Ana Sayfa Blog Sayfa 5146

[SON DAKİKA] Erdoğan’dan sürpriz: Çevre Bakanı değişiyor!

Eski TOKİ başkanı Erdoğan Bayraktar Çevre ve Şehircilik Bakanı oluyor

Cumhurbaşkanı Gül’den 61. Hükümeti kurma görevini alan Başbakan Erdoğan, kabine listesi üzerinde sürpriz bir değişiklik yapmaya hazırlanıyor. Gelen bilgilere göre daha önce Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı olarak kurulması düşünülen bakanlık ikiye ayrılıyor ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı adıyla iki yeni bakanlık kuruluyor.

Erdoğan yeni kabineyi meclis başkanlığı seçiminden sonra açıklayacak. Bakanlar Kurulu’nu oluşturacak 24 bakan koltuğunu yetersiz gören Erdoğan, üç hafta önce kurulan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı’nın bölünerek bir yeni bakanlık daha kurulmasını istedi. Söz konusu bakanlık kapatılırken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su işleri Bakanlığı adıyla iki yeni bakanlık kuruldu. Erdoğan’ın onayının ardından Cumhurbaşkanı’na sunulacak düzenleme ile kabinedeki Bakan sayısı 24’den 25’e çıkacak.

Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Orman ve Su İşleri Bakanı oluyor

Görevleri arasında çevrenin korunması ve düzenli yapılaşmanın sağlanması olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın en önemli kurumu Toplu Konut İdaresi (TOKİ) olacak.

Orman ve Su İşleri Bakanlığı ise Orman Genel Müdürlüğü ile Devlet Su İşleri’ni bünyesinde barındıracak.

Kulislerden gelen bilgiye göre, Başbakan Erdoğan’ı bakanlık sayısını artırmaya sevk eden şey, Veysel Eroğlu ile Erdoğan Bayraktar arasında bir tercih yapamaması oldu.

Başbakan Erdoğan’ın İstanbul ekibinde yer alan Veysel Eroğlu, İSKİ ve DSİ’nin eski genel müdürüydi ve halen Çevre ve Orman Bakanlığı’nı sürdürüyor. Veysel Eroğlu zamanında DSİ’nin bağlandığı Çevre ve Orman Bakanlığı icracı bakanlık haline getirildiği için eleştiriliyordu.

Başbakan Erdoğan’ın, Eroğlu’nu Orman ve Su İşleri Bakanı olarak görmek istediği söyleniyor. Başbakan’ın TOKİ başkanıyken milletvekili olan Erdoğan Bayraktar’ı ise Çevre ve Şehircilik Bakanı yapacağı kaydediliyor.

(Habertürk, Samanyoluhaber, Yeşil Gazete)

Kadınlar basketbolunda “Peri Masalı” devam ediyor

Avrupa Basketbol Şampiyonası Yarı Finali’nde uzatmaya giden maçta Fransa’yı 68-62 mağlup eden Türkiye, tarih yazarak finale yükseldi.

Çeyrek finalde şampiyonanın namağlup takımı Karadağ’ı yenerek büyük bir başarıya imza atan Türkiye, bu kez son Avrupa Şampiyonu Fransa karşısında final bileti için sahnedeydi.

Avrupa’nın en iyi takımı olarak gösterilen Fransa karşısında muhteşem bir oyun sergileyen Türkiye, salondan 68-62 galip ayrıldı ve Avrupa Kadınlar Basketbol Şampiyonası’nda finale yükseldi.

Maça iyi başlayan Fransa, ilk dakikalarda iyi bir oyun sergilese de, Periler oyunda dengeyi sağladı ve 12-0’lık seri ile ilk çeyreğin 7. dakikasını 14-7 ile önde geçti. Nevin ve Nevriye’nin skorer oyunu, güçlü Fransa’nın maçta üstünlük kurmasına engel oldu.

İlk periyodun son dakikalarında Lawson ve Gomis’in üç sayılık atışları ile skorda dengeyi sağlayan Fransa, çeyrek sonunda farkı 1 sayıya kadar indirdi ve maçın ilk periyodu Türkiye’nin 16-15 üstünlüğü ile sona erdi.

Üçüncü çeyreğe Türkiye çok iyi başladı. Savunma sertliğini artıran Milliler, hücumda da yüzdeli şut atınca, ilk yarının son 4 dakikasına 9 sayı farkla 31-22 önde girdi.

İlk yarının kalan dakikalarında da farkı koruyan Milliler, ilk devreyi 7 sayı farkla 38-31 önde kapattı.

İkinci yarıya ise Fransa, Milli Takım’a göre daha istekli başladı. Dış atışlar ile farkı kapatan Fransa, maça ortak olmayı başardı. Ancak Potanın Perileri, yeniden ayağa kalktı. Birsel ve Nevriye’nin etkili oyunu ile farkı yeniden artırmaya başlayan Milliler, son çeyreğe 7 sayı farkla, 49-42 önde girdi.

