Ana Sayfa Blog Sayfa 4865

3. Köprü ihalesi yarın!

3. Köprü Yerine Yaşam Platformu herkesi 3. Köprü ihalesinin yapılacağı 10 Ocak Salı günü saat 12.30’da ihalenin yapılacağı Ankara’daki Karayolları Genel Müdürlüğü önündeki basın açıklamasına çağırıyor.

“Tüm yaşam savunucularını, İstanbul’u, ormanlarımızı, mahallelerimizi, su havzalarımızı, yaban hayatını ve yaşamı savunmak için 10 Ocak 2012 Salı günü saat 12.30’da, 3. Köprü Cinayetinin ihalesinin yapılacağı, Ankara’daki Karayolları Genel Müdürlüğü önünde buluşarak basın açıklamamıza katılmaya çağırıyoruz.

“İnsanca bir yaşam, yaşanabilir bir İstanbul için köprü değil orman , köprü değil su, köprü değil toplu ulaşım istiyoruz.”

İstanbul araç kalkış yer ve saatleri:
9 Ocak, saat: 24.00 Taksim AKM önü / saat: 00.30 Kadıköy Evlendirme Dairesi önü.
İrtibat için: Kader Cihan 0555 961 52 14

Ankara buluşma ve basın açıklaması yeri ve saati:
10 Ocak, Saat: 12.30, Karayolları Genel Müdürlüğü önü

Platformun eylemle ilgili basın açıklamasının tam metni şöyle:

Cinayetin ihalesi 10 Ocak’ta. 3. rant köprüsüne karşı İstanbul’u ve yaşamı savunmak için 10 Ocak’ta Ankara’dayız

AKP hükümeti, “ustalıklarına” bir yenisini daha eklemeye hazırlanıyor. İstanbul halkının ve bilim insanlarının yıllardır “hayır” dediği 3. Rant Köprüsü Projesi ihalesinin 10 Ocak 2012 tarihinde yapılacağı açıklandı. 1992 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan tarafından “İstanbul’a karşı cinayet” diye nitelenen 3. Köprü projesi, 19 yıl sonra Başbakan Erdoğan tarafından büyük bir ustalıkla gerçekleştirilmek isteniyor. Bir kez daha görünüyor ki tek kıblesi rant ve yağmacılık olan AKP için, ustalık ikiyüzlülük, ileri demokrasi hukuksuzluk anlamına geliyor. Kendi kendisini “çevrecinin daniskası” ilan eden Başbakan için çevrecilik de HES’lerle, köprü projeleriyle, termik ve nükleer santral projeleriyle tüm su kaynaklarını, tarım alanlarını ve ormanlık alanları şirketlerin yağmasına açmaktan başka bir anlama gelmiyor.

Bir kez daha tekrarlıyoruz. 3. Köprü cinayettir çünkü: İstanbul’un trafik sorununu çözeceği yalanıyla gündeme getirilen 3. Köprü projesi için belirlenmiş olan Garipçe-Poyrazköy hattının neredeyse tamamı ormanlık alanlardan geçmekte ve proje, İstanbul’un ve Kuzey Marmara’nın kalan son doğal varlıklarını, ormanlık alanlarını, tarım alanlarını ve su havzalarını sermayenin işgaline açmaktadır. Öte yandan 3. Köprü projesi, deprem gerçeğini İstanbul halkına karşı yeni bir saldırı aracı haline dönüştüren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile İBB tarafından, “Yeni İstanbul”, “Kanal İstanbul” gibi kentleşmeyi daha da kuzeye kaydırarak inşaat şirketlerinin ve arazi rantçılarının açgözlü iştahlarını gidermeyi amaçlayan çılgın yağma projelerinin anahtarı haline getirilecek; yoksul mahallelere dönük yıkım saldırılarını hızlandıracaktır.

Bir kez daha tekrarlıyoruz. 3. Köprü projesi hukuk dışıdır çünkü: AKP, İstanbul’a karşı bu büyük cinayeti tüm hukuksal engelleri yok sayarak işlemeye çalışmaktadır.1/100 binlik İl Çevre Düzeni Planı’nda, şehrin böyle bir projeye ihtiyacı olmadığı ve yapıldığı taktirde kente ve doğaya telafisi mümkün olmayacak zararlar vereceği yönündeki raporları dikkate almadan plan tadilatı yaparak; yeni yasalarla SİT kararlarını ortadan kaldırarak; projeyi Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreci dışında tutarak; meslek odalarının, üniversitelerin ve bilim insanlarının rapor ve görüşlerine kulaklarını tıkayarak ve bilirkişi heyetlerinin olumsuz rapor verdiği, devam etmekte olan karşı davaların sonuçlarını beklemeden, bu cinayeti işleyecek sermaye grubunu seçmeye hazırlanmaktadır. 3. Köprü projesi, AKP’nin “ileri demokrasi” söyleminin, demokrasi ve hukuk açısından ne anlama geldiğini bir kez daha kanıtlamaktadır.

Ancak, çıraklık dönemini İBB’deki talanlarla başlatıp, ustalık döneminde İstanbul’u katletmeye hazırlanan; halkın ve bilimin sesini yok sayan AKP, İstanbul’un gerçek sahiplerinin sermaye grupları ve yandaşları değil, bu kentin her bir metrekaresinde emeği ve alınteri olan İstanbul halkı olduğunu unutmaktadır. Bizler, ormanlarımızı, mahallelerimizi, su havzalarımızı ve yaban hayatını, kısacası yaşamı savunmak ve AKP’nin “İstanbul cinayetine tam teşebbüs” suçunu işlenmesine engel olmak için, 10 Ocak 2012 Salı günü suç mahallinde olacağız. HES’lere; nükleere; termik santrallere; siyanürlü altına; kentlerin kamusal, tarihsel ve sanatsal varlıklarının yağmalanmasına; halkı kendi kentinde sürgün eden “kentsel-rantsal” dönüşümlere karşı ormanları, suyu, tabiat varlıklarını, insanı ve yaşamı savunanlar olarak bu cinayete “dur” diyeceğiz.

Bizim teklifimiz çok açık: İnsanca bir yaşam, yaşanabilir bir İstanbul için Köprü değil Orman , Köprü değil Su, Köprü değil Toplu Ulaşım İSTİYORUZ. Tüm yaşam savunucularını, 10 Ocak 2012 Salı günü saat 12.30’da Ankara’da Karayolları Genel Müdürlüğü önünde olmaya çağırıyoruz.

