Ana Sayfa Blog Sayfa 5139

Solda temel ve çatı sorunları – Ahmet İnsel

Sol eğilimli siyasal hareketlerin içinde tartışmanın, eleştirinin, itirazın sağ hareketlere göre daha fazla olması, bir bakıma doğaldır. Sol düşüncenin mayasında, bir güce, bir kuruma, bir fikre, bir harekete sorgusuz sualsiz teslim olmamak, tartışarak, ikna olarak dahil olmak vardır. Kendini solcu olarak gören herkeste bu davranış biçimi egemendir diyemeyiz ama genel olarak solda itirazın kabulden önce geldiğini söyleyebiliriz.
Sorun, Türkiye ve solun benzer durumda olduğu başka ülkelerde, bu sürekli itiraz ve tartışma halinin, yapıcı bir eleştiri değil, didişme biçiminde cereyan etmesinde yatıyor. Çok küçük sorunlardan çok büyük anlamlar çıkarılıyor. Küçük farklardan bitmek bilmeyen tartışmalar üretiliyor. Fikir ve ilke tartışması gibi sunulanların çoğu didişme olmaktan öteye gitmiyor. Kişisel hesaplaşma, kişiye göre pozisyon alma refleksi öne çıkıyor. Bu didişme, iki kişi arasındaki bir polemik olmakla sınırlı kalamıyor. Sokak kavgası izlemeye ve bunu uzun uzun yorumlamaya meraklılardan oluşan bir grup da hemen bu polemiğe katılıyor. İş, birikmiş kişisel hesapların görüldüğü bir curcunaya dönüşüyor. Uzaktan bakan, canlı bir tartışma yürüten dinamik bir grup zannedebilir bu kalabalığı. Dar alanda pozisyon üstüne pozisyon alma ve bu arada  izleyicilere bir duruş çakma, bir poz verme itiş kakışı yaşanıyor aslında. 
‘Solda tartışmanın’ bu durumda olduğu ülkelerde, solun toplum içinde marjinal ve bu nedenle içine kapanmış olması bir rastlantı değildir. Herkesin herkesi tanıdığı küçük bir kasaba ortamına benzer bu durum. En küçük jestten, en küçük sözden büyük anlamlar çıkarmaya müsaittir kasaba ortamı.
Bu duruma solu bir arada tutan ideolojik gücün zayıflaması ilave olunca, küçük farklar kendi başlarına ve çok çabuk mutlak ve büyük anlamlar kazanır. Bugün Türkiye solunda durum biraz buna benziyor. Eleştirinin fikir üzerinden değil, kişi üzerinden yapılması eğiliminin çok güçlü olması, bu durumun en anlamlı tezahürü. Fikri ve siyasi tıkanmanın üzerini pozisyon alma, duruş sergileme çabalarıyla örtmeye çalışmak, sol içindeki farkların, ayrılıkların mutlaklaştırılmasına ihtiyaç duyuyor. Bu da yeterli olmayacağı için hızla iş, kişilere, onların özelliklerine indirgenerek farklar anlamlı kılınıyor. 
Tartışmanın siyasal zeminde devam etmesini sağlayacak bir birliktelik harcı yok. Bu harç olmadığı için birlikteliğin içinde kolaylıkla eritilecek meseleler, birdenbire büyük tartışma nedenlerinin ipuçları veya kanıtları haline geliyor.
İşi gücü ona buna laf yetiştirmek olan taşra gazetesi kalemşorları böyle ortamları pek severler. Fikri boşluklarına dolgu malzemesi bulurlar. Onların da katkısıyla “O şunu dedi, bu da bunu” muhabbeti içinde sol zaman öldürüyor.
Bugün Türkiye’de solu bir arada tutan güç son derece zayıf olmalı ki, sol içi farklar kendi başlarına mutlak anlamlar kazanıyor. Binlerce farklı insanın, yüzlerce farklı görüşün yan yana gelmesine dayanan bir yapıcı beraberliği tasarlamak için yıllardır aranan çözüm, bir çatının altında yan yana gelmekten öteye gitmiyor. Halbuki bir çatı altına sığınmakla ortak bir temel üzerinde bir şey inşa etmek arasındaki fark bugün Türkiye’de solun durumunu özetliyor. Solda yıllardır yegâne makbul arayışın ortak bir çatı kurmak olması bir rastlantı değil. Halbuki geçmişte de görüldüğü gibi, bir çatının altına gelince birbiriyle didişme eğilimi azalmıyor, tersine artıyor.
“Solu bugün bir arada tutan güç nedir” sorusunun yanıtı galiba böyle bir gücün maalesef olmadığıdır. Tartışmanın didişmeye dönmesi, herkesin pozisyon almaktan durumu anlamaya soluk ve vakit bulamaması, “Neden biz güçsüzüz” sorusunun yanıtını yanı başındakinin hatasında araması belki bundandır.
Solda hangi çatının altında birleşileceğine, çatının nasıl kurulacağı sorusunu yanıtlamaya değil, solun temelinin ne olduğu ve neden bu eski temel üzerinde solun bir türlü güçlenip büyüyemediği, dışına doğru açılamadığı sorusunu yanıtlamaya ihtiyacımız var.

Ahmet İnsel – Radikal

Oğuz Sönmez: “Hükümet yaşanan savaşı bitirmeye karar versin, vicdani ret bir günlük iş”

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vicdani ret hakkını ilk kez bağlayıcı bir kararla kabul etti. Ermenistanlı bir vicdani retçi olan Vahan Bayatyan’ın başvurusu üzerine süren yargılamadaki kararını geçen hafta açıklayan AİHM,  Ermenistan’ın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin  düşünce, vicdan ve inanç hürriyetini düzenleyen 9. maddesini ihlal ettiğine karar verdi. Mahkemenin kararına göre, Ermenistan’ın Bayatyan’a maddi ve manevi tazminat olarak 20.000 Euro (yaklaşık 46 bin TL) ödemesi gerekiyor.

