Ana Sayfa Blog Sayfa 5138

Adatepe Taşmektep seminerleri başlıyor

0

Kazdağları’nda yeralan tarihi Adatepe köyünde 1998 senesinden beri faaliyet gösteren Adatepe Taşmektep seminerleri bu hafta Doç Dr.  Kürşad Demirci’nin vereceği “İslam tarihi ve Uygarlığı” semineri ile başlıyor.

Adatepe köyünün terkedilmiş eski ilkokul binasında her yaz tarih, felsefe, edebiyat konulu seminerler düzenleniyor. Resim, seramik ve müzik atölyeleri yapılıyor. Misafir sanatçılar çağrılarak köy ortamında üretim yapmaları için ortam sağlanıyor.

Bu sene 13. kez düzenlenen seminerlerde şimdiye kadar Mete Tunçay’dan Hilmi Yavuz’a, Oruç Aruoba’dan Ömer Madra’ya kadar bir çok akademisyen, edebiyatçı ,düşünür  ve sanatçı seminer verdi, atölye çalışmaları yönetti.

Bu seneki seminer programında Mikdat Kadıoğlu’nun “Ne olacak bu Küre’nin hali ?”,  Alper Maral’ın “Müzik ve politika”,  Rüstem Aslan’ın “Edebiyattan arkeolojiye Troya savaşı” başlıklı seminerleri ilk göze çarpanlar arasında.

Adatepe Taşmektep seminerlerine kayıt ve diğer bilgiler  http://www.tasmektep.com/program_2011.htm adresinde bulunabilir.

(Yeşil Gazete)

Halkevine ‘kamu’ darbesi

İktidarın çalışma hayatı ve özelleştirme politikalarına karşı sokakta eylemler yaparak dikkatleri üzerine çeken Halkevleri’nin 50 yıldır taşıdığı ‘kamu yararlı dernek’ statüsü, bakanlar kurulu tarafından kaldırıldı.

Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, kararın 7 Şubat 2011 tarihinde İçişleri Bakanlığı’nın önerisi üzerine, 4 Nisan 2011 tarihinde bakanlar kurulunca alındığını kaydetti. Kendilerine tebliğinse 4 Temmuz Pazartesi günü gerçekleştiğini ifade eden İlknur Birol, tebliğ tarihinin seçim sonrası olduğunu dikkat çekerek, “Açıktır ki başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP iktidarı seçim öncesi bu açıklamayı göze almamıştır” dedi.

Birol, kararın, sosyal ve ekonomik politikalara karşı Halkevleri’nin yürüttüğü muhalefetten kaynaklandığını ve asıl amacın, kamu yararına faaliyet yürüten yapıların tavsiyesi olduğunu savundu. AKP döneminde Deniz Feneri’nin ‘kamu yararı dernek’ statüsüne alındığına dikkat çeken Birol, Halkevleri’nin biri 1950 ve diğeri 1980’de olmak üzere iki kere kapatıldığını hatırlattı. Birol, “İki kez kapatılıp tüm malvarlıklarına el konulan; türlü baskı ve şiddetle karşılaşan ama halkın içinden her seferinde yeniden doğan bir örgüttür Halkevleri” dedi.

1950 ve 1980’de de kapatılmıştı
Barınma, ulaşım ve eğitim hakkı gibi toplumun neredeyse tamamını ilgilendiren konulardaki muhalif tavrıyla dikkat çeken Halkevleri, Türkiye’nin köklü ve tarihi sivil toplum örgütlerinden. 1932 yılında ‘eğitim, aydınlanma, sanat ve kültür’ örgütü olarak kurulan Halkevleri, 1951 yılına kadar 10 milyon 73 bin 153 kişinin okuma yazma öğrenmesini sağladı. 1951 yılında Demokrat Parti döneminde kapatıldı. 1963’te ikinci kez kuruldu. 12 Eylül 1980’de tekrar kapatıldı. Yönetici ve üyelerinden gözaltına alınanların olduğu Halkevleri’nin üçüncü kez açılma faaliyetleri ise 1987 yılında başladı.

Banu Güven Başbakan’a mektup yazdı

NTV`nin 14 yıllık programcısı ve spikeri Banu Güven geçen cuma (8 Temmuz) günü kanal ile yollarını ayırmıştı.

Güven, “Artı” programı erken tatile girmeden önce en son Vedat Türkali`yi konuk etmiş;  Leyla Zana`yı da konuk etmek istemişti.

Bugün kendi sitesinden Başbakan`a mektup yazan Güven, medyanın son dönemde yaşadığı otosansürde Başbakan`ın sorumluluğundan bahsediyor. Güven, medyanın bugünkü karanlık tablosunda Başbakan`ı yeni bir başlangıç için somut adımlar atmaya çağırıyor.