Sermaye defol İstanbul bizimdir.
3. Köprü Yerine Yaşam Platformu

(Sendika.Org)

‘Sabah ve ATV satışı için Goldman Sachs yetkilendirildi’

Çalık Holding bünyesindeki Turkuvaz Medya Grubu’nun sahibi olduğu ATV televizyonu ve Sabah gazetesinin satışı için yatırım bankası Goldman Sachs yetkilendirildi.

Konuya yakın kaynakların Reuters’a verdiği bilgiye göre, ATV ve Sabah gazetesi için ilk teklifler 18 Ocak’a kadar alınacak.

İlgilenen gruplar arasında özel sermaye yatırım fonları Texas Pasific Group (TPG), KKR Co ile Time Warner Group ve Alman RTL’in de yer aldığını söyleyen bir kaynak, “İstenen fiyat EBITDA’nın 15 katı civarında ki bu oldukça yüksek bir rakam. İlk teklifler 18 Ocak’a kadar alınacak ardından da ‘due diligence’ süreci başlayacak” dedi.

Aralık 2007’de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun satışa çıkardığı Sabah-ATV ihalesini 1.1 milyar dolarla Çalık Grubu’nun şirketi olan Turkuvaz kazanmıştı. Devir Nisan 2008’de gerçekleşmişti. Sabah ve ATV’nin TMSF’ye geçişi de, kamu bankalarının kredi vermesiyle Çalık Grubu’na geçişi de kamuoyunda çok tartışılmıştı.

Türkiye’de medya sektöründe yabancılar en fazla yüzde 50 hisseye sahip olabiliyor.

“Adana Zehir Soluyor” çevre yürüyüşü

Eğitim-Sen Adana Şubesi Çevre Komisyonunun organize ettiği  “Adana Zehir Soluyor” yürüyüşü 11 Ocak Saat 18:00’de gerçekleştirilecek. Yürüyüş, 5 Ocak Meydanından başlayarak İnönü Parkında Basın Açıklaması ile devam edecek. Yürüyüşün telepleri şu şekilde:

  • -Adana havası en kirli iller arasında.Yöneticiler uyuyor mu?
  • -AKP kömür dağıtıyor.Adana’lı zehirleniyor.
  • -Adana Valiliği;Çevre Sağlık Müdürlüğü;harekete geçin.ZEHİRLENİYORUZ!
  • -Adana’da solunum yolları hastalıkları artıyor.Bedava dağıtılan kalitesiz kömürler hasta ediyor.
  • -Sebep:Bedava dağıtılan kalitesiz kömür.
  • Sonuç:Akşamları nefes alamıyoruz.
  • -“Temiz ve sağlıklı bir çevrade yaşamak en temel insan hakkıdır.”
  • -“Dumansız hava Sahası”Kömüre Hayır
  • -Temiz Hava en temel hakkım!Havama dokunma!
  • -DİKKAT! Saat 17 00 ‘den itibaren sokağa çıkma!
  • -Tufanbeyli’de termik santral istemiyoruz!
  • -Akkuyu’da Nüklleer Sanrala hayır
  • -Öğrencileimizin zehir solumasını istemiyoruz!

Düşünce özgürlüğü insanlığa karşı işlenen suçları kapsamaz – Ragıp Zarakolu

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’nda sadece bir holokosta, yani bir
soykırıma sahne olmadı. Bunu işleyen mantık, aynı zamanda 50 milyon
insanın hayatını yitirmesine neden oldu.
Bunun içindir ki orada ırkçılık, yabancı düşmanlığı en azından sözel
ve formal olarak demokratik sistem tarafından bir tehlike olarak
görülür (yani bizde olduğu gibi sosyalizm, farklı inançlar,
azınlıklar, misyonerlik vb. değil). Bunun için okullarda soykırım
konulu dersler verilir, ders kitapları nefret söyleminden arındırılır,
filmler yapılır, kitaplar yazılır.
Buna rağmen Avrupa’da ekonomik krizlerin, kazanılmış toplumsal
hakların yitirilmeye başlanmasının da etkisiyle, 1930’larda olduğu
gibi ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yükselme eğilimi göstermekte,
bunun siyasal arenadaki yansımaları da artmaktadır.
ABD’de ifade özgürlüğü anlayışı, ilke olarak her türlü sınırlamaya
karşıdır. ABD, aynı zamanda uluslararası savaş suçları ve bunların
yargılanmasına ilişkin Roma Sözleşmesi’ni de imzalamamıştır. Nitekim
ABD, 1948’de imzalanan BM Uluslararası Soykırım Sözleşmesi’ni de ancak
1986’da imzalamıştır.
Bu nedenle Avrupa’da Hitler’in ‘Kavgam’ adlı kitabı yayımlanamaz, Nazi
işaretleriyle dolaşılamaz. Fakat ABD’de bunlar mümkündür. Çünkü ABD
toprakları, Avrupa gibi hiçbir dünya savaşında yıkıma uğramamıştır.