Avrupa’nın vicdani ret hakkını hala tanımayan ve vicdani retçileri yargılamaya, hapsetmeye, insan haklarını ihlal etmeye devam eden son ülkesi olarak kalan Türkiye, AİHM’in bu kararından sonra tavrını değiştirecek mi? Bu konuyu uzun yıllardır savaş karşıtı hareketin ve vicdani ret mücadelesinin içinde yer alan ve konunun ayrıntılarını yakından takip eden aktivistlerden birine, Oğuz Sönmez’e sorduk. Oğuz Sönmez, bu soruya pek de iyimser bir cevap veremiyor. Ona göre asıl önemli olan Türkiye’deki savaşın bitmesi.

Oğuz Sönmez’le Yeşil Gazete için yaptığımız röportajı sunuyoruz:

Avrupa İnsan Hakları Makhemesi (AİHM)’in vicdani ret kararı Türkiye’deki vicdani retçiler için iyi haber olarak yorumlandı. Kararın bundan önceki kararlardan, örneğin Osman Murat Ülke kararından farkı nedir?

AİHM’nin dayanak olarak kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, “ülkelerin kendini savunma hakkı”ndan yola çıkarak, askerliği de istediği gibi düzenleyebileceği ilkesini kabul ediyor. Dolayısıyla, gerek AB’nin, gerek Avrupa Konseyi’nin, gerekse de BM’nin vicdani ret konusunda verdiği kararlar, herhangi bir yaptırım içermeyen, “tavsiye” niteğindeki kararlar olmuştur.

Vicdani retçi Osman Murat Ülke adına yapılan başvuruyu değerlendiren AİHM, 2006 yılı Ocak ayında aldığı kararda Türkiye’yi mahkum etmişti. Bu mahkumiyetin gerekçeleri kötü muamele, tüm kamu haklarından yoksun bırakmanın orantısız bir ceza olması, ki bunu “sivil (medeni) ölüm” olarak adlandırdı, ve aynı suçtan tekrar tekrar yargılamanın hukuki olmadığıydı; çünkü Ülke, emre itaatsizlikten 7 kez ceza almıştı ve bu cezalandırma devam ediyordu. Bu karar sonucunda Türkiye’den yasalarını bu yönde değiştirmesini istemişti*.

AİHM’in Ermenistan’lı vicdani retçi ve Yehova Şahidi Vahan Bayatyan hakkında veridği 7 Temmuz 2011 tarihli kararı ise yukarıdaki karardan çok farklı. Aslında konu önce AİHM’in ilgili dairesinde yukarıdaki ilkeler çerçevesinde bir karara bağlanmış, ancak kişinin tekrar itirazı üzerine AİHM Büyük Dairesi tarafından tekrar ele alınmıştı. Büyük Daire, Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkeden yalnızca Türkiye’nin anayasasında vicdani redde yer verilmediğini söyledi. Dolayısıyla vicdani reddin uygulanmasının artık bir zorunluluk olduğuna (yalnızca “tavsiye” değil) karar verdi. Kısacası bu kararla Avrupa Konseyi üyesi bütün ülkeler yasalarında zorunlu askerliğe alternatif olarak “sivil hizmet” bulundurmak zorundalar.

Avrupa Konseyi üyeleri arasında hangi ülkeler vicdani reddi tanımıyor? Ermenistan’ın ve Türkiye’nin uygulaması aynı mıydı?

Ermenistan 2000 yılında Avrupa Konseyi’ne üyelik başvurusunda bulunduğunda, 3 yıl içinde alternatif hizmete ilişkin Avrupa standartlarıyla uyumlu bir kanun çıkaracağı konusunda taahhütte bulunurken, hapis cezasına mahkum edilen ya da disiplin taburlarında görev verilen tüm vicdani retçileri affedeceğini ve Alternatif Hizmet Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte silahsız bir askeri hizmette ya da sivil hizmette görev almalarını sağlayacaklarını belirtmişti.

Ancak, 2001 yılında askere almak istediği Bayatyan’a bir alternatif sivil hizmet göstermemiş ve yargılama sonucunda 2,5 yıl hapis cezasına çarptırmıştı. Bayatyan bunun üzerine AİHM’ye başvurdu. Ancak Ermenistan, söz verdiği gibi 2003 yılında alternatif sivil hizmet kanununu yürürlüğe soktu. Halen Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkeden yalnızca Türkiye’nin anayasasında vicdani ret yok. Azerbaycan anaysasında ise vicdani ret olmasına rağman alternatif sivil hizmet düzenlenmemiş durumda. Bu karara dayalı olarak uluslararası insan hakları kuruluşları** ortak basın açıklaması yaparak, Sözleşme’ye taraf olan ülkeler arasında zorunlu askerliğe karşı vicdani ret hakkını hala tanımayan Türkiye ve Azerbaycan hükümetlerini derhal bu hakkı tanımak için gerekli adımları atmaya davet etti.

Peki bu karar Türkiye’nin vicdani ret politikasını etkileyebilir mi?

Bildiğiniz gibi Türkiye Anayasası’nın 90. maddesine göre, altına imza atılmış bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bir üst yasadır ve buna uygun yargılama yapan AİHM’in kararları da bağlayıcıdır. Ancak yukarıda da ifade ettiğim, AİHM’in 2006 yılındaki Osman Murat Ülke kararının gerekleri hala yerine getirilmiyor. Bu kararların takibinden sorumlu olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi her 3 ayda bir toplanır ve Türkiye’ye bu karara uyması gerektiğini hatırlatır. Aslında üyelikten atmaya kadar varabilecek yaptırımlar sözkonusu olmasına rağmen politik gerekçelerle uygulanmaz.

Dolayısıyla Türkiye’nin bu kararı da uygulaması söz konusu olmayacaktır. Türkiye, vicdani retçi Halil Savda için BM’nin vermiş olduğu bu yöndeki kararlara da uymuyor. Tabii ki vicdani retçiler, bu karar çerçevesinde AİHM’ye dava açabilirler ve bu davalar mutlaka mahkumiyetle de sonuçlanır. Türkiye bırakalım kararlara uymayı, vicdani retçilere kötü muameleden de vazgeçmiyor. Bildiğiniz gibi vicdani retçi İnan Suver 5 Ağustos 2010’dan beri tutuklu. 2001’den beri askerlik yapmamakta direnen, bu nedenle defalarca “firar” eden İnan’a 2008 yılından itibaren “askerliğe elverişli değildir” raporu verilmiş, ancak önceki yıllara ait verilmiş cezalar gerekçe gösterilerek hala cezaevinde tutuluyor.