Maçın son çeyreği ise adeta nefesleri kesti. Son 5 dakikaya 51-48 önde giren Türkiye, savunma sertliğini maç sonuna kadar bırakmadı. Son 2 dakikada Birsel Vardarlı’nın mucize üçlüğü ile skoru 58-54’e getiren Milliler, Fransa’nın üst üste iki üç sayılık atışı ile 60-58 mağlup duruma düştü.

Maçın son dakikasına 60-60 eşitlik girilirken, Birsel’in iki serbest atışı kaçırması ile maç uzatmaya gitti.

Uzatma dakikaları sonunda salondan 68-62 galip ayrılan Türkiye, finale yükseldi. Finalde rakip ise Rusya!

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, tartışılıyor

Türkiye’de, sosyal hizmetler ve sosyal yardımlarla ilgili olarak, kurumlararası koordinasyon eksikliği, hizmette standardın bulunmayışı ve tüm toplum kesimlerine eşit yaklaşımlar üretmeyen ayrımcı uygulamalar gibi sorunlar uzun süredir gündemde. 12 Haziran seçimlerinin ardından, hükümetin bu konudaki çalışmaları hızlandırması beklenmekteydi. Ancak, genel seçimlerden üç gün önce, diğer bazı bakanlıklarla birlikte – Bakanlar Kurulu’nun 3 Haziran 2001 tarihinde aldığı kararla- kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 8 Haziran 2011 tarihli Mükerrer Resmi Gazete’de yayımlandı.

Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği çekinceli yaklaşıyor

Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği İstanbul Şubesi (SHUD), yeni kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Teskilat Kanunu’nun, kamuoyunda tartışılmadan ve ilgili kesimlerin görüşleri alınmadan “hızla” çıkarıldığını düşünüyor. Ayrıca dernek yöneticileri yeni kurulan Bakanlık ile öngörülen yapı, hizmetten yararlanan toplum kesimlerinin bundan nasıl etkileneceği ve bu alanda calışan personelin durumuna ilişkin birtakım belirsizlik ve çelişkiler olduğunu aktarıyor.

LGBT ve insan hakları savunucularının da dikkatleri yeni kurulan bakanlığın üzerinde

“Aile ve sosyal politikalar” lezbiyen, gey, biseksül ve trans (LGBT) bireyler ile LGBT örgütlenmelerini de doğrudan ilgilendiriyor. Zaten, AKP’nin daha önceki yasama ve yürütme süreçlerinde takındığı tutum ile parti yetkilerinin söylemleri nedeniyle “LGBT sicili” oldukça kötü ve taraflı görülüyor. Konu LGBT’ler olunca insan hakları, demokrasi ve katılımcılık nosyonları açısından son derece eksik ve sorunlu bulunan politikaları savunan AKP, “eşcinselliği aileye yönelik bir tehdit” olarak görüyor. “Cinsel yönelim” ve “cinsiyet kimliği” tanımlarını anayasada, ayrımcılık yasasında ve hatta yabancılar yasasında bile fazla gören AKP, sıklıkla imzaladığı veya onayladığı uluslararası sözleşmeler ile yargılandığı mahkemelerin sonuçlarına hala aykırı hareket etmek ve ayrımcılık yapmak ile suçlanıyor. Nitekim geçtiğimiz günlerde kamuoyunun bilgisine sunulan, Başbakanlık’a bağlı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’nün, 2007 – 2011 yıllarını kapsayan stratejik raporunda, “eşcinsel ilişkilerin kabul edilebilirliğinin giderek artması” aile kurumuna bir tehdit olarak sunuldu. Pembe Hayat Derneği’nin konu ile ilgili açıklamasına http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=9153 adresinden ulaşabilirsiniz.

Daha önce çeşitli örgütler de, hükümetin kadını birey olarak değil, sadece “anne” ve böylece ailenin bir unsuru olarak görmesine karşı çıkarak, “aile bakanlığı değil, kadın ve eşitlik bakanlığı istiyoruz” demişlerdi.

İstanbul’da yeni bakanlık tartışılacak

Sosyal Hizmet Derneği İstanbul Şubesi’nin organize ettiği toplantı 4 Temmuz Pazartesi günü saat 18.30’da TMMOB Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde gerçekleşecek. (Katip Mustafa Çelebi Mah. İpek Sok. No:13 Beyoğlu)

Toplantıya katılım için [email protected] veya [email protected] adresine e-posta gönderebilirsiniz; www.shud34.org.tr adresini ziyaret ederek daha ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz.

(Yeşil Gazete, Kaos GL)

 

 

Slow Food Devrimi kitabı çıktı

0

Yeni çıkan kitaplardan “Slow Food Devrimi”, 1986’da İtalya’da küçük bir grup olarak başlayıp, bugün 132 ülkede yaklaşık 100 bin üyesiyle etkili bir gastronomi hareketine dönüşen Slow Food’un hikayesini anlatıyor. Slow Food hareketinin sembolü “salyangoz”. Sürekli yiyen ama bununla birlikte yavaş, temkinli ve kararlılıkla ilerleyen salyangoz, cüssesinden beklenmeyecek mesafeler aşar; geçtiği yerlerde izini bırakır. Tıpkı simgesi salyangoz gibi, Slow Food hareketi de yola çıktığından beri büyük mesafeler kat etmiş.

