Ana Sayfa Blog Sayfa 5242

Spor Yorum: Yeni heyecan 4 gol getirdi

Beşiktaş’ın taraftarından da gelen bir özelliği var. Sürekli heyecan yaratıyor Beşiktaş ve Beşiktaşlılar.  İkinci yarı başında ortaya atılan 17’de 17 böyle bir heyecan yaratmanın ürünüydü. Avrupa’a final ve kupa da böyle bir heyecan yaratma kültürünün ürünüydü. Her maç, iddiasız olsa dahi tribünlerin dolu, tezahuratın yüksek olmasını bile bu heyecan ve coşkuya bağlayabiliriz.

İşte bu hafta da, her şeyden uzak bir mücadele olsa dahi Kayserispor maçı da büyük heyecan yarattı. Beşiktaş’ın  kadrosunun gücü, potansiyeli zaten bilinen bir gerçekti. Bugün şampiyonluğa oynayan takımların kadrolarıyla bile tek tek karşılaştırıldığında aradaki fark tartışmaya gerek bırakmıyor. Bunun yanında takım olarak bakıldığında, ortaya konulana yönelindiğinde ise fark ise ortada. Beşiktaş’ın geçmeye çalıştığı, mücadele ettiği takımların da şampiyonluk ile alakası yok. İşte bu sonuçlar yüzünden bir antrenör değişikliğine gitti Beşiktaş ve Tayfur Havutçu takımın başına geçti. Bu kadronun daha farklı şekilde nasıl oynayacağı sorusu ise bu maçın heyecanıydı.

Beşiktaş farklı başladı. Önde karşılayan, önde basan bir takım olarak başladı maça. Oldukça fazla da top kaptı ilerde. Fakat, tek forvet oynamanın getirdiği yalnızlık ve biraz da haftaların getirdiği hırssızlık sonucu çabuk harcandı bu toplar. Üstüne üstlük Kayserispor’un gelen golü de düşünülürse, Tayfur Havutçu heyecanının çabuk bittiği söylenebilirdi.

İkinci yarı ise bambaşka bir Beşiktaş ortaya çıktı. Senenin başından beri adı geçen kanat oyuncuları ve forvetler ilk defa düzenli olarak çalıştı. Beşiktaş’ın orta sahasını da Aurelio’nun yavaşlığından kurtarıp, Ernst’in mücadeleciliğine teslim ettiğimizde bu sonucun ortaya çıkmaması şaşırtıcı olurdu. Beşiktaş en kolay olanları yaparsa zaten sonuç bundan farklı olmaz. Unutmamalı ki rakip de Kayserispor’du. Yıllardır belli bir düzen içinde oynamış, defans ve hücum dengesini iyi tutturmuş bir takım Kayserispor. Fakat biraz kıpırdanış, 45 dakikada 4 gol atmasına yetti Beşiktaş’ın. Tayfur Havutçu heyecanı da sonuna kadar yaşanmış oldu böylece. Maçın bir diğer kazananı ise Almeida oldu. Guiza ya da Guizamsı oyuncularla karşılaştırılmaya başlanmıştı. Bir kafa, bir ayak golüyle, ve tek vuruşlarla, kalitesini ortaya koydu. Almeida, Quaresma, Ernst ve Simeo Beşiktaş’ın iskeletini oluşturmalı.

Son söz hakeme. Beşiktaş bugün, adaletli bir yönetim altında maçı çok daha önceden kazanabilirdi. Hakemler genelde kötüler. Fakat bu kötü yönetimlerinde iki tarafa da hatalar yapıyorlar-dı. Bu maç ise, Halis Özkahya, Beşiktaş’ın aleyhine ne yapılabilirse yaptı. İkinci yarı atak dahi kesti. Oyuncularını cezaya taktırdı, penaltısını vermedi, penaltı verdi. Tayfur Havutçu ilk maçında hakemi de yendi.

http://www.urbarli.net

Yine barış için bombalıyorlar: Libya’ya saldırı

Fransa’nın başkenti Paris’te düzenlenen ve 22 ülkenin katıldığı Libya zirvesinin ardından alınan operasyon kararı uygulamaya alındı. Fransa Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yaptıkları ortak açıklamada Fransız savaş uçaklarının Kaddafi’ye ait bir askeri aracı bombaladığını söyledi.

El Cezire kanalı da, Fransız uçaklarının Bingazi’de Kaddafi’ye bağlı birliklere ait 4 tankın inha edildiğini bildirdi.

Fransız kaynaklar Libya semalarında halen 20 savaş uçağı ve bir Avaks kişif uçağı bulunduğunu ve operasyonların Bingazi kenti’nin 100-150 Km çevresini kapsayacağını açıkladı. Fransa’nın tek uçak gemisi Charles de Gaulle de yarın Libya’ya gönderilecek.

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Libya üzerinde uçuş yapan uçaklarının, Kaddafi’ye bağlı birliklerin saldırısını önlemekte olduğunu söyledi.

Sarkozy, Paris’te yaptığı açıklamada, uçakların, Libya ordusuna bağlı zırhlı araçlara müdahale etmeye hazır olduğunu ifade etti.

İtalya da ABD, NATO ve İtalyan güçlerinin bulunduğu beş üssü kullanıma sundu.

Kanada bölgeye savaş uçakları gönderdi.

Kanada Dışişleri Bakanı Lawrence Cannon, ülkesinin Libya konusunda tüm seçeneklere hazır olduğunu söyledi.

Hollanda başbakanı da, İngiltere, Fransa ve Kanada’nın önümüzdeki saatlerde Libya’ya hava saldırısı yapacaklarını açıkladı.

ABD Başkanı Barack Obama ise, ülkesinin ve Libya ile ilgili diğer koalisyon ülkelerinin, bu ülkede sivillere karşı şiddetin durdurulmasına yönelik olarak acilen harekete geçmeye hazır olduklarını söyledi.

Akdeniz ve çevresinde konuşlulanan ABD savaş uçakları ve savaş gemilerinin, operasyona ilk aşamada katılmadıkları, ancak daha sonra füze saldırılarıyla destek verecekleri ileri sürüldü.