Mektup şöyle:

Sayın Başbakan,
Siz de duymuşsunuzdur belki. Ondört yıl emek verdiğim NTV`den geçtiğimiz günlerde ayrılmak durumunda kaldım. Bu haber duyulduğundan, hatta programı erken tatile sokmamı gerektiren malum sıkıntıları yaşadığım günden beri çevreme `neden böyle oldu` sorusunun cevabını vermeye çalışıyorum. Yanlış anlamayın, anlattığım kişisel bir mağduriyet hikayesi değil. Ölçülebilir başarı kriterlerini karşılamış olan ve yayında olduğu dönem içinde kanal yönetiminin takdirini alan bir programın ve benzerlerinin gelecek yayın döneminde, en azından bugüne kadar bu yayınları götüren kişiler tarafından yapılmayacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Neden? Bu sadece bizim kurumumuzu ilgilendiren bir durum mu? Sizinle kısa vadede herhangi bir söyleşi yapmam pek muhtemel görünmediğinden yazma ihtiyacı hissettim.

Yaşananlar üzerine farklı kuruluşlarda çalışan meslektaşlarımla konuşuyorum. Onlara neler yaşadıklarını soruyorum. Herkes artık haberciliğin kendi süzgecinden başka bir süzgeçten geçtiğini söylüyor. `Şimdi o kişiyle konuşmasak` ya da `Bu yazıyı birinci sayfadan görmesek`, `Haberi çok büyütmesek`, `Duyulmasından hoşlanılmayacak soruyu sormasak`. Bunlar herkesin son dönemde sık sık duyduğu cümleler.Bazı konular da üzerinde hiç yorum bile yapılmadan geçiştiriliyor zaten. Üstelik dinlediklerimin bir kısmı hiç de yeni hikayeler değil. Bugün yaşadıklarımızın bir devamlılığı olduğunu anlatıyor.

Bir meslektaşım hatırlattı. 2004`te Pamukova`daki hızlı tren kazasının ardından `Ulaştırma Bakanı istifa edecek mi?` diye soran gazeteciye, `Sen hangi gazetedensin?` diye sorup, sonra da had bildirerek konuşmaya devam etmiştiniz. Bence herkesin gözleri önünde yaşanan bu çıkışınız habercilerin özgüveni açısından bir kırılma noktasıdır. Çok kötü bir kazanın etkisinde ortaya çıkan bir tepki deseniz de buna, o zor ama göğüslenmesi gereken soruya verdiğiniz cevap da başka bir `kaza` olmuştu. Tamam, bunun üzerinden yıllar geçti, ama zedelenen o özgüveni tamir edecek yaklaşımlarla karşılaşmadık. Bundan birkaç yıl önce yabancı bir yetkiliye sorulan sorudan nem kapan bir hükümet üyesinin, muhabiri çalıştığı kurumun sahibine doğrudan şikayet etmesinden mi söz edeyim, yoksa ana akım medyadan başka bir meslektaşımın telefonda `Bu iş artık katlanılır gibi değil` derken sesinin titremesinden mi?

Yoksa birçok meslektaşımın `Ama ayrıntıları telefonda konuşmayalım` demesinden mi? Haber toplantılarında sizin duymaktan hoşlanmayacağınızın düşünüldüğü ya da bilindiği konuların gündemin alt sıralarına itilmesinden mi ya da bizim gazeteci tabirimizle, hiç görülmemesinden mi? Toplumsal olaylarda biber gazı ve cop devreye girdiğinde, `ağır kaçabilecek` bazı görüntülerin ayıklanmasından mı? Yanlış anlaşılmasın, sadece eski kanalımda değil, yine duyduklarıma dayanarak söylüyorum, başka kanallarda da haber spotları yazılırken defalarca düşünülmesinden ya da bazı anahtar kelimelerin kullanım dışında tutulmasından mı? Biliyorsunuz, buna otosansür deniyor. Sansür canavarı haber merkezlerine gelip kuruluyor.

Zaten siyasi kültüründe biat etkisi kuvvetli olan, mesela darbelere yıllarca `müdahale` deme kibarlığında yaklaşmış bir toplumda ve medyasında, otosansürün kendisine yer açması hiç zor değil. Yani durum hiçbir yayın kuruluşunda pek farklı değil, ama belki farklı farklı idare ediliyor. Her yayın kuruluşunun ait olduğu grubun karnının yumuşaklık derecesine göre reaksiyon verdiğini görüyoruz. Başka alanlardaki yatırımların, girişimlerin ya da sermayenin kazaya uğrama riski sınırlarımızı belirliyor, zaman zaman iyice geriye çekiyor. Şunu da söylemek gerek. Türkiye`de medya benzer tecrübeleri daha önce de yaşamış ve tökezlemiş bulunuyor. Doksanlı yıllardan başlayarak çok sayıda örnek verilebilir.

