Ana Sayfa Blog Sayfa 5426

Siz Hangi Kutupta Yaşıyorsunuz?

Tarhan Erdem’in yönettiği Konda araştırma şirketi tarafından Bekir Ağırdır imzasıyla iki ay önce yayınlanan “Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma” başlıklı araştırma açık bir biçimde ortaya koyuyordu: Türkiye’de insanlar, canlı hücrede mitoz bölünme öncesi çekirdek materyalinin yaptığına benzer bir şekilde, iki kutba doğru ayrışmış durumda. Bu iki kutupta bulunan insanlar bulundukları tarafta ne düşünmeleri gerekiyorsa ‘her konuda’ onu düşünüyor, olaylara karşı ne tür bir tepki vermeleri bekleniyorsa o tepkiyi veriyorlar. Siyasette bu kutuplaşmanın baş aktörleri AKP ve CHP gibi görünüyor. Ama iki kutuptan birindeki insanların bulundukları konuma uygun davranmaları için AKP’li veya CHP’li olmaları gerekmiyor. Ait oldukları kutbun ortaklaştırıcı fikirlerini benimsemiş olmaları yetiyor. İnsanlar özellikle güncel siyasetin gündem maddelerinde, Ergenekon, ordunun siyasetteki yeri, askeri darbe, sivil darbe, irtica tehdidi, anayasa değişikliği gibi konularda bulundukları yere göre ve çoğunlukla birbirlerine karşı düşmanca tavır alıyorlar. Bekir Ağırdır’ın araştırmasını okumanızı öneririm. Son zamanlarda hepimizin farkında olduğu bu durumun net bir fotoğrafını göreceksiniz.

Son günlerde yapılan referandum tartışmaları bu konuda bir laboratuar gibi. Çoğunluk kendi pozisyonunu ısrarla savunmakla ve asla değiştirmemekle kalmıyor, kendi gibi düşünmeyen, ama düşünmesi gerektiğini varsaydığı kişi ve grupların tutumları karşısında “şaşırıyor”, “hayretler içinde kalıyor”, bu tutumları karşısındakine “yakıştıramıyor”, “ciddiye almayı bile yanlış buluyor”, karşısındakileri AKP’lilikle/CHP’lilikle suçlama durumu yoksa bile en azından üzülüyor, ilişkilerini gözden geçiriyor vb. İnsanlar referandum meselesini ya “bütünüyle AKP’nin oylanması” olarak görüyor, ya da “tamamen anayasa maddeleriyle ilgili olup, AKP’nin oylanmasıyla en ufak bir ilgisi olmadığını” düşünüyorlar. AKP’yi ağır biçimde eleştirmek ya “demokratlığın gereği”, ya da “darbeciliğin tescili” olarak görülüyor. Ergenekon da öyleydi. Ya “sivilleşmede tarihi adım”dı, ya da “tamamen düzmece”. Bu tür bir kutuplaştırma siyasi taktik olabilir. Ama bu taktik kutuplaştıranlar açısından bir anlam taşıyorsa bile, kutuplaşanlar açısından biraz inisiyatif kaybı olmuyor mu?

Bu kutuplaşma bilimsel ve tarafsız değerlendirmeler yapılacağı varsayılan durumlarda daha büyük sorun oluşturuyor. Elbette hukukun siyasetten tamamen bağımsız olduğunu iddia etmiyorum. Ama bir hukuki meseleyi tartışan hukukçular bu kadar mı pozisyonlarıyla uyum içinde olurlar? Sözünü ettiğim konu referanduma konu olan anayasa değişikliğinin nispeten az konuşulan bir maddesiyle ilgili: Anayasa değişikliği paketinde 125. maddeye eklenen “yargı yetkisi (…) hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz” hükmü konusunda yapılan yorumlar da ikiye bölünmüş durumda. Bir grup hukukçu bu değişiklik olursa bir daha asla çevre davalarının kazanılamayacağını, çünkü bu hükmün verilen yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarını dayanaksız kılacağını söylüyor. Diğer grup hukukçu ise bunun tamamen anlamsız bir yorum olduğunu, çevre davalarının hiçbir şekilde etkilenmeyeceğini savunuyor. İki grup hukukçunun görüşlerinde de ihtiyat payı yok.

Bu hukukçulara bakıldığında hepsinin (ki çoğunu iyi tanıyorum) son derece saygın, konularına hakim, çevre davalarında deneyimli, güvenilir isimler olduğunu görüyoruz. Ama referandumdaki oylarının, bu konudan bağımsız olarak, ‘evet’ ya da ‘hayır’ olduğunu da biliyoruz. ‘Evet’çi hukukçular değişikliğin sorun yaratmayacağından, ‘hayır’cı hukukçular her şeyin sonu olduğundan emin gibiler. Hukukta yorum farkları doğaldır elbette. Ama bu kadar da olur mu? Ben hukuk bilgilerinden de, iyi niyetlerinden de en ufak bir şüphe duymadığım bu arkadaşlarımızın görüşlerini azami tarafsızlıkla oluşturduklarına inanıyorum. Ama elimizdeki bu kutuplaşma verisini ne yapacağız?

Bu olay bize toplumda ve siyasette kutuplaşmanın tehlikeli boyutlara geldiğini gösteriyor. Böyle giderse akılcı değerlendirme ve muhakeme yeteneğimizi iyice kaybetmeye başlayacağız. Siyasette gerekli olan rekabet ve çatışma, zaten eksik ve kusurlu biçimde işleyen demokrasiyi tahrip eden kuralsız bir savaş halini alacak.

Chantal Mouffe’un siyasal alanda antagonistik çatışmanın karşısına agonistik çatışmayı çıkardığı yazılarını, özellikle de “Siyasal Üzerine” başlıklı kitabını iyi okumak gerekiyor. Yazının sonunda sözü Mouffe’a ve onun demokrasi tarifine bırakıyorum:

“Demokratik siyasetin esas görevlerinden birinin toplumsal ilişkilerde varolan potansiyel antagonizmayı etkisizleştirmek olduğunu söyleyebiliriz. (…) Çatışmanın, meşru olarak kabul görmesi için, siyasal birliği yok etmeyecek bir biçim alması gerekir. Bunun anlamı da, bütünüyle antagonistik bir dost/düşman ilişkisinde olduğu gibi tarafların muhaliflerini yok edilmesi gereken düşmanlar, muhaliflerinin taleplerini de gayrimeşru talepler olarak görmemeleri için, çatışma içerisindeki taraflar arasında bir tür ortak bağ bulunması gerektiğidir. Ne var ki muhalifler, basitçe, çıkarları salt müzakere yoluyla ele alınabilecek veya uzlaştırılabilecek rakipler olarak görülemez, çünkü böyle bir durumda antagonistik unsur tamamen ortadan kaldırılmış olur. (…) Antagonizma iki tarafın herhangi bir ortak zemin paylaşmayan düşmanlar oldukları bir biz/onlar ilişkisiyken, agonizm çatışan tarafların, çatışmanın rasyonel bir çözümü olmadığını kabul etmelerinin yanı sıra, karşılıklı olarak muhaliflerinin meşruiyetini tanıdıkları bir biz/onlar ilişkisidir. Agonizmde, çatışan taraflar düşman değil, “hasım”dır. Bu da, çatışma sırasında, birbirlerini aynı siyasal birliğe ait gördükleri, çatışmanın gerçekleştiği ortak bir sembolik mekanı paylaştıkları anlamına gelir. Demokrasinin görevinin antagonizmayı agonizme dönüştürmek olduğunu söyleyebiliriz.”*

* Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine. Çeviren: Mehmet Ratip, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 27-28.