Avrupa’da yasal adımlar
Soykırım ve nefret suçları, insanlığa karşı işlenen suçların övülmesi
ve propagandası, bu nedenle insan hakları savunucuları tarafından
‘düşünce ve ifade özgürlüğü olarak kabul edilmezler’. Soykırım ve
nefret suçlarına karşı olmak, aynı zamanda bir insan hakları
savunucusu olmanın kriteridir. Nitekim kurucularından biri olmaktan
onur duyduğum İnsan Hakları Derneği (İHD) 1985’te, 100 küsur yıllık
tarihi olan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’na üyelik
görüşmeleri yapılırken, kurumumuzun 1915 gerçekliğini kabul ettiği,
genel başkan yardımcısı olarak bizzat benim tarafımdan beyan
edilmiştir. 1993’te Ayşe Nur Zarakolu’nun yayımladığı Yves Ternon’un
‘Ermeni Tabusu’ adlı kitabının terör kapsamında yargılanması da
Türkiye’de insan hakları savunucularının ‘ilkeli’ oluşunun bir örneği
olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu davaya ilişkin olarak
Ternon/Zarakolu davasına, eski Paris Barosu başkanını gözlemci olarak
yollamıştır. İHD, 1995’ten bu yana aynı zamanda azınlık haklarının da
ilkeli bir savunucusu olmuş, daha 1990’larda Ara Sarafyan gibi
araştırmacılara konferans verdirmiş, ilk 6-7 Eylül Olayları sergisini
ve Tuzla Kampı’nın kapatılması sergisini düzenlemiş; 2005’ten itibaren
de 24 Nisan’a ilişkin paneller düzenlemeye, açıklamalar yapmaya
başlamıştır. İki yıldan beri Cumartesi Anneleri’nin kayıplar
eylemliliğinde, kaybedilen Ermeni aydınlarından örneklere de sembolik
olarak yer vermektedir.
Bugün Avrupa’da ırkçı dalganın yeni bir boyutu da hedef alınan
Afrikalılar, Romanlar, Asyalılar yanında, bir ‘İslamofobi’ artışıdır.
Bu gruplardan olan insanlar, ırkçı ve neo-Nazi mantalite tarafından
adeta 1930’larda Almanya’da ve kimi Avrupa ülkelerinde Yahudiler nasıl
görülüyorsa, öyle görünmektedir. Avrupa seçimlerinde ırkçılığın
yeniden prim yapmaya başlaması, Almanya’da Neo-Nazilerin işlediği
sistematik cinayetler ve en son Norveç’te yaşanan ırkçı katliam,
yükselmekte olan bu yeni dalganın somut örnekleridir. Öte yandan
yıllardır saldırıya uğrayan Yahudi ve Müslüman mezarları ve Ermeni
anıtları da ‘inkârcılık’ karşısında, bunun aynı zamanda bir ‘eylem’
boyutu olması karşısında anlaşıldığı kadarıyla ‘yasal’ bir düzenlemeyi
zorunlu kılmıştır. Ve ünlü 301. ve 305. maddeler, düşünce ve ifadeyi
‘terör’, yazar ve gazetecileri ‘terörist’ kabul eden ve her türlü
savunma hakkını kısıtlayan, ayrımcılık yapan yasal sistemimizle
herhalde en son söz hakkı bize düşer.
Bu bakımdan yükselen ırkçı ve neo-Nazi dalga karşısında demokratik
sistemin, insanlığa karşı işlenmiş suçların inkârını yasal olarak
önlemek istemesi anlaşılır bir şeydir. Her ne kadar bu tür eğilimlerin
tek başına ‘yasa’ ile engellenmesinin mümkün olmadığı, çok daha köklü
bir eğitim çalışmasına, daha fazla birlikte yaşama projesi
üretilmesine ve her şeyden önce neo-faşist akımlarla, Soğuk Savaş
kalıntısı derin ilişkilerin tasfiye edilmesine ihtiyaç olduğu açıktır.
Avrupa toplumu son yirmi yıldır azınlık haklarının, bölgesel
kültürlerin korunması konusunda önemli yasal adımlar attı.
Uluslararası hukuk alanında da insanlığa karşı işlenen suçların, savaş
suçlarının yargılanamaz olmasının önüne geçilmesi için Roma Sözleşmesi
gibi uluslararası sözleşmeler imzalandı. Ruanda ve Bosna yargılamaları
gerçekleşti

Esas sefiller kim?
Türkiye’de, Fransa’da çıkan yasaya ilişkin tartışmalardaki önyargı ve
cehalet beni şaşırtıyor. Daha metnini okuyup üzerinde düşünmemiş
olanlar, ahkâm kesiyor, saçmalıyor ve Türkiye’yi küçük düşürüyorlar.
Dersim trajedisi için özür dileyenle inkâr edenin bir araya gelip
ortak tavır koyması, bizi bin kat daha derin düşünmeye sevk etmesi
gerek; bayram değil, seyran değil Kılıçdaroğlu bizi niye öptü diye;
büyükelçi emeklisi Elekdağ niçin ekranları kapladı diye.
Perinçek-Kerinçsizler, şöyle deseler haksız olmazlar mı: “Zihniyetimiz
egemen, biz hapisteyiz.”
Elekdağ-Baykal ikilisinin 2005’te TBMM’yi sevk ettiği yanlış yol,
bugün yine tekerrür ediyor. O zaman İngiliz parlamentosuna, bugün de
Fransız parlamentosuna ders verdiriyor aynı mantık.
Şu anda hakikatleri araştırma komisyonu gibi çalışan Radikal’in ‘Les
Misérables’ başlığı, bana çok irrite edici geldi. Acaba sefilleri
oynayan kim? Türkiye’de şu anda yaşananlar bu sefaletten başka bir şey
mi? Türkiye bir ceset tarlasına dönüşmüşken, bir yerler kazılırken
neden bahsediyoruz Allah aşkına?
Türkiye basınında görebildiğim kadarıyla sadece Milliyet, Fransa’da
çıkan yasanın tam metnini vererek gazetecilik yaptı. Ve Türkiye’de
aklı başında olan insanlar, metinde tek bir ‘Ermeni’ kelimesi
geçmediğini gördü.
2000’de Fransız senatosu çatısı altında yapılan Türk-Ermeni aydınları
diyaloğunun düzenlenmesinde Türkiye ayağı için çalışmıştım. Ve bu
tartışmada Cezayir olayında, o çatı altında Fransa’yı Cezayir
konusunda kabul ve özre çağıran kişi, Fransız ordusunun işkenceden
geçirdiği Fransız komünist yazar, Cezayir/Yahudi kökenli büyük insan
Henri Alleg oldu. Kendisine Jean Claude ile başkanlık önerdiğimizde
“Beni kabul etmezler” demişti.
Cezayirliler ise “Bizim adımızı ağzınıza almayın, acımızı sömürmeye
kalkmayın2 dedi, 2000’de TBMM’ye Cezayir inkâr yasası geldiğinde.
Fransa’da yaşayan Ermeni kökenli yurttaşlar gibi, Cezayir kökenliler
de kendilerine yönelik kıyımın tanınması için mücadele verip, bu yasa
sayesinde bu gerçeğin inkârını engellemek için çalışacaktır.
Bu yıl soykırım inkâr yasasını hazırlayan Sosyalist Parti önemli bir
adım atarak (bizim Dersim adımı gibi), 1961’de Paris’in göbeğinde
Cezayirli protestocuların kıyıma uğratılıp Seine Nehri’ne
dökülmesinden dolayı özür diledi.
2000’li yılların ortasında Hrant Dink beni ikna etti. Fransız
parlamentosuna Ermeni soykırımını kabul eden yasa tasarısı geldiğinde,
bunun ‘düşünce özgürlüğü’ açısından ele alınması gerektiğini söyledi.
İkna oldum, ifade özgürlüğü açısından ‘Amerikan’ yaklaşımını değil,
‘Avrupalı’ yaklaşımını benimsedim. 2001’de son bir umut Paris’e
gitmiştik rahmetli eşim Ayşe Nur ile birlikte. Jean Claude Kebabcıyan,
onunla son bir röportaj yaptı. Ayşe bu röportajda 19 Aralık 2000’de
yapılan ‘Hayata Dönüş’ katliamından acıyla söz etti ve Fransız
parlamentosunun Ermeni Soykırımı’nı tanımasını eleştirmenin yanlış
olduğunu söyledi. Anadolu’nun sağ kalmış insanları, elbette
yaşadıkları her yerde bir haksızlığın giderilmesi ve kabul edilmesi
için çaba harcayacaklardı. Ben de bir insan hakları savunucusu olarak,
inkârın insanlığa karşı işlenen suçları meşru gösterdiği, nefret
söylemlerini teşvik için ifade özgürlüğü kapsamında olmadığını
düşünüyordum.