Biz de NTV`de, son dönemde bütün basın gibi belli bir `frekans` dahilinde bir ortalama tutturmaya çalışarak habercilik yapmaya devam ettik. Yani ana akım medya ortalamasına kıyasla sapmaların olduğu yayınlar yaptık, dokunulması pek tercih edilmeyen konulara, yayına alınması pek tercih edilmeyecek konuklara da yer verdik. Ama sonra koridor iyice daraldı ve tavan da basıklaştı. Tam kırılma seçimin hemen öncesine denk geldi. `Neden böyle oldu` sorusuna bir cevap bulmak için, Mayıs ayına kadar biraz geriden gelerek bakmak faydalı olabilir. Görebileceklerimizin yanında asla bilemeyeceklerimiz de var tabii. Her neyse, bizim daha çok oyumuz var, o halde daha çok konuşma hakkımız olmalı anlayışıyla bize yayıncılık ilkeleri yeniden öğretilmeye çalışıldı. Buluttan nem kapabilecek bir iktidar endişesi gelip üzerimize çöktü. Sorabilirsiniz, `acaba benzeri tepki ve talepler hiç muhalefetten yansımadı mı` diye. Evet, yıllar içinde muhalefetten de zaman zaman benzer yaklaşımlarla, bazen boykot olarak adlandırabileceğimiz tepkilerle karşılaştık. Ama arada sonuç açısından ufak bir fark var. İktidarla karşı karşıya kalmanın farkı.

Ak Parti`yi seçim başarılarından dolayı tebrik etmek gerekiyor. Haklısınız muhalefetle birlikte, size oy vermeyenler de partinizin iki seçmenden birinin oyunu neden aldığını oturup düşünmeli. Hakkınızı teslim etmeli, ama teslim olunması beklenmemeli.
Siz seçimden sonra yaptığınız balkon konuşmasında, `Milletimizden aldığımız güçle, yetkiyle demokrasi daha ileri standartlara kavuşacak, özgürlükler çok daha genişleyecek, herkes kendisini çok daha rahat ifade edecektir. Bütün kardeşlerimin, 74 milyonun böyle bir gönül huzuru içinde olmasını yürekten temenni ediyorum” demiştiniz.

Seçim öncesinde bu konuda bambaşka bir anlayışın sert ifadelerini kullanmış olmanıza rağmen, bugün itibariyle ortaya çıkan somut bilgiler bu kadar yıldır kimsenin çözmediği Kürt sorununun sizin iktidarınız döneminde çözülme olasılığının yüksek olduğunu gösteriyor. Aldığınız yüzde 50 oyla bu sorunu korkmadan çözebilecek bir konumdasınız artık. Bu durum heyecan yaratıyor. Bunlar olurken, bir taraftan da tohumları sizler tarafından atılan otosansür nedeniyle bugün karşılaşmış olduğumuz sorunların, mesela benim Leyla Zana`yı çıkaramamış olmamın, Vedat Türkali`nin söylediklerinin sonuçları ne olur endişesinin ya da Ertuğrul Mavioğlu`nun Murat Karayılan`la konuştuğu için yargılanmasının trajikomikliğini yaşıyoruz. Bu sorun çözülünce herkes size müteşekkir olacak. Ama demokratikleşme Kürt meselesinin çözülmesinden ibaret değil elbet.

Başörtüsü meselesinden, Aleviler`e eşitlik tanınmasına, suya erişim hakkından, Ahmet ile Nedim`in meslektaşlarının ve kamuoyunun vicdanını yaralayan tutukluluklarına kadar uzun bir liste belirliyor bizim demokrasiye dair notumuzu. Yeni Anayasa çalışmaları bu notun belirleneceği sınav olacak. Yeni Anayasa için vadettiğiniz özgürlüklerin Ceza ve Terörle Mücadele kanunlarında ve özel yetkili ceza mahkemeleri ve savcılarının `özel` tasarruflarında yansımasını bir an önce bulması da gerek. Seçim, Siyasi Partiler, Dernekler ve Sendikalar, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri kanunları da belki anayasa çalışması bitmeden bu vaatlerle uyumlu hale getirilebilir. Sözünü verdiğiniz ifade özgürlüğünün her alanda hayata geçmesini bekliyoruz. Haberciler olarak içinde bulunduğumuz tablonun bu derece karanlık olmasından sizler kendinizi doğrudan sorumlu tutmuyorsanız, en azından neden böyle bir algının oluştuğunu, nerelerde hata yapıldığını tahlil etmeniz, tespitlerinizi de iletişim içinde olduğunuz medya patronlarıyla ve yönetimleriyle tartışmanız belki somut sonuçlar verebilecek iyi bir başlangıç olabilir.
Saygılarımla

Apoyevmatini’ye Basın İlan Kurumu’ndan destek

Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Mehmet Atalay, mali yönden zor günler geçiren ve kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalan, İstanbul’da yayımlanan Rum gazetesi Apoyevmatini’ye destek vereceklerini açıkladı.