Dünyanın En Güzel Şarkısı..

Bugüne kadar duymadıysanız eğer, ne yazık çok şey kaybettiniz demektir. Müzikle aram hep iyi olmuştur. Hangi türü sevdiğime gelince; valla kulağıma hoş gelen hepsini diyebilirim ama elbet önceliklerim vardır, caz gibi. Eskiden TRT radyolarında, öğle haberlerinden arta

Kalan kısa zaman diliminde çalan, bitiminde de “hafif müzik dinlediniz” diye anons edilen türden olanları, Selahattin Pınar bestelerinin Zeki Müren tarafından yorumlananlarını, sonra Çaykovski’yi, Mahler’i, yani ruhumu ve kulağımı okşayan, bazen de ruh halime göre içimde fırtınalar estiren türden olanları önceliklerimdir.

Ama en ünlü bestecinin dünya çapındaki eserlerini bile solda sıfıra indiren inanılmaz güzel bir melodi vardır ki ne zaman dinlesem, ne zaman nerde kulağıma gelse, beni benden alan, ağlasam mı gülsem mi ne yapacağımı şaşırtan, bana insan olduğumu anımsatan o melodi, o sesleniş, o tını aman Allahım. Mutlaka ama mutlaka bugüne kadar dinlemediyseniz dinlemeniz gereken o “Şarkı”?

Merak buyurmayın efendim şimdi yazıyorum; o şarkı “anne kedilerin bebeklerini yemeğe davet eden” şarkısıdır. Hayal kırıklığına mı uğradınız? Eh o zaman ne yapın edin bir kere olsun dinleyin. Bana hak verecek hatta az bile yazdığımı düşüneceksiniz.

Anne kediler, kendileri aç olsalar da, örselenmiş, hasta, sakat, yaralı olsalar da bebeciklerine nereden bulurlarsa bulur, bir iki lokma yemeği ulaştırırlar ve bunu yaparken de o güzel genizlerinden öyle bir ses çıkarırlar ki dünyanın hiçbir yerinde onun gibisini asla ve asla bulamaz, dinleyemezsiniz.

Kaç kez şahit olmuşumdur, zavallı biçare perişan halleriyle karınları kasıklarına geçmiş, tüyleri yer yer dökülmüş, çok belli ki aç kediciklerin ağızlarında bin bir güçlükle buldukları bir lokma yemeği küçüklerinin önüne bırakıp, geri çekilip o tatlı şarkıları eşliğinde yemeye davet ettiklerini.

Bu nasıl bir sesleniş, bu nasıl bir melodidir beni kendimden geçiren, dünyadaki en güzel seslenişi, tınıyı, melodiyi dinliyorum diye gözlerimi yaşlarla dolduran, hani şimdilerde zaman kıtlığından annelerin unuttukları, eskiden bebelerini uyuturken söyledikleri ninniler vardı ya! Belki anlamsızdı “dastana dastana danalar girmiş bostana” ama çok güzel gelirdi hem dinleyen bebelere, hem şahit olan yanındakilere. İşte öyle, ona benzeyen, ama bence daha kutsal, daha işlevsel, çünkü bu anneler genelde aç, ağızlarındaki bir lokmaya çok muhtaç, belki bir daha onun gibi bir lokma daha bulamayacaklar. Yine de hiç tereddüt etmeksizin o lokmayı bebeklerinin önüne şarkıları eşliğinde bırakmaktalar. Ve  işte o şarkı.

Bu güne kadar dinlemediyseniz eğer, ne edin edin mutlaka dinleyin, hani ölmeden önce yapılacak işte bilmem kaç şey diye sayıyorlar ya son zamanlarda, bence siz bu melodiyi o listede ilk sıralara yerleştirin. İnanın hiç hayal kırıklığı yaşamayacaksınız.

Çok da zor olmayacak, bir gariban sokak kedisine -ki şu sıralar sokaklarda, bahçelerde pek çoklar- tabii anne olanına, etrafında küçükleri olanlara, bir iki lokma bir şeyler verin, sonra çekilin bir tenhadan izleyin o verdiğiniz yemeği ağzına alıp bebeklerinin yanına koşuşunu, onları deminden beri anlattığım o melodi ile çağırışını.

Yazımı süsleyen anne kedi ve bebecikleri, evimin arka bahçesinden, onların o güzel şarkılarını hep dinliyorum, bir tabak yemek karşılığı.

7. Karaburun Şenliği'nde Karaburunlu'ya Mesaj / Defne Koryürek

Slow Food’un İstanbul’da yapılanan bir kolu olarak, geçen bahar, Boğaz’ın sultanı lüferin hızlı bir tükenişe gittiğini fark ettik ve gecikmişliğimize kahrolarak bir kampanya başlattık: “İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın!”

Kooperatifler, birlikler, Tarım Bakanlığı, basın, şefler, aşçılar ve işletmecilerle birlikte tüketicinin ortak değeri lüferi korumak, onun varlığını devam ettireceği düzenini yeniden sağlamak için neler yapılabilir araştırmaya giriştik.

Detaylarını okumuşsunuzdur basından, kampanya neticeye ulaşmış değil henüz ve daha çok işimiz, aşılacak çok engelimiz var. Tarım Bakanlığı’ndan bir yanıt alamadıysa da İstanbullu’dan aldığı muazzam destekle güçlenen kampanyamız bu sonbahar yükselerek devam etmek durumunda, taa ki çocuklarımız da lüfer balıklarını, bizim çocukluğumuzdaki gibi hamsi sürülerinin peşinde Boğaz’dan geçerken görsünler.

Ama, sürdürülebilirliğe gönül vermiş biz Slow Food’cular için bir türü korumaktan ötesine bakabilmeyi önemli buluyorum. Zira soru çok vahim cevaplar içeriyor: “sadece lüfer mi yok olmakta ve sadece İstanbul’da mı?”

Hızlı bir google taraması bile size gösterecektir: İstanbullu lüfer yok oluyor diye feryad ederken, Bodrum ve Kuşadası’nın dil balığı; Sapanca Gölü’nün kızılkanat, turna, yayın ve sazan balıkları da yok olma tehlikesiyle karşı karşıyalar. İstanbul’un istakozu, kolyozu, istiridyesi, orkinozu çekilmişken uzaklara, gene Sapanca’nın tatlı su levreği, kadife balığı, kaya uskumrusu, yılan balığı, gökmen balığı ve istakozunun nesli tümüyle tükendi bile! Dünya genelindeyse tehlikede olan balıklar neler diye liste yapmaya gerek yok, öyle vahim senaryolar var ki! Temmuz ayında İngiliz Times gazetesine konuşan Kanada British Columbia Üniversitesi’nden Profesör Daniel Pauly büyük balıkların nüfusunun son yüzyılda yüzde 95 oranında azaldığına vurgu yaparak, bu yüzyılın ortasına geldiğimizde ton balığından morina balığına kadar birçok türün yok olabileceğini söyledi. New York Üniversitesi’nden Profesör Callum Roberts da balinalarla başlayarak tüm — dikkatinizi çekerim: tüm – deniz hayvanlarını yok ettiğimizi söylüyor.

Peki, neden? Nasıl?

Sapanca Gölü örneğine bakalım mı?