Hrant tasarıya karşıydı
2006’da ise Hrant, beni Etyen Mahçupyan ile birlikte Fransa’da
parlamentoda bu yasanın çıkmaması için üçlü deklarasyonu imza etmeye
ikna etti. Kendimi Hrant’tan daha ‘iyi’ bilir kabul edemezdim. Eğer o,
soykırım kurbanı bir halkın çocuğu olarak Fransa’daki tasarıya karşı
çıkıyorsa, ona ‘Hayır’ demek haddim değildi.
Hrant, “Bu yasayı Fransa’da çiğneyeceğim” dedi. Öte yandan Türkiye’de
‘soykırım’ tanımlamasını kullanmaktan kaçınmamaya başladı. Ve 301’den
mahkûm oldu. Ve artık Hrant aramızda yok. Ve onu kaybettikten sonra,
şanlı adaletimiz onu 1915’i ‘soykırım’ diye tanımladığı için mahkûm
etti.
Ben eğer yaşasaydı Ayşe Nur’un, Taner Akçam gibi, Hrant ve Etyen
Mahçupyan ile imzaladığımız üçlü deklarasyona katılmayacağını
biliyorum. Bilinç altından belki de bu çabanın Hrant’ın yaşamasına
olanak sağlayacağını düşünmüştüm. Heyhat, ne yanılgı!
Hrant’ın ölümünden sonra katıldığım konferanslarda, onun ölümüyle
inkârcılığın nasıl maddi bir tehdit olduğunu anladığımı ifade ettim.
Bizzat Fransız parlamentosu önünde düzenlenen bayraklı protestolar, bu
tehdidin ne kadar maddi olduğunu algılamamıza neden oldu. Ne
Ermenilere ne Türklere değinen soykırımı inkâr yasası, adeta bir
itirafa neden oldu.
Bu yasanın çıkmasına yol açan olaylar zincirini hatırlamak
istemiyoruz. Resmi inkârcılık sadece ülkede değil, yurtdışında da
faaliyette. İnsanların ‘yas gününde’ ne kadar çok taciz edildiğini
biliyor musunuz? Kaç anıtın bombalandığını, kaç mezarlığın tahrip
olduğunu, hakaret yazıları yazıldığını biliyor musunuz? Sadece Lyon
kentinde kaç olay yaşandı?
Bizim açımızdan manevi değeri olan yerlere bu tür şeyler yapılsa ne
hissedersiniz?
Eğer böyle yasalar çıkarılıyorsa, bunun kaynağının resmi inkârcılık
olduğunu görmek zorundayız. Bütün bu olayların 12 Eylül faşist
darbesinden sonra tırmanması bir tesadüf mü?
Bugün Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu
(ASİKK) gibi bir ‘ucube’ hâlâ devam ediyorsa, ortak bir ‘tarih
komisyonu’ kurmaktan nasıl bahsedilebilir? Bunun samimiyetine kim
inanır? İlk ASİKK Başkanı Devlet Bahçeli’ydi.
Sayın Abdullah Gül ise 2006’da ASİKK kurulu başkanıydı. Bugün bu
kurulun başkanının kim olduğunu bilmiyoruz bile. O zaman siz neden
bahsediyorsunuz, neye karşı çıkıyorsunuz Allah aşkına?
Ragıp Zarakolu –  Radikal

Bir yiyicinin manifestosu -Tolga Tanış

Hepimiz kimyager olduk. Karotenoid, probiyotik, laktoz, selüloz…
Birkaç yıl öncenin bu Çince terimleri…

Şimdi herkesin ağzına yoğurt, lahana, kuzu eti der gibi yerleşti.
Balık alışverişindeki laborantlar: Tart bir kilo Omega 3… ışte
bundan nefret ediyor. Ve nütrisyonistlerin altüst ettiği Amerikan yeme
alışkanlıklarına savaş açıyor. Hikâye yeni değil. Adam neredeyse altı
yıldır piyasada. Ama fikirleri öyle hızlı yayılıyor ki… Üstünde
beraber düşünelim istedim

1- YEMEK AKIMI

Georgetown’da bir çocuk yuvasının sunumu. Kentin en iyi okullarına
öğrenci yetiştiriyorlar. Bir veli elini kaldırıyor. Ve “Öğlen” diyor
“ne yediriyorsunuz çocuklara?” Okulun müdürü de veliye dönüp gururla
cevap veriyor: “Biz Michael Pollan’ın yemek yeme felsefesini
benimsiyoruz. Hazır yemek yok. Doğal, evde hazırlanan, geleneksel
yemekler…”
Pollan bir akademisyen. 57 yaşında. Ama Berkeley’de gazetecilik
dersleri vermesinin dışında… Aslında kendisi de bir gazeteci. Zaten
yaptıklarını okuyunca kabul edecekseniz. Kafa tuttuğu şirketler ve
yerleşik düzenle kavgasını düşündüğünüzde, bunu bağlantıları olmayan,
para ilişkileri içine girmemiş huysuz bir gazeteciden başkasının
başarması da zor.
2006’da ilk önce ‘Etobur-Otobur ıkilemi’ni yazıyor Pollan. Ve o sene
New York Times’ın edebiyat dışı en iyi beş eserden biri dediği kitapta
şunu savunuyor: Tarım endüstrisi yeme alışkanlıklarımızı mahvetti.
Yüksek fruktozlu mısır şurubunu basıp ülkeyi sağlıksız yaptı. Ama
Washington’daki bağlantılarını sıkı tuttuğu için de dokunulmaz hale
geldi. Kahrolsun kapitalizm!.. Yaşasın bahçede organik elma yetiştiren
fakir komşum!..
Kitap büyük yankı uyandırıyor. ıki yıl sonra da ‘Yiyicinin
Manifestosu’nu yayınlıyor. Sağlıklı yaşam mottosuyla dayatılan Batı
diyetinden kaçalım… Anneanne sofrasına dönelim!..
2009’da yazdığı ‘Yemek Kuralları’… 2010’da çekilen ve Oscar’a aday
gösterilen ‘Food, Inc’ belgeseliyle de bir yıldıza dönüşüyor.
Georgetown’daki çocuk yuvasına kadar uzanan bir yemek akımının
kurucusuna…