İstiklal Caddesi’ndeki Suriye Pasajı’nda faaliyet gösteren gazeteyi, Basın İlan Kurumu İstanbul Şube Müdürü Mehmet Köşker ile birlikte ziyaret eden Atalay, burada gazetenin sahibi Mihail Vasiliadis ile sohbet etti. Atalay, yönetmeliklerin kutsal kurallar olmadığını, değişebileceğini belirterek, “Anayasa değişiyor, kanunlar değişiyor, yönetmeliklerde de sorun olmaz. Önemli olan tarifini iyi yapmak. Tarihi gazeteleri destekleyelim derken kontrol edilemez ya da sınırlandırılamaz bir hale gelirse, onun önüne nasıl geçilebilir gibi sorular olabilir, ama kuralları bir şekilde koyup, işletmek lazım” dedi.

İstanbul’u İstanbul, Türkiye’yi Türkiye yapanın, içinde barındırdığı kültürel mozaik olduğunu dile getiren Atalay, Türkiye’nin, vaktiyle buradan göç edenlerin geri dönmesinden büyük keyif alacağına inandığını ifade etti. İki dost ülkenin iş birliği geliştikçe pek çok sorunun ortadan kalkacağını belirten Atalay, halkların bu konudaki cesaretlerinin de daha çok ortaya çıkacağını söyledi. Apoyevmatini gazetesinin, iki ülke arasında bir köprü vazifesi göreceğini düşündüklerini belirterek, şunları kaydetti:

“Apoyevmatini’yi, sizin mesajınızı iletebileceğiniz önemli bir argüman, bizim de iş birliğini arttırabileceğimiz, Rum vatandaşların sorunlarını takip edebileceğimiz bir materyal olarak görüyoruz ve yaşaması gerektiğine yürekten inanıyoruz. Elimizden gelen desteği vereceğiz. Bu sıkıntılar dile getirilmeden önce biz üzerinde çalışmaya başlamıştık. Basın İlan Kurumunun hangi gazetelere destek verdiği mevzuatında yazılı. 50 yıllık bir kurumuz. Bu konuda geçmiş yıllarda da belli ölçülerde destek verilmişti, ama o zaman gazete yüksek bir tiraja sahipti. O tiraj zamanla kaybolunca, ilan almaktan düştü. Şimdi kriterler üzerinde bir değişiklik yapabiliriz.”

Türklerin, gazeteye verdiği destek sonrasında, gazetenin dünkü sayısında ve tarihinde ilk kez Türkçe yazıyla teşekkür edilmesiyle ilgili Atalay, “Önemli olan teşekkürün edilmiş olması. Hangi dilde olursa olsun önemli olan gönül dilini konuşturmak. Ben gönül dilinin konuşmaya başladığını düşünüyorum, ama ayrıca Türkçe teşekküre de teşekkür ediyorum” dedi.

Vasiliadis de gazetede çalışan yönünden de sıkıntı yaşadığını, bu nedenle kendisine destek için Yunanistan’da yaşayan oğlu Minas Vasiliadis’i Türkiye’ye çağırdığını, artık gazetenin basımını birlikte yürüttüklerini söyledi. Yunanistan’dan İstanbul’a dönüp devraldığı yıllarda, gazetenin teknik anlamda çok eksiği bulunduğunu anlatan Vasiliadis, bu dönemlerde, A4 kağıda yazdığı haberleri daha sonra makasla kesip sayfalarına yapıştırarak, gazeteyi çıkardığını anlattı.

Haftada 5 gün yayımlanan gazetenin tirajının, bugün 600 olduğunu ve her Rum evine ulaştırıldığını anlatan Vasiliadis, ayrıca Rumca bilmeyen 200 aboneye sahip olduklarını, bu sayının gazetenin kapanma noktasına gelmesi dolayısıyla bu rakama ulaştığını söyledi. Öğrenci harçlığından 25 lira ayırıp gazeteye üç aylığına abone olanların bulunduğunu da dile getiren Vasiliadis, bu desteklerle 2-2,5 ay nefes alma imkanı bulduklarını, bir fırsat olur da bu sıkıntı kökten çözülebilirse her gün 250-300 lira zarar etmeyeceklerini belirtti.

Mihail Vasiliadis, satışından tek kuruş almadığı gazetenin 7 kişi tarafından dağıtıldığını ve artık Rum dağıtıcının kalmadığını söyledi. Vasiliadis, ziyarette daha sonra Atalay’a gazetenin eski yıllara ait örneklerini gösterdi. (Ajanslar)

Çarşı’dan şikeye karşı manifesto: “Fitbolda Temizlik Hareketi”

Beşiktaş’ın önde gelen taraftar grubu Çarşı, şike iddiaları ile ilgili bir manifesto yayınladı.

Rıdvan Akar imzasıyla, Çarşı’nın internet sitesi olan forzabesiktas.com‘da yayınlanan manifesto Çarşı’nın şike olayına karşı duruşunu netleştirmekte.

Taraftar grubu manifestosunda temiz futbol çağrısı yaparak haklarında iddialar bulunan yöneticilerin kendilerini temize çıkarana kadar onlara destek vermeyeceğini duyurdu.