Vandana Shiva ve Defne Koryürek’in önsözlerinin de olduğu kitapta, “temiz, adil, sağlıklı gıda” prensibiyle endüstriyel gıdalar ile beslenme biçimlerine karşı mücadele veren ve unutulmaya yüz tutan yeme içme geleneklerinin, tarım yöntemlerinin, biyoçeşitliliğin korunması için çalışan bu hareketin macerasını okuyabilirsiniz.

Sinek Sekiz Yayınevi’nin yayınları arasında Ekoloji ile Sürdürülebilir Yaşam isimli kitaplar da yer alıyor.

 

SLOW FOOD DEVRİMİ

Yeni Bir Yaşam ve Yemek Kültürü

Yazar: Carlo Petrini & Gigi Padovani

Çeviren: Çağrı Ekiz

Önsöz: Vandana Shiva

Türkçe Baskıya Önsöz: Defne Koryürek

Karton kapak, Munken kağıt, iplik dikiş, 13×18 cm, 326 sayfa, 20 TL.

(Yeşil Gazete)

Homo Economicus’lar homo romanticus’lara karşı!

Seçmen dediğimiz kitlenin Aziz Nesin’i pek de haklı çıkarmadığını kabul etmeliyiz. AKP’ye oy veren seçmen,  gücün kimde olduğunu, kimden menfaat gördüğünü, henüz görmediyse kimden görebileceğini anlayacak kadar akıllı ve akılcı olduğunu gösterdi. İktidar Partisinin pastayı büyütüp (30 Haziran 2011 itibariyle büyümede dünya birincisi olduk!) pay dağıtarak  iktidarını sağlama aldığının farkına vardı.

Halkımız, Erdoğan Hükümetlerinin yönettiği Devletin, Kamu Yönetim Uzmanı Şerif Sayın’ın tanımıyla, “Demokratik Rant Devleti” (2007 Eylül, Radikal)  haline gelmiş olduğunu; rantın en küçük yerleşim birimlerine kadar dağıtılmakta olduğunu; eninde sonunda refahtan kendi payına da birşeyler düşebileceğini anladı.

Çünkü o bir homo econmicus’tur.*

Peki, bir oy karşılığında, kolayından, hem bu dünyada az veya çok rahat etmek hem de öbür dünyada aziz olmak yerine eşitlik, özgürlük, adalet gibi birtakım değerler peşinde koşarak bu dünyada aziz olmakla (varsa, öbüründe de) yetinen diğer yarı  kimlerden oluşuyor?

Yoksa Aziz Nesin onları mı kastetmişti? Biz onlara şimdilik, homo romanticus diyelim…

Laik, Çağdaş Cumhuriyetmiz’in kurucu Partisine umutsuz bir aşkla bağlı olanlar, yüce Türk Milletini ‘ölümüne’ sevenler ve bu iki teorinin çeşitli türevi olan mütenevvi partiler ve dünya nimetlerinde gözü olmayan, mutluluğu devrimden sonraya erteleyenler, ütopyacılar, “başka bir dünya mümkün”cüler, nükleer karşıtları, doğa korumacılar, ekolojistler, yeşiller, barışçılar, cinsel tercihleri farklı olanlar, feministler,  eşitlikçi – özgürlükçü  demokratlar vb.

Bunlar arasına farklı etnik kökenleri katmıyorum, çünkü onlar etnik kökeni ne olursa olsun imtiyazlı imtiyazsız,  kaynaşmış bir kitle olarak, iki yarıda da yer alabiliyorlar. Yoksullar, emekçiler diye bir kategori de buraya pek  uygun düşmüyor. Neden derseniz, onların da bir bölümü homo economicus olarak ilk yarıda kalıyor.  “Emekten yana olanlar” şeklinde tanımlanabilecek bir kategori var tabii… Refahtan pay almayı öbür dünyaya olmasa da başka bir dünya hayaline erteleyenler.

TÜİK verilerine göre,  Türkiye’de her ne kadar 12 milyon yoksul varsa da; her 100 kişiden 42’si kötü konutlarda oturuyorsa da; her 100 haneden 60’ı borçlu, 30’u ağır borçluysa da;  her 100 gençten 21’i işsizse de, halkımızın  yarısı AKP iktidarından memnun.

Ne de olsa pasta büyüyor! Bugün olmazsa yarın, ona da sıra gelebilir. Bir gün bir taşeronluk kapabilir, bir “hamili kart yakinimdir” tavsiye kartı alabilir. Eh, sağlık hizmetleri de fena sayılmaz! Yeşil karttır, erzak yardımıdır, öğrenci yardımıdır vs. vs. akmazsa da damlıyor…

2010’da her 100 kişiden 60’ının geliri azalmıştı, borçluydu, işsizdi, ama hayret, insanlar mutluydu! 100 kişiden 60’ı mutluyum, demişti. Olsun, ne de olsa ülke ekonomisi büyüyor,  hükümet onları düşünüyor, onlar için çalışıyordu!