Sapanca Gölü, her iki kenarından da geçen karayolları, suyuna bırakılan evsel ve sanayi atıkları, nüfus artışına ve sanayiileşmeye
bağlı aşırı su çekimi vs nedenleri ile hızla kirlenmiş bir gölümüz. Bu hıza küresel ısınmanın su kaybını arttırıp, yağışları azaltması
faktörü de eklenmiş. Yetmemiş, Sapanca Gölü’nü besleyen dereler de kazanç, karlılık odaklı su firmalarına kiralanmışlar. Kocaeli
Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Savaş Ayberg’in tahminlerine göre, kirlenme bu hızla devam ederse, “Sapanca Gölü birkaç yıl içerisinde İstanbul Küçükçekmece gölü gibi bataklık olacak.” O zaman da bataklığı doldurup ilk depremde yerle bir olacak ama çevresi duvarlarla kapalı, havuzlu, otoparklı diye herkesin pek beğeneceği lüks siteler inşa ederiz, herhalde.

Hadi, bir örnek daha, zira “Sapanca Gölü küçük, tabi” diyenler olabilir!

Kıyılarında kurulu 6 ülkenin paylaştığı ve hamsisi, kalkanı dahil tüm kaynakları itibarı ile hem ortak hem de yerel değerimiz, Karadeniz’e dönelim.

Tuna, Don, Dinyeper’in beslediği, dip akıntılarıyla sularına Akdeniz’in karıştığı dünyanın en büyük anoksik havzası Karadeniz’in
kıyı şeridinde, kanalizasyon sistemine bağlı, yaklaşık 10milyon nüfus var ve yılda 571milyon m3 evsel atığın buraya aktığı tahmin ediliyor!

Çılgınca, değil mi?

Karadeniz’i besleyen en önemli nehirlerden Tuna’ya da bakalım, isterseniz.

120’den fazla koldan gelen suyu alarak Almanya’dan yola çıkan Tuna Nehri, Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna gibi son derece sanayileşmiş ülkelerden, bu ülkelerin tarımsal alanlarından ve Budapeşte, Passau, Linz, Viyana gibi yoğun yerleşim bölgelerinden geçerek Karadeniz’e dökülür. Rakamlarla ifade edersek Tuna Nehri üzerinde yaşayan 81 milyon nüfus, her yıl, 60 ton civa, 900 ton bakır, 1000 ton krom, 4 bin 500 ton kurşun, 6 bin ton çinko, 60 bin ton fosfor, 340 bin ton azot ve 50 bin ton petrol kirliliğini Tuna yoluyla Karadeniz’e boşaltmakta!

1965 yılından bu yana ticari olarak avlanan 23 adet balık cinsinden, bügün ancak 5 adedinin avlanabildiği kimseyi şaşırtmayacaktır, sanırım!

Dünyayı da bir Sapanca Gölü ya da Kardeniz gibi gördüğümüzden olacak, her köşesini birbirine bağlıyor, köprüler dikmek için ormanları yok ediyor, derelerin üzerine yollar inşa ediyor, sanayiiler kuruyor, atıklarını balığını yediğimiz sulara boşaltıyor, kıyısına şehirler inşa ediyor, hızla çoğalıyor ve kaynakları, özellikle de suya bağlı kaynakları fütursuzca kullandığımız “modern” bir sistemin içerisinde herşeyin bize ait olduğu yanılgısı iliklerimize kadar işlemiş, arsızca oturuyor, şuursuzca tüketiyoruz.

Balık falan da, kalmıyor. Haliyle.

Boşuna değil, Profesör Callum Roberts’ın balinalarla başlayarak tüm deniz hayvanlarını yok ettiğimizi söylemesi.

İnsan, en bencil memeli –diye öğretmeliyiz, çocuklarımıza, okulda.

Bu durum bitmiyor elbette, zira insan denizlerini kirlettiği, suyunu kullanılamaz hale getirdiğini anladığı andan itibaren “aynı kirletme devam edecekse, biz aç kalacağız” diyecek kadar zeki ancak, çok yazıktır ki çözümü “temizlemekte” göremeyecek, “balık çiftlikleri kurmakta” bulacak kadar da vasat bir kalbe sahip! Zira 1 kilogram çiftlik balığı elde etmek için 4 kilogram deniz balığı yakalamak, onu öğütmek ve yem yapmak gerekiyor!

Ama tercih ediliyor.

Neden?

Basitleştirerek izah edeyim: bir balık çiftliği kurmanız için balıkçı olmanız gerekmez! Süpermarket ekonomisinin karlılık teknolojisini kavramış herhangi bir girişimci bürokrasisini tamamlayıp, teşviklerini bankaya yatırıp bir çiftlik kurabilir. Yem fabrikaları ile ortaklık yapması karınadır, hele bir de yem fabrikası kurarsa, daha da kazançlı olacaktır yatırımı. Bu yem fabrikalarına gelecek balık küçük ölçekli balıkçı tarafından da tutulabilir, endüstriyel balıkçı tarafından da.Fark etmez. Önemli olan fiyatıdır. Geçen yıl Karadeniz’de kilosu 17 kuruştan hamsi, yem fabrikalarına satıldı, siz anlayın düzenin çiftlik sahibi adına karlılığını! Bu balıkçılara ne yem fabrikasının ve ne de balık çiftliğinin “şu kadar balığa ihtiyacım var, kilosu şu kadardan alacağım” diye bir tahaüdü olmadığı gibi, sosyal bir bağlılığı bile yoktur, zira, balık olmazsa, bu yem fabrikaları batmaz, çiftliklerdeki balıklar da aç kalmazlar: soya, girer devreye. GDO’lu tercih sebebidir, zira maliyeti daha da düşük olur!

Hükümetler de, yukarıda çıtlattım zaten, teşvik verirler bu işletmelere. Nihayetinde vergi bağlamında küçük balıkçıyı değil, şirketleşmiş çiftliği tercih ederler. Bir de, biliyorsunuz, ekonomik büyüme var: bir yandan yatırım artarken, diğer yandan da tüketim artacak! E, kendinizden hesaplayın, evinde hamsi kızartmak yerine somon buğulamayı tercih eden arkadaşlarınızın sayısını bir düşünün!

Bitmiyor, dostlarım, devam etmeliyim:

Hükümetlerin vergilendirebilme ve ekonomi büyütme kaygısı ile aşırı avlanan balıkçı bu sistemde asıl para eden balığından olur, önce. Yani Karadeniz kirlenip durduğu için zaten azalan hamsi bir de çok avlandığında ondan beslenen lüfer de yok olur! Hamsinin fabrikaya teslim fiyatı kiloda 17 kuruşken, oysa, gerçek boyutlarında bir lüferin 300 gr hali en az 20 liradır! Ama, bulamaz kimse, 300 gr çekecek lüferi!

Bununla da bitmez, malesef:

balıkta kıtlık başladığında ithalatın önü açılır, uskumruda olduğu üzere. Dolmasının adı yeter canım uskumru, İstanbul’a Norveç’ten gelmeye başladığında da, Çanakkale’nin Sardalya festivali için niyet edilen balık da Yunanistan’dan gelir: 8 kiloluk kasası İstanbul Su Ürünleri Hali’nden teslim 65 liraya! Çanakkaleli kilosunu 10 liraya bulduğunda bayram ederken, İstanbulUn Bakırköy’deki Su Ürünleri Kooperatifi, Hal’e, hemen aynı gün Boğaz’da tuttuğu sardalyayı 8 kiloluk kasasına 6 liraya satamayacaktır ama!