İşte Çarşı’nın manifestosu:
“Futbol endüstriyelleşmiş olabilir.
Ama biz malul/meta değiliz.
Taraftarız.
Seyirciyiz.
Renklerine sevdalandığımız tutkunlarız.
Hangi Beşiktaşlı başarısızlıktan dolayı takımını terk etmiş?
Hangi Beşiktaşlı yenilgiden sonra takımına küsmüş?
Hangi Beşiktaşlı harama tevessül etmiş?
Yıllardır söyledik. Şimdi bağırmak zamanı.
Şeref’inizle oynayın, Hakkı’nızla kazanın!
Beşiktaş’ı bir değerler manzumesine dönüştüren, “duruşumuzu” borçlu olduğumuz iki abide isme yakışanı yapın.
Biz Beşiktaş taraftarları…
Elle atılan golle hüzünlendik. Hak etmemiştik.
Kendini yere atıp penaltı kazanan oyuncuya öfkelendik. Hak etmemiştik.
Rakibine dirsek vuranı, çelme takanı ıslıkladık. Efendi davranılmamıştı.
Haksız yere ceza gören rakip oyuncuyu savunduk. “Eyyamcı hakem” diye bağırdık.
Böyle olmalıydık.
Gündelik yaşamımızda peşinde koştuğumuz ahlakı, erdemi, dürüstlük ve olgunluğu sahada da görmeliydik.
Bizler Hatice’nin ahvalini de önemseyen, neticenin ille de başarının biricik kriteri olmadığına inananlardık.
Bugün Türk futbolu büyük bir sınavdan geçiyor. Kaybettiğimiz, üzüntüden kahrolduğumuz maçların nasıl parayla satın alındığını, nasıl “ille de başarı” diyenlerin hayatımızın biricik sevdasını istismar ettiğini öğreniyoruz.
Bugün maaşımızdan arttırdığımız bir biletin, umudumuzu bağladığımız bir kuponun, harçlığımızdan biriktirdiğimiz bir deplasman biletinin ardında aslında ne oyunlar oynandığını, ne hile ve düzenbazlıklar olduğunu öğreniyoruz.
Bugün sevdalandığımız renklerin süregelen soruşturmanın sadece mağduru değil, zanlısı da olabileceğini öğreniveriyoruz.
Mahkemenin kararını vereceği son güne kadar bu olayda ismi geçen bütün Beşiktaşlılar bizim için masumdur. Onlara önyargı ile bakmayacağız.
Ancak diğerlerinin yaptığı gibi arkalarından peşi sıra gitmeyi de reddetmeliyiz. Acı ve sancılı da olsa doğrusu budur. Artık “o” Beşiktaşlılar bize bizden olduğunu kanıtlamak zorundadır. Zira bizim yıllardır –perde arkasını bilmeden- yaşadığımız düş kırıklığını Kayseri’de yaşayan “Boz Baykuşlar” ile empati kurmadan gerçeğin peşinde koşamayız.
Şimdi iki takım var. Biri namuslu ve dürüst olanların takımıdır. Diğerinde ise şikeci, düzenbaz ve hile ile çıkar peşinde koşanlar var.
Biz Beşiktaşlılar ilkini temsil ediyoruz. Etmeliyiz.
Onun içindir ki masum olduğuna inandığımız, sonuna kadar inanacağımız “zanlı” Beşiktaşlılarla aramıza mesafe koymalıyız. Masumiyetlerini kanıtlayıncaya kadar ne “büyük” diye bağırırız ne de “yanındayız” diye destek veririz. Artık aidiyet değil hukuk devreye girmiştir. Adaleti simgeleyen o gözü bağlı kadın kadar tarafsız ve objektif düşünürüz.
Zira biliriz ki eğer ki ortada Beşiktaşımızı zan altında bırakacak bir iddia varsa. Biz utanacağız.
Eğer ki puan ya da kupa için anlaşılmışsa o kupaya saygı duymayacağız.
Eğer ki bir kişi bile vaatle Beşiktaş’a karşı yeterince koşmamışsa biz sevinemeyeceğiz.
Kimse “Beşiktaşk” dediğimiz için her şeyi mübah göreceğimizi beklemesin. Biz sevdiğimiz renklerin sevdalısıyız, belalısı olmayacağız.
Diyoruz ki:
Arının…temizlenin…masumiyetinizi sadece yargıya değil, bizlere de kanıtlayın.
Sizi kucaklayalım. Coşkuyla gücünüze güç katalım.
Ama siz de arınıncaya, temizleninceye ve masumiyetinizi kanıtlayıncaya kadar Beşiktaş’la aranıza mesafe koyun. Beşiktaş’a yapılacak en büyük iyilik budur.
Diyoruz ki:
Tarihi bir fırsat elimizdedir.
Adını dürüstlüğü ile bizleri “şerefli ikinciliklerle” onurlandıran efsanevi başkanımızın diliyle adlandıralım. “Fitbol”da temizlik hareketini biz Beşiktaşlılar başlatalım. Formalarımıza, atkılarımıza bir siyah kurdela bağlayalım. Bilelim ki o kurdela sahibi olan bizler “Fitbol”da Temizlik Hareketi”nin erleriyiz.
Manifestomuzu birlikte yazalım.