Şimdiye kadar gelip geçen, iktidar olan partilerin hepsinden daha fazla halkın partisi olmayı, olmadığı zaman da, öyle görünmeyi başarıyordu AKP. Zaten o mütedeyyin, mazlum, yoksul halk getirmemiş miydi, onları iktidara? Onlar AKP sayesinde zenginleşerek sınıf atlamadılar mı,  yeni bir burjuva (Anadolu Burjuvazisi) sınıfı haline gelmediler mi?

Homo economicuslar’ın soğuk maddeci aklına,  küçük esnaf zihniyetine, mütedeyyin, kaderci bakışlarına hitap eden AKP’nin  İslamcı, bölgeci, Osmanlıcı, milliyetçi değerlerine arkalarındaki  sermaye gücünü, üstüne de Başbakan’ın delikanlı, pervasız lider karizmasını da ekleyince, biz homo romanticuslar’ın seçimlerde niye nal topladığımız ayan beyan ortaya çıkıyor. Eğri oturup doğru konuşalım!

Biz romantikuslar, AKP’nin başarısını kendimizi  aldatmadan değerlendirmeye gönül indirmezsek, daha çok nal toplarız.  AKP ne yaparsa kötüdür, karşı çıkalım, ‘haydi bastır eleştiriyi’ tarzında  bir muhalefete halkımızın (seçmenin) en az yarısı artık itibar etmiyor. O, senin, onun için ne yaptığına, ne yapabileceğine bakıyor.

Biz Yeşillerin, çevrecilerin, doğacıların, ekolojistlerin ise, çoğu halkın gözüne,  felaket tellalları, yatırımlara karşı çıkarak iş aş imkanlarına, refaha kavuşmalarına engel bozguncular, işsiz güçsüz çok bilmişler, kendini üstün gören okumuş, kentli ukalalar olarak göründüğümüzü  kabul edelim.

Yeşillere buradan nasıl bir ders çıkar, diye düşündüm de;

1- Hiç bir yatırıma elimizde alternatif proje, somut bilgi, rapor olmadan karşı çıkmamalıyız, derim.  Örneğin, HES’lere toptan karşı çıkmak yerine, bilimsel verilere dayanarak, elverişli bazı akarsulara, azami kaç KW’lık, azami kaç tane küçük HES yapılabilir; ÇED süreci nasıl denetlenebilir, yöre halkı bundan zarar görür mü, yöre halkı bu yatırımı istiyor mu, gibi somut bilgilerle çalışmalıyız.

2- Enerji verimliliği, enerji tasarrufu, yenilenebilir enerji, alternatif yaşam, sanayi toplumu- tüketim toplumu, endüstriyel tarım, GDO’lu tohum, perma kültür vb. bütün bu terimleri tekraralayarak belli bir jargonla konuşan bizleri halkın anladığını sanmıyorum. Onlarla onların diliyle konuşmayı öğrenmeliyiz. Bizim jargonun onların günlük dilinde karşılıkları vardır herhalde.

3- Sanki yarın iktidar olacakmış gibi ya da Mecliste bir muhalefet partisiymiş gibi hazırlanmalı,  alternatif enerji politikaları, tarım politikaları, kent politikaları, en önemlisi de, alternatif ekonomik ve sosyal politika üretmeliyiz.

4- Meclise seçim yoluyla giremiyor olsak bile, Mecliste olmanın yollarını bulmalı, lobiciliği öğrenmeliyiz.

5- Kürt sorunu, Sivil Anayasa gibi ana siyasi sorunlarında aktif bir özne olmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

6- Yerel örgütlülüğe, yerel mücadeleye ağırlık vermeli; Türkiye çapında örgütlenmeye ağırlık vermeli,  İstanbul Partisi gibi görünmekten  çıkmalıyız.  İl- ilçe örgütlerini kurmayı  ertelememeliyiz.

7- Türkiye’de ve Dünyadaki alternatif yaşam deneyimleriyle ilişki kurmalı, iyi örnekleri tanımalı, tanıtmalı ve yeni yaratıcı yaşam ve örgütlenme yolları aramalı, bulmalıyız.

Çok çalışmalıyız, çook sonucuna ulaştım. Ne dersiniz?


*“……… tabir ulusların zenginliği eserinin sahibi olan adam smith‘e aittir…” (itüsözlük)

Metin Altıok’un kızından Sivas yasağına tepki: “Sizin hiç babanız yandı mı?”

Yarın 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılması ve 33 aydının ölümüyle sonuçlanan olayların 18. yıldönümü. Ancak katliamı anmak için yarın Sivas’ta düzenlenecek olan mitinge Sivas valisinden yasak kararı geldi.

Madımak Oteli önünde her yıl düzenlenen anma etkinliğine izin verilmeyeceğinin açıklanması üzerine katliamda hayatını kaybedenlerden Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı karara tepki göstererek ‘Sivas 93’ü anmaya itirazı olanlara…’ başlıklı bir yazı yazdı.

Radikal gazetesinin web sitesinde yayınlanan yazı şöyle:

“Siz sayın devlet yöneticileri nasıl ki 18 yıl önce günler öncesinden planlanan kalkışmanın piyonu olan binlerce kişinin 35 insanı diri diri yakışını 8 saat boyunca eliniz kolunuz bağlı izlediniz, öyleyse bugün orada kayıplarının yasını tutan birkaç yüz kişinin otelin önünde toplanarak karanfil ve türkülerle acılarını paylaşmalarına ve o meşum günü hatırlatmalarına mani olamazsınız!