2- BİLİMİ UNUTUN

Temel prensip şu: Bilimi bir kenara bırakın. Size ıspanağın içinde
neler olduğunu anlatan nütrisyonistlerden kaçıp… Tarih, kültür ve
geleneklere yaslanın. Eski kuşaklar yediyse iyidir. Onları izleyin!..
Pollan, McDonald’s gibi büyük et alıcılarından Monsanto gibi
biyoteknoloji şirketlerine herkesi katarak söylüyor. Ve tarım
endüstrisinin Amerikalıları yavaş yavaş öldürdüğünü savunuyor. Evet,
hayat artık çok hızlı!.. Ama gıda endüstrisi bu hıza ayak uydurmaya
çalışırken fazla paldır küldür gidiyor. Ve kontrolsüz ilerliyor.
Ardından Rusya’dan göç eden Yahudi anneannesinin sofrasındaki tavuk
ciğerleri, dolmaları ve sakatatları hatırlayıp… 1960’larda Julia
Child’dan etkilenen annesinin nasıl kendi mutfağını unuttuğunu…
şimdi onun nasıl anneannesinin sofrasına dönmek istediğini anlatıyor.
Yemeği protein, yağ ve karbonhidratlara bölen nütrisyonistlerin reddi.
Organik ve yerel üretime kayan postendüstriyel dönemin habercisi…

3- ORTOREKSİYA RİSKİ

Elinde bilimsel bir veri yok. Pollan’ın insanın ortalama yaşam
süresinin uzamasını nereye oturttuğu çok açık değil. Tek söylediği…
Markette yemek diye satılanlar aslında yemek değil. Bir tür kavramsal
yemek. Yemekimsi…
Kendisinin bilimsel bir veri ortaya koymamasını da, bilimin gıda
meselesinde çuvallamasıyla açıklıyor. Örneğin Omega 3. Diyor ki:
“Omega 3 hakkında iki ayrı saygın kuruluşun araştırmasında ikisi
farklı sonuç çıkıyor. Birine göre (Ulusal Bilimler Akademisi) balık
yemenin kalbe hiçbir yararı yok. Hatta fazla balık fazla cıva yüzünden
beyne zarar veriyor. Ama ötekine (Harvard) göreyse haftada bir balık
yemek kalp krizi riskini üçte bir azaltıyor. Ben artık yemek konusunda
bilime inanmıyorum.”
O yüzden Pollan’a göre ‘sağlıklı’ diye pazarlanan gıdadan uzak
durmalı. İçinde o kadar katkı maddesi var ki… Yemek olmaktan
çıkıyor!..
Ancak bir yandan bunu takıntı hale getirenler o kadar çoğalıyor ki…
Mesele bu yüzyılın en önemli toplumsal sorunu olmaya ilerliyor.
Nütrisyonistler yüzünden her gün daha fazla insan ortoreksik oluyor.
Ve kafasını sağlıklı beslenmeyle bozup psikiyatrik vaka haline
geliyor: “Belki bilimsel bir araştırma yok. Ama baksınlar, mutluluk ve
nütrisyon endişesi arasında ters orantı görecekler.”

4- SAM AMCA ETKİSİ

Washington’da Ulusal Arşiv binasında, geçen haftaya dek bir sergi
vardı: ‘Ne pişireyim Sam Amca?’ Amerikan Hükümeti’nin halkın beslenme
alışkanlığını nasıl etkilediğini anlatan… Kampanya afişlerinden
videolara, T. Jefferson’ın ıtalya’dan cebinde nasıl pirinç
kaçırdığından Tarım Bakanlığı bilimcisi W.O. Atwater’ın gıdaları
1900’lerin başında nasıl ilk kez kaloriye göre tasnif ettiğine birçok
öyküyle dolu bir gıda tarihi gösterisi. Ana fikriyse… Hükümet halkın
beslenmesini çok güzel düzenledi!..
Sergiyi gezdiğinizde özellikle halk sağlığı açısından yapılanları
görünce takdir ediyorsunuz. Ama Pollan’a göre… Amerikan hükümetleri
aslında hazırladıkları gıda piramitleriyle bugün yaşanan beslenme
bozukluklarının da baş sorumlusu oldu.
Sergide 2. Dünya Savaşı yıllarında diyetistenlerin ordunun
karavanasına el atması anlatılıyor. Hikâyeyi okurken askerler
arasındaki bir lafı görünce aklıma Pollan geliyor: “Tanrı bize eti
yolladı. şeytan da nütrisyonistleri.”

5- SONUÇ

Woody Allen’ın ‘Sleeper’ filminde bir sahne var. 1970’lerde küçük bir
ameliyat için Allen’ı uyutuyorlar. Kalktığında 200 yıl geçmiş oluyor.
Bir bakıyor, herkesin elinde çikolata. Soruyor. “A duymadın mı,
çikolatanın sağlığa yararlı olduğu anlaşıldı” diyorlar.
Pollan’ın tezlerinin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Dediğim gibi
bilimin gıda konusundaki verilerine güvenmiyor. Bu yüzden kendi de
ortaya somut bir veri koymuyor. Ama söylediği aslında şu…
Bin parçalık bir puzzle var elinizde. Ve bilim size diyor ki: Bu
puzzle’ı çözümleyip, elimdeki parçalarla senin gözüne daha hoş gelecek
bir resim yaparım. Resme başlıyor. Karşınıza aşağı yukarı bir siluet
de çıkarıyor. Ve zaman geçtikçe aralardaki boşlukları dolduruyor. Ama
sonuç olarak… Hiçbir zaman en baştaki orijinal puzzle gibi tam bir
resim yapamıyor. Sürekli geliştiriyor.
Pollan’a göre bugün diyetisyenlerin, nütrisyonistlerin size yaptığı da
aşağı yukarı böyle bir şey. Anneannenizin yemeğini bıraktınız.
Protein, yağ ve karbonhidratlara böldükleri o yemekten bir tarafları
mutlaka eksik kalacak uydurma bir gıdayla besleniyorsunuz. Ve aynı
insanlar bir gün size gelip “Aslında çikolata faydalıymış,
yiyebilirsiniz” dediğinde de… Önce şaşıracaksınız. Sonra çikolatasız
geçirdiğiniz yıllara küfür edeceksiniz… Ve “Keşke anneannem gibi
tereyağ da yeseymişim” diyeceksiniz.

Tolga Tanış – Hürriyet

Yasemin İnceoğlu: “Nefret söylemi, nefret suçunun önünü açar.”

Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.Yasemin İnceoğlu’nun editörlüğünü yaptığı “Nefret Söylemi veveya Nefret Suçları’’ başlıklı kitap geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Başta Hrant Dink olmak üzere gazeteci cinayetleri ile nefret söylemi arasında doğrudan bağlantı olduğunu söyleyen Yasemin İnceoğlu ile son günlerde giderek önem kazanan konuyla ilgili bir söyleşi yaptık.

Nefret suçları ve  nefret söylemi kavramları arasında nasıl bir ilişki var? Bu kavramları ne zamandan beri kullanıyoruz? Ülkemizde medyanın bu kavramlara bakışı nasıl?

Nefret söylemi, nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası. Nefret suçunun önünü açar hatta teşvik eder. Birbirinden ayrı şeyler de olsalar sonuçta birbirlerini besliyorlar. Kendini her zaman kin ve öfke dolu ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta zaman zaman gayet normal ve mantıklı göründüğü için nefret söylemini teşhis etmek kolay olmayabilir. Diğer yandan, nefret söylemi ve ifade özgürlüğü arasındaki sınırın çok tartışmalı bir konu olduğunu görüyoruz. Bir söylemin nefret söylemi kapsamına girdiğini iddia ettiğiniz yerde, ifade özgürlüğü ihlali konusunda eleştiriler gündeme gelmekte. Bilindiği üzere Hrant Dink yoğun bir nefret söylemi bombardımanı sonucu bir nefret suçuna kurban gitti.  Hrant Dink’in katliamı ile birlikte Türkiye’de nefret söylemi ve özellikle de nefret suçu kavramları terminolojimize girdi ve yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Ancak bu kavramlar gerekli gereksiz birçok yerde yanlış olarak kullanılıyor, kafalar bu konuda biraz karışık: her şeye nefret söylemi, nefret suçu diyen bir kesim türedi ki bu da ifade özgürlüğünü tehdit etme riski taşıyan bir durum.

Trans cinayetleri en yaygın nefret suçları arasında yer alıyor

Uludere katliamından sonra medyada yaygın kullanılan Kürt-Kaçakçı, Kürt-Terörist kavramlarını medyadaki nefret söylemi içinde tanımlayabilir miyiz?

Tabii ki tanımlarız. Kürt ile kaçakçı ve terörist kelimelerinin bir arada anılması en iyi göstergedir. Yaygın medyada Türk- Terörist veya Türk-Kaçakçı kullanılır mı hiç?

Kürt sorununu terör/terörizm ile özdeşleştirerek, aslında böyle bir sorunun olmadığı, sorunun kaynağının tamamen bölgedeki geri kalmışlıkla ilgili ve ekonomik olduğu, bunu da yabancıların kışkırttığı söylemini yeniden üreten ve meşru bir zemine taşıyan ana akım medya, Türk-Kürt ayrımcılığına katkı payı olarak, zaman zaman korkunçlaştırıcı, şeytanlaştırıcı bazen de kurbanlaştırıcı kalıp yargılar kullanmakta. Oysa ki bu tavır Kürt sorununu çözümsüzlüğe götürmekten başka bir fayda sağlamaz. İşte bu noktada gazeteci nesnelliğini yitirir ve şiddeti haklılaştırmaya başlar. Nefret söyleminin en yüksek dozda pompalandığı güncel örnek Yılmaz Özdil’in son yazısı, el insaf dedirtecek türden, çok yazık.

Nefret söylemiyle mücadele etmenin yöntemleri konusunda ne söylersiniz? Bu tür suçların ülkemizin ceza yasalarında yeri tanımlanmış mıdır?

Henüz bir nefret suçu yasasına kavuşmuş değil ülkemiz. 216. madde “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edenleri” veya bu ölçütler sebebiyle aşağılayanları cezalandırıyor. Bu madde nefret suçunun önlenmesi için bir adım olarak gözükse bile, savcıların, genelde azınlıklardan ziyade devleti ve çoğunluğu korumak amaçlı kararlar aldıklarını biliyoruz. Hatta bu maddenin azınlık hakları için mücadele edenlere bumerang etkisi yaptığını da gördük (Baskın Oran-İbrahim Kaboğlu örneğinde olduğu gibi).

“Nefret suçları” ile ilgili olarak, “Gerek Avrupa ülkelerinde gerek ABD’de bu konuda yapıldığı gibi, ülkemizde de verilerin toplanmasına ve en önemlisi bu verilerin kamuoyuyla paylaşılmasına, yargı ve medya çalışanlarının eğitimine, nefret mağdurlarına rehabilitasyon desteği sağlayacak düzenlemelere ihtiyaç var. Bu konuda en büyük görevlerden biri de medyaya düşüyor, medya ‘biz’ ve ‘onlar’ kutuplaşmasını güçlendirmekten ziyade karşılıklı anlayış, saygı, kimlikler/kültürlerarası diyalogu sağlıklı sürdürebilmek adına kelimelerin ve imgelerin gücünü doğru kullanmalı. Barış dilinin oluşturulması ve “öteki”lerle bir arada yaşama kültürünün gelişmesine ihtiyaç var.

Toplumsal nefret bir eğitim ve zihniyet sorunu.  Bir arada yaşamayı öğrenme kültürü ve eğitimi okul öncesi ailede başlamalı, okulda ve ders kitaplarında devam etmeli.

 

“Mecliste Nefret Suçları Komisyonu’nun kurulması elzemdir”

 

Editörlüğünü Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu'nun yaptığı Nefret Söylemi ve Nefret Suçları kitabı Ayrıntı Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlandı

AKP hükümetinin bu konudaki yaklaşımı nasıl? Avrupa Birliği sürecinin nefret suçu ya da söylemine maruz kalanların mağduriyetini gidermeye dönük açılımları oluyor mu? Avrupa Birliği’nin de özellikle Romanlar ve yabancılarla ile ilgili bu tür sorunlara yaklaşımı sizde ne tür duygular yaratıyor?

AKP hükümetinin Kürtlere, Alevilere ve Romanlara dönük açılımları başlattığını biliyoruz. Ancak gelinen şu noktada bu açılımların her birinin başarısızlıkla sonuçlandığını da üzülerek görüyoruz. Birçok ülkede ön yargı kurbanı haline dönüşen Romanlar potansiyel suçlu olarak algılanmakta, işe alınmamakta ve ırkçı saldırılara uğramaktalar.

