Ana Sayfa Blog Sayfa 5236

İlke – Ahmet Altan

Libya’ya müdahaleye Türkiye’de çok geniş bir cephenin karşı çıktığı görülüyor.

Türkler, Kürtler, İslamcılar, Kemalistler, solcular, sağcılar, iktidar, muhalefet, “Batı’nın” Kaddafi’ye karşı gerçekleştirdiği operasyonu eleştiriyor.

Batı’ya karşı ortak bir kuşku var.

Bu kuşkuları tek bir cümlede toplarsak, “ahlaksız ve ikiyüzlü Batı emperyalizmi, petrolü almak istediği için Kaddafi’ye saldırıyor.”

Batı’nın tarihine baktığımızda “ahlaksızlık ve ikiyüzlülüğün” her biçimini görüyoruz.

Buna mı kızıyoruz?

Ahlak ve dürüstlük adına buna kızıyorsak…

“Kıbrıslı Türklere yardım etmeye gittiğimizi” söyleyip, sonra Kıbrıslı Türkler “artık bizi rahat bırakın” dediğinde, “biz orası için şehit verdik, orayı bırakmayız” demeyi nasıl değerlendiriyoruz?

Ahlaklı ve dürüst davranışlar olarak mı görüyoruz bunu?

Yoksa Batılılar için başka, kendimiz için başka ölçülerimiz mi var?

Hem “emperyalist” Batı’nın ikiyüzlülüğüne bu kadar kızıyorsak neden bu “emperyalistlerin” silahlı gücü olan NATO’ya üyeyiz, neden bu emperyalistlerin “kulübü” olan Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz?

Niye siz de “darbeci” generaller gibi bu örgütlerden çıkmamızı önermiyorsunuz?

Petrol meselesine gelince…

Kaddafi bugüne kadar petrolünü Batı’ya satmıyor muydu?

Kırk yıl boyunca Kaddafi’den sadece petrol değil, çıkan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla para da alan Batılılar, şimdi neden “petrol” için Kaddafi’ye saldırsınlar?

Kaddafi onlardan para ve petrol mü sakındı?

Yoksa aslında bunlar “laf” da, biz hangi görüşten ve inançtan olursak olalım içimize mıh gibi yerleşen “Kemalist ideolojinin” bağımsızlık anlayışı zedelendiği için mi öfkeleniyoruz?

Geçen gün gazetenin sabah toplantısında da tartıştık, gazetenin neredeyse yarıdan fazlası bu “operasyona” karşı ve bunu öfkeyle dile getiriyor.

Bu tartışmada çok fazla taraftar bulamayacağımı biliyorum ama kabul edin ki “taraftar bulmak” için yazı yazmak da ciddi bir ahlaksızlık ve ikiyüzlülük olur.

Ben, Türkiye de dahil hiçbir devletin ve devlet yöneticisinin “bağımsız” olmasını istemem, bütün toplumlar birbirine “bağımlı” olsun ve devletlerin kendi halkına zulmetme özgürlüğü bitsin isterim.

Önce, bu operasyona karşı çıkan Kürtlere sorayım.

Kaddafi gibi bir deli Türkiye’de iktidara gelse ve uçaklarıyla, tanklarıyla, toplarıyla Diyarbakır’a Kürtleri yok etmek için yürüse, birileri buna müdahale etsin istemez misiniz?

Dindarlara sorayım.

Kaddafi gibi biri “laikçi” bir darbe gerçekleştirse ve dindarları stadyumlara doldurup öldürtmek üzere planlar yapsa, birileri buna müdahale etsin istemez misiniz?

Kemalistlere sorayım.

Kaddafi gibi biri “şeriatçı” bir darbe gerçekleştirse ve “modern” bir hayat sürenleri temizlemeye kalksa, birileri buna müdahale etsin istemez misiniz?

Böyle bir müdahaleyi “emperyalist” bir saldırı olarak mı görürsünüz?

Yoksa büyük bir katliamdan kurtulan Bingazi halkı gibi sevinir misiniz?