Siz ki cumhuriyet tarihinin en insafsız ayaklanmalarından birinin temelinde yatan bu ortaçağ zihniyetine göz yumdunuz, siz ki bu katliamın ardından adil bir hukuk süreci işletmediniz, sadece kalabalıktan göstermelik olarak topladığınız sanıkları yargıya taşıdınız, elebaşlarının örgüt liderlerinin peşine düşmediniz, siz ki ‘sözde’ aranan firari sanıkların T. C. Sınırları içinde evlenmesine, askerlik yapmasına, ehliyet almasına olanak sağladınız, siz ki bir insanlık suçunu zaman aşımı ile yüzyüze bırakacak altyapıyı sağladınız, siz ki 18 yıldır eyleme geçen cehalet ile savaşmadınız, Sivas katliamının ardında kalan karanlıkları aydınlatmadınız! Öyleyse bugün bu insanların senede sadece bir gün -o da kendi başlarına geldiği için- toplanmalarını yasaklayamazsınız. O günü tekrar yaşamak bile ne kadar ağırdır bilir misiniz?

Sizin hiç babanız yandı mı? Hiç evladınız öldü mü? Siz kimi o otelden uzak tuttuğunuzun farkında mısınız? Oradan uzak tutamadıklarınızı adaletten uzak tutmayı pekâla biliyorsunuz.

Sivas’ta deprem ya da sel gibi bir doğal bir afet yaşanmadı. Orada gözü dönmüş bir kalabalık insanları öldürdü. “Olaya insan merkezli baktığımız için hiçbir ayrım yapılmadı” diyemezsiniz. Orada insanlar tesadüfen ölmedi. Onları öldürmeye kalkanla öleni bir arada anamazsınız. Madımak binasının yerine talep ettiğimiz utanç müzesini kurmaktan özenle kaçınıp sözde ‘bilim ve kültür merkezi’ kurmanız kabul edilemezken orada -hele bizlerin izni olmadan- kayıplarımızın isimlerini kullanamazsınız. Saldırganla mağdurun adını birlikte yazmak şuursuzluk ya da aymazlık değildir. Bu bilinçli yapılmış bir tercihtir. Meydan okumadır, gözdağı vermektir, kudret gösterisidir, vicdansızlıktır, hakarettir, saygısızlıktır. Derhal ama derhal babam Metin Altıok’un adının oradan kaldırılmasını talep ediyorum. 18 yıldır duygusal sebeplerle Sivas’a adım atmadım. Sadece bir utanç müzesi ya da bir insanlık anıtı yapılırsa gideceğimi söyledim. Şimdi gerekirse oraya gider o plaketi sökerim. Beni buna mecbur etmeyin. Bir zahmet siz kaldırın. Hemen!

Siz basın mensupları, köşe yazarları sizin Sivas katliamının anılmasına itirazınız olamaz. Sizlerin toplumsal sorumluğu var. Ülkemizde çok gerilerde olan eğitim sisteminin gelecek kuşaklara aktarmakta yetersiz kaldığı noktada yakın tarihimizin karanlık olaylarını tekrar tekrar hatırlatmalısınız. Kapkaranlık tablonun açmazlarının üzerine gitmeli, gerekli yasal süreçlerin doğru işlemesi ve adaletin yerini bulması için baskı oluşturmak zorundasınız. Sivas 93 anılacak, hatırlanacak ki orada susturulan aydın insanların sesi gelecek kuşaklara ulaşabilsin. Bu ülke geçmişiyle doğru anlamda yüzleşebilsin, alınacak dersler alınsın.

Lütfen Sivas’ta yaşanan vahşeti yazın, hatırlatın. Dava sürecinin önemli kırılma noktalarını takip edin, aktarın. Örgütsüz olduklarını söyleyerek ceza indirimi alanların örgütlü suçlara tanınan haktan yararlanmak için başvurmalarındaki çelişkiyi, Kaçakların iade istemlerinin Avrupa ülkelerinden doğru taleplerle yapılmayışının takipçisi olun, İnsanlık suçlarının zaman aşımına uğramasına direnin. Dünyada kabul görmüş uygulamalara emsal teşkil eden kararlara yer verin. Sivas katliamı sanıklarının avukatlarından kaçının milletvekili olduğunun bilançosuna dikkat çekin. Neden mağdur avukatlarının böylesi kariyer patlamaları yapmadıklarını düşündürün. Ve son olarak lütfen her yıl sadece 2 temmuzdan bir gün önce arayıp duygularımızı sormayın. Bizim duygularımızı tahmin etmek hiç zor değil. Etkili haber için gözyaşlarımızın, acılarımızın peşinde koşmayın, gerçekleri yazın yalnızlığımızı, çaresizliğimizi yazın. Dile kolay 18 yıllık süreci yazın, yanımızda olun ki bir şeyleri değiştirebilelim. Sizin bizim duygularımıza değil bizim sizlerin ve toplumun duygularına ihtiyacı var. Bunu unutmayın!

