve devam edecektir. Bu sorunu eğer Türkiye, görünüşte de olsa, kendi inisiyatifi ile beceremezse, dünyayı yöneten güçler (Rusya da dahil) çözecekler. Türkiye’ye biçilen rol gereği, Türkiye’nin istikrarsızlığa, hele de bir iç çatışmaya düşmesine göz yumamazlar. Şu saptama yeterince aydınlatıcı sanırım:

Kapitalizm, savaş karlıysa savaş, barış karlıysa barış yapar. Gün barış günüdür!

Bu realiteyi görüyor olsak da, kaygı duymamalı mıyız? Oturup beklemeli miyiz? Elbette hayır! Ben de kaygılıyım… Milliyetçiliğin nasıl köklü, ağır ve kronik bir hastalık olduğunu ve toplumun bu hastalıkla malul olduğunu biliyorum. Yerel de kalsa tatsız, saldırgan hatta kanlı olaylar çıkabilir. Bu ihtimal varken, biz  batıdakiler, Kürt olmayan barış yanlısı sivil kamuoyu, Doğuda yaşanan barış umudunun coşkusunu ne kadar paylaştık, paylaştıksa, bunu dile getirecek ne yaptık?  İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de veya herhangi bir yerde barış mitingleri, barış toplantıları mı düzenledik. Türkiye için bu kadar önemli bir barış fırsatını desteklemek için kamuoyunu etkileyecek ne yaptık?

Elimiz taşın altına koyma zamanı!

80’li yılların ortalarında Avrupa’da barış hareketinin, nükleer dehşet dengesine karşı (kısa ve orta menzilli Pershing ve Cruse nükleer başlıklı füzelerin Batı Almanya sınırlarına yerleştirilmek istenmesine karşı) yıllarca, milyonlarca insanın, çoluk cocuk, yaşlı sakat demeden şehirler geçerek, günlerce süren yürüyüşlerine tanık oldum, katıldım. Barışın kolay kazanılmadığını hepimiz biliyoruz.

Yine o yıllarda, Almanya’da yabancı düşmanlığı yaygındı. Barışçı almanlar göğüslerinde, ‘Arkadaşıma dokunma!’ butonları taşıyorlar, yabancı işçilerle, politik sığınmacılarla inanılmaz bir özveriyle dayanışma yapıyorlar, toplantılar, eylemler düzenliyorlardı.

Şimdi bize düşen, oturup sonuçları beklemek değil, harekete geçmek olmalıdır. Barış isteyen sesimizi Kürt halkına, bizim gibi düşünenlere, milliyetçilere, militaristlere, savaş çığırtkanlarına duyurmaktır. Üstelik Hükümet barış için adım atmışken, atabilmişken, biz neden korkuyoruz?

Yeşiller Partisi bu işte öncülük yapmalıdır. İstanbul’da bir Barış Platformunun oluşması için hemen harekete geçmelidir. Örneğin, İstanbul’dan Diyarbakır’a bir ‘Barış Yürüyüşü’ düzenlenemez mi? Eğer biz barışçılar; liberaller, yeşiller, demokratlar, sosyalistler, komünistler, anarşistler, bu ülkede kardeşçe birlikte yaşamak isteyenler; etnik kökenimiz ne olursa olsun, birbirimizin varlığına, diline kültürüne saygı göstererek, temel hak ve özgürlüklerden herkesin yararlandığı demokratik bir ülkede yaşamak istiyorsak bunun bedelini ödemeyi göze almalıyız. Bu hakkımızı kazanmanın bedelini yalnızca Kürtlerin ödemesini beklemek haksızlıktır.

Belki öncelikle, Avrupa’dan gelecekleri karşılamakla işe başlayabiliriz. Kaybedecek zaman yok! Barış Platformunu oluşturmaya hemen başlamalıyız.

Biliyorsunuz, ben Bodrum’da yaşayan,  75 yaşında, bastonla yürüyen bir kadınım, ama böyle bir karşılama mitingine katılmaya hazırım.

Son ve önemli bir hatırlatma: Bu platformda ve eylemlerde Kürt örgütleri, Kürtler kesinlikle yer almamalıdır.

Barışı Göndere Çekin!

Barışı Göndere Çekin!

