Hafta Sonu

[Gezi] En uzun süre direnen kıta: Antarktika

0

Yazılışının üzerinden 7 yıl geçen bu yazıyı, Haftasonu ve Kitap için Yeşil Gazete okurlarıyla paylaşıyorum. Antartika yolculuğunun dönüş yolunda, 23 Şubat 2005’de yazdığım yazı ilk kez  Pandül Sıradışı Sporlar Topluluğu internet sitesinde yayımlanmıştır.(Fotoğraf: Ümit Şahin)

Antartika yolculuğumuz 16 Şubat 2005 günü Arjantin’in en güney eyaleti olan Tierra del Fuego’nun (Ateş Ülkesi) en güney uçtaki limanından, Ushuaia’dan başladı. Tierra del Fuego Macellan Boğazının ana kıtadan ayırdığı bir ada. Ushuaia ise Darwin ünlü yolculuğunda buradan geçtiği için Darwin’in gemisi Beagle’in adını alan Beagle kanalının kuzey kıyısında bulunuyor. Yolculuk yaptığımız geminin adı Explorer II, 175 mürettebat ve 198 yolcusu var. Ben ne mürettebat, ne yolcu sayılan, “supernumerrarry” denen ekstralar arasında bulunuyorum. Bir ekspedisyon seferi olduğu için gemide ornitologlar, jeologlar, tarihçiler, balinacılar, fokçular ve zodyak sürücülerinden oluşan (hepsine kısaca “naturalist” diyorlar) 15-16 kişilik geniş bir ekspedisyon ekibi bulunuyor. Yolculuğun ilk üç günü Drake geçidi denen, Güney Amerika ile Antartika yarımadasını ayıran geçitte, yani güney okyanusunun açık sularında geçti. Dalgalı ve bu nedenle yorucu bir yolculuktu. Ardından dört günümüzü Antartika’da geçirdik. Toplam 6 kez ekspedisyon yaptık, birinde botla dolaştık, beşinde karaya çıktık. Biri hariç tüm kara çıkışlarında penguen ve fok kolonileri gördük, sayısız buz dağı ve buzula rastladık. Antartika’daki ikinci günümüzde asıl kıtaya ayak bastığımızda müthiş bir kar yağışı vardı. Denizin üzeri bile buz ve karla kaplıydı ve Antartika kışının neye benzeyebileceği konusunda az da olsa fikir sahibi olduk. Ertesi gün Güney Shetland adalarında en son 35 yıl önce patlamış bir volkanın kraterine girdik, lavlar neredeyde hala sıcaktı. Dünden beri Antartika’dan ayrıldık ve kuzeydoğuya doğru, Atlantik Okyanusunun ortalarındaki Güney Georgia adasına gidiyoruz. Bu denemeyi Antartika günleri sona ererken, henüz Antartika sularında, sisler arasında ilerlerken yazıyorum.

Yeryüzünde Uzay YolculuğuBir gemiyle Antartika’ya gitmekle, bir uzay gemisiyle başka bir gezegene gitmek arasında pek çok benzerlik var. Bunlardan en önemlisi, bu kıtanın da diğer gezegenler gibi insanların yerleşmesine ve yaşamasına elverişli olmaması. Ne var ki uzayda insan dışındaki yaşam biçimlerine de pek rastlanmamasının tersine burada çok zengin bir canlı yaşam var. Ancak bu canlı yaşam aynı ölçüde de kırılgan. Antartika’nın (alışık olduğumuza kıyasla) aşırılıklardan oluşan coğrafi, jeolojik ve iklimsel yapısı, uyum gücü çok yüksek canlıların oluşturduğu bir biyotaya sahip olmasını sağlamış. Burada görülen kara-deniz geçişliliği (kalıcı buzullar, bir donan, bir eriyen deniz yüzeyi ve benzeri durumlar) diğer yerlerde çok daha az rastlanan tipte amfibik bir yaşamı mümkün kılmış. Penguenlerin yaz aylarını karada ve buzulların üzerinde geçirmeleri, buralarda üremeleri ve yetişkin oluncaya kadar bir kıyı kuşu rolü oynamaları, kışın yüzlerce kilometre yüzerek göç edecek, avlanmak için gerekirse denizin 500 metre derinliklerine dalabilecek kadar iyi yüzücüler ve dalıcılar olmalarını engellememiş. Aynı şey foklar ve dünyanın en büyük memelisi olmasına rağmen denizde yaşamayı tercih eden balinalar için de geçerli. Bütün bu hayvanlar, normalde çok büyük bir nüfusa sahip olmalarına izin verecek zenginlikte bir besin zincirini mümkün kılan bir habitatta milyonlarca yıl karınları tok, sırtları pek ve muhtemelen mutlu yaşamışlar. Buzul çağları ve sıcak dönemlerin birbirini izlediği jeolojik çağlar boyunca uyum güçlerini geliştirmiş ve evrimleşmişler. Bugün burada, yaşadıkları enleme ve iklimsel ve coğrafi yapıya göre farklılık gösteren bir sürü değişik çeşit penguene, hatta insandan çok daha büyük (zincirin son halkasındaki) canlılar olmalarına rağmen büyük bir tür çeşitliliği gösteren foklara ve balinalara rastlayabiliyoruz.