Son söz :

“Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
İçimde cesetler ve daha ölmemişler var.”

Zeynep Altıok Akatlı

1 Temmuz 2011

(radikal.com.tr)

Pakawala Festival’de haftasonu başlıyor

Muğla Topuklu Yaylası’nda yapılan Pakawala Festival 2. gününü doldururken haftasonu da yaklaşıyor. Muğla otogardan 2.5 saat yol alarak varılan festival alanında cep telefonu ve internet iletişimi yok. Bulutlara yakın ve dağların zirveleri arasına yerleşmiş Topuklu Yaylası geceleri soğuk, gündüz serin ancak güneşte yakan havasıyla psycadelic bir parti için oldukça başarılı olmuş. Katılımcılar geceleri soğuktan şikayetçi olsa da ateşbaşları oldukça cazip durumda. Festivalde yaklaşık 800 kişi kamp yaparak konaklıyor. Geceleri yaylayı aydınlatan irili ufaklı 80’nin üzerinde ateş var. İlk gün yaşanan teknik sorunlarla müzik kesintili devam etse de sonradan çözülmesiyle, dünden beri aralıksız devam ediyor.

 

Festival alanından fotoğraflar;

 

Makro boyuttaki bitki ve mantar fotoğrafları için Burak Köken’e teşekkürler.

 

Festival Habercisi – Yeşil Gazete/ Sanat

Balık boyunun ölçümünde de oyun: 19 aslında 17 mi?

Geçen hafta yapılan Su Ürünleri İstişare Toplantısı’nda lüfer avlanma alt boyunun bilimsel üreme boyu olan 23-24 cm’e yükseltilmesi kararına karşı çıkan TÜDAV başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk ve bazı balıkçıkların, balığın boy ölçümüne dair kurallar göz önüne alındığında sınır olarak 19 cm’i değil, 17 cm’i önerdikleri ortaya çıktı.

İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın kampanyası tarafından yayınlanan bir kartpostalla balık boyunun nasıl ölçülmesi gerektiği tarif edildi.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından konuyla ilgili olarak yayınlanan sirkülere göre lüfer boyu “toplam boy” olarak ölçülüyor. Bu da “çatal boy”dan birkaç santim uzun bir boya denk geliyor.

Lüfer populasyonunun %10’u 19 cm çatal boyunda ürüyor

İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın kampanyası sözcüsü Defne Koryürek kendi 24 cm önerilerinin toplam boy üzerinden olduğunu, Tevfik Ceyhan ve arkadaşlarının bulgularına göre lüfer populasyonun %10’luk bir diliminin 19 cm çatal boyunda ve populasyonun %60’lık bir kısmının da 23-25 cm çatal boyda üremeye başladığını söylüyor. 19 cm çatal boyu ise 22-23 cm toplam boya denk geliyor.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Adnan Ayaz konuyla ilgili şöyle diyor:

“Bu konuda bizim Tevfik hocayla yayınımız oldukça açık. Yayında ilk üreme boyunu 25,4 cm çatal boy olarak açıkladık. Yani bu boy toplam değerde 27 cm’e yakın. Bu boyun altındaki her değer çözüm değildir. Getirilecek 19 cm toplam boy değerinin çözüme hiçbir katkısı olmayacaktır.”

Defne Koryürek’e göre Bayram Öztürk’ün 19 cm toplam boy önerisi yaklaşık 17 cm çatal boyuna denk geliyor. Tevfik Ceyhan’ın çalışmasında lüferin %10’unun ürediği 19 cm ise çatal boy. Yani aslında Bayram Öztürk’ün lüferde avlanma alt sınırı olarak önerdiği 19 cm toplam boyda lüfer üremiyor.

Bu arada kampanya sürüyor ve aktivistler önerilerini [email protected] ve [email protected] adreslerine ulaştırmaya devam ediyorlar. Mehmet Gürs, Memet Ali Alabora, Serra Yılmaz gibi sanatçılar da kampanyaya destek mesajları yayınladı.

Balık boyunun nasıl ölçülebileceğini aşağıdaki kartpostaldan inceleyebilirsiniz.

Ümit Şahin (Yeşil Gazete)

Petrol ve maden aramalarına ÇED muafiyeti

Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle petrol, jeotermal kaynak ve maden arama faaliyetleri ÇED kapsamı dışına çıkartıldı.

Dün Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren değişiklikle ÇED muafiyetlerinin kapsamı işletmeci lehine genişletildi. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz Av. Mehmet Horuş, yapılan değişiklikle üretim kapasitesinin tek başına bir ölçü haline getirildiğini söylüyor. Çevre ile ilgili davalarda uzman olan Mehmet Horuş son değişiklikle getirilen en önemli muafiyetin ne olduğu sorumuza şu yanıtı veriyor:

Av. Mehmet Horuş

“En önemli muafiyet, getirilen bütün muafiyetlerin üretim kapasitesine göre formüle edilmesi. Bu, ÇED Yönetmeliği’nde esaslı bir anlayış değişikliğine gidildiğini gösteriyor. Üretim kapasitesi tek başına standart bir ölçü olarak ele alınmaya başlanıyor. Teknolojik alternatif ya da proje için seçilen yerin konumu anlamını yitiriyor.