AİHM 2007 yılında Hırvatistan’ı nefret suçlusu olarak mahkum etmişti. Olay 1999’da Zagrep’te bir grup ırkçı dazlağın saldırısına uğrayan Romanın başına gelenler, gerek devlet hastanesi gerek savcı tarafından görmezden gelinince olay mahkemeye intikal etmişti. Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI) 1998 yılında Romanlarla ilgili olarak Avrupa Konseyi üyesi ülkelerine tavsiyelerde bulunmuştu. Fransa geçtiğimiz yıl 9000 Romanı sınır dışı ettiğinde AB Komisyonu Sarkozy’nin bu tutumunu eleştirmişti.

Ülkemizde de Sulukule’nin boşaltılması ve özellikle geçen yıl Manisa Selendi’deki olaylardan sonra Roman vatandaşların zorunlu göçleri Roman hak ihlallerine örnek oluşturuyor.

Diğer siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının olaya bakışından memnun musunuz? Yani umut var mı?

Başta Sosyal Değişim Derneği olmak üzere, Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Kaos GL, Pembe Hayat Derneği, Pozitif Yaşam Derneği, Uluslararası Hrant Dink Vakfı vs. konuya sıkı sıkıya sahip çıktılar. Kamuoyunda farkındalık yaratma açısından çok faydalı olduğuna inandığım çalıştay, toplantı, ulusal ve uluslararası konferanslar düzenlediler. Belki de ilk kez bir ana muhalefet partisinin (CHP) seçim bildirgesinde, “Azınlık din mensubu vatandaşlara yönelik din ve inanç temelli ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçlarıyla mücadele edileceği”nin belirtilmesi de ülkemiz açısından kayda değer ve sevindirici bir gelişme olarak kabul edilmeli. Bu konuda gerek AKP gerek diğer partilerden de aynı girişimleri görmek arzusundayız. Mecliste Nefret Suçları Komisyonu’nun kurulması elzemdir.

 

Medyanın “öteki” leri dışlama ve gayri meşrulaştırma söylemi

 

Nefret suçları ve nefret söyleminin özellikle bizim ülkemizde milliyetçilikle ilişkisine nasıl bakmak gerekir?

Ülkemizde medya milliyetçiliğin yeniden üretilmesinde devletin ideolojik aygıtı olarak çalışıyor. Türk milletinin üstünlüğünü her fırsatta vurgulayan “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” şiarından hareket eden yaygın medya diğer etnik grupları aşağılamakta. Sık sık ikonik figürler, retorik ifadeler kullanan medya “öteki” leri dışlama ve gayri meşrulaştırma söylemine başvuruyor.

Milliyetçi ideolojileri yayma ve ulusal kimlik ve cemaat yapısını güçlendirmede önemli rol oynayan medya bir yandan milliyetçilerin ötekiler üzerine yönelttikleri nefret söylemi ve işledikleri nefret suçlarını haberleştirirken diğer yandan da bizzat medyanın kendisi nefret söylemini pompalamakta. Bu noktada da bazı köşe yazarları, sosyal medya ve siteler başı çekiyorlar.

Başörtüsünü nefret söyleminin bir nesnesi olarak tarif etmek mümkün müdür? Eğer böyleyse bu suç ve söylemin dinle ve muhafazakârlıkla ilişkisine nasıl bakmalı?

Henüz bir nefret suçu olarak kabul edilmiş olmasa da, başörtülü kadınlara yönelik her türlü sözlü ve fiziksel saldırının toplumsal bir nefretten beslendiğini biliyoruz. Toplumun belli kesimlerince başörtülüler; geri kalmışlık, gericilik veya irtica ile ilişkilendiriliyor ve “çağdaş Türkiye’yi tehdit eden öcüler” olarak algılanıyorlar. Bu oldukça sorunlu bir durum, zira nefret söyleminin doğasında olan önyargı, ayrımcılık, ötekilere yaşam hakkı tanımama gibi tüm özellikleri barındırıyor ve besliyor.  Bilindiği üzere islamofobi bir nefret suçu, aynen zenofobi veya anti-semitizm gibi. Başörtüsünü nefret söyleminin bir nesnesi haline dönüştürenler yalnız islamofoblar değil, İslam dinine mensup olup başörtüsünün bir siyasal simge olarak kullanıldığını iddia eden bazı “laik”ler. Ben açıkçası başı açık bir kadın olarak ne başörtülülerin başlarını açmalarını talep etme hakkımın olabileceğini düşünüyorum ne de başörtü benim için bir tehdit unsuru içeriyor.  Ülkemiz insanının “Yaşa ve yaşat” felsefesini öğrenmesi gerekiyor.

Yeşil Gazete’nin sorularını yanıtladığınız için teşekkür ederiz.

Röportaj: Savaş Çömlek (Yeşil Gazete)

Demokrasi mi, otoriterleşme mi? – Demokrasi Konferansı 21 Ocak’ta

Yeşiller Partisi ve Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP)’nin birlikte düzenlediği Demokrasi Konferansı 21 Ocak Cumartesi günü İstanbul’da, Kadir Has Üniversitesi Cibali Kongre Merkezi’nde yapılacak.

Konferans demokratik hareketlere, muhalefete, Kürt siyasetçilere, öğrencilere, basına, düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik baskıların ağırlaşması nedeniyle AKP hükümetinin Türkiye’yi otoriter bir rejime sürüklediği kaygılarının arttığı bir dönemde düzenleniyor.  Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu üyesi, AB-Türkiye Karma Parlementerler Komisyonu Eşbaşkanı Helene Falautre’nin de katılacağı konferansta akademisyenler, yazarlar, gazeteciler, politikacılar ve aktivistler konuşmacı olarak yer alıyor.

Dört ana oturumdan oluşan Demokrasi Konferansı’nın konu başlıkları şöyle: Adım adım otoriterleşme; demokratik talepler ve devlet baskısı; adalet ve yenilenme arayışı.

Konferansta yer alacak olan konuşmacılar ise şöyle: Ahmet İnsel, Aydın Engin, Bekir Ağırdır, Emel Kurma, Erol Katırcıoğlu, Ferdan Ergut, Funda Ekin, Gencay Gürsoy, Gültan Kışanak, Helene Flautre, Mehmet Tarhan, Meral Daniş, Mesut Yeğen, Pınar Öğünç, Rober Koptaş, Sibel İnceoğlu, Ümit Şahin, Yakup Okumuşoğlu ve Yüksel Selek.

Katılımın serbest olduğu Konferans 21 Ocak Cumartesi günü 10:00-18:00 saatleri arasında Kadir Has Caddesi, Cibali, Unkapanı adresinde bulunan Kadir Has Üniversitesi Cibali Kongre Merkezi’nde yapılacak.