Ama bu durum, yani bu büyük biyolojik çeşitlilik ve uyum kapasitesi, büyük ölçekli insan müdahalesinin başladığı son birkaç yüzyıla kadar ne kadar gelişebilmişse o kadar olabilmiş gibi görünüyor. Sadece burada, güney yarımkürede, yirminci yüzyılın ilk seksen yılında Batı uygarlığının azimli temsilcileri tarafından katledilen (ve kaydedilmiş) balina sayısı 2 milyonun üzerinde. Buna onsekizinci-ondokuzuncu yüzyıl balina avcılığını ve kayıt dışı avcılığı eklerseniz, katledilen balina sayısının 10 milyona ulaşabileceğini hesaplamak güç değil. Bugün ispermeçet balinası, mavi balina gibi en büyük (ve tabii ekonomik açıdan en değerli) balinaların toplam sayısı yüzlerle, en iyi ihtimalle bir kaç binle ifade edilebilecek kadar numunelik bir düzeye inmiş durumda. Bu durum tam bir soy (ve tür) kırımı yaşandığını gösteriyor. Bugün güney denizlerinde balina görmek büyük bir ayrıcalık ve zevk haline gelmiş. Bu zevki de balina ve fok avcılarının pahalı gemilerde seyahat etme ayrıcalığına sahip olan torunları yaşıyor daha çok. Batı uygarlığı, sokak lambalarını yakmak ve kadınları güzel gösterecek korselerin destek elemanlarını (balen) sağlamak için yok ettiği balinaların, derilerini kürk ve ayakkabı yapımında ya da tur kayaklarının tek yönde kayan alt yüzeyini yapmakta kullandığı deniz ayılarının, deniz leoparlarının ve deniz fillerinin (yani genel anlamda değişik türlerde fokların) ülkesine, artık neyse ki sadece soykırımdan arta kalanları seyretmek ve dijital makinelerle fotoğraflamak için geri dönüyor. Buna da şükür.

Antartika’da Olmak

Tarihe, yaşananlara ve endüstriyalist uygarlığımızın tarihinin nasıl bu yörelerin canlılarının (da) kanıyla yazılmış olduğuna bakınca, hüzün ve kızgınlık burada bulunmanın heyecanına ağır basabiliyor. Antartika’da insan yapımı (dolayısıyla tarihsel öneme sahip) yapıların askeri (ve bir kısmı bilimsel) üsler ve balina avcılarının kurduğu “sanayi sitelerinden” ibaret olduğunu görmek de oldukça öğretici elbette. Evet, Antartika gibi insan yerleşiminin (dolayısıyla kültürün) olmadığı, hiçbir ülkenin egemenliğinde olmayan, dolayısıyla “ıssızlığın” büyük ölçüde geçersiz kılındığı bir dünyada tam bir istisna haline gelmiş bir kıtada bulunmak gerçekten son derece ilginç. Doğal yaşamı gözlemlemek heyecan verici. Ama insan buradaki kendi varlığını sorgulamadan da edemiyor. Antartika’ya ilk ayak basanların fok avcıları olması, Antartika yarımadasındaki ve çevredeki adalarda bulunan coğrafi yerlerin adlandırılmasını bile balina avcıları ve zamanının “majestelerinin” donanmaları tarafından yapılmış olması örneğin, bu “uygarlık karşıtı” ekolojist değerlendirmelerin çok da abartılı olmadığını göstermiyor mu?