Ey diğer renklere gönül verenler…
Bu yazıdaki bütün Beşiktaş sözcüklerinin yerine kendi takımınızı, siyah beyaz yerine kendi renklerinizi yazın…
Var mısınız?”

Grubun manifesto üzerine konuşmalarını ise şu adresten okuyabilirsiniz: http://forum.forzabesiktas.com/viewtopic.php?f=1&t=40268

Son Dakika: Serdal Adalı ve Tayfur Havutçu tutuklandı

Futbolda ‘Şike Soruşturması’ kapsamında, tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilen Serdal Adalı, Tayfur Havutçu, Ahmet Ateş, İbrahim Akın ve İskender Alın tutuklandı.

Futbolda ‘Şike Soruşturması’ kapsamında, tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilen Serdal Adalı, Tayfur Havutçu, Ahmet Ateş, İbrahim Akın ve İskender Alın tutuklandı.

Tutuklanan 5 isim de birazdan Metris Cezaevi’ne gönderilecek.

Soruşturma kapsamında Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesine getirilen Beşiktaş Jimnastik Kulübü Asbaşkanı Serdal Adalı, futbol takımı teknik direktörü Tayfur Havutçu, kulübün protokol ve futbol A takım güvenlik müdürü Ahmet Ateş ve futbolcular İbrahim Akın ile İskender Alı’nın ifadeleri soruşturmayı yürüten Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Mehmet Berk tarafından alındı.

Sorgularının ardından bu 5 isim de, tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilmişti.

İBRAHİM AKIN VE İSKENDER ALIN İDDİALARI KABUL ETTİ
Futbolda şike iddialarına yönelik soruşturmanın ikinci dalgasında gözaltına alınan futbolcu İbrahim Akın ve İskender Alın da tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilmişti.

İstanbul Büyükşehir Belediyesporlu oyuncular İbrahim Akın ve İskender Alın, savcılık sorgusunda iddiaları kabul etti.

Rezalete kılıf

Son birkaç haftadır futbol spor sayfalarından çıktı ve tüm gazetelerin manşetlerine taşındı.  Futboldaki ciddi şike iddiaları ortalığı kasıp kavurdu.  Futbolcular, yöneticiler, menajerler, karışmayan yok.

Fenerbahçe,  Trabzon, iBB, Eskişehirspor ve daha nice takımla ilgili olan birçok kişi ya tutuklandı ya tutuklanacak.

Ama Federasyon ne yapıyor. Hiçbir şey. İddianameyi beklediğini söyleyerek kılıf uyduruyor. Neymiş, ellerinde karar vermelerini olanaklı kılacak delil yokmuş. Elde edemezler mi?

Hiç kimse bana, mahkemeler beklenmeli demesin; TFF’nin her takım üzerinde kanaat kullanarak karar verme yetkisi var. Bunu daha önce birçok defa da kullandığını gördük.

Kırmızı kart göreni, küfür edeni, çıkan olayları kimseyi beklemeden cezalandırabilen TFF, o zaman bu konularda da mahkemeyi, iddianameyi beklesin. Kırmızı kart gören oyuncu da mahkemeye başvursun, sahası kapatılan Bursa da mahkemeye başvursun, bu arada da mahkeme iddianameyi hazırlarken her şey, hiç bir şey olmamış gibi devam etsin.

Yukarıda ajitasyon yaptığımı düşünebilirsiniz ama durum bu; ligler üzerinde kesin yetkisi olan bir kurum TFF ve ortalıkta bu kadar çok şike durumu varken, başkanlar, futbolcular tutuklu yargılanacakken, “biz bir şey görmedik henüz”  demenin saçmalığın daniskası olduğunu düşünüyorum.  Bu daniskanın arkasında bence şunlar yatıyor:

1)      Futbolu ekonomiye esir etmek… Ne demek istediğimi biraz daha açayım; artık maalesef bir endüstri haline gelen futboldan nemalanan şirketler daha az zarar görerek yırtacaklar bu süreçten. Mesela Digitürk, maçları kaçırmak istemeyen Fenerlilere bu sezon da taahhütlü kutu satacak ve Lig ortasında Fenerbahçe düşürülse bile üyeliğini iptal etmek isteyenler parayı yine ödemek zorunda kalacaklar.

2)      Mafyatik ilişkilere kurtuluş planı hazırlamak için zaman tanımak… futbolu esir alan tüm mafyatik ilişkiler kendilerine bir beklenmedik durum planı hazırlamak için zaman kazanmış olacak. 3.5 ay var iddianameye, mafya çıkarlarını korumak için bulaştığı takımlara 3.5 ay daha müdahil olabilecek, beklenmedik durum planını rahat rahat hazırlayacak.