Bilgi ve iletişim için (212) 244 7780, (541) 693 8994 ve [email protected]

Konferans programı ise şöyle:

DEMOKRASİ KONFERANSI

Adım Adım Otoriterleşme, Demokratik Talepler ve Devlet Baskısı, Adalet ve Yenilenme Arayışı
21 Ocak 2012 Cumartesi, Kadir Has Üniversitesi Cibali Kongre Merkezi, İstanbul

Düzenleyenler: Yeşiller Partisi – Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP)

10:00-10:30 – AÇILIŞ

Yüksel Selek  – Yeşiller Partisi Eşsözcüsü
Ferdan Ergut – EDP Genel Başkanı

10:30-12:00 Birinci Oturum – Adım Adım Otoriterleşme-1

Moderatör: Emel Kurma (Helsinki Yurttaşlar Derneği – Yeşiller Partisi)
Ahmet İnsel, Prof. Dr. (Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Aydın Engin, Gazeteci
Pınar Öğünç, Gazeteci (Radikal Gazetesi)

12:30-13:30 İkinci Oturum – Adım Adım Otoriterleşme-2

Moderatör: Gencay Gürsoy, Prof. Dr. (İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Helene Flautre (Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu üyesi, AB-Türkiye Karma Parlementerler Komisyonu Eşbaşkanı)
Gültan Kışanak (BDP Eşbaşkanı)

13:30-14:30 Öğle arası

14:30-16:00 Üçüncü Oturum – Demokratik Talepler ve Devlet Baskısı

Moderatör: Ümit Şahin (Yeşiller Partisi Eşsözcüsü)
Funda Ekin, Avukat (Mor Çatı ve Sosyalist Feminist Kolektif)
Mehmet Tarhan (Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği)
Mesut Yeğen, Prof. Dr. (İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Yakup Okumuşoğlu, Avukat

16:30-18:00 Dördüncü Oturum – Adalet ve Yenilenme Arayışı

Moderatör: Erol Katırcıoğlu, Prof. Dr. (Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Sibel İnceoğlu, Prof. Dr. (Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Rober Koptaş, Gazeteci (Agos Gazetesi)
Meral Daniş, Avukat (BDP PM üyesi)
Bekir Ağırdır, Konda Araştırma Merkezi Müdürü

Tarih: 21 Ocak 2012 Cumartesi
Saat: 10:00-18:00
Yer: Kadir Has Üniversitesi Cibali Kongre Merkezi
Adres: Kadir Has Üniversitesi Kampüsü, Kadir Has Caddesi, Cibali, Unkapanı  – İstanbul

Bilgi ve İletişim: (212) 244 7780, (541) 693 8994 – [email protected]
www.yesiller.org – www.edp.org.tr

Yeşil Düşünce Derneği’nin katkılarıyla…

(Yeşil Gazete)

Gülyazı Alay Komutanı görevden alındı

Şırnak Valisi Vahdettin Özkan’ın isteği üzerine Gülyazı Alay Komutan Vekili Jandarma Albay Hüseyin Onur Güney, soruşturmanın selameti için görevden alındı.

Türkiye – Irak sınır hattına 28 Aralık tarihinde gerçekleştirilen hava harekatında 35 kişinin ölümüyle ilgili idari soruşturma açıldı.

Şırnak Valisi Vahdettin Özkan, soruşturmanın selameti için Gülyazı Alay Komutan Vekili Albay Hüseyin Onur Güney’in görevden alınması için İçişleri Bakanlığı’na başvurdu. Bu başvuru üzerine Albay Hüseyin Onur Güney, bugün akşam saatlerinde açığa alındı.

Şırnak Valiliği kriz masası kurup, olayla ilgili idari soruşturma başlatmış, bunun üzerine de İçişleri Bakanlığı’ndan gelen 3 müfettiş kent merkezinde çalışma yapmıştı.

Karşı Komşu: Tarlabaşı

0

Foto muhabiri Fatih Pınar’ın “Tarlabaşı Üçlemesi”nin ilk bölümü ntvmsnbc.com’da yayınlandı. Pınar’ın Tarlabaşı’nın farklı sakinleriyle yaptığı röportajlardan son derece çarpıcı kesitlerin muhteşem fotoğraflarla süslendiği foto-röportaja şu adresten ulaşılabilir.

Faith Pınar yaklaşık 3 dakika uzunluğunda ve 30 fotoğraftan oluşan foto röportajında Tarlabaşı’nda çalışan seks işçilerinden şairlere, kağıt toplayıcı çocuklardan mahallenin eski ve yeni sakinlerine kadar bir çok farklı kesime hem mikrofonunu, hem de objektifini uzatmış.

1974 doğumlu olan Fatih Pınar, 1998’den bu yana bir çok ulusal ve uluslararası kurum için foto-röportaj yapıyor ve fotoğraf kuramı üzerine yazılar yayımlıyor. Tarlabaşı özelinde “Kentsel Yıkım” konusunda 2009 yılında yayımlanan bir kısa filmi de olan sanatçının eserlerine kişisel sitesinden ulaşabilirsiniz.

Mısırlı piyanistten Beethoven akşamı

Mısırlı piyanist Remiz Yassa

Mısırlı ünlü piyanist Remzi Yassa Pazartesi akşamı İstanbul’da. Beethoven’in piyano sonatlarından oluşan bir resital için İstanbul’a gelen Yassa, 9 Ocak Pazartesi akşamı Kadıköy Süreyya Operası’nda sahne alacak.

Ramzi Yassa’nın konserine öncülük eden İdil Biret piyanist için şunları söylüyor: “Ramzi Yassa, Sovyetler Birliği’nin ünlü Çaykovski Konservatuvarı’nda tahsil etmiş olan çok kıymetli bir konser piyanistidir. Uluslararası yarışmalarda birçok ödül kazanmış, günümüzün önemli orkestra şefleriyle dünyanın muhtelif yerlerinde konserler vermiştir. Müziğin hakiki anlamını, nüans inceliklerini öne çıkaran güzel bir çalış stiline sahiptir.

Piyanist saat 20:00’de başlayacak konserde Beethven’in Ayışığı ve Appasionata gibi en sevilen piyano sonatlarını seslendirecek. Program şöyle:

L.v. BEETHOVEN Sonat Op.27 No.2 ‘Moonlight’ (Ayışığı Sonatı)
L.v. BEETHOVEN Sonat Op.81a ‘Les Adieux’
L.v. BEETHOVEN Sonat Op.53 ‘Waldstein’
L.v. BEETHOVEN Sonat Op.57 ‘Appassionata’

1948’de Mısır’da doğan piyanist çok sayıda uluslararası ödül sahibi.

(Yeşil Gazete)