Ayniyle vaki, tek kelime eklemedim üzerine!

İnsan, en bencil memeli ve aynı zamanda da en arsız, en şuursuz olanı –diye öğretmeliyiz, çocuklarımıza, okulda.

Tüm bu anlattıklarımın her biri biz anlatıyor, zira.

Lüfer İstanbul’un mu? Bir İstanbul mudur, Lüfer’e hasret çeken?

İnsan yok ederken kaynaklarını, kendi yok oluşunu ne kadar geciktirebilecektir?

Uskumru dolmasının, hamsi kuşunun, Boğaz’da lüferin peşinden zıplayarak giden orkinosun eksildiği bir dünyada, insan, bu eksikleri yeni bir gömlek ve ya son moda bir cep telefonu ile daha ne kadar doldurabilir ki?

Bu soruları herkese soracak cümleler kurmanızı ve Slow Food’a, İstanbullu’nun lüfer kampanyasına el vermenizi diliyorum, sularımızın, balıklarımızın, balıkçımızın ve çocuklarımızın geleceği adına.

Yerindelik Denetimi ve Çevre Davaları Kaybedilecek İddiası Hakkında Birkaç Söz / Kemal Tuncaelli

İdari Yargılama Usul Yasası Madde 2. idari yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. İdari mahkemeler yerindelik denetimi yapamazlar, yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya idarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı veremezler.

Yeni dönemin ilk yazısı: En çıplak gerçek

Kongremizin üzerinden tam 2 ay geçti. Bu süre boyunca bir yandan aşırı sıcaklarla mücadele ederken bir yandan da yeni dönemin hazırlıklarıyla uğraşıyoruz. Geçen iki ayda iki Parti Meclisi, üç MYK toplantısı yaptık. Ayrıca her Pazartesi sekreterya toplantıları yapıyoruz. Birikmiş bürokrasiyi, kurumsallaşmaya dönük atılması gereken bazı önemli adımları halletmeye çalışıyoruz. Öte yandan iki milyon İstanbullu kampanyamız ve yeni kampanyaların hazırlıkları sürüyor.

Bir yandan da referandum gibi tartışmalı gündem konuları enerjimizi çalmaya devam ediyor. Ama biz Yeşiller Partisi olarak daha çok ülkenin “gerçek” gündemine, yani yaşam politikalarına ilişkin yeni dönem çalışmalarıyla ilgili hazırlıklara öncelik veriyoruz. Yeni, dinamik ve üretken bir Parti Meclisi oluştu. Yerel örgütlerde ve çalışma gruplarında da kıpırdanmalar var. Bu olanaktan yararlanmak zorundayız.

Bu arada hepimiz az da olsa tatil de yapmaya çalışıyoruz elbette. Tüm bunlar bir araya gelince kongreden bu yana tek bir yazı bile yazamadım. Dün posta kutularımıza Yeşil Gazete editörümüzün köşe yazarlarına yönelik nazik bir uyarısı düştü. Bu uyarıyı alınca daha fazla tembellik etmemeye ve kendime serin bir yer bulup yeni dönemin ilk yazısını yazmaya karar verdim. Bundan böyle haftada iki gün yazmaya ve editörümüzü daha fazla kızdırmamaya çalışacağım.

***

Sizce bugünün ana gündem maddesi nedir?

Türkiye’de yaşayan ve gazete okuyup televizyon seyrederek gündemi takip eden bir kişinin vereceği cevap elbette “referandum” olacaktır. Arada ordudaki komutan atamaları gibi, Kürtlere özerklik verilip verilmemesi gibi gündem maddelerimiz de oluyor. Neticede Türkiye’nin ana gündemi büyük harfle yazılan Siyaset. Yanlış anlamayın, bunların önemsiz şeyler olduğunu söylemiyorum. Ama insaf edelim. Gerçekten dünyanın en önemli sorunları bunlar olabilir mi?

Son bir aydır olup biten ve hala devam eden birkaç şeyi saymama izin verin:

Pakistan’da süren muson ve sel felaketinde şu ana kadar en az 1600 kişi öldü. Sellerden 14 milyon insan etkilenmiş durumda. Pakistan nüfusunun neredeyse onda biri yani! Evsiz kalan milyonlar yolara düşmüş, oradan oraya sürükleniyor. BM İnsani İşler Koordinasyon Dairesi’nden Maurizio Giuliano bugün yaptığı açıklamada, “Buradaki felaket tsunamiden, 2005 Pakistan depreminden ve Haiti depreminden daha büyük” diyor.

Çin’de seller ve toprak kaymaları devam ediyor. Ölü ve kayıp sayısı binlerle ifade ediliyor. Pakistan ve Çin’de felaketlere neden olan yağışlar önümüzdeki günlerde şiddetlenebilir.

Rusya’da sıcak dalgaları ve durdurulamayan orman yangınları nedeniyle ölü sayısı en az 50. Ama bu rakam sadece yangınlarda ölenler. Bugünkü bir habere göre Moskova’da her gün 700 kişi ölüyor. Sıcak dalgası ve yangınlara bağlı dumansisi/smoglar (ki St. Petersburg’a kadar yayılmış durumda) başlamadan önce, yani normal şartlarda her gün 360-380 kişi ölüyormuş! Yani Rusya’da da binlerle ifade edilebilecek can kayıpları yaşanıyor. Rusya’da bu yaz 557 orman yangını çıkmış ve yangınlar giderek yayılıyor. Hatta Çernobil’den yayılan radyasyonun yangınlar nedeniyle topraktan serbestleşerek tekrar atmosfere karışmasından endişe ediliyor.

Nijer’de ve Afrika’nın batısında Mali’den Çad’a kadar uzanan Sahel bölgesinde kuraklığa bağlı açlık nedeniyle yaklaşık 10 milyon kişi gıda kriziyle karşı karşıya. Sadece Nijer’de 2 yaşın altındaki 900 bin çocuk beslenme yetersizliği nedeniyle ölüm tehlikesi altında yaşama tutunmaya çalışıyor.

Bu tablo artık iklim felaketlerinin Katrina gibi anlık büyük olaylarla sınırlı olmadığını, sürekli hale geldiğini ve bu sürekli felaket durumunun artarak süreceğini gösteriyor. Üstelik Rusya’nın sıcaklar nedeniyle %30 düşen tahıl üretimi nedeniyle buğday ihracatını durdurduğunu da düşünürseniz (ki Rusya dünyanın en büyük altıncı buğday ihracatçısıdır), iklim değişikliğinin doğrudan ekonomik sonuçlarının da, tıpkı birkaç yıl önce pirinç fiyatlarındaki artış gibi, geleceğe yönelik tahminler olmaktan çıktığını görebiliriz.

***

Son zamanlarda küresel ısınmadan her bahsettiğimizde karşımızda bir kaçınma ve susma tavrı ve konunun bir an önce kapanmasını talep eden mutsuz bakışlar görüyoruz. Benim gibi sürekli küresel ısınmadan bahseden ve konunun en önemli sorunumuz olduğunda ısrar edenler takıntılı felaket tellaları, hatta belli bazı bilim insanlarının ağına düşmüş ve meselenin politik bağlantılarını göremeyen eski model ekolojistler olarak görülüyoruz.