Roda Uyanık

Tarih, Habur Sınır Kapısı’nda kocaman harflerle kendini yazdırdı…

Tıkanan barış sürecinin önünü açmak için Barış Elçileri kocaman bir adım attı. Ve bu kocaman adım, dünyaya hâlâ at gözlükleriyle bakan dar zihniyetli kişilerin bile görmemezlikten gelemeyeceği kadar önemli bir adım…

Biz barış yanlıları, barış elçilerini gönülden kucaklarken, tarihin 19 Ekim’de yazıldığını ve Barışın Habur Sınır Kapısından girdiğine inanıyoruz. Bu inancımızın yıkılmaması için de diliyoruz ve umuyoruz içten içe…

Türkiye bu adımı izlerken yoğunlaşması gereken karelerden biri de DTP Eş Başkanı Ahmet Türk’ün açıklamasaydı.

‘Devlet bir adım atarsa PKK on adım atar.’

Zihniyetin artık değiştiğinin herkes bilincinde… On yıl önceki sınırları yok Türkiye’nin. Evet, tam demokratik olmasa da birçok duvar yıkıldı artık. Türkiye’nin tam da kalbine oturan kocaman bu taşın altına herkes elini koyacak… Koymak zorunda… Yıllanmış acıları ortaklaştırarak, acıları yarıştırmayarak…

Çünkü…

Biz dünün çocukları, bugünün çocukları ne yaşadıysak yaşadık… Bundan sonrası için savaşsız, silahsız, cenazesiz, acısız günler yaşayalım. Ve yarının çocuklarına kimlikleriyle özgür bir ülkede yaşama hakkı bırakalım.

Çocuklara yaşanılabilir bir ülke bırakmak zorundayız.

19 Ekim 2049’un çocukları ve gençleri;  Kürt tarihi, Türk tarihi ve Türkiye tarihi ile ilgili arşiv taraması yapacakları zaman, belki biraz hüzünlenecekler ama şiddetle kızacak ve kırılacaklar. ‘Neden bu kadar kanın akmasına izin verdiniz ki çok mu zordu barışmak?’

Şimdiden bu cevabı verebilmek çok erken…

Ama…

Zor değil BARIŞACAĞIZ…

Tüm dünya tek bir bayrak altında toplansın!

Barışın bayrağı altında!

Turistin Geleceği Yol Geyik Kanıyla Sulanmasın…

Turistin Geleceği Yol Geyik Kanıyla Sulanmasın…

Ece Bilgin

Çeşme’deyken haber bir duyarlı yürek hayvan dostu tarafından ulaştırıldı bana. İl Çevre ve Orman Müdürlüğü Doğa Koruma  Milli Parklar Şube müdürü Turan Tosun kentimizde Çatacık ve Kalabak  ormanlarında koruma altına alınan geyiklerden altı adedinin yaşlı olması nedeniyle yabancı turistlere  avlandırılmasına karar vermiş!

Sayın Tosun bu şekilde genç geyiklerin yaşlılarca baskı altında tutulmasının engelleneceğini, daha sağlıklı geyik neslinin yetişmesine katkıda bulanacağını belirtmiş. İhaleyi kazanan turizm şirketi avlanacak geyik başına 15 bin TLl ödeyecekmiş.Yaşlı olduğuna karar verilen geyikler 7 ila 15 yaş aralığındaymış. Geyiklerin ortalama yaşam süresi ise 15 -16 yıl kadarmış. Bu demek oluyor ki, yarı ömrünü tamamlayan geyik yaşlıdır, gençlerin önlerini tıkadığı için öldürülmeye aday gösterilebilir.

Şimdi ben naçizane bir senaryo yazdım, o bahsi geçen geyiklerle onun ölümüne karar vermiş olan bir yetkiliyi biraz söyleştireceğim:

Geyikler ormanda mutlu mesut yaşamaktadırlar, ortamda tam bir huzur ve güven vardır, onlar zaten bilmektedirler ki koruma altındadırlar. Bu ne demektir? “Biz korunuyoruz, besleniyoruz seviliyoruz, kötü niyetli insanlardan uzak tutuluyoruz.” Sonra sahneye yetkili girer, geyikler ona alışıktır ürkmezler, o da gider geyiklerden yaşları yedinin üzerindeki altı tanesini gözüne kestirir, gelip omuzlarına dokunur, geyikler güzel başlarını nazlı nazlı döndürür, postları kızıla çalmaktadır, bazılarının boynuzları ihtişamla uzamıştır, güzel  hareli gözleriyle merakla bakarlar. Yetkili Eylül ayından sonra bir grup turistin onları vurmaya geleceğini, bu süre zarfında hayatın tadını çıkarmalarını söyler.