Türkiye’de vicdani ret 1990’dan bu yana hangi aşamalardan geçti? Sizce şu anda vicdani ret mücadelesinin geldiği yer açısından 20 yıl öncesinden ne gibi farkları var?

Yaklaşık 20 yıl önce vicdani retçiler ortaya çıktığında Türkiye devletinin ilk tepkisi, tutuklamalar ve yargılamaları askeri mahkemelere kaydırma şeklinde olmuştu. Hem vicdani retçiler, hem konuyu medyaya taşıyan basın mensupları, hem de destekçiler, halkı askerlikten soğutmayı cezalandıran 155. maddeden (bugün için 318. madde), askeri cezaevlerine atılmış, askeri mahkemelerde yargılanmışlardır. Süreç içinde sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının yarattığı tepkiyi gidermek için 155. madde yumuşatıldı, yargılamalar sivil mahkemelerde yapılmaya, pek fazla mahkumiyet de verilmemeye başlandı. Değiştirilen 318. maddeye göre (ki TMK’ya bile sokulmuş, böylece cezası 10 yıla kadar hapis cezasına dönüştürülmüştür) mahkum edilen tek vicdani retçi Halil Savda. 2007 yılından beri yapılan bir yasal düzenleme ile mahkeme kararı olmadan gözaltına alma işlemi yapılamadığından GBT taramalarında vicdani retçiler çıkmıyor.

Ayrıca yoklama kaçağı, bakaya gibi suçlamalar sivil mahkemelere havale edilip, çok yüksek para cezalarıyla karşılaşılıyor. Tabii ki tüm bunlara rağmen yakalanan tüm vicdani retçiler askeri cezaevlerinde işkence görüyor, bir süre hapis yatırıldıktan sonra “anti sosyal kişilik bozukluğu” teşhisiyle “askerliğe elverişli değildir” raporu verilerek sorunun üzeri örtülmeye çalışılıyor.

Mevcut durumda vicdani retçilerin sayısını ölçebiliyor musunuz? Vidani ret hareketinin toplumsal mücadeledeki yerini nasıl görüyorsunuz?

Vicdani ret hareketi ortaya çıktığından beri, yaşanmakta olan savaşa karşı çok anlamlı ve sert bir duruşu ifade etti. Bugün de aynı şekilde “askere gitme kardeş kanı dökme” kampanyası ile savaş karşıtı duruşunu sürdürüyor. Bu anlamda 2010 yılından bu yana Kürt gençlerinin de toplu vicdani ret açıklamlarıyla beraber vicdani retçilerin sayısı artık yüzlerce oldu. Vicdani retçiler aynı zamanda militarizme karşı, onu açığa çıkaran ve ona karşı mücadeleyi ön plana alan, bu anlamda ülkedeki demokrasi mücadelesinin de önemli güçlerinden oldular. Bireyin iradesinin, egemenleri ne kadar aciz kılabileceğini ortaya seren bir tavır geliştirildi. Bütün bunlar örnek sayılabilecek bir “itaatsizlik” tavrıyla ortaya kondu. Hiçbir toplumsal dönüşüm antimilitarizmi dikkate almadan yol alamaz.

Son AİHM kararını sizce hükümet nasıl yorumlayacak?

Sanırım, AKP artık eskisi gibi “hükümet oldu, ama iktidar olamadı” noktasında değil. Yani iktidarda ve devlete de hakim. Önümüzdeki süreçte yapılacak anayasa değişikliğinde bile AKP (profesyonel askerlik tartışmalarından edindiğimiz izlenime göre), sözleşmeli askerliğin yanında, 3 ay gibi kısa süreli de olsa zorunlu askerliğin sürmesini düşünüyor. Son kararın bir değişikliğe zorlayacağını sanmıyorum. Çünkü 2006 yılından beri zaten yapılması gereken buydu. Hükümet, kendisini uyaran Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’na her seferinde yasal değişiklik çalışması yaptığını söyledi. 2007 yılında yayınlanan Genelkurmay’ın dergisinde bile vicdani ret yasasının çıkarılmasının bir zorunluluk olduğu ifade edilmişti. Bütün bu kararları olumlu anlamda değişitirebilecek tek şey yaşanan savaşın bitirilmesidir. Hükümet bu karara varırsa vicdani ret bir günlük iştir.

Bu karar profesyonel ordu tartışmasını da yeniden canlandırabilir mi? Örneğin avukat Ergin Cinmen “Bu karar emsal teşkil edecektir. AİHS’ni imzalayan tüm ülkeler için, ‘Profesyonel orduya geçme zamanınız yavaş yavaş geliyor’ demektir. ‘Vicdani ret hakkını eninde sonunda tanıyacaksınız’ demektir.” diyor. Bu yoruma katılıyor musunuz?

Sanırım profesyonel ordu için atılan en son adım (“sözleşemeli askerlik”), yapılan bir sürü uygulamadan sonra geliştirilen ve dünyadaki örneklerine de en uygun olanı. Öğrenim durumunu ilkokul olarak belirtmesiyle, hedefine yoksul ve işsiz gençleri aldığını açıkça ortaya koyan bu askerlik uygulaması, umarım kendisini insan haklarından yana gören, özgürlük ve demokrasi savuncusu her insanı düşündürecek ve canını acıtacaktır. Bu gençler, varsa dağlarımızdaki savaşlarda, yoksa bölgesel ve küresel çıkarlarımızın korunması adı altında Asya’nın, Afrika’nın ya da dünyanın bir başka parçasının topraklarında “şehit” düşecekler. Kısaca vicdani reddin alternatifi profesyonel ordu olamaz. Vicdani ret, savaşsız, barışçıl bir yaşam için bireyin iradesinin öne çıkarılmasıdır.

Teşekkür ederiz.