Ama ne yazık ki gerçekler can acıtıcı. Yaşam biçimimizden vazgeçmek istemesek, günlük siyasetin favori konularıyla ve rejim meseleleriyle uğraşmaktan hoşlansak da, bütün bu sorunları ezip geçecek küresel bir sorunun tam göbeğinde yaşıyoruz. Bu sorun klişe politikalarla veya saf ideolojiyle çözülemez. Sorunu güncele taşımak, güncel politikayla birleştirmek zorundayız. Yeşiller olarak bizim öncelikli görevimiz budur: Çıplak gerçekleri tekrarlamaktan hiç bıkmamak.

Bugünün en çıplak gerçeği, küresel ısınmanın geleceğini yok etmekte olduğu bir dünyada, hem bu gerçeğe gözlerini kapayan, hem de onu ağırlaştırmak için elinden gelen her şeyi yapan insanların, toplulukların ve siyasetçilerin varlığıdır. Yeni dönemin ilk yazısında bu notu bir kez daha düşeyim dedim. Güncelin tozu dumanı içinde bu konuya sık sık dönme sözü vererek…

Gürcistan'da Savaştan İki Yıl Sonra 'Normalleşme' Özlemi / Tom Esslemont

Rusya ve Gürcistan liderleri birbirlerini, Kafkaslar’da bundan iki yıl önce Ağustos ayında, Gürcistan’ın Güney Osetya bölgesi konusunda çıkan savaşı başlatan taraf olmakla itham ediyor.

Gürcistan lideri Saakaşvili

Aradan geçen iki yılın ardından Gürcülerin Rusya hakkındaki düşünceleri karmaşık.

Savaşta Rus tankları Gürcistan’a girmiş, Gürcistan uluslararası destek talep etmişti. Sonunda belki anlayış değilse de barış galip geldi.

Süryani Halkının Kalbi Turabdin’de Atıyor / Zeynep Tozduman

Yaklaşık 10 gün süren bölge gezisinde Süryani ve Kürt halkı  ile yaptığım görüşmeler, izlenimler beni yüreğin uçsuz bucaksız yakıcı bozkırında görmeyi istediğimiz o düş iklimine götürdü  durmaksızın. ”Çocuğun gördüğü düş olmasın artık, Barış” dedirten yüzlerce yürekle yaptığım söyleşilerde ortak özlem Barışaydı.

Gülerken Ağlayan Yunuslar!

Gösteri havuzlarındaki  yunusları canlı olarak izleyenleriniz vardır belki. Ama en azından hemen herkes TV kanallarında seyretmiştir onları. Gülümsermiş gibi görünen yüzleri pek çoğumuza hoşluk verip, mutlu olduklarını sanmışızdır muhtemelen(gerçekte yüz yapıları o izlenimi vermekteymiş).

Ben onları canlı olarak havuzlarda izlemedim. Ama bundan yirmi, yirmi beş yıl önce Mersin Erdemli’de Tömük sahilinde botla gezintiye çıkıp, denizin durgunluğundan da yararlanarak hayli açıldığımız bir gün, çok yakınımda bata çıka yüzerken izleme şansını yakalamıştım.

Sonra, belgesellerden, ultrason yayarak birbirleriyle haberleştiklerini, hızlı yüzücü olduklarını, gemilerle yarıştıklarını, duyarlı, zeki canlılar olduklarını öğrendim. Sahi, ileri yaşlarımda okuduğum bir çocuk kitabının (Pembe Yunus) kahramanını da hiçbir zaman unutmadım.

Onları beyaz camda, gösteri havuzlarındaki akrobasi hareketlerini izlerken, rehabilite amaçlı kullanıldıklarını seyrederken, içimde, aynı sirklerdeki hayvanlara, bir de hayvanat bahçelerindeki özgürlükleri ellerinden alınmış olanlara karşı duyduğum türden acıma, özgürlüklerine kavuşturma isteği gibi isyankar hisler duydum. İçim acıdı, mutlu olamadım. Neden engin denizlerde değil de, cüsseleriyle orantılı olarak onlara çok ufak geldiği açıkça belli olan o yapay suda olduklarını, etrafındaki insanlara birkaç ölü balık için, neden gösteriler yapmaları gerektiğini düşündüm.

Cumhuriyet Bilim Dergisi’ni karıştırırken Özgür Keşaplı’nın bilimsel kaynaklı bir yazısına rastladım. Hislerimde yanılmadığımı, gösteri havuzlarındaki yunusların, denizlerden, ailelerinden zorla kopartıldıklarını, acımasız bir tür kovalamacanın sonunda , sosyal bağları çok güçlü olan bu canlıların çoğunun daha o anda şoktan, travmadan öldüğünü, beğenilmeyip geri atılanların ise bir çoğunun ciğerlerine su dolması yüzünden uzun süreçte zatürre olarak acıyla öldüklerini, geride kalan ailelerin bu kayıplardan dolayı aldığı yaralar ve hüznün ise tamamen göz ardı edildiğini öğrendim.

Yakalanma sürecinde bir çok travmaya maruz kalan yunusların yüzde 50’sinin üzerindekiler en fazla doksan gün içinde zatürre, ülser, bağırsak hastalıkları, klor zehirlenmesi, stres ve bunun gibi nedenlerden hayatını kaybetmekte, tüm bu aşamaları atlatanlarsa, havuzların sağlıksız ortamında davranış bozuklukları, üreyememe gibi çok ciddi sorunlarla baş edemedikleri için özgür hemcinslerine göre çok kısa ömürlü olmaktaymış.

Ne o? İnsanlar birkaç keyifli saat geçirecek ya da henüz doğruluğu kesinleşmemiş bir varsayımla terapi görüp hastalığına şifa bulacak!

Denizlerden çalınan yunuslar, havuzlarda ölü balıkla beslenmeye mahkum edilmekte, buna uzun süre direnenler, ölü balıkları kusmakta, ama bir süre sonra çaresizce, işte o birkaç kokuşmuş balık uğruna, aynı sirklerdeki ip üzerinde yürümeye zorlanan kedi, köpek, maymun, ayı gibi işkence havuzlarında, müzik eşliğinde çember üzerinden geçmeye, top oynamaya başlamakta.

Biz de bu görüntüleri çocuklarımıza izletip, alkışlatarak, onları doğaya saygı duyan, canlıların yaşam haklarına duyarlı kişiler olarak yetiştirdiğimizi sanıyoruz. Tam tersine, bu çocuklar ilerde zevkleri ve çıkarları uğruna, doğadaki kendilerinden başka canlıları sömürme hakkına sahip olduklarını düşünmezler mi?

Doğanın bu muhteşem canlarını o estetik, heybetli vücutlarını, küçük, sığ sulu alanlara hapsederek, oraya seyre giderek, daha çok yunusun özgür yaşam alanlarından ölüm havuzlarına dolmalarına sebep olacağımız açıktır. Karadakilerin, havadakilerin, kanlarını, iliklerini sömürdük, postlarını yüzdük, yetmedi. Şimdi de sudakiler mi? Hem de o güzeller güzeli yunuslar!

Çocuklarımıza belgesellerden özgür yunusları izletip, onları gerçekten doğaya saygılı, yararlı, özgürlük yanlısı bireyler olarak yetiştirebiliriz. İlla ki gösteri seyretmek istiyorsak, günümüzde bu işi yapan, toplumun hemen her kesiminden o kadar çok aktör, dansöz, şaklaban var ki, hayvanlara ne hacet ! Onları kendi ortamlarında rahat bırakalım, rahat..

Tarımda Kendi Kendine Yeterlilik Nasıl Kazanılır?