Geyikler şaşar “İyi de neden, hani biz koruma altındaydık?” der. Yetkili gülümser, başıyla genç geyikleri işaret eder, “onların yollarını tıkıyorsunuz, eş bulmada zorlanıyorlar, siz gidince öbür dünyaya, genç nesil daha mutlu olacak” der. Geyikler tatmin olmazlar bu yanıttan, “sırf bu nedenle mi bizi vurduracaksınız” diye sorar. Yetkili” hem o hem de şehrimizde av turizmini kalkındıracağız, sizin kellelerinize verilecek paraların yüzde otuzunu civar köylerin kalkınması için harcayacağız” der.

Çoğu umutsuzca haklarında çıkartılan ölüm fermanına boyun eğer, ama içlerinde en uzun boynuzlara sahip, yaşı yedinin biraz üzerindeki geyik itiraz eder, o ormanı çınlatan böğürtüsüyle haykırır “ Bu ne biçim bir mantık, hem bizleri koruma altına aldığınızı söylüyorsunuz hem de böyle saçma sapan bir nedenle doğanın kendi düzenine insan aklınızla engel olup yaşamlarımızı üç kuruşa, yabancı avcılara satıyorsunuz? Benim buna itirazım var” der.

Yetkili, bu güçlü haykırıştan önce ürker ama çabuk toparlanır, bir kez yaşamları hakkında ölüm fermanı çıkmıştır, canı alanlar memnun, satanlar memnun, “turist gelişi olacak, köylüler nemalanacak, bu kaba geyiğin itirazlarına kim kulak asar ki!” diye düşünür.Vakti geldiğinde ilk kurşuna hedef o olur diye içinden geçirir. Altı geyiği dertleriyle baş başa bırakıp gitmek için harekete geçer. Ulu sesli geyik arkasından koşar yetişir, “Dur daha sözlerim bitmedi” der. “Siz insanlar, yaşlı anne babalarınızı, soylarınızın güçlü olması, nesillerinizin sağlıklı gelişmesi için belli yaşlara geldiklerinde öldürülmeleri konusunda ferman çıkartıyor musunuz? Neden bizi bize bırakmıyorsunuz? Zaten güçleri azalan erkek geyikler gençlerle yaptıkları liderlik savaşını kaybetmekte, eşleşme işlerini onlara bırakmakta. Doğa dengelerini bir güzel kurmuş, neden bizi ecelimizle ölüme bırakmıyorsunuz, hatta bu şekilde ormandaki diğer vahşi hayata da katkımız olduğunu neden görmezten geliyorsunuz? Annenize babanıza yapmadığınızı bize neden reva görüyorsunuz? Elinize silah alınca siz şimdi dünyanın efendisi mi oluyorsunuz, bizim hayatlarımız 15 bin liradan daha değerli değil mi?” diye sorar.

Soluk soluğa  acı bir ses tonuyla devam eder: “Kentinize turist çekmek için illaki bizim kanlı cesetlerimiz, yaşanmamış hayatlarımız mı gerekli? Siz nasıl ‘Doğa Korumacısınız’, benim hayvan aklım bu işi hiç ama hiç almadı” diyerek sözlerine son noktayı koyar. Orman bir anda susar, ağaçlardaki hışırtı durur, kuşlar cıvıltıyı keser. Genç geyikler ne yapacaklarını bilemez bir şekilde başlarını önlerine eğer, olacaklardan kendilerini sorumlu tutar, korkunç son o yaşlarını doldurdukları söylenen geyikler için gerçekleşecek midir? Yoksa akıl, vicdan, yaşama saygı galip mi gelecektir? Kimseler bilemez!..

Sayın Tosun, aynen o kızıl geyik gibi benim aklım da hiç ama hiç almadı Eskişehir’imizin o kadar güzelliği, özelliği varken, turiste giden yolları geyik kanıyla sulamak. Bu bir doğa korumacısına hiç yakışıyor mu? Bırakın o nadide hayvanlar ecelleriyle ölsün. On beş bin lira gibi bir bedele, koruma altında dediğiniz o zavallıların hayatlarını satmayın, sattırmayın!

Bu Kalp Seni Unutur Mu?

Bu şarkının özelimizde bize ait bir şarkı olmasının da etkisiyle, diziye baştan sempati ile yaklaşmıştım. İnsanların yaşamında bazen bir filmin, bazen bir şarkının izleri vardır. O izler sizi daima takip eder. Bu şarkı, benim tarihimde tam da budur. Yıllar geçse de üstünden, bir ayrılığı, bu kadar insanca, bu kadar yozlaşmadan anlatabilmekte sanırım usta ozan Fikret KIZILOK’un üstün dehasıdır.bu-kalp-seni-unutur-mu-471x300

Diziyi yapanlar diziye bu ismi vermelerinin iki nedeni olduğunu ifade ediyor. İlk neden doğal olarak şarkının dönem şarkısı olması. Ama asıl ikinci neden, 12 Eylül’ün asla unutulmasını istememeleri.