* A.Ü.SBF Kamu Yönetimi Arş. Gör. E. Cenk Gürcan, A.Ü.SBF Dergisi Ocak-Mart 2007 sayısında yayınlanan ve “2006 Kapani-Savcı İnsan Hakları İnceleme Yarışması”nda Birincilik Ödülü alan çalışmasında; yapılacak düzenlemenin “vicdani ret” düzenlemesi olabileceğini belirtmişti.

** Uluslararası Af Örgütü, Uluslararası Vicdan ve Barış Vergisi Örgütü, Uluslararası Hukukçular Komisyonu, BM Quaker Ofisi Cenevre ve Uluslararası Savaş Karşıtları

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Sivas’ın ‘yakalanamayan’ sanığı Sivas’ta öldü!

Madımak Katliamı’nın firari sanığı Cafer Erçakmak’ın Sivas’ta yaşamını yitirdiği ortaya çıktı.

2 Temmuz 1993 tarihinde 33 aydın 2 otel görevlisi 35 kişinin öldüğü Sivas Madımak Oteli Katliamı’nın “1 numaralı sanığı” olarak aranan dönemin Refah Partili Belediye Meclis üyesi Cafer Erçakmak’ın, dün Sivas’ta yaşamını yitirdiği ortaya çıktı.

Radikal Gazetesi’nin haberine göre 18 yıldır bir türlü “bulunamayan” Erçakmak’ın cenazesi, aynı gün yakınları tarafından gizlice Yukarıtekke Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Hakkında Sivas katliamının baş azmettiricilerinden biri olan ve 18 yıldır “aranan” Erçakmak’ın uzun yıllar Fransa’da saklandığı öne sürülmüştü. Erçakmak’ın ne zaman Sivas’a geldiği ve nasıl öldüğü ise bilinmiyor.

Sivas’ta, Madımak Otelinin yakılması ve 37 kişinin öldürülmesine ilişkin açılan ana davadan dosyaları ayrılan 7 firari sanığın yargılandığı davanın 21 Haziranda Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmasında ise savcı tarafından hakkında yokluğunda tutuklama kararı bulunan ancak bugüne kadar yakalanamayan Sanık Cafer Erçakmak ile ilgili dosyanın ayrılarak başka bir esasta görülmesi, diğer 6 sanık hakkındaki davanın ise zaman aşımı süresinin dolması nedeniyle düşmesine karar verilmesi talep edilmişti. (Yeşil Gazete)

‘Disiplin soruşturmasıyla ilgili karar, iddianameden sonra verilecek’

0

Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Aydınlar, şike soruşturmasıyla ilgili olarak “Federasyonun elinde belge yok, bu nedenle herhangi bir soruşturma başlatılmadı. Soruşturma iddianameden sonra başlatılacaktır. Alacağımız karar tüm kesimleri mutlu etmeyecektir. Biz en doğru kararı almaya çalışacağız.” dedi.

Tüm kamuoyundan destek istediklerini söyleyen Aydınlar, UEFA ve FIFA’yla birlikte çalışacaklarını; Ligin planlandığı şekilde 5 Ağustos tarihinde başlayacağını bildirdi.

TFF Başkanı Aydınlar, Süper Kupa finalinin de 31 Temmuz’da Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında yapılacağını da kaydetti.

“Elimizde bilgi-belge olmadan karar vermemiz doğru değil, iddianameyi bekleyeceğiz. Türk futbolu zor günlerden geçiyor, herkesin sağduyu olması ve bize destek vermesi gerekiyor.” diyen Aydınlar, Türk futbolunu en az zararla bu işten çıkarmayı hedeflediklerini bildirdi.

Gözaltılarda ikinci dalga

Türkiye’de yürütülen şike soruşturmasının ikinci dalgasında eski futbol federasyonu başkanı Mahmut Özgener, Trabzonspor Başkanı Sadri Şener ve Futbol Federasyonu’nu eski üyesi Levent Kızıl’ın da aralarında bulunduğu yeni isimler gözaltına alınmıştı.

Operasyonun başladığı 3 Temmuz’da gözaltına alınan Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım da dün gece tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Operasyonun yeni ayağında gözaltına alınan Trabzonspor Başkanı Şener, sağlık kontrollerinin ardından emniyete götürüldü.

Eski TFF Yönetim Kurulu üyesi ve eski Bursaspor Başkanı Levent Kızıl da gözaltına alındı. Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesine getirilen Kızıl, burada sağlık kontrolünden geçirildi.

Şike soruşturmasının ikinci dalgasında gözaltına alınan bir diğer isim Ankaragücü’nün eski yöneticisi Mümtaz Karakaya oldu.

Soruşturmada ayrıca eski Fenerbahçe kalecisi, şimdi Ankaragücü forması giyen kaleci Serdar Kulbilge de gözaltına alındı.

Futbolda şike soruşturması kapsamında polis, Süper Lig ve Bank Asya 1. Ligi’nde toplam 19 maçta şike ve teşvik faaliyetlerinin gerçekleştirildiğinin tespit edildiğini açıklamıştı.

Soruşturmanın ilk aşamasında 50’den fazla kişi gözaltına alınmış, aralarında Sivasspor Başkanı Mecnun Odyakmaz, Eskişehirspor Teknik Direktörü Bülent Uygun ve bazı Fenerbahçe yöneticileriyle futbolcular ve menajerlerinin de bulunduğu 26 kişi tutuklanmıştı.

Adalı ve Havutçu gözaltında

0

Futbolda şike iddialarına yönelik soruşturma kapsamında futbolcu İbrahim Akın ve İskender Alın gözaltına alındı. BJK yöneticisi Tayfur Adalı ile Teknik Direktör Tayfur Havutçu da emniyete geldi. Adalı, “Telefonla çağırdılar ifade vermeye geldim. Beşiktaş bu işten temiz çıkacak” dedi. Futbol Federasyonu Başkanı Aydınlar da şike soruşturmasına yeni kulüplerin katılacağı işaretini verdi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirilen iki futbolcu, sağlık kontrollerinin yapılması için Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesine getirildi.

Sağlık kontrolünden geçirilen Akın ve Alın daha sonra tekrar Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü.

Futbolcular, hastane çıkışında gazetecilerin “Neden gözaltına alındınız?” sorusunu yanıtsız bıraktı.