ABD ordusunun Libya hedeflerine Tomahawk füzeleriyle saldırı düzenleyebileceği belirtildi. (Radikal, BBC, Ntv)

Rêxistinên LGBT Newroza Amed’ê Tên Ba Hev

Newroz 2010, Amed

Rexistinên Lezbîyen, Gey, Bîseksüel, Trans (LGBT) bi hêviya agirê Newrozê bi herî kesê azad bike diçin Amed’ê

Rêxistinên LGBT hevkarî kirin ku jibo beşdarbûna pîrozbahîya Newrozê 20 Adarê roja yekşemê ya Amed’ê. Sala borî jî Lezbîyen, Gey, Bîseksüel û transên çar dorê Turkîyê ala bûka baranê (heftreng) li Amedê nîşandabûn.

Rêxistina LGBT navê berê Pîramîd, navê nû Hevjîn sêsal berîyêda ala xweve beşdarê Newrozê bûn.

Sala borî encama tevkarîya rêxistinên LGBT lezbîyen, gey, bîseksüel û trans hejmarek zêdeyi beşdar bûn û qada Newrozê da balkişandin.

Îsal dîsa ji Stenbolê Lamda û İstanbul LGBT, ji Eskişehîrê Morel, ji Enqerê Pembe Hayat û Kaos GL, ji Îzmîrê Siyah Pembe Üçgen, ji Amedê Hevjîn bin ala buka baranê beşdarê pîrozbahîya newroza Amed’êbin.

Ew kesên LGBT li çar dorê Turkîyê bên Amed’ê û tevî sed hezar kesan beşdarê pîrozbahîyêbin. Çar dore qada pîrozbahîyê li ber dengê daholê govendê bigirin, li alîyekêdin gel stranên hunermendên şanogehê li bin alên buka baranêda şabin…

Newroz 2009, Diyarbakır

LGBT Örgütleri Diyarbakır Newroz’unda Buluşuyor

Türkiye’nin farklı kentlerinden Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans (LGBT) örgütleri, newroz ateşinin herkesi özgürleştireceğine dair umutla Diyarbakır’da buluşuyor.

20 Mart Pazar günü kutlanacak Diyarbakır Newroz’una katılmak üzere tüm LGBT örgütleri ortaklaştı. Türkiye’nin dört bir yanından lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyler gökkuşağı bayrağını geçen yıl da Diyarbakır Newroz’unda birlikte dalgalandırmıştı.

Önceki ismi ile Piramid, şimdiki ismi ile Hevjin LGBT Oluşumu üç yıl önce Newroz’a katılarak bir ilki gerçekleştirmişti. İlk kez Newroz’da gökkuşağı bayrağı açılmasının ardından Diyarbakır sokaklarında, gökkuşağı bayrağı dalgalanmıştı.

Geçen yıl ise LGBT örgütlerin ortaklaşması ile lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireyler alana daha fazla sayı ve daha çok dikkat çekerek girdiler. Bu yıl yine İstanbul’dan Lamda ve İstanbul LGBT, Eskişehir’den Morel, Ankara’dan Pembe Hayat ve Kaos GL, İzmir’den Siyah Pembe Üçgen ve Diyarbakır’dan Hevjin, Diyarbakır Newroz’una katılacaklar.

Türkiye’nin dört bir yanından gelen LGBT bireyler, yüz binlerce insanın Newroz alanına akınına eşlik edecek. Yine alanın dört bir yanında çalan davullar eşliğinde halaylar çekilecek, bir yandan da sahneye çıkan sanatçıların şarkılarıyla gökkuşağı bayrakları altında eğlenilecek.

(Kaos GL)

Küresel BAK: Birleşmiş Milletler, Libya’dan elini çek!

Birleşmiş Milletler’in Libya’daki şiddet ortamına müdahale etmeye yönelik kararının ardından Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK), konu ile ilgili bir basın açıklaması yaptı. Açıklamaya göre Küresel BAK, Libya’ya düzenlenecek bir BM güdümlü NATO müdahalesine kesin bir şekilde karşı çıkıyor; bunu emperyalist bir çaba olarak görüyor. Küresel BAK’a göre Libya’daki olasılıkları da Afganistan, Irak ve Yugoslavya benzeri deneyimler üzerinden okumak gerekiyor. Ancak açıklama, bölgede yaşanan gündelik şiddete ve iktidarın yaşam hakkı ihlallerine karşı, politik belirlenimcilikten uzakta ve ilkeciliğe teslim olmayan bir ivedilikte nasıl bir müdahalede bulunulabilir; bununla ilgili bir öneri, bir alternatif getirmiyor.

Açıklamanın anahatları aşağıda, tamamına da http://www.kureselbak.org/2011/03/18-mart-2011-yazili-basin-aciklamasibirlesmis-milletler-libya%E2%80%99dan-elini-cek/ adresinden erişilebiliyor.

Küresel BAK

Libya’da başlayan ayaklanması, Kaddafi rejiminin kanlı müdahalesine rağmen devam ediyor. Yıllardır Kuzey Afrika’daki ve Arabistan Yarımadası’ndaki diktatörlükleri ve oligarşileri destekleyen ve şekillendiren ABD, Fransa, İngiltere gibi ülkeler ise devrimlerin daha fazla yayılmasını engellemek için 1990’lı yıllardan tanıdık gelen bir adımı atmaya hazırlanıyor.

1990’lı yıllarda da Balkanlarda “insani yardım” gerekçesiyle başka ülkelerin iç süreçlerine müdahale eden, yasak bölgeler oluşturan emperyalist güçler, yine hazırlık içindeler. BM Güvenlik Konseyi kararı, sadece uçuşa yasak bölge oluşturulmasını değil, istendiği zaman askeri harekat yapılmasını da kapsıyor.

Fransa BM kararı çıkmadan önce, “karar çıkar çıkmaz müdahale başlar” açıklamasını yapmıştı. Müdahaleye, Fransa ve İngiltere’nin katılacağı, ABD’nin ise daha sonra dahil olacağı bekleniyor.

Emperyalistler her zaman, müdahale etmek, kibirli askeri güçleriyle şov yapmak için bir bahane bulabiliyor. “İnsani yardım”, “katliamları engellemek”, “Diktatörlüklere karşı demokrasiyi savunmak” gibi gerekçelerle kendi işgalci politikalarını haklı çıkartmaya çalışıyorlar.Bu gerekçeyle Irak’ta yüzbinlerce insanı öldürdüler. Bu gerekçelerle NATO hala Afganistan’da insanları öldürmeye devam ediyor.

Bizler Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu aktivistleri olarak bir yandan Kaddafi rejimine karşı mücadele eden Libya halkının yanındayız ama aynı zamanda Libya’ya askeri müdahalede bulunmaya hazırlanan emperyalist ülkelerin işgalci politikalarının da karşısındayız.