Bu noktada Batılıların “kahramanlık çağı” diye adlandırmakta ısrar ettikleri, benimse “sömürgeci hırsı ve tutkusu” olarak görmekte direndiğim döneme göz atmak gerekiyor. Antartika, ilginç bir şekilde çok eski çağlarda varlığı tahmin edilen (daha doğrusu hipotetik olarak var olması gerektiği düşünülen) bir kıta olmuş. Eski Dünya’nın filozofları Amerika ve Avustralya’nın tersine Antartika’nın varlığı konusunda doğru tahminde bulunmayı başarmışlar. Gerçi bunun nedeni bugün bizim tuhaf karşılayabileceğimiz bir düşünceymiş. Aristoteles’in de katıldığı bu hipoteze göre dünya yuvarlaksa eğer, güney yarımkürede de kuzey yarımküredeki kara parçalarını ve yerleşimleri dengeleyecek kıtaların olması gerektiği sonucuna varılmış. Yoksa maazallah dünya yörüngesinden çıkabilirmiş. Kuzey yarımküreden izlenen Arktos takımyıldızının tersi olarak bu hipotetik kıtaya Anti-Arktos adı verilmiş. Eski Yunan uygarlığından beri süregelen bu inanışa rağmen iki yarımküreyi ayıran bölgedeki alevler ve canavarlar diyarı (yani ekvator) bu kadar güneye uzanan yolculukların pek akla uygun bulunmamasına neden olmuş. Antartika’ya yaklaşan ilk yolculuklar kolonyalizmin başlamasıyla mümkün hale gelmeye başlamış. Portekizliler Afrika ve Güney Amerika’nın güney uçlarını dolaştıklarında bu kıtaların bir yerde bittiğini, dolayısıyla daha güneyin uçsuz bucaksız deniz olduğunu da saptamış bulunmuşlar. Ama hipotetik kıtayı arayan daha maceracı ve azimli denizciler hep olmuş. Önce James Cook, sonra sayısız “kaşif” Antartika’ya yakın adalara yaklaşmayı başarmışlar. Kıtaya ayak basmak ise ilk olarak fok ve balina avcılarına nasip olmuş. Antartika’nın varlığı kanıtlandıktan ve bulunan her adaya, körfeze, geçide kaşiflerin ve kralların adı verildikten sonra sıra Güney Kutbuna ulaşmaya gelmiş. Herkesin bildiği meşhur Scott-Amundsen rekabeti güçlü Norveçli’nin romantik (!) İngilizi yenmesiyle ve Scott’un güney kutbuna ulaşan ikinci insan olduktan sonra dönüş yolunda ölümüyle sonuçlanmış.

Ama benim asıl anlatmak istediğim hikaye bu çok bilinen keşif rekabeti değil, bir başka asil Britanyalı’nın, Sir Ernest Shackleton’un hikayesi.

Hep Yenil!

Scott’un 1902’deki başarısız ilk ekspedisyonununa da katılan, kendi 1908 denemesinde de başarısız olan İrlandalı Sir Ernest Shackeleton, güney kutbuna kendinden önce ulaşılınca hedef değiştirip kıtayı bir ucundan öbürüne dek geçen ilk uygar insan olmaya karar verir. Ne var ki 1914’ün 5 Aralık günü (yani güney yarımküre yazının ortalarında) “Endurence (Dayanıklılık)” isimli bir buharlı tekneyi dolduran 28 erkek ve 50 civarında köpekle Güney Georga adasından başlayan ekspedisyon, 1915’in Ocak ayının 19’unda geminin kıtanın batısındaki Weddell denizinde buzlar arasında sıkışıp kalmasıyla bir felakete dönüşür. Bundan sonrası tam bir hayatta kalma ve dayanıklılık hikayesi, tıpkı geminin ismi gibi.