Adalı ve Havutçu emniyette

Bu arada futbolda şike iddialarına yönelik soruşturma kapsamında İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından şüpheli sıfatıyla ifade vermek için çağrılan Beşiktaş Futbol Komitesi Başkanı Serdal Adalı ve teknik direktör Tayfur Havutçu İstanbul’a geldi.

Tayfur Havutçu ve Adalı daha sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne geldi.

“Beşiktaş bu işten temiz çıkacak”

İstanbul Emniyet Müdürlüğünün Vatan Caddesi’ndeki yerleşkesine, garaj kapısından giriş yapan Beşiktaşlı Serdal Adalı, “Telefonla çağırdılar ifade vermeye geldim. Beşiktaş bu işten temiz çıkacak” dedi.

Adalı, daha sonra avukatlarıyla İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün bulunduğu kata çıktı. Kulübün futbol takımı teknik direktörü Tayfur Havutçu da, avukatlarıyla İstanbul Emniyet Müdürlüğüne geldi.

‘İşin içinde hiç ismi geçmeyen kulüp de var’

Futbol Federasyonu Başkanı Aydınlar , şike soruşturmasına yeni kulüplerin katılacağı işaretini verdi.

Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Ali Aydınlar dün gece bir televizyon programına telefonla katıldı ve önemli açıklamalar yaptı.

Aydınlar, ellerinde delil olmadığını belirterek bu durumda karar vermelerinin mümkün olmadığını dile getirdi.

Aydınlar’ın en ilginç açıklaması ise soruşturmanın gideceği yön hakkında oldu: “Biz hangi kulüplerin bu işin içinde olduğunu biliyoruz. Kulüplerin isimlerini biliyoruz. Hiç ismi geçmeyen kulüp de var bu işin içinde. Ama şu anda size söylemem mümkün değil.”

Üç hakemin bu soruşturmanın içinde olduğuna dair bilgisi olmadığını dile getiren Aydınlar, “Evet daha önceki açıklamalarımda ‘Durum çok vahim, yargı kararını beklemeden, karar vereceğiz’ dedim. Ama şimdi de tersini söylemedim. Durum değişmedi. Yargı kararını beklemeden karar vereceğiz. İddianameyi bekleyeceğiz” diye konuştu.

Hastanede Aziz Yıldırım’a yaptığı ziyaretle ilgili ise şunları söyledi: “Tamamen insani bir ziyarettir. Aziz Yıldırım bir kulüp başkanıdır, benim de kulübümün başkanıdır. Kendisini ziyaretim tamemen insanidir. Bu ziyarette de kendisine geçmiş olsun dedim, başka da bir şey konuşulmamıştır.”

Banu Güven NTV’den neden ayrıldığını anlattı

Seçimden önce Leyla Zana’yla yapmayı planladığı söyleşinin krize dönüştüğünü açıklayan Banu Güven NTV’den ayrılış sürecini anlattı: Seke seke giderken ‘çat’ diye duvara çarptım ben..

NTV’de otosansür uygulandığını ve yeni yayın döneminde de tartışma programlarından çok haber programlarına yer verileceğini söyleyen Güven, “‘Bize ayrılan sürenin sonuna geldik’ bugünlerde beni arayanlara telefonu açar açmaz böyle diyorum” dedi.

Taraf Gazetesi’nde Tuğba Tekerek’in “Seke seke giderken ‘çat’ duvara çarptım” başlığıyla yayımlanan (12 Temmuz 2011) Banu Güven söyleşisi şöyle:

Seke seke giderken ‘çat’ duvara çarptım

Banu Güven geçen hafta –dile kolay– 14 yıldır çalıştığı NTV’den ayrıldı. Ama nasıl ayrıldı? İpler aslında ne zaman kopmuştu, talep kimden, neden gelmişti? Asıl önemlisi, gazeteciyle işvereni arasındaki bu olay genel siyasi iklimle ne kadar alakalı ne kadar alakasızdı? Güven, Türkiye’de hem medya dünyasını hem de politik atmosferi yorumlarken ihtiyacımız olan bu soruların yanıtlarını aşağıdaki satırlarda kendi perpektifinden aktardı.

14 yıldır çalıştığınız NTV’den geçen hafta ayrılmak zorunda kaldınız. Nasıl bu noktaya geldiniz?

Türkiye’de birçok medya kuruluşunun uzun zamandır netameli konulardaki haberleri tartarak değerlendirdikleri bir sır değil. Muhabirlerin yıllardır fırça yemekten korktukları da bir sır değil. Ankara’da herkesin anlatabileceği iyi hikâyeleri var. Unutmamak gerekli, bir dönem sadece başbakanlıkta değil genelkurmayda da akreditasyon krizleri yaşandı. Bunlara medya nasıl yaklaştı? İyi verilen bir sınav değildi bence bu. Bunların içinde biz gene de benim çalıştığım kurumda işimizi yaptık. NTV yayın politikası olarak nesnellik konusunda azami gayret göstermiştir, gazetecinin eleştirel olması gerekir, bunun için de alan sağlamış bir yerdir. Ben de son yayın döneminde, en çok keyif aldığım dönemlerden birini yaşadım aslında. Zaman zaman ana akım medyanın gündeminde çok üst sıralarda yer almayacak konuları ya da kimsenin dokunmadığı alanları konuştuk. Her şeye rağmen, bu basınca rağmen bunların yapılabiliyor olması bende iyimserlik yaratıyordu.

Nasıl dağıldı bu iyimser hava?

Seçim öncesinde öyle bir yere gelindi ki… Çok büyük hatalar yapıldı bence. Hükümet tarafından herhalde açıkça söylenmiş olması gerekiyor ki bizim yapacağımız işin sınırı belirlendi. Tartışma programları seçimden birkaç hafta önce kalktı. Neden biz daha fazla konuşmuyoruz gibi sitemlerle üzerinize gelindiği noktada dükkanın o bölümünü kapatmak gibi bir hareket oluyor ki problem çıkmasın. Ben devam ettim bu arada. Genel Yayın Yönetmeni’miz Ömer Özgüner’le çok yakın çalıştık. Kimselerin dokunmak istemediği bir çok konuda onun desteğini görmekten çok mutlu oldum. Ama seçim öncesinde bu gerilimli hattı geçince, basıncı ben de daha fazla hisseder oldum, herkes gibi… Son yaptığım yayınlardan Vedat Türkali, birtakım çevrelerden gelen tepkiler sebebiyle kanal içinde tartışma konusu oldu. Aslında söylediklerinin çoğunun Cengiz Çandar’ın kaleme aldığı TESEV raporunda hükümetin demokratik açılımına dair haritada birebir bulunduğunu görüyorsunuz. Tabu olmaktan çıkmış bir konuydu bu.