NATO Genel Sekreteri Rasmussen BM oylamasından önce “BM ne kadar erken karar verirse o kadar iyi olur. NATO sivilleri Kaddafi rejiminin saldırılarından korumaya hazır” dedi. NATO Genel Sekreteri benzer açıklamaları Afganistan için de yapıyor. Kendisi düpedüz bir küresel terör ve suç örgütü gibi çalışan NATO’nun sivillere yardım etmesi mümkün değildir.

NATO, hala Afganistan’da cinayetlerine devam ediyor. NATO, öncelikle Afganistan işgaline derhal son vermeli, Afganistan’dan çekilmelidir.

Tüm kamuoyunu bir yandan Kaddafi’nin cinayetlerine bir yandan da bunu bahane eden emperyalistlerin BM ve NATO gibi araçları kullanarak başlamaya hazırlandıkları işgal politikalarına karşı mücadele etmeye, sokağa çıkmaya hazır olmaya davet ediyoruz.

(Yeşil Gazete)

 

Gazeteciler özgürlük için Ankara’da yürüdü

Gazeteciler özgür basın için bu kez Ankara’da yürüdü. Gazeteci örgütlerinin düzenlediği etkinlikte cezaevlerindeki gazetecilerin özgür bırakılması talep edildi.

Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun, Ankara’da cezaevlerindeki gazetecilerin özgür bırakılması ile basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa hükümlerinin değiştirilmesi talebiyle düzenlediği “Gazetecilere Özgürlük” yürüyüşü düzenlendi.

Kolej Meydanı’nda çok sayıda gazeteci ellerinde “Tutuklu Gazeteciler Serbest Bırakılsın”, “Gazetecilere Özgürlük”, “Hepimiz Ahmetiz hepimiz Nedimiz”, “TCK’nın 217. Maddesi Değişsin”, “Telefon Dinlemelere Hayır”, “Çeteciler dışarıda gazeteciler içeride” sloganları atıldı.

Yürüyüşte Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun belirlediklerinin dışında dövizler taşınmasına ve sloganlar atılmasına izin verilmedi. Yürüyüşe başlayan gazetecilerin oluşturduğu kortejin etrafında tüm gazetelerden oluşan zincir taşıdı. Kortejin başında “Özgür basın varsa, özgür toplum vardır” pankartı taşındı.

PI hükümeti diyaloga çağırdı

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) temsilcileri, 17 Mart günü, GÖP temsilcilerini ziyaret ederek, basın özgürlüğünü değerlendirdi.

Basına kapalı gerçekleştirilen görüşmenin ardından açıklama yapan IPI Direktörü Alison Bethel McKenzie, gazetecilerin cezaevine konmasının kabul edilmez olduğunu söyleyerek hükümeti diyaloğa çağırdı.

“Türkiye’de hapiste bulunan gazetecilerin sayısı herhangi bir Avrupa ülkesinden ve dünyadaki birçok ülkeden daha fazladır.Türkiye’de çok güçlü bir medya, çok sayıda gazeteci var. Biz Türkiye’yi Avrupa’nın bir mücevheri olarak görüyoruz. O nedenle demokrasi açısından geri kayıyor görüntüsü bizi endişelendiriyor”

IPI, tutuklu gazeteci Nedim Şener ile görüşmek için izin çıkmasını bekliyor.

Gazetecilere Özgürlük Platformu:

Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Türkiye Temsilciliği, Basın Enstitüsü Derneği – IPI Ulusal Komite (BED-IPI), Basın Konseyi, Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), Diplomasi Muhabirleri Derneği (DMD), Ekonomi Gazetecileri Derneği (EGD), Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD), Gazete Sahipleri Derneği, Gazeteciler Cemiyeti (Ankara), Gazeteciler Cemiyetleri Basın Vakfı, Haber-Sen, İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD), İzmir Gazeteciler Cemiyeti (İGC), Kültür Turizm ve Cevre Gazetecileri Derneği (KÜLTÜRÇEV), Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD), Profesyonel Haber Kameramanları Derneği (PHKD), Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği (ESAM), Turizm Çevre ve Kent Gazetecileri Derneği (TURÇEV), Türkiye Foto Muhabirleri Derneği (TFMD), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD), Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB), Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (UMAG).

Adıyaman Gazeteciler Cemiyeti, Afyonkarahisar Gazeteciler Cemiyeti, Aksaray Gazeteciler ve Yazarlar Cemiyeti, Alanya Gazeteciler Cemiyeti, Anadolu Spor Gazetecileri Derneği, Antakya Gazeteciler Cemiyeti, Antalya Gazeteciler Cemiyeti, Artvin Gazeteciler Cemiyeti, Aydın Gazeteciler Cemiyeti, Balıkesir Gazeteciler Cemiyeti, Bartın Gazeteciler Cemiyeti, Batman Gazeteciler ve Yayıncılar Cemiyeti, Bayburt Gazeteciler Cemiyeti, Bolu Gazeteciler Cemiyeti, Burdur Gazeteciler Cemiyeti, Bursa Gazeteciler Cemiyeti, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık Muhabirleri Derneği, Çanakkale Gazeteciler Cemiyeti, Çorum Gazeteciler Cemiyeti, Çukurova Gazeteciler Cemiyeti, Denizli Gazeteciler Cemiyeti, Doğu Anadolu Gazeteciler Cemiyeti, Düzce Gazeteciler Cemiyeti, Edirne Gazeteciler Cemiyeti, Eskişehir Gazeteciler Cemiyeti, Fırat Havzası Gazeteciler Cemiyeti, Gaziantep Gazeteciler Cemiyeti, Giresun Gazeteciler Cemiyeti, Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti, Isparta Gazeteciler Cemiyeti, İskenderun Gazeteciler Cemiyeti, Karabük Gazeteciler Cemiyeti, Karaelmas Gazeteciler Derneği, Karaman Gazeteciler Cemiyeti, Kars Kuzeydoğu Gazeteciler Derneği, Kastamonu Gazeteciler Cemiyeti, Kayseri Gazeteciler Cemiyeti, Kırıkkale Müstakil Gazeteciler Derneği, Kırşehir Gazeteciler Cemiyeti, Kilis Gazeteciler Cemiyeti, Kocaeli Gazeteciler Cemiyeti, Konya Gazeteciler Cemiyeti, Kütahya Gazeteciler Cemiyeti, Malatya Gazeteciler Cemiyeti, Manisa Gazeteciler Cemiyeti, Mersin Gazeteciler Cemiyeti, Muğla Gazeteciler Cemiyeti, Nevşehir Gazeteciler Cemiyeti, Niğde Gazeteciler Cemiyeti, Ordu Gazeteciler Cemiyeti, Osmaniye Gazeteciler Cemiyeti, Radyo ve Televizyon Gazetecileri Derneği, Sakarya Gazeteciler Cemiyeti, Samsun 19 Mayıs Gazeteciler Cemiyeti, Sinop Gazeteciler Cemiyeti, Sivas Gazeteciler Cemiyeti, Şanlıurfa GAP Gazeteciler Cemiyeti, Tokat Gazeteciler Cemiyeti, Trabzon Gazeteciler Cemiyeti, Trakya Gazeteciler Cemiyeti, Tunceli Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Haber Kameramanları Derneği, Uşak Faal Gazeteciler Derneği, Yalova Gazeteciler Cemiyeti, Yozgat Gazeteciler ve Yazarlar Derneği, Zonguldak Gazeteciler Cemiyeti.