Ama mutlaka bir tercihte bulunacaksam en önemli muafiyet arama faaliyetlerinin 25. maddede yapılan değişiklikle ÇED’den muaf tutulması. Anayasa Mahkemesi, 2009 yılında Çevre Kanunu’nun 10. maddesindeki petrol, jeotermal kaynak ve maden arama faaliyetlerini ÇED ten muaf tutan düzenlemeyi Anayasa’nın 56.maddesine aykırı bularak iptal etmişti. Şimdi yüksek mahkemenin yasayla yapılırken aykırı bulduğu düzenleme bu kez yönetmelikle getiriliyor.”

“Hükümetin çılgın projeleri stratejik yönelim”

Peki hükümet Nisan ayında yaptığı değişiklikten kısa bir süre sonra ÇED’i neden tekrar değiştirme gereği duydu? Mehmet Horuş bunun stratejik bir tercih olduğunu söylüyor. Mehmet Horuş’a göre “Bu değişiklikle birlikte AKP’nin seçim kampanyasının odağındaki çılgın projelerinin, seçim dönemiyle sınırlı kalmayan stratejik bir yönelimin habercisi olduğu söylenebilir. Hükümet bu değişiklikle bu stratejik yönelimin gereğini yaptı: Sermayenin doğal varlıkları talan ederken karşılaştığı yasal sınırlamaları önemli oranda kaldırmış oldu.”

“Ekoloji mücadelesi giderek politikleşiyor”

ÇED’de yapılan bu yeni değişiklik HES’lere ve doğayı tahrip eden diğer yatırımlara yönelik ekoloji mücadelelerini etkileyecek mi? Mehmet Horuş’a göre yaşananlar ekoloji mücadelesinin gitgide daha da politikleştiğinin göstergesi:

“Tanınan muafiyetlerin doğal varlıklarımıza ve yaşam alanlarımıza yönelik kapsamlı bir saldırı dalgasının habercisi olduğu açık. Türkiye’de artık güçlü bir ekoloji hareketi var. Metin Lokumcu olayı bir dönüm noktasıydı. Üzerinde daha fazla durmamız ve anlamamız gerekiyor. Ama gelişmeleri birlikte değerlendirebileceğimiz, ortak bir program etrafında güçlerimizi yığacağımız bir zemini halen kuramadık. Bu yüzden olumlu ya da olumsuz bir öngörüde bulunmak için erken. Kesin olan şeyse ekoloji mücadelesinin her geçen gün daha da politikleştiğidir. AKP her seferinde hukuku devre dışı bırakarak politik bir ekoloji hareketinin yeşereceği fırsatları da yaratmış oluyor.”

Çevre Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği 17 Temmuz 2008’de yayınlanmıştı. Dün, 30.06.2011 tarih ve 27980 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren değişiklikle ÇED Yönetmeliği’nin 14, 18, 19, 21, 25, Ek1 ve Ek2. maddeleri değiştirildi, ayrıca yönetmeliğe Ek4 maddesi eklendi. Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliği buraya tıklayarak bulabilirsiniz.

Ümit Şahin (Yeşil Gazete)

Demokratik meşruiyet krizi berdevam – Cengiz Aktar

Meclis’in meşruiyet krizi konusunda geçen haftaki yazının sonunda ‘Başbakan hâlâ bekleniyor’ diyorduk, bir hafta sonra hâlâ bekleniyor. Bütün hafta bir yanda hukuki çözüm arayışları diğer yanda kimseleri muhatap almayan hâkim millet temsilcisi AKP kurmayının afra tafrasıyla geçti. Karşısındakini muhatap alma babında tek dişe dokunur gelişme Cumhurbaşkanı’nın dün Kılıçdaroğlu ile yaptığı bugün de Elçi ve Türk ile yapacağı görüşme. Bu arada siyasi magazine ‘yemin krizi’ olarak geçen gelişmelerin Ortaçağ kokan ve hiçbir denetlenebilirliği olmayan yemin kısmı için Beyaz Nokta’nın ‘Seçilmişler İçin Etik Güvence’ (www.beyaznokta.org.tr) önerisini hatırlatayım.