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bile ‘Öcalan bir aktör’ dedi…

Evet… Biz bütün bunların gerisinde kalmış olduk aslında. Bu ironik ve acı bir durum benim için. Sonra pazartesi günkü konuğum için heyecan duyuyorduk Ömer’le (Özgüner) beraber. Leyla Zana gelecekti. Ama sonra böyle bir röportajın da içine sokulduğumuz sınırların dışında kaldığını öğrendim. O iyimserlikle devam ederken, seke seke giderken, çat diye duvara çarptım ben.. Biz, hep beraber… Çarptık bence… Neyse… Bunu kabullenemedim tabii. Çözmeye çalıştım. Gazetecilik hayatımın en zor günlerinden biriydi. Sonuçta dendi ki: “Ha-yır, o-la-ma-yacak.”

Kim olursa olsun, seçim öncesinde son haftaya girerken, çok kısıtlı tuttuğu söyleşi programına dahil ettiyse ve ona göre hareket ediyorsa ve bu iptal oluyorsa; bu çok utanılacak bir durumdur. Kim olursa olsun… Leyla Zana olması iki kat önemli kılıyor. Çünkü onun ismi, yaşadıkları, hapiste geçen 10 yılın ne için olduğu ortada. İfade özgürlüğü konusunda yaşanan büyük skandal… Bütün bunların üzerine, bu kadar yıl sonra anaakım medyaya konuşmaya karar vermiş bir insana bu haksızlığı yapıyor konumuna düşmek de canımı hâlâ çok yakıyor. Hakikaten çok yakıyor.

Leyla Zana nasıl karşıladı bu durumu?

Çok soğukkanlı davrandı. “Biz neler gördük” dedi.

Bu kriz üzerine sizin programınız tatile çıkarıldı…

Bu krizle beraber benim açımdan denizin bittiği netleşti. Hiçbirşey olmamış gibi yaparak yayına çıkamazdım. Ben “Madem öyle, rica ediyorum erken tatil olabilir mi” dedim. Sonrasında “Nasıl devam edebiliriz, konuşalım” dedik. Ama seçim sonrasında da bir değişiklik olmadı. Önceden çıkaramadığım konuğu o zaman çıkarabileceğim söylenmedi. Tam tersi. Önümüzdeki yayın dönemi için de olmayacağını anladım.

NTV çizgisinde ciddi değişiklikler olacağı söyleniyor…

Bu formattaki programlar dışında daha çok haber bülteni veren bir NTV düşünülüyor. Benim gördüğüm daha farklı kimlikte bir kanala gidilmiş olduğu. Dolayısıyla ben o koşullara, o alana önümüzdeki dönemde de sahip olmayacaktım.

Peki Leyla Zana’nın programa çıkarılmaması nasıl açıklanıyor? Sonuçta milletin vekili olmak için meşru şekilde adaylığını koymuş bir insan…

Ve seçim öncesinde AkP’nin oylarının azalmasına sebep olacak bir insan…

AKP’nin oyları hesap edilerek mi yapılıyor NTV’de programlar?

Seçim öncesinde NTV şu partiyi, bu partiyi kollayayım diye birşey demiyor tabii. Burada sorun 15 yıldır bir marka, bir güvenilirlik oluşturmuş, bunun için kavga etmiş bir kanal artık niye bu noktaya geliyor? Bu sorunun cevabını, rica, talep, uyarı tehdit, neyse bunu dolaylı ya da doğrudan yapanlar; bunun sonucunda oto sansürü devreye sokanlar –aslında oto sansür hep vardır memlekette de– oto sansürün güçlenmesine katkıda bulunanlar ve bunun sonucunu yaşayanların oturup düşünmesi lazım. Otosansür çok tehlikeli bir şey; biri beşle de çarpabilir. Bu konuştuğumuz tablo NTV özelinde yaşanan bir hikaye. Hemen her yerde, bir otokontrol mekanizması var. Bununla beraber, Karayılan röportajları da var. Ama Ertuğrul Mavioğlu yargılanıyor. Ama böyle şeyler de yapılabiliyor.

Otosansür dediğimiz şey bir yandan baskıyla, gerçeklikle ilgili ama bir yandan da medya sahibinin durumu algılamasıyla ilgili…Sizce NTV’de hangisi daha etkili?

Gerçekte neler olduğunu bilmeden bir yorum yapmak istemem ama bir ölçüde kişisel değerlendirmelerin sonuçlarını da yaşıyor olabiliriz. Söylediğinizde bir doğruluk payı olabilir. Cevabını bir gün doğrudan sorarak alabilirim.

Hükümetin somut baskısına dair bir duyumunuz oldu mu?

Hayır, hayır genel geçer sizin benim duyduğumuz şeyler… Ama fazla zaman geçmedi üzerinden; en büyük medya kuruluşuna büyük cezalar kesildi. Bu, bir çok yayın kuruluşu sahibinin yoğurdu üfleyerek yemesine neden oldu. Özellikle de başka alanlarda faaliyeti olanların…

Sizce medya sahiplerinin başka alanlarda da yatırımlarının olması, tüm bu tartıştığımız meselelerin düğümlendiği nokta olabilir mi?

Söylediğiniz kesinlikle geçerli bir argüman. Dünyanın her yerinde tartışılan bir konu zaten.