(Cumhuriyet-Bianet-Hürriyet-Yeşil Gazete)

Feride iyileşiyor

Beyoğlu Yeşil Ev’in en eski sakini olan Feride geçirdiği ciddi bir hastalığın ardından iyileşiyor.

Yeşil Ev müdavimlerinin yakından tanıdığı Feride, geçen hafta hastalanmış ve Çizmeli Kedi Veteriner Kliniği’nde tedavi altına alınmıştı. Yeşil Ev’e gidip gelen herkesin sağlık durumunu merak ettiği Feride’nin ayağındaki bir yara nedeniyle enfeksiyon kaptığı, klinikte gördüğü tedavinin ardından iyileşmeye başladığı bilgisini aldık. Veteriner hekim Selçuk Çömlek, Feride’nin birkaç gün içinde evine dönebileceğini söyledi.

Yeşil Ev’in keyfini en çok çıkaran isim olan Feride’ye Yeşil Gazete ekibi olarak biz de geçmiş olsun diyor, bir an önce sağlığına kavuşmasını diliyoruz.

(Yeşil Gazete)

HSYK terfilerinde ölçek İnsanlık Anıtı

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 76 idari hâkim ve savcının görev yerini değiştirdi. HSYK, ‘İnsanlık Anıtı’nın yıkılması kararının yürütmesini durduran hâkimi düz üye; yürütmeyi durdurma kararını kaldıran üyeyi de başkan yaptı.

Tayyip Erdoğan’ın ucube dediği Kars’taki İnsanlık Anıtı’nın yıktırmayan hâkime ceza gibi atama yapıldı. HSYK’nın idare mahkemelerinde yaptığı değişiklikle heykelin yıkılmasını önleyen mahkeme başkanı Mehmet Haskalaycı mahkeme başkanlığından alınıp Kayseriye düz üye olarak atandı. Kurul, İnsanlık anıtının yıkılması kararını veren mahkeme üyesini ise Haskalaycı’nını yerine geçirdi.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, idare mahkemelerinde görevli hakim ve savcıların atamalarını yaptı. Bu kapsamda 76 idari hâkim ve savcının görev yeri değiştirildi. En çarpıcı değişiklik ise, Tayyip Erdoğan’ın “ucube” dediği heykelin yıkılmasını önleyen Erzurum 1.idare mahkemesi başkanı Mehmet Haskalaycının tenzili rütbeye uğraması oldu.

Haskalaycı, Erzurum 1. idare mahkemesi başkanlığından alınarak Kayseri’ye düz hakim olarak atandı. Mehmet Haskalaycı’dan boşalan başkanlık koltuğuna ise heykelin yıkılması yönünde karar veren mahkemenin üyesi Ahmet Durmaz oturdu.

Heykeli yapan heykeltraş Mehmet Aksoy’un avukatı Turgut Kazan atamalara, ” İşte yargı bağımsızlığı” diyerek tepki gösterdi.

HSYK atamalarıyla Ankara’da 8 idare mahkemesinin başkanının yeri de değişti.

HSYK atamalarıyla, İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Başkanı Atilla Sarp Danıştay Savcılığı’na getirildi. Atilla Sarp Hrant Dink cinayetinde ihmali olan emniyetçilerin soruşturulmasını engelleyen karara imza atmıştı. Bu karar nedeniyle Hrant Dink’in eşi Rakel Dink tarafından HSYK’ya şikayet edilmişti.

Heykeltraş Mehmet Aksoy’un avukatı Turgut Kazan, bu atamalar için şunları söyledi:

“İnsanlık Anıtı için, Erzurum 1. İdare Mahkemesi’ne açtığımız davada, 7 Mart’ta yürütmeyi durdurma kararı verilmişti. Bu karar 11 Mart’ta bize ulaştı. Ama, 12 Mart’ta, AKPli Hüseyin Tanrıverdi, karara belediyenin itiraz ettiğini belirterek, ‘heykel yıkılacak’ açıklamasını yaptı. İtirazı nereden biliyordu, yürütmeyi durdurma kararının kaldırılacağını nasıl tahmin ediyordu! Sonuç AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın dediği gibi oldu. 16 Mart günü, Erzurum Bölge İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı ve 17 Mart’ta yürütmeyi durdurma kararı veren Mahkeme Başkanı Kayseri’ye üye, yürütmeyi durdurma kararını kaldıran kurul üyesi de başkanlığa atandı. İşte yargı bağımsızlığı.” (Hürriyet, Milliyet, Yeşil Gazete)

Yiyeceklerden radyasyon çıkmaya başladı

Japonya’da soğutma problemi yaşanan Fukuşima nükleer enerji santralinin yakınındaki bölgelerden alınan ıspanak ve süt örneklerinde radyasyon seviyelerinin güvenlik sınırlarının üstüne çıktı. Santralden gelen haberlere göre de iki reaktörün çatısı delindi.

Japonya hükümet sözcüsü Yukio Edano, Fukuşima nükleer enerji santralinin bulunduğu Fukuşima ilindeki süt ile yakınındaki İbaraki ilinde yetiştirilen ıspanaktaki radyasyon seviyesinin güvenlik sınırlarının üstüne çıktığının belirlendiğini söyledi.

Japon hükümeti, ülkede 11 Mart’ta meydana gelen deprem ve tsunaminin ardından ortaya çıkan nükleer krizin ardından, ülkedeki gıda maddelerinin radyasyondan etkilendiğine ilişkin ilk kez açıklamada bulundu.

Japonya’daki şiddetli depremde zarar gören Fukuşima nükleer santralinin 5 ve 6 numaralı reaktörlerini barındıran binaların çatılarının, olası hidrojen patlamalarını önlemek amacıyla delindiği bildirildi.

Tokyo Electric Power’dan (Tepco) yapılan açıklamada, ”5 ve 6 numaralı reaktörlerdeki hidrojen birikmesi endişeleri nedeniyle Tepco, dış binalardaki çatılarda 3 ila 7,5 santimetrelik delikler açtı” denildi.

Santralin 5 ve 6 numaralı reaktörleri daha az hasar gördü, çünkü 1-4 numaralı reaktörlerin aksine, bu reaktörlerin soğutma sistemleri bir dizel jeneratör sayesinde 11 Mart’taki deprem ve tsunamiden sonra çalışmaya devametti. (Yeşil Gazete – Ntv)

Nasıl ‘Ergenekon’ üyesi oldum?

Ahmet Şık, bianet’e gönderdiği mektupta, kitabını hazırlarken iletişime geçtiği ve daha sonra savcılık sorgusunda da adları geçen Sabri Uzun, Hanefi Avcı ve Emin Aslan ile olan ilişkisini anlattı. Şık, “derin yapılanmalarla” hayatı boyunca mücadele etmesine rağmen nasıl Ergenekon “üyesi” olduğunu da mektubunda anlatıyor.
Şık, mektubunda şunları yazdı:
“Benim açımdan bu süreci başlatan olay Hanefi Avcı’nın o çok ses getiren kitabını okumamdan sonra oldu. 2010 yazının sonuydu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, aklıma eski İstihbarat Daire Başkanı (İDB) Sabri Uzun’un Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı’nın köşesinde yayınlanan bir mektubu sonrası yaptığımız telefon konuşması geldi. Uzun, o mektupta, görevden alınmasına yol açan Şemdinli olaylarıyla ilgili meşhur bilgi notunu kendisinin yazmadığını söylüyordu.

Uzun’un söylediği daha önemli şeyler de vardı: ‘Ergenekon denilen örgüt ilk kez 2001 yılında karşıma çıktı. Sonra 2006’da bir kez daha karşımdaydı.’ Kanımca bu çok önemli ifadeler, ilginçtir, medyada karşılığını bulmadı.

Merakla Uzun’un ne demek istediğini öğrenmeye çalıştığımda bana, ‘Devlet memuru terbiyesi almış bir kişi olarak bir gazeteciye açıklama yapmayacağını’ söyledi.

Ne zaman başlamıştı Ergenekon denilen ‘derin devlet’ soruşturması? 2007. Uzun ne diyordu: İlk kez 2001 sonra da 2006’da karşılaştım. Bir gariplik olduğu ortadaydı. Ama adına şimdi Ergenekon denilen derin devlet olgusunun geçmişi neredeyse 60 yıllıktı bu ülkede. Biliyordum. Hatta Ergenekon adını ilk duyanlardan biri de benim. Anlatayım:

2003 ya da 2004 yılıydı, şu anda anımsamıyorum. O dönemde Radikal Gazetesi’nde muhabir olarak çalışıyordum. AKP iktidarı sonrası malum cemaatin, internetin olanaklarını kullanarak ve kendilerini gizleyerek, orduya ‘açıktan’ savaş başlattığı günlerdi. Bu savaşın mevzilerinden biri de ‘aloihbar.org’ isminde bir internet sitesiydi. Zaman zaman ne yazıyorlar diye girip baktığım ve kimi zaman haber yapacak konular bulacağımı düşündüğüm bir mecraydı. Genellikle TSK içindeki yolsuzluklar ve usulsüzlüklere yer verilir, kimi iddialar sıralanırdı. Benzer haber ve iddiaları dile getiren sitelerden biri de ‘yolsuzluk.org’tu (adı sıklıkla değişiyordu).

‘aloihbar.org’da bir gün ilginç bir belge yayınlandı. Birkaç yıl sonra tüm Türkiye’yi örümcek ağı gibi kuşatan soruşturma ve davalar zincirinin önemli yapı taşlarından birini oluşturan ‘Ergenekon lobi’ adlı belgeydi bu.

Ergenekon davalarında da örgütün temel dokumanı diye anılan ve Türkiye derin devletinin yeni stratejisinin dayandığı belge diye duyuruluyordu yanılmıyorsam. Dudak uçuklatan iddialar vardı. Hemen bir çıktı alarak yayın yönetmeni İsmet Berkan’ın odasına daldım. ‘Ağabey ilginç bir dokuman var. Bana haber yapabilirmişiz gibi geldi. Sen de bir oku konuşalım’ dedim. Bir süre sonra İsmet çağırdı ve ‘Saçma sapan şeyler bunlar, doğruluğundan bile emin olamayız. Sitenin reklamını yapmayalım’ dedi. Şaşırmıştım. Haber yapabileceğimizi söylesem de İsmet’i ikna edemedim.

Kısa bir zaman sonraysa Fehmi Koru’nun köşesinde yer aldı iddialar. Oradan yola çıkarak da Aksiyon Dergisi’nin kapağına taşındı. Sonra da unutuldu. Kimse üzerinde bile durmamıştı. Çünkü AKP hükümetteydi ama iktidar değildi. O yıllarda atlanılan iddialar, 2-3 yıl sonraysa, şimdi beni bile cezaevine gönderen bir soruşturma zincirinin en önemli halkasını teşkil etti.

Soruşturma ilk başladığında çok heyecan vericiydi. Açıkçası Veli Küçük’ün tutuklandığı günden itibaren, kışlanın kapısına geldikten sonra üzeri örtülen Susurluk’un asker ayağının soruşturulduğuna dair bir inanç bile oluşmuştu bende.

Her neyse, konumuza dönelim. Beni demir parmaklıklar ardına gönderen süreç Hanefi Avcı’nın kitabıyla başlamıştı.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra Hanefi Bey’i aradım. Kendisinin işkenceci geçmişi ve Susurluk kahramanı olduğu günlerde yaptığım iki ayrı haber nedeniyle tanışmıştık. Zaten bu olaydan sonra da hiç yüz yüze gelmişliğimiz olmadı. Zaman zaman telefonla hal hatır sorulan bir ilişkiydi. Kitabın cemaat kısmının çok içeriden bir sistem eleştirisi olduğunu söyledim kendisine.

Ancak ilk bölümde yer alan Danıştay ve Hrant Dink suikastına bakış açısının eleştirileceğini de belirttim. Sıradan bir polis gözüyle yapılmış değerlendirmeler içerdiğini, meselenin eldeki sanıklardan öte gidilmemesini olumlayan bir bakış açısı olduğunu söyledim. Bir de işkenceci geçmişiyle yüzleşmemesinin en büyük eksiklik olduğunu anlattığımda bana, ‘Bu kitabın konusu o değildi, işkence başlı başına bir kitap konusu olur. Devletin bizi nasıl eğittiğini, sistemin nasıl koruduğunu ve benim geldiğim noktayı anlatmak isterim. Keşke birisi kitap kalınlığında söyleşi yapsa benimle’ dedi.

Yıllar yılı mağdurların anlattıklarından, acı dolu öykülerinden oluşan haberlerimin gizli öznesi karşımdaydı ve hep yapmak istediğim bir söyleşinin olabileceğinin işaretini veriyordu.  Hemen ‘O söyleşiyi ben yapmaya hazırım’ dedim. Avcı, olabileceğini söyledi. Çok heyecanlıydım. Kendisine aynı zamanda kitabıyla ilgili kopan fırtınada ilk darbeyi, işkenceciliğini gizlemekten vuracaklarını da söylemiştim. Gerçekten de oldu. Önce Taraf Gazetesi’nde ardından da malum medyada haberler ardı ardına patladı.  Hepsinin referans aldığı haberin altında imzam vardı.

İnsan hele de tüm mesleki geçmişini hak odaklı habercilik üzerine kuran bir gazeteci böyle bir haberin Türk İslam geleneğinden gelen, devletçi muhafazakar gazetelerde bile böylesine büyük kullanılmasından mutlu olmaz mı? Ben olmadım. Çünkü tartışacağımız daha önemli bir konunun üzerini örtme gayretinden başka bir şey değildi. Elbette işkence hala bir sorun ve en az Avcı’nın iddiaları kadar önemli ama şimdi onu değil, kurulmaya çalışılan polis vesayetini tartışmak daha öncelikliydi. Tam da bu yapılmasın diye Avcı’nın kirli geçmişi önümüze konuluyordu.

Kitabın içinde yer alan onca önemli konu, bu tür haberlerle tartışılmadı bile. Tartışılıyormuş gibi yapılan TV programlarında ve gazetelerde, işkenceci ve infazcı bir polis olduğu vurgusu işlendi hep.

Bir dönemin ‘altın çocuğu’, kendisini tanrılar katına çıkaranlar tarafından tukaka edilivermişti. Öyle ki, dile getirdiği iddiaların doğru olup olmadığı tartışılmadı bile. Kısa süre sonra da, Avcı tıpkı kendinden öncekiler ve sonrakilere olduğu gibi önce Devrimci Karargâh sonra da Ergenekon torbasına tıkılıp cezaevine gönderildi.

İşte o süreçte, Avcı’ya kitabında değindiği ve Emniyet’teki cemaat yapılanmasının kurbanı olduğunu öne sürdüğü polislerin dava dosyaları üzerinden hikayelerini anlatan bir kitap projesini hayata geçirmek istediğimi söyledim. Amacım özellikle Ergenekon soruşturması ve Hrant Dink suikastındaki gizlenmeye çalışılan rolü (ihmal iddiaları) ile iyice ayyuka çıkan polis içindeki cemaatçi yapıyı anlatabilmekti. Kendisinden, söz konusu polislerin avukatlarının bazılarının telefonlarını aldım, diğerlerini de kendim buldum.

O süreçte daha sık telefonlaştığım isimlerden biri de Sabri Uzun’du. Ona da meramımı dile getirdim ve kendisinin de İDB görevinden alınmasında cemaatin parmağı olabileceği kuşkumdan hareketle kitabımda hikayesine yer vermek istediğimi söyledim. Emekli olana dek hiçbir gazeteciye bir şey anlatmayacağını tekrarladı. Ama istersem hikayesine kitabımda yer verebileceğimi de söyledi.

Konuyla ilgili en önemli kaynağım bir gazeteci için maden olan Ergenekon soruşturmasının delil klasörleriydi.

Zaten Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte kaleme aldığımız ‘Kırk Katır Kırk Satır’ serisini çalışırken hayli incelemiştim dosyaları. Her bir belgeyi tek tek okudum desem abartılı olmaz. 1. Ergenekon iddianamesinin 41. delil klasörü emniyet içindeki cemaatçi kadrolaşmaya ilişkin hayli ipucu veriyordu. Ergün Poyraz’da ele geçirilen belgelerden oluşan bu klasörlerde polis içindeki cemaatçi kadrolaşmaya ilişkin yürütülen müfettiş soruşturmalarının belgeleri yer alıyordu.

Bir diğer önemli kaynak ise elbette ki, Avcı’nın kitabında kısaca öykülerine değinilen polis müdürlerinin görevlerinden alınışlarına ilişkin olaylardı.

Bunlardan biri de, kitabımda da ayrıntılı olarak yer verdiğim ve bir komplo olduğundan kuşkum olmayan Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan’ın tutuklanmasıydı. Aslan’la birlikte iki polis müdürü daha, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral da görevlerinden olmuştu.

Aslan’la da temas kurdum. Dava dosyalarını istedim. Her bir belgeyi gönderdiler. Birkaç kez yüz yüze de görüştüm ve hikâyelerini kendi ağzından da dinleme olanağım oldu. O kadar garip haberler çıkmış ve çıkıyordu ki, emin olamıyordum. Hatta gönderdikleri belgelerden önce haklarında düzenlenen iddianameyi okuduğumda suçlu olduklarına ikna olmuştum. Kendi kendime bu hikâyeye kitabımda yer vermemem gerektiğini düşündüm. Ancak dosyanın geri kalanını ve savunmaları okuduğumda ise kafam netleşmişti. Aslan ve diğer emniyet müdürlerinin hikâyesi, başlı başına bir kitap olabilirdi. Binlerce sayfa evrak elimden geçmişti ve hikâye gayet netti.

Derken diğer emniyet müdürleri Faruk Ünsal (Sakarya), Celal Uzunkaya ve Mustafa Gök’ün (İzmir) de dosyalarını almak için kendilerine bir aracı vasıtasıyla haber gönderdim. Başta olumlu bir yaklaşım sergileyen bu polis müdürleri, sonra benimle konuşmaktan vazgeçtiler. Elimde sadece medyada çıkan haberler vardı ve o haliyle kitabımda yer vermem mümkün değildi.

Elbette kitapta anlatılan olayların arasında Sabri Uzun’un başına örülen çoraplar da vardı. Bunları anlatabilmek için Uzun’la sık sık görüşmelerim oldu. Kimi kaynaklara ulaşmak için yardım istediğim de oldu. Kimisini karşıladı, kimisini de uygun bir dille reddetti. Her seferinde devlet memuru olduğunun altını da ısrarla çizdi. Ama gel gör ki, şimdi yazdığım kitabın Sabri Uzun’un imzasıyla çıkartılacağı ve bunun da Ergenekon’un talimatıyla yaptırıldığı gibi bir deli saçması iddiayla içerideyim.

Mahkemede de dile getirdim ama duyulmak istenmedi. Ahmet Şık ne kimsenin emeğinin hakkını yer ne de kimsenin emeğinin hakkını yemesine izin verir. Yani üzerinde aylarca çalıştığım, ailemi bu nedenle ihmal ettiğim, salt kendi emeğimden oluşan bir kitaba neden Sabri Uzun’un imzasını atayım. Hadi bunu geçtim. Tüm ömrü hayatını Ergenekonvari derin yapıları ve yarattıkları acıları anlatmak ve aydınlatmak için geçirmeye çalışan, aldıkları canların hesabını vermesi için uğraşan ben, bir de bu örgütün üyesi olmakla suçlanıyorum. En kibarından deli saçması diyebildim.

Gözaltına alınıp ardından tutuklanmamla başlayan süreçte yapılan kimi yorumları görünce daha bir öfkeleniyordum. Benim adım üzerinden Ergenekon davasının sulandırılacağı ve bunun da bizzat örgüt talimatıyla yapıldığı söyleniyordu. ‘Ulusal Medya 2010’ adı verilen ve dosyanın sanığı olmama karşın halen göremediğim bu belgeye dayanılarak yapılıyordu bu yorumlar. Benim tutuklanmamla Ergenekon soruşturmalarının gidişatının tehlikeye düştüğü doğrudur. Sulandırmak hafif kalıyor çünkü. Ancak bu kararı veren, hayata geçirmeye çabalayan savcılık ve polistir.

Oda TV baskınından kısa süre sonra çıkan haberlerle adım soruşturmaya karıştırıldığında endişelendim. Çıkan saçma bilgi notu bir yana üzerinde çalıştığım kitabım da Oda TV’nin bilgisayarındaydı. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir yazı yazmıştım; tekrara gerek yok. Neyse, adımın Oda TV soruşturmasında geçmesiyle, kitabımın içinde yer alan bir bölümün, ‘Dokunan yanar’ isimli kısmın öznelerinden biri olabileceğim aklıma geldi. Ama yine de ciddiye almadım. Böyle saçmalık mı olurdu ama oldu. İnsan tutuklanınca düşünecek zamanı çok oluyor. Ben de öyle yaptım.

Bu soruşturmaya 18 Şubat’ta Hürriyet Gazetesi’nde çıkan bir haberle adımın bulaştığını öğrendim. 3 Mart’ta ise gözaltına alındım. Peki, savcılık ve elbet polis beni gözaltına almak için neden operasyonun yapıldığı 14 Şubat’tan sonra 18 gün bekledi? Çünkü, tek istedikleri Oda TV’den birilerine telefon açmamdı. Her şeyden önce, oradan kimseyi tanımıyorum. Öte yandan oraya ne diyeceğim ki?

Yazdığım yazıda da soruyorum zaten: “Bitmeyen kitabın Oda TV bilgisayarında ne işi var?” diye. Bunun yanıtını verecek olanlar elbette soruşturmayı yürütenlerin kendisiydi. Elbette o kitap taslağını kendileri bilgisayarlara yüklemediyse ki kanaatim o yönde. Adımın bu soruşturmaya dahil edilmesinin tek nedeni üzerinde çalıştığım kitaptı. Aksini iddia edenlerle de tartışırım. Başta savcılık makamıyla sonra böyle bir davada sanık olmama karşın şu ana dek bana sunulmuş değil. Nedir elinizdeki deliller açıklayın.

Her neyse, dediğim gibi telefon açmam beklendi ama iyi ki gerek duymamışım aramaya. Eğer böyle yapsaydım malum medyada şişirme haberden geçilmeyecekti. Aramızda telefon irtibatı kurulsaydı soruşturmanın en büyük delili olacaktı sanırım. Baktılar olmuyor üstüne bir de meseleyi kurcalayalım, operasyonu başlatalım dediler. Bunda verilen gözdağına rağmen kitabı yayımlatmak istememdeki ısrar da etkili oldu eminim.

Avukatım Fikret ağabeyin de önerisiyle kitap üzerindeki şaibenin kalkması için bir önsöz yayımlansın istiyordum. Birkaç eksiği vardı. Birisi polise ağır silah alma yetkisi tanıyan ve 1 Ocak 2011 günü yapılan mevzuat değişikliğiyle ilgiliydi. Bu değişiklikle “93.01” kodla belirtilen kapsamdaki silahları polis alabilecekti. Nedir bu “93.01” diye öğrenmeye çalışıyordum. Tank mı, top mu, tüfek mi? Bu kapsamdaydı. Yoksa aslı astarı yok muydu? Hala da merak içindeyim, hangi silahlar bu kapsamda. (Gazeteciler bir araştırsanız şu mevzuyu; bakalım ne çıkacak?)

Diğer eksik ise şu sıralar yakınımda bir başka cezaevinde bulunan Hanefi Avcı’ya gönderdiğim soruların yanıtlarıydı. Önce avukatı aracılığıyla gönderdiğim sorulara Avcı yanıt vereceğini söylemişti. Baştan muhalefet şerhi koymuştur ama. Çünkü sorularımın arasında işkenceci olduğu dönemi de kapsayanları vardı. Susurluk döneminde anlattıklarının arasında eksik bıraktıkları var mıydı? Medyada anlatılan yargısız infaz iddialarından tutun da Hizbullahçılar ya da PKK ittifakçılarıyla kurduğu ilişkilere dek bir dolu soru. Elbette ki kendisini cezaevine götüren süreçteki polis içindeki cemaat yapılanması iddiaları da…

“Yanlış sorular var” diyerek soruların bazılarından rahatsız olduğunu dile getirmişti. Bunu söyleyen aracıya dediğimi buraya da aktarıyorum: “Ben Avcı’nın cezaevinde haksız tutulduğuna inanıyorum. Ama amacım Avcı’yı ne aklamaya çalışmak ne de birilerinin yaptığı gibi körü körüne suçlamak. Sadece olguları ve olayları anlatıyorum. Bu sorular da o sürecin bir parçası ve yanıtlanmaya muhtaç. “İstemiyorsa yanıtlamasın.”

Bana yanıtlayacağı bilgisi gelince de Silivri Cezaevi’ne faks yoluyla sorularımı gönderdim. Cezaevi savcılığı da görsün diye. Ben tutuklanana dek yanıtları gelmemişti. Yanıtlar geldiğinde onları da kitaba ekleyip basacaktık. Ama saçma bir şekilde soruşturmaya dahil edilince beklemeden kitabı basmak istedim. Hatta Avcı’dan yanıtlar gelirse sonraki baskılarda yer vereceğimize dair bir not bile yazmıştım. Olmadı. Tutuklandım.

3 Mart sabahı saat 07.00 sıralarında önce Pablo’nun havlaması duyuldu. Ki, inanın hiç havlamaz. O da biliyor kimin iyi niyetli olup olmadığını. Hemen ardından zil çaldı. Mercekten baktığımda polisleri gördüm. Kapıyı aralayıp üzerimi giyinmem gerektiğini söyledim. Kapıyı kapatmama izin vermediler. Yonca da uyanmıştı. Ardından kızım uyandı. Hepimiz anladık neden geldiklerini. Polislere, “Kızım küçük, yanında tatsızlık olmasın” diyebildim. Ardından da avukatım gelene dek aramaya izin vermeyeceğimi söyledim. Elbet uydular isteklere. Sonrası malum. 6 saat süren arama, evimizin talan edilmesi, akla ziyan bir şekilde her şeye el konulması. Aramalara tanıklık eden Salih Bey bana sürekli “Ahmet bey, bunlar ne arıyor?” diye soruyordu. Ben de bilmiyordum ki. Aslında biliyordum da bunu Salih Bey’e nasıl anlatacaktım o hengâmede.

Her neyse sonrasını biliyorsunuz. 3 gün gözaltı ardından gelen tutukluluk.

Kafama takıyor muyum? Hayır. Bunu bekliyordum ve göze almıştım. Üzerinde çalıştığım kitabın konusunu duyan herkes “Seni de yakında alırlar” diye şaka yapıyorlardı. İlk başta ciddiye almadığım bu şaka medya eliyle de gerçek oldu. Şaşkınım sadece. Ben ve Ergenekon. Ya da adlarını burada sayamayacağım ama sizlerin ya da beni tanıyanların tahmin edeceği isimler ve adımın yan yana yazılması. Bu şaka değil kabus olabilir ancak. Karabasan gibi adeta. Ama oldu işte. En kötüsü de kendilerini gazeteci sanan kimselerin ya da selamlaşmadığım yazarların bile beni nasıl Ergenekoncu olduğumu kanıtlama gayretleriydi. İçlerinde beni tanıyanlar da vardı elbet. Biriyle aramızda geçen konuşmayı yazmadan edemeyeceğim. Kusura bakmasın.

Muhabirlik yaptığı dönemden tanıdığım Adem Yavuz Arslan aynı zamanda arkadaşım. Farklı ideolojik kamplarda olsak da o beni bilir ben de onu. Hatta muhabirken çok da cevval bulurdum kendisini. Ama gel gör ki, Bugün gazetesinin Ankara temsilcisi oldu. Neyse onun tercihidir. Oda TV baskınından sonra adımın da geçtiği garabet bilgi notunu köşesine taşıyıp ahkâm kesmiştir. Kendisini aradım. Telefonu kapalı idi. Sonra o beni aradı. Kendisine kızgın olduğumu, o saçma bilgi notunu köşesine taşıyıp beni de suçlu göstermeye çalışmasının doğru olmadığını söyledim. Beni tanıyan biri olarak bu adamlarla beni yan yana düşünebilir misin dedim. “Hayır” dedi. Peki, o yazıyı yazmadan önce beni arayıp görüşümü sorman gerekmez miydi diye sordum. Yanıt veremedi. Sadece “Ama adını yazmadım ki” diyebildi. Benimle ilgili her detayı yaz sonra adını vermedim diye savunma yap. İş mi şimdi bu?

Kendisine bu yapılanın bir itibarsızlaştırma ve karalama operasyonu olduğunu, daha önce de benzer örneklerin yaşandığını anımsattım ve sordum: “Ergenekon şüpheli ya da sanıklarının hepsinin üzerine atılı suçların doğru olduğunu düşünüyor musun?”. “Hayır! Bunu söyleyemem, kurunun yanında yaşlar da var” dedi. Sonra da o gece TV programı olduğunu ve hakkımda çıkan yazıyla ilgili bir şeyler dile getireceğini anlattı. “Gazetede de yaz” dedim ama bunu yapmadı. 3 Mart’tan sonra da ne yazdı, hala görebilmiş değilim. Ama bir operasyonun parçası olduğunu söyleyebilirim. Hem Ergenekon’un tüm sanıklarının suçlu olmadığını düşünüyorum diyeceksin hem de bunu dile getirmeyeceksin, ne gazetecilik ama. Sonra da aynı zihniyetin gazetecileri benim yaptığımın gazetecilik olmadığını iddia edecekler. Ne güzel senaryo değil mi?

Yeterince uzun oldu. Beni cezaevine getiren süreç üç aşağı beş yukarı böyleydi. Okuyun, siz karar verin. Ben artık ne diyeceğimi bilemez haldeyim. Zaten artık söz bitti!!!”

(bianet)

Batman’in uşağı Alfred öldü

Batman filmlerinde Bruce Wayne’nin uşağı Alfred’i canlandıran İngiliz oyuncu Michael Gough (94) öldü.

Ailesi, oyuncunun İngiltere’deki evinde dün hayatını kaybettiğini bildirdi.

Aralarında İngiliz yapımı bilim-kurgu dizisi “Doctor Who”nun bulunduğu 150’den fazla film ve televizyon dizisinde rol alan Gough, yakın zamanda Tim Burton’un yönetmenliğini yaptığı “Alice Harikalar Diyarında” ve “Ölü Gelin” filmlerindeki karakterleri seslendirdi.

Batman filmlerindeki uşak Alfred Pennyworth rolüyle daha çok tanınan oyuncu, bu filmlerde Batman’i canlandıran Michael Keaton, Val Kilmer ve George Clooney ile birlikte oynamıştı.