Tarımda kendi kendine yeter olmak çok önemlidir ve gıda güvenliği, sürdürülebilirlik, üretici refahı gibi tarımla ilgili bir çok temel sorun ile çok yakın ilişki içerisindedir.

Tarım açısından kendi kendine yetebilirlik öncelikle bir kişinin; sonrasında bir ailenin, bir köyün, ilçenin, şehrin, ülkenin ve hatta dünyanın en azından temel besin maddeleri açısından kendi ihtiyacını karşılayabilmesini anlatır. Ve kendi kendine yetebilirlik öncelikle kişinin kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmesi ile kırılmaya başlar. Zincirin kırılan bu ilk halkasından sonra diğer halkalar da yavaş yavaş kırılır ve insanlar, fırınlar ve süpermarketler iki güncük kapansa aç kalacak duruma gelirler.

Peki bu süreç nasıl işler ve bu noktaya nasıl gelinir?

Geliniz bunu Anropolog Peter Just*‘ ın 1980′ lerin başında gözlemlediği Endonezya’ daki Dou Donggo halkından olan Doro Ntika köylüleri ile ilgili izlenimlerine bir göz atalım:

1980′ lere kadar köydeki herkes tarlalarını işlemekteydi. Her kadın becerikli bir dokumacıydı ve kendi ailesinin kumaşını dokuyordu. Her erkek, akrabalarının ve dostlarının yardımıyla, içinde yaşayacağı evi inşa eden usta bir dülger ve marangozdu. Ancak son yıllarda eğitim yaygınlaştıkça diğer türden olanaklar ortaya çıktı ve köyden bazı gençler öğretmen, polis memuru ya da hemşire oldu. Ebeveynler çocuklarının böyle olanakları değerlendirmeleri ve aynı zamanda bu türden meslekler yoluyla nakit gelire erişmeye istekliydi. Böylece yalnızca paranın satın alabileceği lüks mallara ve tüketici mallarına erişebileceklerdi. Ama bir çocuğu eğitmek de para gerektiriyordu. Bu ve benzeri nedenlerle bir Dou Donggo insanı emeklerinin büyük bölümünü çiftçilerin kendileri tarafından tüketilmeyen ama aşağılardaki pazarlarda nakit karşılığında satılabilen fıstık ve soya gibi ürünlerin yetiştirilmesine yönlendirdi. Erkekler, gitgide artan oranlarda, yağmur yağmayan mevsimlerde devletin inşa projelerinde inşaat işçisi olarak çalışmak üzere köyden ayrılmaktalar. Nakit ekonomisine geçiş tüketici mallarına ve ilaçlara erişim gibi büyük avantajlar sunsa bile, aynı zamanda insanları yeni risklere maruz bırakmakta: Eğer kaynaklarının gereğinden fazlasını nakit getiren ürünlere yatırırlarsa, ürünlerinin fiyatları küresel arz ve talep dalgalanmalarına göre belirlendiği için, kendilerini kendi denetimlerinin çok ötesindeki pazar güçlerinin insafına terk etmekteler. Ayrıca çok çeşitli geleneksel gıda ürünlerinin yerine tek ürün yetiştirme geldiği için de beslenme açısından sonları çok kötü olabilir. Bunun da ötesinde, uluslararası emek pazarına katılmak bazılarının evdeki yükünü arttırabilir. Zira tarlalarda kadınlar ve yaşlılar iş için göçen erkeklerin ve gençlerin yerini almakta ve bazıları çift mesai çalışmaya zorunlu kalmakta. Göç eden erkeğin hane halkının bazı üyeleri temel geçinme gereksinimlerinin sorumluluğunu üstlendiği için, göç eden kişinin ücreti de yapay olarak düşük tutulabilir. Zira bir aileyi geçindirmenin harcamalarını karşılamak zorunda kalmamaktalar.1

Bu anlatılan size bir yerlerden tanıdık geldi mi?

Ülkemizde ve tüm dünyada olduğu gibi insanlar çeşitli tüketim mallarına ulaşmak ve tanıdıkları arasında görece itibarlı ve rahat bir hayata kavuşmak için, kendi kendine yetebilirlik sağlayan yeteneklerinden vazgeçmek zorunda kalıyorlar.

Önce tüketmedikleri gıdalar üretiyor ve bunu satmaya çalışıyorlar. Sonra içinde oturmadıkları evler, giymedikleri giysiler üretiyorlar. Ve bir kuşak geçtiğinde insanlar “Nasıl kumaş dokunur?”, “Nasıl çeşitli gıdalar üretilen tarım yapılır?”, “Nasıl ev inşa edilir?” sorularının cevabını bilmedikleri için dış dünyaya tam bağımlı ve kendi kendine yetemez oluyorlar. (Bu kişi, aile ve köy özelinde anlatılmış örneğin aynısını bir ülke ve hatta tüm dünyaya uyarlamak fazlası ile mümkündür.)

Özellikle kırsalda yaşayan insanlar öncelikle kendi ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacak halk bilgeliğini kaybederlerse tam bağımlık gerçekleşir ve dolayısı ile kendi kendine yeterlilik son bulur. Kültürler de bu yaşam pratiklerinin içerisinde yaşayıp çeşitlendiği için, kendi kendine yeterliliği kaybetmek aynı zamanda kültürel yıkıma yol açar ve insanlar sadece gelir ve özgürlüğünü değil, kültürünü de kaybetmeye başlar. Kırsalda gelirini, özgürlüğünü ve kültürünü kaybetmiş böyle bir insan ve ailenin ise köyde tutunması çok zordur. Bu aile kente göçecek ve oradaki global kültür ile beslenecek ve dolayısı ile modern hayatın tüm hastalıklarına yakalanacaktır.

Süreç bu şekilde devam ederse gelecek nasıl olacak dersiniz?

Az önce bizim 50 yıl kadar öncemizi 1980′ lerde yaşamaya başlayan bir halktan örnek vermiştik. Bir de bu sürecin güya “başarılı” şekilde geçmiş ve belki bizim 20 yıl ilerimizi yaşayan bir halkın durumuna bakalım mı? Michael Pollan, “Etobur-Otobur ikilemi” adlı kitabında2 sürecin önemli bir kısmını üç buçuk sayfada anlatmış. Biz özetini yapalım:

ABD Iowa’ daki Green kasabasında yoğun, tek tip, endüstriyel mısır üretimi sonucu nüfus azalmıştır. Yazarın görüştüğü Naylor adlı çiftçinin babası kasabaya ilk geldiğinde nüfus 16.467 kişiyken son nüfus sayımında bu sayı 10.336 olmuş.

Çiftçi Naylor’ un babasının zamanında söz konusu kasabadaki çiftliklerde çok çeşitli ürün yetiştirilirmiş. En önemlisi atlar, sonra sığırlar, tavuklar, mısır, domuz, elma, saman, yulaf, patates, kiraz. Bir çok Iowa çiftliğinde buğday, erik, üzüm, armut da yetiştirilirmiş. Bu farklılık sayesinde çiftlikler hem kendi besinlerini elde edebiliyor, hem de toprağı ve hayvanları besleyebiliyormuş. Bu ürünlerden herhangi birinin pazarının çökmesi üreticileri pek de etkilemiyormuş. Bu devirde her mevsim yeşillikler, çeşitli kokular, renkler ve sesler varmış kasabada.