Dizi 80 kuşağından biri olarak insanları farklı noktalara itiyor. Abimin ölene dek sürecek ve ancak son nefesinde ülkesine dönebileceği yıllardır 12 Eylül, bu noktada bize birine hasreti öğretmişdir. 12 Eylül küçük bir kız çocuğunun 12 Eylül olması nedeniyle hasta hasta geldiği Ankara’dan evine dönmesine izin verilmediği uzun 2 Ankara gecesidir. 12 Eylül insanların okullarını bıraktığı günlerdir. Ama 12 Eylül’ün bence en büyük başarısı bizim kuşakta yarattığı etkilerdir. 80’li dönemlerde büyüyen bir kuşak, daha az politik, daha sessiz, daha dingindir. Ne 68 kuşağının çoşkusunu ve ideallerini ve yüreğini taşır. Ne de sonraki nesillerin ben merkezli varoluşlarını… Şimdi 40’lı yaşlarını yaşayan nesile bakarsanız, çoğu suskun, sorumluluk sahibi, ilkesel hareket eden ama çok da gözlerinde o çoşkuyu yakalayamadığınız tiplerdir. Çünkü yitik bir kuşaktır ve tarih henüz 80 kuşağını izlemeye başlamamıştır. Zülfü Livaneli’nin SİS  filminde belirlediği gibi sis içinde kalmıştır 12 Eylül çocukları.

Gelelim diziye, dizi seven bir adamın sevmesine rağmen evde uyguladığı faşizmi açıkça ortaya koyarken faşizmin evde de olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır ki; bu bile o dönemin insan ruhunda bıraktığı tramvaları görmek açısından faydalıdır.

Filmdeki işkence sahneleri gerçekçidir ama o dönemi yaşayan bir kadın yazarın “ O hep Aklımda” kitabı okunursa aslında o dönem kadınlara bundan daha fazlasının yapıldığı ortadadır ama kısmende olsa televizyona yansıması açısından önemlidir.

Dizi sol ve sağ duruşlara eşit mesafede yaklaşmaktadır. Nitekim reis sözcüğünün ne anlam  ifade ettiğini eminim ilk kez bu dizi ile duyanlar olacaktır.

12 Eylül’ün bize ne faydasının olduğunu derin derinden anlatmaktadır dizi ve o dönemin solunu, sağını ve bağımsız noktada duranlarını yani farklı duruş noktalarını dizi en yalın biçimiyle ortaya koymaktadır. Nitekim her kesimden çok fazla danışman kadrosunun da bunda etkisi büyüktür.

O dönemi yaşayan yıllarca cezaevinde kalan bir arkadaşım, izlerken bir tür “dejavu” yaşadığının altını çizerken, biz 80 kuşağı çocukluğumuzun siyah beyaz anıları ile yüzleşirken ve çalınan düşlerimizin düşünü kurarken, bu dönemi hiç bilmeyen bir nesil ise olayları kitap okumadan yakalama şansına sahiptir. Yeni nesillerin kitap okumadıklarını düşünülürse bu onlar açısından faydalı olacaktır.

Böylesi bir dizinin yapılabilmesi ve yayımlaması bence önemlidir. Umarız bir takım canavarlara kurban olmaz.

Dizi her şeye rağmen insan sıcağını taşıması açısından da önemlidir ve Tomris Giritlioğlu bu kalplerin asla 12 Eylül’ü unutmayacağını da bilmelidir. Yıllar geçse de üzerinden.

Can sıkıntısı

Can sıkıntısı modern olanın hayata dahil olmasıyla başlar. Konfor seviyesi yükselir, daha az çalışmaya başlanır, hayatın genel işleyişinde kendi çözümlerini yaratmak gerekliliği ortadan kalkar; ne de olsa her derdin bir reçetesi, her ambalajın bir etiketi ve her davranışın bir yeri/zamanı vardır artık.

''Gezegen Tarihindeki En büyük Siyasi Eylem''

omerBugün, 350 küresel eylem günüydü. İstanbul’da Küresel Eylem Grubu tarafından Galatasaray meydanından Galata Kulesi’ne yapılan yürüyüşte “350 hemen şimdi”, “Güneş rüzgar, bize yeter”, “Kopenhag için harekete geçin” sloganları atıldı. Yürüyüş sonunda basın açıklaması Ömer Madra tarafından okundu. Basın açıklaması şöyle: