ManşetTürkiye

Nasıl ‘Ergenekon’ üyesi oldum?

0
Ahmet Şık, bianet’e gönderdiği mektupta, kitabını hazırlarken iletişime geçtiği ve daha sonra savcılık sorgusunda da adları geçen Sabri Uzun, Hanefi Avcı ve Emin Aslan ile olan ilişkisini anlattı. Şık, “derin yapılanmalarla” hayatı boyunca mücadele etmesine rağmen nasıl Ergenekon “üyesi” olduğunu da mektubunda anlatıyor.
Şık, mektubunda şunları yazdı:
“Benim açımdan bu süreci başlatan olay Hanefi Avcı’nın o çok ses getiren kitabını okumamdan sonra oldu. 2010 yazının sonuydu. Kitabı okuyup bitirdiğimde, aklıma eski İstihbarat Daire Başkanı (İDB) Sabri Uzun’un Habertürk gazetesinde Fatih Altaylı’nın köşesinde yayınlanan bir mektubu sonrası yaptığımız telefon konuşması geldi. Uzun, o mektupta, görevden alınmasına yol açan Şemdinli olaylarıyla ilgili meşhur bilgi notunu kendisinin yazmadığını söylüyordu.

Uzun’un söylediği daha önemli şeyler de vardı: ‘Ergenekon denilen örgüt ilk kez 2001 yılında karşıma çıktı. Sonra 2006’da bir kez daha karşımdaydı.’ Kanımca bu çok önemli ifadeler, ilginçtir, medyada karşılığını bulmadı.

Merakla Uzun’un ne demek istediğini öğrenmeye çalıştığımda bana, ‘Devlet memuru terbiyesi almış bir kişi olarak bir gazeteciye açıklama yapmayacağını’ söyledi.

Ne zaman başlamıştı Ergenekon denilen ‘derin devlet’ soruşturması? 2007. Uzun ne diyordu: İlk kez 2001 sonra da 2006’da karşılaştım. Bir gariplik olduğu ortadaydı. Ama adına şimdi Ergenekon denilen derin devlet olgusunun geçmişi neredeyse 60 yıllıktı bu ülkede. Biliyordum. Hatta Ergenekon adını ilk duyanlardan biri de benim. Anlatayım:

2003 ya da 2004 yılıydı, şu anda anımsamıyorum. O dönemde Radikal Gazetesi’nde muhabir olarak çalışıyordum. AKP iktidarı sonrası malum cemaatin, internetin olanaklarını kullanarak ve kendilerini gizleyerek, orduya ‘açıktan’ savaş başlattığı günlerdi. Bu savaşın mevzilerinden biri de ‘aloihbar.org’ isminde bir internet sitesiydi. Zaman zaman ne yazıyorlar diye girip baktığım ve kimi zaman haber yapacak konular bulacağımı düşündüğüm bir mecraydı. Genellikle TSK içindeki yolsuzluklar ve usulsüzlüklere yer verilir, kimi iddialar sıralanırdı. Benzer haber ve iddiaları dile getiren sitelerden biri de ‘yolsuzluk.org’tu (adı sıklıkla değişiyordu).

‘aloihbar.org’da bir gün ilginç bir belge yayınlandı. Birkaç yıl sonra tüm Türkiye’yi örümcek ağı gibi kuşatan soruşturma ve davalar zincirinin önemli yapı taşlarından birini oluşturan ‘Ergenekon lobi’ adlı belgeydi bu.

Ergenekon davalarında da örgütün temel dokumanı diye anılan ve Türkiye derin devletinin yeni stratejisinin dayandığı belge diye duyuruluyordu yanılmıyorsam. Dudak uçuklatan iddialar vardı. Hemen bir çıktı alarak yayın yönetmeni İsmet Berkan’ın odasına daldım. ‘Ağabey ilginç bir dokuman var. Bana haber yapabilirmişiz gibi geldi. Sen de bir oku konuşalım’ dedim. Bir süre sonra İsmet çağırdı ve ‘Saçma sapan şeyler bunlar, doğruluğundan bile emin olamayız. Sitenin reklamını yapmayalım’ dedi. Şaşırmıştım. Haber yapabileceğimizi söylesem de İsmet’i ikna edemedim.

Kısa bir zaman sonraysa Fehmi Koru’nun köşesinde yer aldı iddialar. Oradan yola çıkarak da Aksiyon Dergisi’nin kapağına taşındı. Sonra da unutuldu. Kimse üzerinde bile durmamıştı. Çünkü AKP hükümetteydi ama iktidar değildi. O yıllarda atlanılan iddialar, 2-3 yıl sonraysa, şimdi beni bile cezaevine gönderen bir soruşturma zincirinin en önemli halkasını teşkil etti.

Soruşturma ilk başladığında çok heyecan vericiydi. Açıkçası Veli Küçük’ün tutuklandığı günden itibaren, kışlanın kapısına geldikten sonra üzeri örtülen Susurluk’un asker ayağının soruşturulduğuna dair bir inanç bile oluşmuştu bende.

Her neyse, konumuza dönelim. Beni demir parmaklıklar ardına gönderen süreç Hanefi Avcı’nın kitabıyla başlamıştı.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra Hanefi Bey’i aradım. Kendisinin işkenceci geçmişi ve Susurluk kahramanı olduğu günlerde yaptığım iki ayrı haber nedeniyle tanışmıştık. Zaten bu olaydan sonra da hiç yüz yüze gelmişliğimiz olmadı. Zaman zaman telefonla hal hatır sorulan bir ilişkiydi. Kitabın cemaat kısmının çok içeriden bir sistem eleştirisi olduğunu söyledim kendisine.

Ancak ilk bölümde yer alan Danıştay ve Hrant Dink suikastına bakış açısının eleştirileceğini de belirttim. Sıradan bir polis gözüyle yapılmış değerlendirmeler içerdiğini, meselenin eldeki sanıklardan öte gidilmemesini olumlayan bir bakış açısı olduğunu söyledim. Bir de işkenceci geçmişiyle yüzleşmemesinin en büyük eksiklik olduğunu anlattığımda bana, ‘Bu kitabın konusu o değildi, işkence başlı başına bir kitap konusu olur. Devletin bizi nasıl eğittiğini, sistemin nasıl koruduğunu ve benim geldiğim noktayı anlatmak isterim. Keşke birisi kitap kalınlığında söyleşi yapsa benimle’ dedi.

Yıllar yılı mağdurların anlattıklarından, acı dolu öykülerinden oluşan haberlerimin gizli öznesi karşımdaydı ve hep yapmak istediğim bir söyleşinin olabileceğinin işaretini veriyordu.  Hemen ‘O söyleşiyi ben yapmaya hazırım’ dedim. Avcı, olabileceğini söyledi. Çok heyecanlıydım. Kendisine aynı zamanda kitabıyla ilgili kopan fırtınada ilk darbeyi, işkenceciliğini gizlemekten vuracaklarını da söylemiştim. Gerçekten de oldu. Önce Taraf Gazetesi’nde ardından da malum medyada haberler ardı ardına patladı.  Hepsinin referans aldığı haberin altında imzam vardı.

İnsan hele de tüm mesleki geçmişini hak odaklı habercilik üzerine kuran bir gazeteci böyle bir haberin Türk İslam geleneğinden gelen, devletçi muhafazakar gazetelerde bile böylesine büyük kullanılmasından mutlu olmaz mı? Ben olmadım. Çünkü tartışacağımız daha önemli bir konunun üzerini örtme gayretinden başka bir şey değildi. Elbette işkence hala bir sorun ve en az Avcı’nın iddiaları kadar önemli ama şimdi onu değil, kurulmaya çalışılan polis vesayetini tartışmak daha öncelikliydi. Tam da bu yapılmasın diye Avcı’nın kirli geçmişi önümüze konuluyordu.

Kitabın içinde yer alan onca önemli konu, bu tür haberlerle tartışılmadı bile. Tartışılıyormuş gibi yapılan TV programlarında ve gazetelerde, işkenceci ve infazcı bir polis olduğu vurgusu işlendi hep.

Bir dönemin ‘altın çocuğu’, kendisini tanrılar katına çıkaranlar tarafından tukaka edilivermişti. Öyle ki, dile getirdiği iddiaların doğru olup olmadığı tartışılmadı bile. Kısa süre sonra da, Avcı tıpkı kendinden öncekiler ve sonrakilere olduğu gibi önce Devrimci Karargâh sonra da Ergenekon torbasına tıkılıp cezaevine gönderildi.

İşte o süreçte, Avcı’ya kitabında değindiği ve Emniyet’teki cemaat yapılanmasının kurbanı olduğunu öne sürdüğü polislerin dava dosyaları üzerinden hikayelerini anlatan bir kitap projesini hayata geçirmek istediğimi söyledim. Amacım özellikle Ergenekon soruşturması ve Hrant Dink suikastındaki gizlenmeye çalışılan rolü (ihmal iddiaları) ile iyice ayyuka çıkan polis içindeki cemaatçi yapıyı anlatabilmekti. Kendisinden, söz konusu polislerin avukatlarının bazılarının telefonlarını aldım, diğerlerini de kendim buldum.

O süreçte daha sık telefonlaştığım isimlerden biri de Sabri Uzun’du. Ona da meramımı dile getirdim ve kendisinin de İDB görevinden alınmasında cemaatin parmağı olabileceği kuşkumdan hareketle kitabımda hikayesine yer vermek istediğimi söyledim. Emekli olana dek hiçbir gazeteciye bir şey anlatmayacağını tekrarladı. Ama istersem hikayesine kitabımda yer verebileceğimi de söyledi.

Konuyla ilgili en önemli kaynağım bir gazeteci için maden olan Ergenekon soruşturmasının delil klasörleriydi.

Zaten Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte kaleme aldığımız ‘Kırk Katır Kırk Satır’ serisini çalışırken hayli incelemiştim dosyaları. Her bir belgeyi tek tek okudum desem abartılı olmaz. 1. Ergenekon iddianamesinin 41. delil klasörü emniyet içindeki cemaatçi kadrolaşmaya ilişkin hayli ipucu veriyordu. Ergün Poyraz’da ele geçirilen belgelerden oluşan bu klasörlerde polis içindeki cemaatçi kadrolaşmaya ilişkin yürütülen müfettiş soruşturmalarının belgeleri yer alıyordu.

Bir diğer önemli kaynak ise elbette ki, Avcı’nın kitabında kısaca öykülerine değinilen polis müdürlerinin görevlerinden alınışlarına ilişkin olaylardı.

Bunlardan biri de, kitabımda da ayrıntılı olarak yer verdiğim ve bir komplo olduğundan kuşkum olmayan Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Aslan’ın tutuklanmasıydı. Aslan’la birlikte iki polis müdürü daha, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral da görevlerinden olmuştu.

Aslan’la da temas kurdum. Dava dosyalarını istedim. Her bir belgeyi gönderdiler. Birkaç kez yüz yüze de görüştüm ve hikâyelerini kendi ağzından da dinleme olanağım oldu. O kadar garip haberler çıkmış ve çıkıyordu ki, emin olamıyordum. Hatta gönderdikleri belgelerden önce haklarında düzenlenen iddianameyi okuduğumda suçlu olduklarına ikna olmuştum. Kendi kendime bu hikâyeye kitabımda yer vermemem gerektiğini düşündüm. Ancak dosyanın geri kalanını ve savunmaları okuduğumda ise kafam netleşmişti. Aslan ve diğer emniyet müdürlerinin hikâyesi, başlı başına bir kitap olabilirdi. Binlerce sayfa evrak elimden geçmişti ve hikâye gayet netti.

Derken diğer emniyet müdürleri Faruk Ünsal (Sakarya), Celal Uzunkaya ve Mustafa Gök’ün (İzmir) de dosyalarını almak için kendilerine bir aracı vasıtasıyla haber gönderdim. Başta olumlu bir yaklaşım sergileyen bu polis müdürleri, sonra benimle konuşmaktan vazgeçtiler. Elimde sadece medyada çıkan haberler vardı ve o haliyle kitabımda yer vermem mümkün değildi.

Elbette kitapta anlatılan olayların arasında Sabri Uzun’un başına örülen çoraplar da vardı. Bunları anlatabilmek için Uzun’la sık sık görüşmelerim oldu. Kimi kaynaklara ulaşmak için yardım istediğim de oldu. Kimisini karşıladı, kimisini de uygun bir dille reddetti. Her seferinde devlet memuru olduğunun altını da ısrarla çizdi. Ama gel gör ki, şimdi yazdığım kitabın Sabri Uzun’un imzasıyla çıkartılacağı ve bunun da Ergenekon’un talimatıyla yaptırıldığı gibi bir deli saçması iddiayla içerideyim.

Mahkemede de dile getirdim ama duyulmak istenmedi. Ahmet Şık ne kimsenin emeğinin hakkını yer ne de kimsenin emeğinin hakkını yemesine izin verir. Yani üzerinde aylarca çalıştığım, ailemi bu nedenle ihmal ettiğim, salt kendi emeğimden oluşan bir kitaba neden Sabri Uzun’un imzasını atayım. Hadi bunu geçtim. Tüm ömrü hayatını Ergenekonvari derin yapıları ve yarattıkları acıları anlatmak ve aydınlatmak için geçirmeye çalışan, aldıkları canların hesabını vermesi için uğraşan ben, bir de bu örgütün üyesi olmakla suçlanıyorum. En kibarından deli saçması diyebildim.

Gözaltına alınıp ardından tutuklanmamla başlayan süreçte yapılan kimi yorumları görünce daha bir öfkeleniyordum. Benim adım üzerinden Ergenekon davasının sulandırılacağı ve bunun da bizzat örgüt talimatıyla yapıldığı söyleniyordu. ‘Ulusal Medya 2010’ adı verilen ve dosyanın sanığı olmama karşın halen göremediğim bu belgeye dayanılarak yapılıyordu bu yorumlar. Benim tutuklanmamla Ergenekon soruşturmalarının gidişatının tehlikeye düştüğü doğrudur. Sulandırmak hafif kalıyor çünkü. Ancak bu kararı veren, hayata geçirmeye çabalayan savcılık ve polistir.

Oda TV baskınından kısa süre sonra çıkan haberlerle adım soruşturmaya karıştırıldığında endişelendim. Çıkan saçma bilgi notu bir yana üzerinde çalıştığım kitabım da Oda TV’nin bilgisayarındaydı. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir yazı yazmıştım; tekrara gerek yok. Neyse, adımın Oda TV soruşturmasında geçmesiyle, kitabımın içinde yer alan bir bölümün, ‘Dokunan yanar’ isimli kısmın öznelerinden biri olabileceğim aklıma geldi. Ama yine de ciddiye almadım. Böyle saçmalık mı olurdu ama oldu. İnsan tutuklanınca düşünecek zamanı çok oluyor. Ben de öyle yaptım.

Bu soruşturmaya 18 Şubat’ta Hürriyet Gazetesi’nde çıkan bir haberle adımın bulaştığını öğrendim. 3 Mart’ta ise gözaltına alındım. Peki, savcılık ve elbet polis beni gözaltına almak için neden operasyonun yapıldığı 14 Şubat’tan sonra 18 gün bekledi? Çünkü, tek istedikleri Oda TV’den birilerine telefon açmamdı. Her şeyden önce, oradan kimseyi tanımıyorum. Öte yandan oraya ne diyeceğim ki?

Yazdığım yazıda da soruyorum zaten: “Bitmeyen kitabın Oda TV bilgisayarında ne işi var?” diye. Bunun yanıtını verecek olanlar elbette soruşturmayı yürütenlerin kendisiydi. Elbette o kitap taslağını kendileri bilgisayarlara yüklemediyse ki kanaatim o yönde. Adımın bu soruşturmaya dahil edilmesinin tek nedeni üzerinde çalıştığım kitaptı. Aksini iddia edenlerle de tartışırım. Başta savcılık makamıyla sonra böyle bir davada sanık olmama karşın şu ana dek bana sunulmuş değil. Nedir elinizdeki deliller açıklayın.

Her neyse, dediğim gibi telefon açmam beklendi ama iyi ki gerek duymamışım aramaya. Eğer böyle yapsaydım malum medyada şişirme haberden geçilmeyecekti. Aramızda telefon irtibatı kurulsaydı soruşturmanın en büyük delili olacaktı sanırım. Baktılar olmuyor üstüne bir de meseleyi kurcalayalım, operasyonu başlatalım dediler. Bunda verilen gözdağına rağmen kitabı yayımlatmak istememdeki ısrar da etkili oldu eminim.

Avukatım Fikret ağabeyin de önerisiyle kitap üzerindeki şaibenin kalkması için bir önsöz yayımlansın istiyordum. Birkaç eksiği vardı. Birisi polise ağır silah alma yetkisi tanıyan ve 1 Ocak 2011 günü yapılan mevzuat değişikliğiyle ilgiliydi. Bu değişiklikle “93.01” kodla belirtilen kapsamdaki silahları polis alabilecekti. Nedir bu “93.01” diye öğrenmeye çalışıyordum. Tank mı, top mu, tüfek mi? Bu kapsamdaydı. Yoksa aslı astarı yok muydu? Hala da merak içindeyim, hangi silahlar bu kapsamda. (Gazeteciler bir araştırsanız şu mevzuyu; bakalım ne çıkacak?)

Diğer eksik ise şu sıralar yakınımda bir başka cezaevinde bulunan Hanefi Avcı’ya gönderdiğim soruların yanıtlarıydı. Önce avukatı aracılığıyla gönderdiğim sorulara Avcı yanıt vereceğini söylemişti. Baştan muhalefet şerhi koymuştur ama. Çünkü sorularımın arasında işkenceci olduğu dönemi de kapsayanları vardı. Susurluk döneminde anlattıklarının arasında eksik bıraktıkları var mıydı? Medyada anlatılan yargısız infaz iddialarından tutun da Hizbullahçılar ya da PKK ittifakçılarıyla kurduğu ilişkilere dek bir dolu soru. Elbette ki kendisini cezaevine götüren süreçteki polis içindeki cemaat yapılanması iddiaları da…

“Yanlış sorular var” diyerek soruların bazılarından rahatsız olduğunu dile getirmişti. Bunu söyleyen aracıya dediğimi buraya da aktarıyorum: “Ben Avcı’nın cezaevinde haksız tutulduğuna inanıyorum. Ama amacım Avcı’yı ne aklamaya çalışmak ne de birilerinin yaptığı gibi körü körüne suçlamak. Sadece olguları ve olayları anlatıyorum. Bu sorular da o sürecin bir parçası ve yanıtlanmaya muhtaç. “İstemiyorsa yanıtlamasın.”

Bana yanıtlayacağı bilgisi gelince de Silivri Cezaevi’ne faks yoluyla sorularımı gönderdim. Cezaevi savcılığı da görsün diye. Ben tutuklanana dek yanıtları gelmemişti. Yanıtlar geldiğinde onları da kitaba ekleyip basacaktık. Ama saçma bir şekilde soruşturmaya dahil edilince beklemeden kitabı basmak istedim. Hatta Avcı’dan yanıtlar gelirse sonraki baskılarda yer vereceğimize dair bir not bile yazmıştım. Olmadı. Tutuklandım.

3 Mart sabahı saat 07.00 sıralarında önce Pablo’nun havlaması duyuldu. Ki, inanın hiç havlamaz. O da biliyor kimin iyi niyetli olup olmadığını. Hemen ardından zil çaldı. Mercekten baktığımda polisleri gördüm. Kapıyı aralayıp üzerimi giyinmem gerektiğini söyledim. Kapıyı kapatmama izin vermediler. Yonca da uyanmıştı. Ardından kızım uyandı. Hepimiz anladık neden geldiklerini. Polislere, “Kızım küçük, yanında tatsızlık olmasın” diyebildim. Ardından da avukatım gelene dek aramaya izin vermeyeceğimi söyledim. Elbet uydular isteklere. Sonrası malum. 6 saat süren arama, evimizin talan edilmesi, akla ziyan bir şekilde her şeye el konulması. Aramalara tanıklık eden Salih Bey bana sürekli “Ahmet bey, bunlar ne arıyor?” diye soruyordu. Ben de bilmiyordum ki. Aslında biliyordum da bunu Salih Bey’e nasıl anlatacaktım o hengâmede.

Her neyse sonrasını biliyorsunuz. 3 gün gözaltı ardından gelen tutukluluk.

Kafama takıyor muyum? Hayır. Bunu bekliyordum ve göze almıştım. Üzerinde çalıştığım kitabın konusunu duyan herkes “Seni de yakında alırlar” diye şaka yapıyorlardı. İlk başta ciddiye almadığım bu şaka medya eliyle de gerçek oldu. Şaşkınım sadece. Ben ve Ergenekon. Ya da adlarını burada sayamayacağım ama sizlerin ya da beni tanıyanların tahmin edeceği isimler ve adımın yan yana yazılması. Bu şaka değil kabus olabilir ancak. Karabasan gibi adeta. Ama oldu işte. En kötüsü de kendilerini gazeteci sanan kimselerin ya da selamlaşmadığım yazarların bile beni nasıl Ergenekoncu olduğumu kanıtlama gayretleriydi. İçlerinde beni tanıyanlar da vardı elbet. Biriyle aramızda geçen konuşmayı yazmadan edemeyeceğim. Kusura bakmasın.

Muhabirlik yaptığı dönemden tanıdığım Adem Yavuz Arslan aynı zamanda arkadaşım. Farklı ideolojik kamplarda olsak da o beni bilir ben de onu. Hatta muhabirken çok da cevval bulurdum kendisini. Ama gel gör ki, Bugün gazetesinin Ankara temsilcisi oldu. Neyse onun tercihidir. Oda TV baskınından sonra adımın da geçtiği garabet bilgi notunu köşesine taşıyıp ahkâm kesmiştir. Kendisini aradım. Telefonu kapalı idi. Sonra o beni aradı. Kendisine kızgın olduğumu, o saçma bilgi notunu köşesine taşıyıp beni de suçlu göstermeye çalışmasının doğru olmadığını söyledim. Beni tanıyan biri olarak bu adamlarla beni yan yana düşünebilir misin dedim. “Hayır” dedi. Peki, o yazıyı yazmadan önce beni arayıp görüşümü sorman gerekmez miydi diye sordum. Yanıt veremedi. Sadece “Ama adını yazmadım ki” diyebildi. Benimle ilgili her detayı yaz sonra adını vermedim diye savunma yap. İş mi şimdi bu?

Kendisine bu yapılanın bir itibarsızlaştırma ve karalama operasyonu olduğunu, daha önce de benzer örneklerin yaşandığını anımsattım ve sordum: “Ergenekon şüpheli ya da sanıklarının hepsinin üzerine atılı suçların doğru olduğunu düşünüyor musun?”. “Hayır! Bunu söyleyemem, kurunun yanında yaşlar da var” dedi. Sonra da o gece TV programı olduğunu ve hakkımda çıkan yazıyla ilgili bir şeyler dile getireceğini anlattı. “Gazetede de yaz” dedim ama bunu yapmadı. 3 Mart’tan sonra da ne yazdı, hala görebilmiş değilim. Ama bir operasyonun parçası olduğunu söyleyebilirim. Hem Ergenekon’un tüm sanıklarının suçlu olmadığını düşünüyorum diyeceksin hem de bunu dile getirmeyeceksin, ne gazetecilik ama. Sonra da aynı zihniyetin gazetecileri benim yaptığımın gazetecilik olmadığını iddia edecekler. Ne güzel senaryo değil mi?

Yeterince uzun oldu. Beni cezaevine getiren süreç üç aşağı beş yukarı böyleydi. Okuyun, siz karar verin. Ben artık ne diyeceğimi bilemez haldeyim. Zaten artık söz bitti!!!”

(bianet)

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.