Bingazi kapılarına dayanan Kaddafi oradaki isyancıları öldürseydi ne hissedecektiniz?

Mübarek, Tahrir meydanında toplananları uçaklarla bombalatsaydı, kimsenin karışmamasını mı tercih ederdiniz?

Niye “hep diktatörleri ahlaksız ve ikiyüzlü Batı durduruyor” diye sorarsanız, ben de size “niye diktatörleri ahlaklı ve dürüst Doğu hiç durdurmuyor” diye sorarım.

“Gazze’ye niye müdahale etmediler” derseniz, “oradaki gerçekten ikiyüzlü yaklaşımları ve hataları devam etsin mi istiyorsunuz” derim.

Ruanda’da, Gazze’de, Bosna’da, Libya’da öldürülenleri katilleriyle baş başa mı bırakmalıyız?

Ölenler ve öldürenler varsa, “ahlaklı ve dürüst insanlar” için onların “dini, ırkı, inancı” önemli olmamalı.

“Gazze’ye niye müdahale etmedi de Bingazi’ye müdahale ediyor” diyenler, “niye Gazze’deki çocuk için üzülüyorum da, Bingazi’deki çocuk için üzülmüyorum” diye de sormalı?

Ben diktatörlerden ve zalimlerden nefret ederim.

Dünyanın onları durdurmasını isterim.

Batı “ikiyüzlü ve ahlaksız” davranıp bazı diktatörleri durdurup, bazılarını durdurmuyorsa, “durdurduklarının” değil “durdurmadıklarının” hesabını sorarım.

Benim Kaddafi’nin yanında ya da karşısında olmam, Kaddafi için hiçbir fark yaratmaz ama benim için yaratır.

Ben Kaddafi’nin yanında durmam.

Ben ayaklanan Bingazi’lilerden yanayım, onlar zorbalıktan kurtulsun isterim.

 

Mısırlı kadın göstericiler “bekaret testi” yaptırmaya zorlanıyor

Uluslararası Af Örgütü, 23 Mart 2011 tarihinde, bu ayın başlarında Tahrir Meydanı’nda tutuklanan kadın göstericilerin, ordu tarafından zorla “bekaret testi” dahil maruz bırakıldığı ciddi işkence iddialarının araştırılması için Mısır yetkililerine çağrıda bulundu.

Ordu mensupları 9 Mart tarihinde göstericiler meydanını şiddetle dağıttıktan sonra, en az 18 kadın askeri gözaltında tutulmuştu. Kadın göstericiler, Uluslararası Af Örgütü’ne kendilerinin dövüldüklerini, elektrik şoku verildiğini, erkek askerler tarafından fotoğrafları çekilirken elbiseleri çıkarılarak aramaya maruz bırakıldıklarını ve daha sonra fuhuş suçlaması ile tehdit edildiklerini ve “bekaret testi” yaptırmaya zorlandıklarını bildirdiler.

Zorla veya tehdit yoluyla yaptırılan “bekaret testleri” bir işkence biçimidir.

Uluslararası Af Örgütü: Tıp mesleğinin tüm üyeleri bu sözde teste ortak olmayı reddetmelidir

Uluslararası Af Örgütü, “Kadınların “bekaret testi” yaptırmalarını zorlamak hiç bir şekilde kabul edilemez. Bunun amacı, kadınları sadece kadın oldukları için aşağılamaktır. Tıp mesleğinin tüm üyeleri bu sözde teste ortak olmayı reddetmelidir” dedi.

20 yaşındaki Salwa Hosseini, Uluslararası Af Örgütü’ne, tutuklandıktan ve Heikstep’deki bir askeri cezaevine alındıktan sonra, iki açık kapı ve bir pencereli odada kadın bir gardiyan tarafından aranması için diğer kadınlarla birlikte tüm elbiselerinin çıkarıldığını söyledi. Salwa Hosseini, elbiseleri çıkarılarak yapılan arama sırasında, erkek askerlerin odaya baktıklarını ve çıplak kadınların fotoğraflarını çektiklerini söyledi.