Ellili-altmışlı yıllarda hayvanların gitmeye başlaması ile çayırlarda kavgasız gürültüsüz hayvan otlatmayı sağlayan çitler de kaldırılmış. Domuzlar günümüzde hayatlarını alüminyum barakalarda geçirmek zorunda kalmış. Şimdilerde Greene kasabasında Ekim’ den Mayıs ortasına kadar evlerin etrafı hariç tek yeşillik görünmüyormuş. Çit amaçlı dikilen ağaçların kalkması rüzgarı da şiddetlendirmiş. Traktör gelince atlar gitmiş. Atlar gidince yulaf tarlaları ve çayırların bir kısmına gerek kalmamış. Mısır devlet tarafından yoğun şekilde desteklenmeye başlayınca da üretici çeşitli ürünlerini bırakıp gitgide daha çok mısır üretmeye başlamış. Mısır o kadar çok üretilmeye başlanmış ki bu kadar çok mısırı ne yapacağını şaşıran hükümet onu sığır yemlerine katmaya başlamış. Böylece fabrika gibi tarlalardan gelen mısır ile hayvanlar, fabrika gibi işletmelerde beslenmeye başlamış. Bu yapıda ucuzca üretilen hayvanlarla baş edemeyen çiftçiler çiftliklerinde hayvan yetiştirmekten tamamen vazgeçmiş. Ve dolayısı ile çeşitli ürün de yetiştirmeye gerek kalmamış, tamamen mısır üretmeye başlamışlar. Eskiden toprağı besleyen hayvan gübresinden artık yoksun olmaları sorununu da hükümet, elinde 2. dünya savaşından kalan ve aslında patlayıcı bir madde olan amonyum nitratı gübre olarak kullandırarak çözmüş. Her yıl mısır ekmenin toprağı bozduğunu, hastalıkları arttırdığını gören çiftçiler aynı yerde soya fasulyesi de üreterek bir rotasyon başlatmışlar. Ancak zamanla 2 farklı ürünün daha çok işgücü, ekipman gerektirdiğini görüp yine tek ürüne dönmüşler. Ne de olsa artık her soruna çare olabilen kimyasallar varmış…

Naylor’ un dediğine göre artık mısır ekmek sadece traktör sürmek ve serpme yapmaktan ibaretmiş. İki bin dönümün traktörle sürülmesi ve tohum serpilmesi tahmini birkaç hafta sürmekte imiş. İnsanlar geri kalan zamanlarda hayvanlar da olmadığına göre başka yerlere gidiyormuş. Bugün (sanırım Greene Kasabasına bağlı) Churdan (köyü) bir hayalet şehir gibiymiş. Ana caddedeki dükkanların çoğunun kepenkleri inikmiş. Berber, market, sinema son yıllarda kapanmış. Bir kahvehane ve küçük bir bakkal açıkmış sadece ama insanlar alışverişlerini 20 km ilerideki marketlerden yapıyormuş. Ortaokulun bir beysbol takımı ve bandosu yokmuş ve çok az öğrencisi varmış. Dört okul bir araya gelerek bir okul takımı ya da bando oluşturabiliyorlarmış. Churdan’ ın tek derdi, şehrin çıkışına yakın bir yerde duran mısır ambarı imiş. Etrafta insan kalmasa bile bu ambarı doldurmak için her yıl daha fazla mısır ekilecek gibi görünüyormuş.2

İşte bu da mevcut yapıyı sürdürürsek bazı yerlerde belki şimdiden olmuş; ulusal anlamda en çok 20 yıla kadar tarımımızın ve kasabalarımızın nasıl olacağını gösteren bir örnek olay. Eskiden yemyeşil, çeşitli, olaylı, neşeli olan kırsal yerleşimlerimiz yavaş yavaş hayalet şehirlere dönüşüp solacak…

Kredi Kartlarının Marifetleri

Bir de Türkiye’ de son üç yıldır bankaların tarıma birdenbire ilgi duymaya başlaması ile şu anda neredeyse tüm tarımsal üreticilerde kredi kartı var. O sene gelirinin yeterli olup olmadığına aldırmayan üretici, hasat dönemi ödemeye olanak veren bu kredi kartları ile para elinde imiş gibi harcama yapıyor. Hasat döneminde yeterli parayı kazanamadığında ise bir tarlasını satmak zorunda kalabiliyor. Böyle böyle üreticiler topraksızlaşarak kente göçerken, köylerde büyük tek parça tarım arazileri üzerinde monokültür (tek tip) tarım yapan kişiler ve kurumlar artıyor.

Sonuç ve Öneriler

Birçok uzman, üniversitede edindiğimiz bilgilerin masa üstünde artarda eklenmesi ve sadece sayıya dayalı mali gözlük ile bakarak ölçek ekonomisinin, büyük işletmelerin, monokültür (tek tip) bitkisel ve hayvansal üretimin tarımsal ve kırsal sorunların tek çözümü olduğunu söylüyor.

Oysa yukarıda da örneklerle gösterdiğimiz gibi tarımda ölçek ekonomisi kurallarını uygulamak, tek tip üretim yaparak bunda uzmanlaşmak ve aile tipi işletmeden kurumsal tarım işletmelerine dönüşmek geri dönülmez kötü sonuçlara yol açar.

Ölçek ekonomisi kuralları ile tek tip üretim yapmanın sonuçları nelerdir?

  1. Kişi, aile ve köyden başlayarak; ulusal ve global anlamda kendi kendine yetebilirlik mümkün olmaz.

  2. Açlık, yoksunluk ve yoksulluk artar.

  3. Göç zorunlu olur. Terk edilen yerlerde yüzyıllardır yaşamış kültürel zenginlik de erir ve günün birinde yok olur.

  4. İnsanlar eskisinden daha çok çalışıp üretmesine rağmen daha az gelire sahip olurlar (burada gelirden kasıt, ihtiyaç duyulan her nevi şeydir) Ayrıca işsizlik de sürekli artar.

  5. İnsanlar sürekli gelir kaygısı içinde olurlar.

  6. Tarımsal olarak üretilen ürünün pazarındaki olumsuz bir durum, üreticiler için büyük bir kabustur.

  7. Üretici tek ürünü olduğu için risk alamaz. Gerekenin 2 katı gübre, 3 katı tarım ilacı atar. Bu hem toprağın sürdürülebilirliğini bitirir, hem ürünü tüketenin ve üretenin sağlığını zedeler, hem de doğayı ciddi bir yıkıma uğratır.

  8. Kırsal kesim doğal, kültürel, sosyal, ekonomik anlamda fakirleşir.

Şu an mevcut düzende tüm dünyada bu sonuçlar ya başlangıç aşamasında, ya sonlarına gelmiş bir halde yaşanmaktadır. Fosil yakıtların gitgide tükenmekte olduğuna ve kimi zaman 1 kalori gıda üretmek için 10 kaloriden fazla fosil yakıt harcadığımıza bakarsak günümüzdeki ekonomik kriz, gelecekte bizleri bekleyen krizlere oranla çok zayıf bir esinti olarak hatırlanacaktır. Ayrıca etkileri günlük hayatta bile kendini göstermeye başlayan ekolojik kriz (küresel iklim değişimi), yakın gelecekte yaşayacaklarımıza nazaran yine hafif bir meltem ayarındadır.

Boyutları şimdiden tahmin edilebilen bu dehşetli krizlere karşı bugünden hemen alınması gereken önlem; yerel üretim yerel tüketim mantığı çerçevesinde kişisel, ailesel, kırsal, kentsel, ulusal ve global ölçekte kendi kendine yeterlilik mekanizmalarını kurmak ve işletmektir.