1915 Şubat’ından 1916 Nisan’ına kadar, yani bir Antartika kışı da dahil yaklaşık bir buçuk sene, boyunca gemi ve adamlar mahsur kaldıkları buzlar arasında yaşamlarını sürdürmeyi başarırlar. Ama önce gemileri kışın hareketlenen buzlar arasında sıkışıp batar, ardından denizin ortasında, üzerinde kamp kurdukları bir buz kabuğuyla sürüklenirler, en sonunda da kurtardıkları üç filika sandalıyla haftalarca yol alıp Fil adasına ulaşmayı başarırlar. Ama erzak depolarının yanı sıra fok ve penguenleri de yiyerek geçirdikleri bu yaklaşık 15 ay sonunda gemilerini de kaybedip kendi imkanlarıyla kurtulma ihtimalleri kalmayınca, ekspedisyonun lideri Shackleton yanına kaptan Worsley dahil dört kişi alıp, geri kalan 23 kişiyi ikinci adam Frank Wild’ın liderliğinde ıssız Fil adasında bırakıp tek bir filika sandalıyla denize açılır. Bu beş adam Fil adasıyla Güney Georgia adası arasındaki yaklaşık 1300 km’lik mesafeyi kürekleriyle 17 günde aşarlar (ki ben bu satırları hızlı bir gemiyle iki buçuk günde alacağımız aynı Elephant Island – South Georgia rotasında, Atlantik Okyanusunun dalgalı sularında giderken yazıyorum). Shackleton ve adamları Güney Georgia’da da adanın yanlış tarafına çıkınca yüksek dağlar ve buzullarla kaplı bu adayı 36 saat durmaksızın yürüyerek ve tırmanarak aşmak zorunda kalırlar. Neyse ki en sonunda adanın balina avcılarının yaşadığı köyüne gelip Fil adasında mahsur kalan arkadaşlarını kurtarmak için son maceralarına da başlama şansına erişirler. Fil adasına geri dönmeleri de uzun sürer, ancak buradaki 23 denizcinin tümü de kurtarılır ve ekspedisyon 2 yıllık bir felaketler silsilesinin sonunda 28 adamın tamamının (tabii köpekleri yedikleri için onların değil) İngiltere’ye geri dönüşüyle sonuçlanır.

Bu hikayenin bu kadar iyi bilinmesinin bir nedeni de (diğeri elbette hayatta kalmaları) yanlarında bir kamereman ve fotoğrafçı bulundurmaları, bir gün bile aksatmadan günlük tutmaları ve her şeyi belgelemeleridir. Bir anlamda postmodern çağın ilk felaket hikayesini filme çekmiş sayılabilirler mi? Shackleton bu cesaret ve dayanıklılık destanından dolayı Antartika sevdalıları (ve tabii özellikle Britanyalılar tarafından) gerçekten çok seviliyor ve belki bunu da hak ediyor. Ama yine de hiçbir hedefini gerçekleştirememiş, hiçbir denemesinde başarıya ulaşamamış bir “kaşif” olarak son seferine hazırlanırken 1922’de Güney Georgia adasında kalp krizinden ölen bu adam, acaba bir anti-kahraman olduğu için mi bu kadar çok seviliyor diye sormamak da zor.

Canlılar – Ama Neyse ki İnsan Değil!

Antartika’da hala sürmekte olan canlı yaşamın en çok görünen yüzü penguenler. Daha güneyde yaşayan, boyu bir metreyi geçen imparator penguenleri görmedim. Bu kuşlar kışları da bu kıtada geçiren ender hayvanlar arasında. En küçük tür olan Adelie penguenleri de çoktan kış göçlerine başlamışlardı. Ama Antartika yarımadasında ve çevreleyen adalarda çok sayıda Gentoo ve Boynu Çizgili penguen kolonisi görme şansım oldu. Kral penguenleri de iki gün sonra Güney Georgia adasında görebileceğiz. Penguenler yanlarında tüylerini dökmekte olan “ergen” yavrularıyla denize dönmeyi ve kışı geçirecekleri, henüz insanlar tarafından keşfedilememiş diyarlara göç etmeyi bekliyorlardı. Penguenlerin insanlarla olan ilişkilerini görmek de oldukça eğlenceliydi. Genelde sizi takmayan, ayakta uyuyan, buzun üstünde yürümeye çalışırken sendeleyip düşen bu sevimli ve komik hayvanların denizde nasıl yüzdüklerini görünce, aslında bunların komik hayvanlar olduğu fikrinizi değiştiriyorsunuz. Şu çok açık ki bu kıtada yaşayan hayvanların yeteneklerini insanın kendi acizliğine iyice acımasına neden oluyor. Aşağılık kompleksinden mi bu kadar acımasız olmuşuz nedir?

Antartika’da bir aralar soyu tükenmek üzere olsa da bugün nüfusları artmakta olan bir deniz memelisi ailesi de var: Foklar. Şimdiye dek 4-5 değişik çeşit fok gördüm. Bunlar Weddel foku (ki oldukça büyük ve tembeldi), Leopar foku (saldırgan bir tür olduğu söyleniyor), Kürklü Fok dedikleri, bizim deniz ayısı olarak bildiğimiz fok (en çok bu arkadaşı görüyorsunuz, biraz sinirli bir hayvan) ve Yengeçyiyen Fok idi (benim gördüğümün cildi bir leopar fokuyla yaptığı ölümcül kavga nedeniyle yara izleriyle doluydu). En büyük fok cinsi olan deniz filini de Güney Georgia adasında görebileceğiz.