Kadınlar, daha sonra beyaz ceket giymiş bir erkek tarafından bir başka odada ‘bekaret testi’ne tabi tutuldu. Bakire olmadıkları “tespit edilenler”, fuhuş yapmakla suçlanacaklarına dair tehdit edildi.

Uluslararası Af Örgütü tarafından alınan bilgiye göre, bir kadın, bakire olduğunu söylediğini fakat iddiaya göre aksini kanıtlayan test nedeniyle kendisine elektrik şoku verildiği ve dövüldüğünü söyledi.

Uluslararası Af Örgütü, “Kadın ve kız çocuklarının onur kırıcı ve ayrımcı muameleye maruz kalmadan ya da tutuklanıp işkence edilmeden hükümete karşı gösteri yapabilme ve Mısır’ın geleceği üzerine görüşlerini ifade edebilmeleri gerekmektedir” dedi.

“Ordu mensupları, erkeklerin izlemesine ve olanları fotoğraflamasına izin vererek kadınları daha da fazla aşağılamaya çalıştı. Bu olay, fotoğrafların kamuya açıklanması durumunda, kadınların daha fazla risk altında olacağına yönelik kati bir tehdit ile yapılmıştır.”

Gazeteci Rasha Azeb de Tahrir Meydanı’nda gözaltına alındı ve Uluslararası Af Örgütü’ne aşağılandığını, dövüldüğünü ve kelepçelendiğini söyledi.

Tutuklanmalarını takiben, Kahire Müzesi’nin müştemilatına götürülen 18 kadına orada “fahişe” olarak hitap edildiği, göğüs ve bacaklarına elektrik şoku verildiği, hortum ve sopalarla dövüldükleri bildirildi.

Rasha Azeb, müzede gözaltı süresince, elektrik şoku verilerek işkence yapılan diğer kadınları duyabiliyor ve görebiliyordu. Rasha Azeb, gazeteci olan diğer 4 erkek ile birlikte birkaç saat sonra serbest bırakıldı fakat diğer 17 kadın Heikstep’de bulunan askeri cezaevine nakledildi.

Rasha Azeb ve Salwa Hosseini ile aynı sırada gözaltında tutulan diğer kadınların El Nadeem Şiddet Mağdurları Rehabilitasyon Merkezi’ne verdikleri ifadelerde de; dayak, elektrik şoku ve “bekaret testleri” yer almaktadır.

Uluslararası Af Örgütü, “Mısır yetkilileri kadın göstericilere yönelik şok edici ve onur kırıcı muameleyi durdurmalıdır. Kadınlar Mısır’da değişim getirmeye tam anlamıyla katıldı, bu aktivizmleri nedeniyle onlar cezalandırılmamalıdır” dedi.

“Tüm güvenlik ve askeri güçlere zorla “bekaret testi” istenmesi dahil, diğer kötü muamele ve işkencenin hiçbir şekilde tolere edilmeyeceğine ve bu tür olayların soruşturulacağına dair açıkça talimat verilmelidir. Bu tür davranışların sorumluları bulunup, adalete teslim edilmelidir. Ve bu tür ihlallerden ötürü kınanan cesaretli kadınlar misillemelerden korunmalıdır.”

Askeri cezaevinde gözaltına alınan 17 kadının tümü 11 Mart tarihinde askeri bir mahkemeye çıkarıldı ve 13 Mart günü serbest bırakıldı. Birkaçı ise bir yıl ertelenmiş hapis cezasına mahkum edildi.

Salwa Hosseini, silah taşıma, trafiği engelleme, özel ve kamu mülkiyetine zarar verme ve ahlaka aykırı davranışından suçlu bulundu.

Uluslararası Af Örgütü, temyiz hakkının ciddi derecede kısıtlandığı ve adil olmayan yargılamalar konusunda kötü bir sicili olan Mısır’da sivillerin askeri mahkeme tarafından yargılanmasına karşı çıkmaktadır.