On yıl öncesine göre bazı konularda da medya özgürleşti aslında…

Evet, evet. Ama şunu da unutmamak lazım: Biz hep Kürt meselesi üzerinden gidiyoruz. Çevre ya da benzer konularda haber yapıldığında da acayip bazı hassasiyetlerle karşılaşılmıyor mu? Bu Kürt meselesi yakın tarihte görülmemiş bir cesaretle çözümlenmiş olabilir. Bu ancak alkışlanır. Ama bunun ardından ben gene demokrasinin bütünsel bir şey olduğunu söyleyeceğim.

Medyanın gidişatı nereye doğru sizce?

Başka mecralar oluşacak. İnsanlar daha bağımsız şeyler yapmaya çalışacaklar bence. Koskoca bir İran’da cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra ajansların çalışması engellendi de habersiz mi kaldık biz? Yani gazetecilik yapmak yalnızca birileriyle karşılıklı konuşmak değil. En azından sosyal paylaşım ağlarımız var. İki cümle bile bize bir haber verir. Bu taraftan bakarsak iyimser olabiliriz belki ama medya kuruluşları açısından durum pek iyimserlik verici değil. Bağımsız medyanın büyümesini, yerel medyanın güçlenmesini çok temenni ediyorum. Bakalım bundan sonra ne olacak? “Bize ayrılan sürenin sonuna geldik”… Bugünlerde beni arayanlara telefonu açar açmaz böyle diyorum.

Bence “Sizi izlemeye devam edeceğiz”. Bundan sonra ne yapmayı planlıyorsunuz?

Kararlıyım öyle ya da böyle devam edeceğim. Bu olan biten, bende şunun haberini yapmak isterdim bu kişiyle röportaj yapmak isterdim duygusunu eksiltmedi.

Aksine kamçılandınız?

Evet. Bunu nasıl yapacağıma dair birtakım planlarım da var.

Ne gibi?

Net değil hâlâ ama… Tek mecra bizim anaakım medya olarak tanımladığımız basın, televizyon değil… Şimdilik bu kadarını söyleyeyim.

Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?

Öncelikle kişisel bir mağduriyet hikayesi değil bu. İnsanlar ‘Ne olacak şimdi’ diye düşünüyor. Ben telaş içinde değilim, huzursuzluk içinde değilim. Bağımsız olmak istiyorum. Gazeteciliğin kendi sınırlarından gayrı başka sınırlar içine girmemek arzusuyla alakalı bir şey bu. Tek inandığım şey bu.

Hopa protestocusu ODTÜ’lü Murat Belge’ye yanıt verdi

Radikal Gazetesi’nden Ezgi Başaran’ın Murat Belge ile yaptığı röportaj çok ses getirdi. Röportajda Belge’nin Hopa’da AKP politikalarını protesto ederken ölen emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun çevresini “Ergenekoncu” olarak nitelemesi ve öğrenci protestolarının arkasında “gizli bir el” olduğu yönündeki iddiaları, muhalif kesimde büyük tepki çekti. Belge’nin solculuğu ve Marksistliği tartışılırken, “Ergenekoncu” ve “maşa” olarak itham ettiği kişilerden biri yine Başaran’ın köşesinden Belge’ye yanıt verdi.

Ankara’da Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto ettiği için tutuklanan ODTÜ Metalurji Mühendisliği öğrencisi Ömür Çağdaş Ersoy, 1 aydır yatmakta olduğu Sincan cezaevinden Belge’ye seslendi. Ezgi Başaran’ın yayınladığı yanıt şöyle:

*Mektubunda Murat Belge’ye hitaben iki konuya açıklık getiriyor: Hem niye Hopa’daki biber gazını protesto ettiklerini, hem de niye yumurta atanlardan biri olduğunu… İlk önce Hopa:

*’Gariban olduğunu iddia ettiğiniz Metin Lokumcu yıllarca sendikal mücadele içinde yer almış, emekli olunca da çevre ve yaşam hakkını savunmuş yiğit bir Hopalı’ydı. Ölüm sebebi de heyecan değil yoğun biber gazı sonucu bayılınca göğsüne aldığı tekme darbeleriydi. Malum gerginliğin varlığı şüphe taşımıyor ama sebebini yanlış biliyorsunuz. Gerginliğin sebebi HES’lerdi. Yani yöre halkının derelerinin, suyunun satışıydı. Çevremize, doğaya, kentlere, haklarımıza sahip çıkıyoruz. Ne AKP’nin “demokratlığına” ne de paşaların “vatanseverliği”ne güveniyoruz. Halkın kendi örgütlü gücüne güveniyoruz. HES’ler ve Ergenekon arasında nasıl bir bağlantı kurduğunuz açıklayın lütfen! Hopa’daki köylüleri zan altında bırakacak bu iddia, belki sizin için basit ama onları tanıyan bizler için önemli.’

*Belge’nin bu öğrenciler niçin hep Bakanlara yumurta atıyorlar da Süheyl Batum’a atmıyorlar, öğrenci hareketlerinin arkasında ben de Başbakan gibi başka şeyler arıyorum şeklinde özetlenebilecek sözlerine Çağdaş’ın cevabı şöyle:

Bizzat yumurta atan öğrencilerden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’de de dünyada da protestoların hedefinde icraat sahipleri, muktedirler vardır. Neredeyse 10 yıldır iktidarda olan ve üniversitelerde yeni bir dönüşüme hazırlanan AKP’nin temsilcisi ile ona “çarpık” muhalefet edeni aynı kefeye koymadık. Ülkemizde MC Hükümetlerine ya da Ecevit CHP’sine karşı çıkan DEV-GENÇ’lileri getirin gözünüzün önüne. Daha eskiye dönün; ODTÜ’de ters dönmüş yanan bir araç vardı hatırlarsınız. Aklı başında kimse Kommer’in arabasının park edildiği yerde “haksızlık olmasın” diye ikinci bir arabayı ters çevirmez sanırım. Bu Kommer’e haksızlık olurdu. Günümüze gelelim. İngiltere’de prensin arabasına yumurta atan öğrenciler, İtalya’da Berlusconi’nin fotoğraflarına çarpılar koydukları posterlerle süslenen işgal edilmiş amfiler ya da göçmen yasasını protesto ederken Sarkozy’e lanet eden Fransa’daki göçmen öğrenciler… Aynı taleplerle hareket eden Avrupa gençliğine de hükmedecek bir Ergenekon’unuz var sanırım! İşkence gören ve ardından tutuklanan bir üniversiteli olarak; bu baskının icraatçısını değil de beni ve benim gibileri “faşist” diye yaftaladığınız için özür borçlusunuz!’