Penguenler ve foklar dışında hayatımda gördüğüm en alımlı kuş olan albatroslar ve değişik denizkuşları sık sık yolumuza çıktı. Balinalar ise en heyecan verici canlılar olsa da Kaptan Ahab’lar sayılarını o kadar azaltmış ki, sadece iki kez su püskürten ve gemiye yaklaşan balinalara rastlayabildik.

Antartika’daki canlı yaşamı gözlemek, muhtemelen bir safaride olandan büyük farklar gösteriyor. En önemlisi burada yerli kabileler yok. Bu hayvanlar belki de o nedenle bize uzaylılarmışız gibi biraz kayıtsızlıkla davranıyorlar. Bu hayvanlar herhangi bir kültürün parçası da sayılmazlar, en azından diğer hayvanlar kadar. Her ne kadar Japonlar ve Norveçliler hala balina eti yemeyi kültürel bir hak olarak görüyorlarsa da, gerçek anlamda balina endüstriyel kültürün bir parçası. Foklar da öyle. O nedenle buradaki hayvanlar nispeten daha özerk bir yaşam alanına sahip olarak kalabilmişler. Hala da direnmeye çalışıyorlar.

Buz

Antartika’da en çok gördüğünüz şey elbette kar ve buz. Buz dağları, dağlardaki ve deniz kıyısındaki buzullar, karlı ve buzlu yamaçlar setyretmeye doyamayacağınız bir görüntüye neden oluyorlar. En tuhaf olan da normalde yüksek dağlarda karşınıza çıkacak bu kayalık yamaç, buzul ve kar manzaralarına deniz kıyısında, en fazla 500 metrelik masiflerde rastlıyor oluşunuz. Ama buzulların görünen kalınlığı bile dehşet verici (kimi zaman yüzlerce metre yükseklikteki buz dağları ya da buzul yarlarına rastlanabiliyor), ki kıtanın içlerinde buzul kalınlığının 4000 metreyi geçtiğini düşünmek gerçekten ürkütücü. Tüm bu buzların hapsettiği tatlı su miktarı dünyadaki bütün tatlı su deposunun %98’i imiş. Küresel ısınma bir gün bu buzulları eritirse okyanusların tuz miktarının ne kadar azalacağını, akıntıların nasıl değişeceğini ve kıyıların nasıl sular altında kalacağını düşünün artık.

Sonuç: Hepimiz Çevreciyiz!

Antartika’nın en önemli yanlarından biri bir uluslararası anlaşmayla korunuyor olması (Antarctic Treaty). Antartika’daki bilimsel araştırmalar elbette önce daha fazla avcılık, daha fazla sömürgecilik için başlamış. Coğrafi keşiflerin bu bölgede daha fazla cesaret gerektirmesi, bunların diğerlerinden daha az sömürgeci amaçlara sahip olmasını gerektirmiyor. Bu anlamda Batı’nın, özelikle de Britanyalıların şu anda takındıkları çevreci maske mide bulandırıcı geliyor bana. Ama sonuçta evet, artık hepimiz çevreciyiz. Turistik gemilerden motorlu botlarla alınıp sırayla (aynı anda 100 kişiyi geçmeyecek şekilde) karaya çıkarılıyoruz. Penguen ve foklara yaklaşmamız yasak (her ne kadar penguenlerin bu yasaktan haberi olmasa ve onlar size yaklaşsa da). Gemiden çıkarken çizmelerimiz dezenfekte edikliyor (Antartika’ya bakteri taşımayalım diye). Tüm bunlar, balina avını ve Antartika’da maden aramayı askıya alan anlaşmalarla birlikte insana yine de şükür dedirtiyor.

Antartika’da bulunmak, evet, bir ayrıcalık. Ama bence yine de asıl ayrıcalık, koskoca bir Batı uygarlığının, inandırmaya çalıştıkları gibi gözüpeklik, bilimsel düşünce ve kahramanlıkla değil, sömürgeci ruhuna sahip olmakla ve doğanın acımasızca sömürülmesiyle mümkün olduğunun açık izlerini bu en uzak, en soğuk, en ıssız ve en uzun süre direnmeyi başarmış kıtada da görebilmek. Tabii bir de balinaların, fokların, penguenlerin ve albatrosların tarafında olabilmek, sadece bugün değil, geçmişe bakarken de.

23 Şubat 2005
Güney Okyanusu

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.