(www.amnesty.org.tr)

Şevval Sam ve Trakyalı kadınlar Ergene için buluşuyor

Daha önce Trakya’da Ergene nehrinin korkutucu seviyelere varan kirliliğini ve nehir havzasının sanayi bölgesine dönüştürülmesini protesto edip bu konuda paneller düzenlemiş olan Ergene İnsiyatifi‘nden kadınlar, 26 Mart Cumartesi günü sanatçı Şevval Sam’ın da katılacağı bir etkinlikte köprü başında nehirdeki acil soruna dikkat çekmek için bir araya geliyor. Edirne Uzunköprü’de köprü başında bir araya gelecek insiyatif kadınları, temiz toprak hakkımızı güvence altına almak için herkesi katılmaya davet ediyor.

Etkinliğe katılmak isteyenler için İstanbul’dan da 26 Mart saat 13:00’da Taksim AKM önündenotobüsler kalkacak, kadın eylemi ve konserin ardından gece 22:30’da tekrar İstanbul’a hareket edilecek.

Çağrı metninde “Toprağımıza, suyumuza, kültürümüze,  sağlığımıza, geleceğimize sahip çıkıyoruz!     Yaşamlarımıza sahip çıkıyoruz. Köylerde, tarlalarda, sokaklarda, Ergene Nehrini ve ovasını kirletenlere isyan ediyoruz!..Doğayı sömürenler kadınlarımızı da sömürenlerdir. Çünkü Trakya kadınları doğayla bir bütündür” denilerek kadınların aktif olarak Ergene Nehri’nin öldürülmesine mani olacakları ifade ediliyor.

(Yeşil Gazete)

Nükleerden vazgeçelim, dünyaya örnek olalım – Şahin Alpay

Japonya’nın Fukuşima santralında yaşanan nükleer facianın boyutları giderek daha vahim bir hal alıyor. Santralın 4 reaktöründe de, en büyük tehlike olan reaktör kalbinin erimesi olayı gündemde. AB Komisyonu’nun enerjiden sorumlu üyesi Günther Öttinger, Avrupa Parlamentosu’na yaptığı açıklamada, durumun kontrolden çıktığını belirttikten sonra, “Kıyametten söz ediliyor… Bu sözcüğün doğru seçildiğini düşünüyorum” dedi. (The Guardian, 16 Mart)

Japonya gibi dünyanın teknolojik bakımdan en ileri gitmiş, nüfusu en eğitimli ve en disiplinli olan bir toplumda bile, nükleer krizle başa çıkmada büyük yetersizlikler gösterildiğine dair yorumlar yayılıyor. Nükleer santrallara sahip ya da kurmakta olan ülkelerde güvenlik önlemleri gözden geçiriliyor. Çin, inşaatları askıya aldığını açıkladı. Çoktan yeni nükleer santral yapmama kararı alan Almanya, 1980 öncesi inşa edilenleri üç ay süreyle kapattı. Başbakan Merkel, “Japonya gibi gelişmiş bir ülkede bunlar yaşanabiliyorsa, yeni bir durumla karşı karşıyayız ve buna göre davranmalıyız” dedi. Britanya, ABD ve nükleer enerjide en fütursuz Fransa bile santralları gözden geçirme kararı aldı. Faal 440 santraldan üçünde yaşanan facialardan sonra dünyanın yeni nükleer santral kurmadan önce birkaç kez düşüneceği anlaşılıyor. Peki bizim hükümet ne yapıyor?

Başbakan Erdoğan, Moskova’ya hareketinden önce, nükleer santralların riskini tüp gaz kullanma riskine benzetti. Moskova’da, “Olumsuz bir netice doğacak diye yatırımdan vazgeçemezsiniz…” buyurdu. Ve telaşla ekledi: “Her şey tamam, kazmalar vurulacak. Aylar değil, haftalar sayıyoruz. Nükleer santralın temeli nisan sonu ya da mayıs başı atılabilir…” Enerji ve Çevre bakanlarının söylediklerinde ciddiye alınacak bir taraf görmüyorum. Başbakan’ın sözleri ise, hükümetin nükleer santralların arz ettiği tehlikeler konusunda Çernobil’e ve Fukuşima’ya rağmen ne kadar aldırmaz, ne kadar vurdum duymaz bir tavır içinde olduğunu yeterince gösteriyor.

Türkiye bu tavra layık değildir. Ama maalesef, nükleer enerji için yıllardır yürütülen lobi faaliyetleri toplumun ezici çoğunluğunu riskler konusunda tam anlamıyla karanlıkta bıraktı; nükleer santrallar modernliğin simgesi olarak yutturuldu. Herhalde bu nedenle Başbakan, “bu tavır oy kaybettirmez, kazandırır” diye düşünüyor. Ama yanıldığını görebilir…

Okurlarım biliyor: AKP hükümetini ekonomi alanındaki başarıları, demokraside sağladığı ilerlemeler, ülkeye kazandırdığı saygınlık nedeniyle takdir ediyorum. Eleştirdiğim birçok uygulaması var, ama çevre konularındaki duyarsızlığı, özel olarak nükleer enerjideki aymaz tutumu, performansına kara bir leke sürüyor.

Peki, anamuhalefet partisi ne diyor? CHP Genel Başkanı, Fukuşima faciası hakkında ne düşündüğü sorulduğunda hemen “nükleer enerjiye karşı değiliz” diyor. Sonra, nükleer santral için ihale açılmadığını hatırlatarak, şunları söylüyor: “Hangi gerekçeyle ihalesiz? Bunları bilmeden, bunları sorgulamadan gerçekleri bulamayız. Kim daha ucuza, kim daha güvenlikli, kaçıncı kuşak bu nükleer santrallar, bütün bunların hepsinin bilinmesi, tartışılması gerekirdi. Ama yapılmadı. Gidildi, Rusya ile anlaşma imzalandı, gelindi o anlaşma parlamentodan geçirildi, sonra bize dayatılıyor…” CHP liderine, aklınız bugüne kadar neredeydi diye sormayalım. Şimdiye kadar sormadığı soruları, hiç olmazsa Fukuşima’dan sonra soracağını temenni edelim.

Başbakan, bedelli askerlik için “sorumluluk yüklenemem, referandum yaparım” diyor. Peki, Mersin ve Sinop’ta nükleer santral riskinin sorumluluğunu nasıl yükleniyor? Peki, en büyük riski yüklenecek olan Mersin ve Sinop halkının buna onay vermesi gerekmez mi? Enerji Bakanı, “Mahallenin delisi miyiz ki nükleerden vazgeçelim?” diye soruyor. Hayır, mahallenin akıllısı olalım, nükleerden vazgeçerek insanlığın yeni facialardan korunması için örnek bir adım atalım. Doğru, ahlakî ve vicdanî olan budur.

(Zaman: 19.03.2011)

Güncelleme: Yanma sırası İthaki Yayınları’nda

Gazeteci Ahmet Şık’ın kaleme aldığı kitabını basacağı açıklanan İthaki Yayınları’nın İstanbul Kadıköy’deki merkezinde polis, arama yapıyor. Polisin doğrudan Ahmet Şık’ın kitabını sordukları, Yayınevi çalışanlarının da kitabın bir kopyasını teslim ettikleri öğrenildi. Bunun dışında kapsamlı bir aramanın gerçekleşmemesi, aramanın tek nedeninin çıkmamış olan kitap olduğu iddiasını da güçlendiriyor.

Yayınevine eş zamanlı olarak matbaaya da baskın düzenlendiği belirtiliyor.

Yayınevinin Kadıköy’deki merkezine gelen polis ekipleri, söz konusu kitabı aradıkları öne sürülüyor. Ahmet Şık ile Ertuğrul Mavioğlu’nun birlikte yazdığı Ergenekon’u Anlama Kılavuzu kitabı da İthaki Yayınları tarafından basılmıştı.

CNNTURK’e konuşan İthaki editörü Ahmet Öz, polislerin ellerinde Ahmet Şık’ın yayımlanmamış kitabı olan “İmamın Ordusu” adlı kitabın kopyasının aranacağı yönünde tebligat olduğunu belirterek, aramanın da bu kapsamda yapıldığını ifade etti.

Öz, polis baskını sonrasında herhangi bir gözaltı olayının yaşanmadığını belirtti.

Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi ve habervesaire.com sitesi editörü Şık, 3 Mart’ta gözaltına alınıp İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürülürken polis aracına binmeden önce kendisine destek vermeye gelenlere “Dokunan Yanar” diyerek seslenmişti.

(Yeşil Gazete, Bianet, Birgün, CnnTurk)

Son Dakika! Şimdi de kitabevi: İthaki Yayınevi’ne baskın

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık’ın yayımlanacak kitabıyla ilgili olarak İthaki Yayınevi’nin İstanbul Kadıköy’deki merkezinde polis ekiplerince arama yapılıyor.

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık‘ın basılacağı söylenen “İmamın Ordusu” adlı kitabının İthaki Yayınları’nca çıkacağı iddia ediliyordu.

Yayınevinin Kadıköy’deki merkezine gelen polis ekipleri, söz konusu kitabı aradıkları belirtiliyor. (Yeşil Gazete, Ajanslar)

TÜSİAD radikal değişiklikler önerdi

Türkiye Sanayi ve İşadamları Derneği (TÜSİAD), gündemde olan yeni anayasaya yönelik fikir ve önerilerden oluşan Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları raporu çalışmasını açıkladı. Rapor, şimdiye kadar kamuoyuna sunulan anayasa taslakları arasında en radikali olarak dikkat çekiyor.

12 Eylül Referandumu’ndan sonra Prof. Turgut Tarhanlı ve Prof. Ergun Özbudun başta olmak üzere 22 akademisyenin 6 ay süresince yaptıkları toplantıların özeti olan çalışma, dün TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında basına tanıtıldı.

Başkanlık sistemine karşı parlamenter sistemi, MGK’yı anayasal bir kurum olmaktan çıkartarak Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasını, nüfus kağıtlarından din hanesini kaldırmayı, anadilde eğitimi ve yönetimde özerkleşmeyi savunan çalışmanın en dikkat çekici noktası ise  Anayasa’nın değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddeleri değiştirmeyi önermesi.

Bilindiği gibi Anayasa’nın özellikle 2. ve 3 maddeleri çok katı hükümler içeriyor ve bir çok değişim talebinin önünü tıkıyor. TÜSİAD anayasa çalışması ise anayasaların değiştirilemez maddeleri olamayacağı görüşünü temel alıyor.

TÜSİAD’ın yeni taslağında başlangıç metninde Atatürk’ün şahsiyetine ve tarihi rolüne saygı ve şükran içeren bir ifadeyle yetinilmeli, Atatürkçülüğe ideolojik ve hukuki anlamlar yükleyen referanslardan kaçınılmalıdır denilmektedir. Anayasanın başlangıç metninin esas metin olarak kabul edilmemesi de TÜSİAD anayasa çalışmasının getirdiği yenilikler arasında. Çalışma ideolojiler karşısında tarafsızlığı, milliyetçilik yerine çoğulcu bir anlayışı avunmakta, vatandaşlığın tanımlamasındaki Türklük kavramına yer verilmemesini önermektedir.

TÜSİAD’ın anayasa çalışmasının kamuoyuna sunulması tahmin edildiği gibi ateşli tartışmaların başlamasına yol açtı. Genel olarak AKP’nin taslağından daha ileri unsurlar içerdiği savunulan anayasa çalışmasına AKP mesafeli bir tutum takınırken, BDP’lilerin olumlu bulduğu gözlendi.

CHP ve MHP tarafı ise anayas taslağına çok sert ifadelerle karşı çıktılar. MHP grup başkan vekili Oktay Vural  ”Oturmuşlar orada ısmarlama anayasa yapıyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Bu anayasanın Erdoğan’ın hazırladığı anayasadan ne farkı var?” diyerek herkesi haddini bilmeye çağırdı. CHP’li Canan Arıtman da TÜSİAD çalışmasında savunulan görüşlerin kabul edilemez olduğunu öne sürdü.

TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında söz alan Cem Boyner’in konuşmasında

“ Türkiye’nin insanlarının mutluluğu, onuru, haysiyeti -bir kısmının değil tümünün birer birer- bu ülkenin bölünmesinden daha önemlidir” diyerek TÜSİAD’ın yeni anayasa konusunda takınacağı radikal tutumun ipuçlarını verdi.

( Yeşil Gazete )

Yazar Ali Teoman hayatını kaybetti

Uzun süredir tedavi gören yazar Ali Teoman hayatını kaybetti.

Teoman’ın cenazesi 25 Mart 2011 Cuma günü Bebek Camii’nde öğle namazından sonra kılınacak cenaze namazı sonrasında toprağa verilecek.

ALİ TEOMAN KİMDİR?
Ali Teoman 1962 yılında İstanbul’da doğdu. Öğrenimini İTÜ Mimarlık Fakültesi ve Sorbonne Üniversitesi Plastik Sanatlar Fakültesi’nde tamamladı. 1989-1993 yılları arasında iş ve öğrenim nedenleriyle Londra, Milano ve Paris’te bulundu. Bu dönemde, diğer uğraşlarının yanısıra sokak müzisyenliği de yaptı. 1993 yılında İstanbul’a döndükten sonra mimarlığı bıraktı ve çeşitli üniversitelerde İngilizce okutmanı olarak çalıştı.

İnsansız Konağın İkonu adlı öyküsü 1992 Milliyet Öykü Ödülü ikinciliğine değer bulundu. Milliyet Sanat, Varlık, Kitap-lık, Akşam-lık, Cogito, Son Kişot ve Geceyazısı dergilerinde öykü, şiir, deneme ve eleştiri yazıları çıktı. Ways of Leaving adlı öyküsü 2003 yılında Descant dergisinin Türkiye özel sayısına alındı. (Yeşil Gazete)

Radyasyon Avrupa’ya ulaştı

0

11 Mart günü Japonya’da gerçekleşen deprem ve ardından gerçekleşen nükleer kaza sonucunda, dün ilk kez radyasyonun ABD’de California’dan sonra Avrupa’da İzlanda’ya ulaştığı belirtildi.

Viyana kaynaklı diplomatlara göre miktar çok küçük ve insan sağlığı için herhangi bir tehdit oluşturmuyor.

Reuters ajansına konuşan kaynağa göre, “İzlanda’nın başkenti Reykjavik, Avrupa’da radyoaktif izinin bulunduğu ilk yer”. Merkezi Viyana’da bulunan Nükleer Denemelerin Kapsamlı Yasaklanması Antlaşması Örgütü (CTBTO), 63 istasyonun dünya çapında küçük partiküllerin incelenmesi için çalıştığını açıkladı. (Ntv, Reuters, Yeşil Gazete)

Japonya’da radyasyon denize yayıldı

0

Fukuşima nükleer santralinin yakınlarındaki deniz suyunda ve Tokyo’nun şebeke suyunda yüksek oranda radyoaktif madde tespit edildi.

11 Mart’ta meydana gelen deprem sonrasında hasar gören ve sorunların hale devam ettiği Fukuşima nükleer santralinden sızan radyasyon, denizde ve şebeke suyunda da görüldü.

Ülkenin kuzeydoğu kıyılarının yakınındaki nükleer santralin yakınlarındaki deniz suyunda yüksek oranda radyoaktif iyot ve sezyum tespit edildi. Yetkililerin radyasyon seviyesini belirlemek için deniz mahsulü gıdaları test ettikleri açıklandı.

Bu gelişmenin yanısıra Tokyo’daki şebeke suyunda da radyasyona rastlandı. Hükümet yetkilileri, şebeke suyundan alınan numunelerdeki iyot miktarının 210 bekerel olarak ölçüldüğünü, bebekler için kabul edilebilir yasal sınırınsa 100 bekerel olduğunu belirtti. (Yeşil Gazete, Ntv, Ajanslar)