Kendi kendine yetebilirliği sağlamanın yolları nelerdir?

  1. Çeşitlilik artmalı: Tarımsal üretim olabildiğince çeşitli yapılmalıdır. Büyük parça tek tip ürün üretimi yerine ekonomik gibi görünmese de gerekiyorsa daha küçük alanlarda çeşitli ürünler yetiştirilmeli; kırsalda her aile, ihtiyaç duyduğu tüm temel gıda ürünlerini kendi üretebilmeli, ihtiyacından fazlasını satmalıdır.

  2. Etkin bilgiye sahip olunmalı: İnsanlar kendi gıdalarını üretecek, kumaşını dokuyacak, evini inşa edecek bilgiye sahip olmalı; unutulmuş pratikler araştırılarak gün yüzüne çıkarılıp herkese öğretilmelidir. Kırsaldaki insanlar bu bilgiyi doğrudan kullanmalı; şehirlerdeki insanlar ise en azından bu insanlar ile ilişkide olup tarımsal üretimden sağlanabilecek ihtiyaçlarını doğrudan iletişim ile karşılamalıdır. Bu bağlamda eğitimde, Köy Enstitüleri benzeri yapılanmalara gidilmeli; köy ve kentlerdeki ilçeler-mahalleler birbirlerini kardeş mahalle ilan etmeli; insanlar köylerden gıdalarını temin edebilecekleri kardeş aileler seçmelidir.

  3. Hatalı tespitlerden vazgeçilmeli: Ekonomistler ve tarım uzmanları, ölçek ekonomisi ve tek tip (monokültür) üretimi önermekten vazgeçmelidir. Bu öneri, fosil yakıtların sonsuz, küresel iklim değişiminin yalan olduğu tezi üzerine kurulmuştur ve önerilen yapının ekolojik ve ekonomik krizlere dayanabilmesi mümkün değildir. Yine bu öneri, tarımsal üretim ile iç içe geçmiş, yerel üretim ile doğrudan bağlantılı kültürel mirası ve yazısız tarihi yok ederek kültürel yozlaşmayı getirmekte; dolayısı ile insanlığın ve dünyanın sonunu hazırlamaktadır.

  4. En sürdürülebilir üretim sistemleri yaygınlaşmalı: Tarımsal üretimi mevcut bilimsel gelişmeler ışığında en sürdürülebilir ve verimli halde yapabilmek; kırsal kesimi doğal, sosyal, kültürel, ekonomik anlamda en iyi duruma getirebilmek için kalıcı kültür uygulamaları (permakültür) tüm tarımsal üretim sistemlerinin temel direği olmalıdır.

  5. Geleneksel yardımlaşma ve iletişim kültürü geliştirilmeli: Kırsal yerleşimlerde yaşanabilirliği arttırmak ve kentten köye göçü teşvik etmek için kırsal gelişim faaliyetleri olarak köy meclisi, ihtiyar heyeti, gençler meclisi, kadınlar meclisi, çocuklar meclisi, köy tiyatrosu, köy derneği, köy enstitüsü, imece**, salma*** gibi uygulamalar teşvik edilmelidir. (“Kalkınma” terimi para kazanıp zenginleşmeyi çağrıştırdığı ve aslında kalkınma gerçekleşse bile birilerini çökertme pahasına gerçekleştiği için bu faaliyetlerin tümüne “kırsal gelişim” demeyi tercih ediyorum.)

  6. Kredi (kartı) alım ve kullanım süreçleri değişmeli: Özellikle kırsalda kredi ve kredi kartı kullanımı yerine salma*** benzeri sistemler güçlendirilmeli ve paradan para kazanan kurumlara bağımlı hayali para dönüşümlerinden vazgeçilmelidir. Bu düzen sağlanana kadar kişiler, kredi kullanımı konusunda eğitim almalı ve temel seviyede ekonomi, muhasebe bilgisini ispatlamadan ve hatta bazı psikolojik testleri geçmeden bireysel olarak kredi alamamalı ve/veya kredi kartı kullanamamalıdır.

Yukarıda örneklerini okuduğunuz gibi farklı zaman dilimlerinde gelişim evreleri geçiriyor olsa da sorunlar Endonezya’ nın bir dağ köyünde de, Türkiye’ deki küçük bir mezrada da, ABD’ nin Green kasabasında da aynıdır. Yani bir önceki makalemde belirttiğim gibi yerel gibi görünen sorunlar aslında  global sorunlardır ve yerel politikalarla çözmeye çalışmak kısır bir çabadır. Bahsettiğimiz çözüm önerileri derhal, uluslararası işbirlikleri ile dünya çapında uygulamaya konulmak zorundadır.

Kısacası kendi kendine yetebilen; ay sonunu-hasat gününü korkular içinde beklemeyen; yerinden yurdundan kopmak; ölümüne çalışmak zorunda kalmayan; işsizlik sorunu ve korkusundan uzak; gelir kaygısı yaşamayan; üretilen ürünlerle ilgili pazardaki gelişmelerden çok etkilenmeyen; güvenli gıdayı sürdürülebilir ve doğa dostu şekilde üreten; doğal, kültürel, sosyal, ekonomik anlamda her geçen gün zenginleşen bir toplumda yaşayan ve bu yapısı ile kentleri de her açıdan olumlu etkileyen kırsal kesim insanları, aileleri, köyleri için “alın verin, ekonomiye can verin” yerine “öğren, üret; kendi kendine yet” demek ve ekonomik ve ekolojik krizin acı sonuçları tüm dünyayı kavurmadan önce acil önlemleri derhal uygulamaya geçirmek zorundayız.

Saygı ve sevgilerimle
Hakan Ozan Erzincanlı

* Peter Just: Endonezya’ da krallık, toplumsal örgütlenme ve dinsel ritüellerle ilgili birçok araştırma yürütmüştür. Williams College’ de antropoloji profesörüdür.

** İmece, bir köy ya da köy topluluğu içinde işlerin gönüllü ya da zorunlu olarak ve elbirliği içinde yapılması. Köyün herhangi bir sorununun giderilmesi karar verilmişse, köydeki her ev iş gücü açığını karşılamak zorundadır.

*** Eğer imecede para da toplanacaksa buna salma denir. Bir konu için para toplanması karar alınışsa, her ev ölçüsü oranında maddi katkı yapmak zorundadır. İmece köylerde yazılı olmayan hukuka dayalı, herkes tarafından kabul gören bir dayanışma örgütüdür. Bir belediyenin yapması gereken pek çok iş, köylerde belediye olmadığı için bu usulle yapılır.

Kaynaklar:

1 Monaghan, J. ve Just, P. (2007) Sosyal ve Kültürel Antropoloji (Sayfa 157-158). Ankara: Dost

2 Pollan, M. (2009) Etobur-Otobur İkilemi Dört Yiyeceğin Doğal Tarihi (Sayfa 56-57-58-59). İstanbul: Pegasus

Tarımda Kapitalist Paradigmanın İflası–4 / Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı

“ORGANİZE GIDA PERAKENCİLİĞİ TEKELLEŞTİ VE YABANCILAŞTI”

Gıda sanayinde meydana gelen tekelleşme, perakende gıda sektöründe de süpermarket / hipermarket zincirlerini hızla yaygınlaştırıyor. Satın almalar yoluyla (buna anlaşılmayı zorlaştırmak için konsolidasyon deniliyor) da tekelleşme ortaya çıkıyor.