3)      Hukuka müdahale için zaman tanıyarak kulüpleri kollamak ve şikeyi sadece adı geçen kişilere mal etmek… Futbola müdahil olan bir çok politikacının ve güç odağının var olduğunu hepimiz biliyoruz. İddianame çıkmadan TFF karar alabilseydi bu güç odakları futbola ve şike soruşturmasına müdahale etme zamanı bulamayacaklardı. Örneğin Trabzonspor şimdi ceza alsaydı, kulüpler kollanmayacaktı, ancak daha şimdiden bile “şikeyi yapan sorumludur kulüpler değil” şiarları ortalıkta dolaşmaya başladı. Köşe yazarları toplumu 3.5 ay içinde buna hazırlayacak, politikacılar ve güç odakları da olay sadece kişilere mal olsun diye müdahale edebilecek sürece.

Bunların hepsi TFF’nin rezalete kılıf bulmasını sağlayacak; kirlenmiş futbol çarkları devam edecek, şike yapanlar yaptıklarının yanlarına kalmasından dolayı pis pis sırıtmaya devam edecek.

Yapılanlar ile yüzleşilmedikçe, futbol temizlenmez.

Şike soruşturmasının, bu noktada ben biraz da turnusol kağıdı olduğunu düşünüyorum, futbolu temizlemeyen hukuk, karar vericiler ve daha nicelerinin derin devleti temizlemesini nasıl bekleyebiliriz ki, hak hukuku korumasını nasıl bekleyebiliriz ki?

Bir nevi, Ergenekon’a, Balyoz’a ve daha nice soruşturmaya kılıf bulmayı talim edecekler şike soruşturması ile.

Gel de kızma, gel de umutsuzluğa kapılma.

 

Kışladağ mektuplarının yazarı Muammer Sakaryalı Açık Yeşil’deydi

0

Geçtiğimiz aylarda Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan “Kışladağ’dan mektup var: Su Perisine Mektuplar”ın yazarı Muammer Sakaryalı bugün 94,9 Açık Radyo’da yayınlanan Açık Yeşil’e konuk oldu.

Ömer Madra ile birlikte hazırladığımız Açık Yeşil’de Muammer Sakaryalı’yla Kışladağı altın madenine karşı mücadele eden İnay köyünü, İnay köylülerini ve İnay Vicdan Hareketi’nin nasıl doğduğunu konuştuk. Muammer Sakaryalı programda siyanür nedeniyle ölü doğan kuzuları, altın madeninin sahibi Tüprag şirketinin köylülere yönelik baskılarını ve Tüprag’ın İzmir Efemçukuru altın madeninden çıkarılan cevherin de nasıl Kışladağ’da siyanürle işleneceğini anlattı.

Programın kaydını aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Rock-A’da gönüllü toplantısı

Türkiye’de gerçekleşen muhalif gençlik müzik festivallerinin en güzel ve uzun soluklu örneği olan Rock-A’da gönüllü olmak için yapılacak toplantının tarihi belli oldu.

15 Temmuz’da gerçekleşecek ilk toplantı, öncelikle tanışmak, sonrasında ise festivale yönelik beklenti ve fikirlerin tartışılması amacını taşıyor.

İlk toplantı, İzmir’den başvuracak gönüllülere yönelik olsa da diğer şehirlerden katılmak isteyen gönüllüler için bilgilendirme, bu toplantı sonrasında yapılacak.

Bu yıl 5.si gerçekleşecek Rock-A, Selçuk – Pamucak sahilinde, 5-6-7 Ağustos tarihlerinde gerçekleşecek.

Rock-A Gönüllü Toplantısı

Yer: Doğa Cafe (Kıbrıs Şehitleri Cd. İtalyan Konsolosluğu bitişiği- Alsancak/İzmir)
Tarih: 15 Temmuz 2011, Cuma
Saat: 18.00
Gönüllü Katılım formu için tıklayınız.

Bize yazık değil mi?

Türkiye’nin yüzünü döndüğü Batı ülkelerinden en büyük farkı, yapısal sorunlarının olması ve bu sorunlara dair önlemleri sorunlar kendini gösterdiği zaman almaya çalışması. Bu durum da gündeminin çılgınca değişmesini ve büyük çoğunlukla da takip edilemez olmasını getiriyor. Belçika’da bu son hükümet krizi çıkana kadar, her sene en büyük yerel problemin “Bu sene iyi midye çıktı mı? Çıkmadı mı?” olduğunu öğrendiğimde ilk önce Belçikalıların şanslı insanlar olduğunu düşünmüştüm. Sonra biraz daha üzerinde durunca, Türkiye’ye alışmış biri olarak bunun çok sıkıcı gelebileceğinde karar kıldım. Bu durum içimize işledi çünkü. Biz gündem hastalığına tutulduk gidiyoruz…

Bu hastalık o kadar yoğun seyrediyor ki, aslında gündeme dair hiçbir net bilgi aklımızda kalmıyor, hiçbir konunun üzerinde de durulamıyor. Dedikodular, skandallar, görüntüler, haberler bir bant üzerinden akıp geçiyor; biz de refleks tepkiler veriyoruz ve bekliyoruz. Boş boş bakarak bekliyoruz. İnternetin getirdiği hız da buna hizmet ediyor. Son dakikalar birbirini izliyor, biz de onları izliyoruz. Gündem hastalığına tutulmuş ülkenin vatandaşı (GHTÜV) olmak böyle bir şey olsa gerek.

Şu günlerde bakarsak, iki önemli konumuz varmış gibi duruyor. Futbolda şike birinci konumuz. TBMM’de yemin etmeyen ya da tutuklu vekiller de ikinci konumuz. Ağırlıklı olarak bunlar üzerine konuşuyoruz. Bu iki güncel konuyu tamamen ortadan kaldıralım, konuşacak bir şey bulamaz mıyız? Buna bulamayız diyecek bir Türkiyeli var mı? Peki bu kadar bol gündemimiz var da; kim derinlemesine konuşabiliyor herhangi biri üzerinde? Ya da şöyle sorayım: Bir GHTÜV, gündemle alakalı bir konuda derinlemesine bir analiz yapabilir mi? Ya da yapılsın ister mi? Hayır! Çünkü bu hastalıkta, belli konular üzerinde durmak değil, bütün konular üzerinden hızlıca geçmek; sonsuz yorumla işlenebilecek ufak bilgi kırıntılarına sahip olmak yeterlidir. Bu yüzden de toplumsal muhalefet hiçbir konuda bir güç toplayamıyor. Birikme, tartışma, analiz etme ve çözüme yönelik olarak hareket etme süreçlerine başlamışken, gündem değişiveriyor. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar diye bir gündemimiz olması gerekirken şu anda, kimse bu konu üzerinde durmuyor bile. “Abi, her şeyin geniyle, tohumuyla oynadılar, hiçbir şeyin tadı yok valla!” sığ cümlesinin ötesine geçmeye yarayacak bilgiyi edinmek için bir zaman gerekiyor ama o zamanı hemen başka bir konu dolduruyor! “GDO önemli ama bak Kütahya’da deprem oldu. O daha öncelikli şimdi…”

Peki neden oluyor bu? Bir kere, Türkiye’nin büyük yapısal sorunlar yaşadığı, bize anlatılan istikrar masallarına rağmen nereye el atılsa, oranın elde kaldığı bir gerçek. Bununla birlikte kimsenin hiçbir yere el atmadığı bir durumda olduğumuz için; neresi patlarsa o konuşuluyor ve gündem böyle devam edip duruyor. Biz sorunları aramıyoruz, sorunlar bizim gözümüze giriyorlar. Bir gün ülkedeki lunaparklarda sıfır denetim olduğu ortaya çıkıyor. Değil orayı düzeltmek, olayı unutmaya bile fırsatımız olmadan da bir başka konu geliyor. Çok mu iddialı olacak bilemiyorum ama Türkiye’de düzgün işleyen bir yer bulmak gerçekten imkansız gibi. Yapısal problemleri olan bir ülkenin de gündeminin boş kalması beklenemez.

Bu yoğunluk neleri getiriyor? İlk önce, yazdığım gibi muhalefet etme olanağını ortadan kaldırıyor. Hangi birine muhalefet edeceksiniz? Muhalif hareketler olarak da her olayın peşinden tek tek koşmayı bir bütüncülük olarak, kapsayıcılık olarak algıladığımız için hiç bir ilerleme kaydedemiyoruz. Özellerle uğraşırken, geneli unutuyoruz. Sonra bu yoğunluk, bir çeşit duyarsızlaşmayı da getiriyor. Türkiye’de olanlar artık kimseyi şaşırtmıyor. Şike olayları sizi şaşırttı mı? Ya da buna benzer bir örgütlenme bambaşka bir yerde çıksaydı şaşırır mıydınız? Görmüşüzdür ya da yaşamışızdır, bir yerde bir protesto gerçekleşir, 50 kişi olanca öfkesiyle ya da tutkusuyla protesto yapar. Yanlarından binlerce insan geçer, gider. Ne protesto edenler, ne de edilen(ler) önemli değildir çünkü. Birileri orada bağırıyordur. Nasılsa üzerinde durmadan geçip gidecek. Böyle gelmiş, böyle gidecek… Duyarsızlaşmıştır insanlar.

Sonuç olarak, Türkiye, aslında huzursuz ama duyarsızlığın mutlulaştırdığı insanlar ülkesi olarak günlerini geçiriyor. Gündemin aptallaştırdığı bireyler olarak yaşamaya çalışıyoruz, bu aptallaştırmanın altında mücadele ediyoruz. Burada sormak gerek: Bize yazık değil mi?

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net