Gelişmeler, temsilî demokrasi konusunda 1946’dan bu yana oluşmuş müktesebatıyla övünen Türkiye’nin daha ziyade bir muz cumhuriyeti kıvamında olduğuna işaret ediyor. Cenevre’de 1889’dan bu yana parlamenter haklarını savunan hükümetlerarası bir kuruluş mevcut: Parlamentolararası Birlik. (www.ipu.org) Dünyada takriben 40 bin parlamenter var. Ama kimi ülkede parlamenterlerin seçimden doğan vekâletlerini icra etme hakkı ellerinden alınıyor. Bunun için vekilliği hukuk dışı yollarla düşürmekten düzmece skandallara, parlamenterleri yurttaşlıktan atmaktan uyduruk davalara, vekilleri öldürmekten ev hapsine kadar envai çeşit yöntem uygulanıyor. Kuruluşun ‘Parlamenterlerin İnsan Hakları Komitesi’ bu uygulamaları kaydetmek ve girişim yapmak için kurulmuş. Sitedeki bilgide parlamenterlere kötü davranan ülkeler şunlar: Bangladeş, Belarus, Burma, Burundi, Ekvator, Eritre, Filipinler, Irak, İsrail, Kamboçya, Kolombiya, Lübnan, Madagaskar, Malezya, Moğolistan, Ruanda, Rusya, Sri Lanka, Tayland, Türkiye ve Zimbabve. Birlikte zikredildiğimiz ülkeler, kıyas ederken küçümseyerek adlarını andığımız ülkeler. Bu kadar iddiaya rağmen neden hâlâ bu ligdeyiz acaba?

Tutarsızlıklar dizisi

Nedeni, demokratik zaafın hukuk ile siyaset arasındaki yapısal asimetriye yansımasında. Günün birinde yapılacak anayasanın ve Kürt çatışmasının çözümünün ana zeminini oluşturacak Meclis daha ilk günden tıkandı. Tıkanma, demokratik bir anayasanın eksikliği ve Kürt çatışmasının sürüp gitmesinin birebir sonucu. Bu, altı bağımsız vekil kadar Ergenekon davası sanığı vekiller için de geçerli. Bir kurucu meclis konumundaki 24. dönem bu iki konuyla birebir alakalı bir krizi çözmekten acizken çok daha çetin olan anayasayı nasıl yapacak, Kürt çatışmasını nasıl çözecek? Aslında cevabı dün Başbakan veriverdi: Muhalefet olmasa da Meclis çalışır!

Vekâlet ve sorumluluğun yüzde 50’sini taşıyan AKP’nin tezatlarını Yalçın Akdoğan bu hafta Vatan’da Deniz Güçer’e verdiği uzun mülâkatta gayet güzel ele veriyor: ‘Mesele hukuki, siyasi mücadelenin bir parçası olan bir konu değil. Siyasetçiler değil, YSK karar veriyor. Kararı eleştirmek mümkündür ama kriz çıkmasın diye anayasayı ve yasaları göz ardı etmek de mümkün değildir. Anayasa’yı çiğneyerek, direnerek siyasi bir alan açamazsınız kendinize.’ Birkaç cümle sonra yeni anayasanın gerekliliğinden emin bir üslupla : ‘Önümüzde tarihi bir misyon var. Yeni anayasayı yaparsak meclis ve o sürece katkıda bulunan insanlar tarihe geçecek’ diyor. Bir yanda 1982 Anayasası’na biat, diğer yanda bugünkü tıkanıklığın nedenlerini ortadan kaldıracak ve 1982’nin antitezi olacak yeni anayasa arzusu. Tuhaf! AKP kurmay heyeti krizi azdırma pahasına fuzulî incitici lâf üretmekte de usta. Örnek: Eski adalet bakanının ağzından ‘Ogün Samast da bir gün seçilebilir’ yollu kabahatten büyük özür. Samast’ı bilmem ama Hrant Dink’in katlinde en azından ihmal suçu işlediği iddia edilenler ortada fink atıyor, kimisi de AKP’den meclise seçildi bile. Bir diğeri ise öcü masalı anlatıyor: ‘Karayılan da seçilebilir’!

Türkiye, çatışma çözümlerinin nasıl olacağı dersini daha yeni sökmeye başladığından ‘Çözüm yeri Meclis’tir’ lafına bayılıyor. BDP’liler daha önce de Meclis’teydi. Derdest edilip hapse atıldılar, partileri sürekli kapatıldı, Başbakan ellerini bile sıkmadı. Kürt Açılımı’nda katiyen muhatap alınmadılar. Bu AKP’li Kürt vekiller için de böyleydi. Şimdi Meclis’e gelseler çözümler için muhatap alınacaklarının herhangi bir göstergesi var mı?

Haziran’da yazmışım: ‘Toplumun geçirdiği dönüşüm AKP’nin bahşettiğini düşündüğü bir dönüşüm değil. Toplumca, topyekûn bedel ödenerek gerçekleşmiş bir dönüşüm bu. Darbelerden, katliamlardan, soykırımlardan geçerek kazanılmış çok değerli ve paha biçilmez bir mevki. Dönüşümü kendi bildiği gibi dönüştürmek azminde olan ve bunun emarelerini artık açık eden iktidarın işi, dönüşümün kimyası gereği pek zor görünüyor. Sert bir döneme doğru evriliyoruz. Maharetinden emin ustanın toplumsal çelişkilerin çatışmaya dönüşmesini engelleme yeteneği ve birikimi yok. Zira bunun için gereken usta iktidar değil usta toplum.’

Ustalık yaşının ilk krizini çözemeyen AKP ne anayasa yapabilir ne de Kürt çatışmasını çözebilir. Sonuçta bu işler vizyon meselesi. Vizyon da ‘2023’te şu kadar duble yol, bu kadar TOKİCITY’den başka bir şey.

Cengiz Aktar / VATAN