*17 yaşından, yani liseden beri öğrenci hareketlerinin içinde olan Çağdaş’ın arkadaşlarıyla üç hafta önce farklı bir vesileyle tanıştığımda canlarını en çok ‘taleplerinin anlaşılmaması’ ya da ‘siyasi görüşlerinin karşılık bulmaması’ değil de ‘gizli bir el’ tarafından yönlendirildiklerinin ima edilmesi, o elin parmağı nereyi işaret ediyorsa oraya sürüklendiklerinin dile getirilmesi acıtmıştı. Çağdaş da şimdi, maalesef A3 no’lu koğuştan bu benzer öfkeyle konuşuyor. Ve mektubunu şöyle bitiriyor:

*‘Yarın bir gün başıma bir şey gelirse bu iyi bir adamdı diyerek destek olurlar diyerek güvendiğiniz milliyetçi muhafazakârlara dair söyleyeceklerim var. Korkunç derecede yanılıyorsunuz Sayın Belge! O milliyetçi muhafazakârlar ki, ortak arkadaşımız Hrant’ın katilini “kahraman” ilan ederken sokaklarda “biz” vardık. Eğer yarın bir gün başınıza bir şey gelirse sokaklarda yine “darbeci, faşist” ilan ettiğiniz biz olacağız. Ama bugün başına bir şey gelme olasılığı yüksek olan bizler kendini “solcu aydın” diye tanımlayan “sizlerin” de bize karşı cephe almasını göğüslemeye çalışıyoruz.’

O benim oğlumdur

*Bu tür hikâyelerin görünmeyen başka özneleri de oluyor. Mesela Çağdaş’ın babası Fatih Bey… Oğlunun tutuklandığı günü şöyle anlatıyor: ‘Öldü diye polislerin bıraktıkları kadın; olay günü panzerin üstüne çıkan ve kalça kemiği polislerce kırılan Dilşat Aktaş’tır. Dilşat Aktaş’ın üzerine kapaklanarak ölümden kurtaran, gözaltına alınan ve işkence gören ise; Ömür Çağdaş Ersoy’dur. Bu genç benim oğlum. Oğlunuz, emniyette; işkence görüyor, yüzünün şiştiğini, gözünün morardığını ve işkencenin ise halen devam ettiğini duyuyorsunuz. Ben ise oğlumu koruyamıyorum, nasıl acılarla cebelleştiğini ve benim yanımda olmasını ne kadar istediğini hissedebiliyorum ama hiçbir şey yapamıyorum. Bunun nasıl bir acı olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?’ (Radikal, sol, Yeşil Gazete)

Üniversiteye geri dönüş yolu açıldı

Anayasa Mahkemesi, Yükseköğretim Kanunu’nda yer alan “Yükseköğretim kurumundan çıkarma cezası verilen öğrenciler, bir daha herhangi başka bir yükseköğretim kurumuna alınamazlar” cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmetti. Herkesin öğrenim hakkı olduğuna vurgu yapılan kararın gerekçesi Resmi Gazete’de yayınlandı.

Öğrenim hakkı elinden alınanlara iyi haber! Yükseköğretim Kanunu’nun 54. maddesini iptal eden Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesi Resmi Gazete’de yayınlandı. 54. madde, yükseköğretim kurumundan çıkarma cezası verilen öğrencilerin bir daha herhangi başka bir yükseköğretim kurumuna alınamayacakları yönündeydi.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesinde öğrenim hakkının tamamen kaldırılamayacağı belirtildi. “Eğitim ve öğretim kurumlarınca öğrenciler için eğitim ve öğretim faaliyetleri süresince uygulanacak disiplin kuralları içerisinde ağır disiplinsizlik eylemleri için eğitim veya öğretim kurumundan öğrencinin çıkarılmasını öngören düzenlemeler getirebilirse de bu hakkın kullanımı tümüyle engellenemez.”

Eğitim ve öğrenim hakkının Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle de koruma altına alınmış evrensel bir hak olduğunun vurgulandığı gerekçede, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 1. Protokol’ün 2. maddesinde yer alan “Hiç kimse, eğitim hakkından yoksun bırakılamaz” cümlesine de atıf yapıldı.

Kolektif Kampı’nda gözaltılar serbest

6. Kolektif Yaz Kampı polis baskısıyla başladı. Türkiye’nin dört bir yanından kampa giden yüzlerce liseli ve üniversitelinin otobüsleri savcılık kararıyla durduruldu, otobüsler didik didik arandı. Araması olduğu iddia edilen 5 kişi kısa süre gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı

Bu yıl 6.’sı düzenlenen ve 11-17 Temmuz tarihlerinde İzmir Dikili Sotes Tatil Köyü’nde gerçekleşen Kolektif Yaz Kampı polis baskısı ile başladı. Türkiye’nin pek çok ilinden Dikili’ye giden otobüsler, Dikili Sulh Ceza savcılığından çıkartılan özel arama kararı ile saatlerce didik didik arandı. Polisler, kararı gerekçe göstererek çantaları ve çadırları bile tek tek inceledi.

İstanbul’dan yola çıkan otobüslerin aranmasında ve kimlik kontrolünde ise daha önce hakkında arama kararı olduğu iddia edilen 5 kişi kısa süre gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı.

Sendika.Org’a konuşan Kolektifçiler gözaltıların taciz amaçlı olduğunu düşündüklerini, avukatların da girişimiyle sorunun çözüldüğünü ve yaklaşık 700 öğrencinin katıldığı kampın sorunsuz bir şekilde sürdüğünü belirttiler.

Sendika.Org

Mikail Taşçı’nın objektifinden Yeşiller Kampı

Yeşiller Partisi’nin öncülüğünde düzenlenen Yeşiller Yaz Kampı 2011, 25-28 Haziran tarihleri arasında Kazdağları’nda gerçekleşmişti. İşte bu kamptan Mikail Taşçı’nın çektiği fotoğraflar: