Ana Sayfa Blog Sayfa 4666

Atletizmde kadın devrimi

0

Helsinki’de bugün sona erecek Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda kadın sporcularımız devrim niteliğinde dereceler elde ettiler. 100 metre engelli finalinde Nevin Yanıt, 12.81’lik derecesiyle birinci oldu ve altın madalya kazandı. Gülcan Mıngır ise 3000 metre engelli finalinde 9:32.36’lık derecesiyle altın madalyayı boynuna taktı.

1500 metre finalinde ilk 2 sırayı paylaşan Aslı Çakır Alptekin ile Gamze Bulut

1500 metrede yarışan sporcularımızdan Aslı Çakır Alptekin altın madalya kazanırken, aynı yarışta kendisinin rakibi olan Gamze Bulut 2. sırada yarışı bitirerek gümüş madalyanın sahibi oldu. Çekiç atma branşında şampiyonaya katılan Tuğçe Şahutoğlu ise Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda finalde 70.21’lik derecesi ile 5. sırada kaldı.

Gayrimüslim – Gündüz Vassaf

Kendimize ırkçı demeyiz.
Farkında olmadan ırkçı oluruz.
Yaşım 15. ABD’de New Hampshire eyaletinde oturuyorum. Boston’dan Concord’daki evimize gitmek için otobüse bineceğim. Önümde aynı otobüse binmek için bekleyen, günümüzün deyişiyle ‘Afro-Amerikalı’. Hafifçe omzuna dokundum. Yandaki otobüsü gösterip “New York otobüsü orada” dedim.
O yıllarda, New Hampshire’da, hepimizin tanıdığı tek bir siyahi aile yaşıyordu.
Norveç’te, İslam’a kucak açıyor diye suçladığı hükümetini cezalandırmak için çocukları katleden adamın, Hrant Dink’i öldüren ve öldürtenlerin ırkçı eylemleri, ırkçılığın içselleştirilmiş ifade biçimleriyle yüzleşebilmemiz karşısında engel. Fiziki şiddete dayalı ırkçılık buzulun su üstünde görülen kısmı.
Kişilere yakıştırdığımız dışlayıcı aitlikler içimizdeki ırkçılığın ifadesi.
Günlük dilimize bakılırsa bence Türkiye’de yaşayan nüfusun yüzde 99’u, farkında olmadan, ırkçı.
Acaba tanıdıklarımızdan tek bir kişi var mıdır ‘gâvur’ kelimesini kullanmamış olan? Soframızda, Meclisimizde azınlıklar diye adlandırdıklarımız olunca da içselleştirdiğimiz ırkçılığı örtbas ederek, nazikleştiğimizi zannederek ‘gayrimüslim’ diyen biz değil miyiz? Hiç başkalarının, kendi dinlerinden olmayanlar için ‘gayrihıristiyan’, ‘gayribudist’, ‘gayrihindu’ kullandığı duyulmuş mudur? (Benzeri bir tek Yahudilerde var, ‘Goyem’.) Türkiyeli politikacılar, sık kullandıkları ‘gayrimüslim vatandaşlar’ deyiminin, bir gün Türkiye Avrupa Birliği’ne girecek olsa ırkçılık suçu sayılacağını biliyorlar mı?
Günlük dilimizde gelişigüzel kullandığımız kimi kelimeler, askerin siperden kimi öldürdüğünü bilmeden sıktığı kurşunlar gibi.
Hatırlatmak babında Vikipedi’de gayrimüslim maddesinden bir alıntı:

Osmanlı devletinin geleneksel düzeninde gayrimüslim toplulukları millet-i mahkûme (egemenlik altına alınan millet) veya zimmi (zimmet altında bulunan) olarak adlandırılırdı. Fetih sonucunda İslam egemenliği altına giren bu toplumların askerlik yapması ve kamu yönetimine katılması (birtakım marjinal istisnalarla) yasaktı. Sadece gayrimüslimlerin ödediği iki İslami vergi olan haraç ve cizye, Osmanlı maliyesinin en önemli gelir kaynakları arasında idi… Günümüzde bazı Yargıtay kararlarında gayrimüslim TC vatandaşları ‘yabancı’ olarak sınıflandırılarak mülk edinme ve örgütlenme haklarına sınırlamalar getirilmiştir.
Müslüman olmayanlara karşı üstünlüğümüzü vurguladığımızın farkında olmadan kullandığımız bir kelime de ‘hoşgörü’. Sesi bile kulağımıza güzel geliyor.
Kimi ‘hoş görürüz’? Mesela, daha iyisini bilmedikleri, ‘terbiye’ olmadıkları için aşağıdaki ifadede yer aldığı şekilde çocukları: “Hoş gör babası. Bilerek yapmadı çocukçağız.” Aynı şekilde, saksıyı devirdiğinde, gürültüsüyle konu komşuyu uyandırdığında, evlerimizde beslediğimiz hayvanlarımız, kediler, köpekler de hoş görülür. Ve de içselleştirdiğimiz ırkçılığın farkında olmadan övünürüz “Azınlıklara karşı hoşgörülüyüz” diye. Yetmiyormuş gibi, yabancı birisi, bizler gibi Türkçe konuşup üstüne rakı da içince, ona “Sen bizdensin” diye iltifat ettiğimizi sanırken kültürünü ötekileştirip dışladığımızı göstermiyor muyuz?
“Gayrimüslimlere hoşgörülüyüz” nakaratında kullandığımız kelimeleri tarihin çöplüğüne atmaya başlayınca içimizdeki ırkçılıktan özgürleşmenin yolunu açmış olacağız.

 

Gündüz Vassaf – Radikal

#nukleerehayircunku biz %93’üz

Dün akşam Galata Kulesi tarihi günlerinden birini yaşadı. Gazeteci Ahu Özyurt ve Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’nün bağımsız karşı medya hareketi “140journos” moderatörlüğünde 30 Haziran Dünya Sosyal Medya gününde Galata Kulesi önünde Social-IST adı altında Nükleer Enerji Forumu düzenlendi. Twitterdaki 140journos hesabından da duyurusu yapılan forum için kulenin duvarları mesaj tahtasına dönüştürüldü. Twitter üzerinden gönderilen her mesaj anında Galata Kulesi duvarındaki ekrana yansıtıldı. Forum yapılmadan önce yapılan duyuru ile forum süresince “#nukleerehayircunku” ile “nukleereevetcunku” mesajlı 2 hashtag kullanılacağı, nükleer enerji hakkında her düşüncenin twitter üzerinden paylaşılabileceği aktarıldı. Etkinlik aynı zamanda 140 journos vatandaş haberciliği hareketinin katılımcı bir şekilde oluşturacağı mobil uygulamasının kitlesel fonlama kampanyasının başlangıcı olma özelliği taşıyor. Fonlama kampanyası hakkında ayrıntılı bilgi  biayda.com/ sitesinden edinilebilir.

Saat 21:00 olduğunda nükleer forum resmen başladı. Kule önündeki platformda nükleer enerji yanlısı ya da karşıtı akademisyenler, aktivistler de söz aldı. Nükleere karşı GP (Greenpeace)de Uygar Özesmi ile Heinrich Böll Vakfından  Ulrike Dufner ve Özgür Gürbüz nükleere karşı olma nedenlerini sıralarken, TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) profesörleri nükleer enerji ihtiyacını sebeplerini aktardılar. Bu esnada kule duvarına yansıtılan ekrandan da yukarıda belirtilen 2 hashtag ile gönderilen mesajlar iletildi. Bir başka merak konusu ise nükleer forumun twitter üzerinde ülke genelinde en çok hakkında fikir beyan edilen konu olup olamayacağı idi. Twitter kullanıcılarının bildiği adı ile TT yani Trending Topicte ilk sırada yer almak forumun hedef aldığı noktalardan birisi olarak ön plana çıkıyordu.

İnternet üzerinden 2 saat boyunca canlı olarakta izlenen nükleer forumda sahneye çıkıp söz alanları canlı yayın linkini tıklayan internet kullanıcıları da izleyebildiler.

Nükleer forumun gerçekleştiği 21:00 itibarı ile  twitterda ttnin ilk sırasında yer alan konu Social-IST Nükleer Forumu idi. #nukleerehayırcunkü hashtagi halen trending topic listesinin zirvesinde yer alıyor.

Social-IST etkinliği sonunda yapılan açıklamaya göre forumun gerçekleştiği 2 saat boyunca ülkenin hakkında en çok söz söylediği nükleer enerji konusunda katılımcıların düşüncesi şöyle. Nükleerciler yani #nukleereevetcunku diyenler %7, Nükleer karşıtları yani #nukleerehayircunku diyenler ise %93.

Bundan önce yapılan ve nükleer yanlılarının taraflı bulduğu kamuoyu yoklamalarında alınan sonucun birebir aynısı herkese açık ve tamamen şeffaf bir forum sırasında da ortaya çıktı. AKP hükümetinin kırılmaz görünen nükleer inadını nükleer karşıtlarının kararlı çabaları kıracak gibi görünüyor.

Forum sırasında Galata Kulesinin duvarlarına da yansıyan twitter mesajlarından birkaç örnek:

Buket Uzuner ‏@BuketUzuner #nukleerehayircunku@LeventResul: Cernobil’den sonra 218 000 km2 yani Avrupa yüzeyinin %2.3’ü yasanmaz hale geldi!!!

Yasemin İnceoglu ‏@yasemininceoglu #nukleerehayircunku Almanya, İsviçre, Belçika, İtalya ve Japonya gibi birçok ülke nükleer enerjiden vazgeçerken biz niye nukleerevet diyelim

Efe Göktoğan ‏@egoktogan #nukleerehayircunku sinop dalgalari ve ruzgarinda süzülen atmacalari ile dunyanin en güzel yarimadasidir.

Sezgin Tanrıkulu ‏@MSTanrikulu #nukleerehayircunku İnsanlık yeni Çernobil ve Fukişima’ların yaşanmasını istemiyor yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasını istiyor
Barış Gençer Baykan ‏@yesilgundem #nukleerehayircunku HES ölümleri, termik santral ölümleri yetmedi mi?
Ozgur Gurbuz ‏@ozzgurbuz #nukleerehayircunku 4 yıllığına işbaşına gelmiş bir hükümet 244 bin yıl radyoaktif kalan nükleer atık üretme hakkına sahip değildir.
Ümit Şahin ‏@umitsahin #nukleerehayircunku akkuyulular istemiyor, sinoplular istemiyor, mersinliler istemiyor, iğneadalılar istemiyor, türkiyeliler istemiyor…
Greenpeace Türkiye ‏@Greenpeace_Med #nukleerehayircunku Fukuşima’da yaşanan kazanın ardından dünya ülkeleri birer birer nükleer enerjiden vazgeçiyor @uygarozesmi@140journos

 

(Yeşil Gazete)

 

Yeşil Ev’de Takas Şenliği

Yeşil Ev'in terası

Genç Yeşiller, önümüzdeki haftasonu Beyoğlu Yeşilev’de “Takas Şenliği” düzenliyor.

Genç Yeşiller tarafından yapılan duyuruda “7 Temmuz Cumartesi günü Beyoğlu Yeşil Ev’de gerçekleşecek etkinlik,güzel müzik ve türlü sürprizler ile gün boyu sürecek. Bir koli, birçanta, bir tane, hiç olmadı bir başınıza bekleniyorsunuz.” deniyor.

Duyurunun tam metni şöyle:

Genç Yeşiller kitaplarınızdan, CD ve plaklarınızdan, poster ve pulkoleksiyonunuzdan kurtulabileceğinizi sanıyor. Elbette yenilerikarşılığında…
Kitap eklerinin yaz kitapları önermeye, Serdar Ortaç’ın da yenialbümünün promosyonuna başladığı sıcak yaz günlerinin başındatoplanmak için güzel bir vesile aradık, bulduğumuzu zannediyoruz: “1.Geleneksel Takas Şenliği”
Atmayı isteyip kıyamadığınız tozluları, kitap evlerinin diplerindekeşfettiğiniz cevherleri, geçtiğimiz senin çoksatarlarını, bir kişinindaha okuduğunu bilmekten mutluluk duyacağınız klasikleri, çevrenizeaçıklamaya çalışmaktan gına gelen türlü inceleme ve ekolojidizilerinden seçeceğiniz kitapları istiyoruz. Ve uzun zamandırbiriktirdiğiniz süreli yayınları, asacak yer bulamadığınız posterleri,çalacak pikap bulamadığınız plakları, sanal ortama aktardığınızCD’lerinizi… velhasıl paylaşmaya, değiştirmeye değer bulduğunuz herşeyi…

7 Temmuz Cumartesi günü Beyoğlu Yeşil Ev’de gerçekleşecek etkinlik,güzel müzik ve türlü sürprizler ile gün boyu sürecek. Bir koli, birçanta, bir tane, hiç olmadı bir başınıza bekleniyorsunuz.
Not: Genç Yeşiller!  6 temmuz cuma saat 18:00’da Yeşil Ev’detoplanıyoruz. Hem takas şenliğini hem de grubun genel vaziyetihakkında bir toplantı olmasını ümit ediyorum. Gelin, tamam mı?:)

Etkinliğin facebook sayfasına http://www.facebook.com/events/260663460701616/ adresinden ulaşılabilir.

Genç Yeşiller, Yeşil hareketin otonom bir parçası. Küresel etkinlikler, kampanyalar düzenleyen ve aynı zamanda Avrupa Genç Yeşiller Federasyonu (FYEG) ve Doğu Avrupa Genç Yeşiller Ağı (CDNee) nin üyesi olan bir grup.

Beyoğlu Yeşilev’in adres ve iletişim bilgileri ise şöyle: Yeşil Ev, İstiklal caddesi Balo sokak 21/1 Beyoğlu – İstanbul 212-244 77 80

(Yeşil Gazete)

“Mehtaba çıkmak” ne demektir, bilir misiniz ? (Açık Kitap Yazı Kalır 2)

Nasıldı o güfte, “Biz Heybeli’de, her gece, mehtaba çıkardık, mehtaba çıkardık. Sandallarımız neş’e dolar, zevke kanardık, zevke kanardık

Hemen ardına da o harika saz semaisi başlar. Artık durdur kendini durdurabilirsen. Peki, nedir allah aşkına bu, “Mehtaba çıkmak”. Sandallardan da bahis var. Eski İstanbul’a E:T.’nin büyük büyük dedeleri gelmişde, bisiklet mevcut bulunmadığı için E.T.’yi sandallarla mehtaba çıkarmışlar gibi bir hal!

Efendim, hemen söyleyeyim. Eğer siz de benim gibi Açık Radyo dinleyicisi olsa idiniz. Üstüne üstlük bir zamanların tadından yenmez programı, “Şehre Giden Yol“a da -talih bu ya- kulak misafiri olsa idiniz bilirdiniz aslında “mehtaba çıkma”nın ne manaya geldiğini.

Mehtaba çıkmak“, aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul sosyetesinin adet ettiği zevkü sefalarından biri. Ay, mehtap halini aldığı dönemlerde malumunuz olduğu üzre gece daha bir ışıklı, daha bir şenlikli oluyor. Etraf handiyse günlük güneşlik. İşte bunu fırsat bilen, İstanbul’da yaşamanın da kadrini kıymetini heba etmek istemeyenler fırsat bu fırsattır diye düşünmüş olmalılar ki bu “mehtaba çıkmak” adetini ortaya çıkarmışlar. “Mehtaba çıkmak” ayın o evresinde İstanbul boğazının mutena bir bölgesinde tekneye saz üstadlarını, musiki icracılarını alıp sabaha kadar musiki alemine dalmak mansına geliyor. Rivayet odur ki “mehtaba çıkmak” kadar “mehtaba çıkarmak” da o vakitler İstanbul’da bir seviye belirtisi. E, ne de olsa o kadar saz üstadını, hanendeleri, sazendeleri sandala doldurmak, denizde açılmak, sabaha kadar sanat musikisi icra ettirmek her babayiğidin harcı değil, cukkanın da sağlam olması, o bile kafi değil, cemiyette de hatırı sayılır bir yerin işgal ediliyor olması lazım gelmekte.

Bir başka önemli husus ise mehtaba çıkılacak bölgenin o gece için uygun olması. Olur a, yakında başka bir mehtaba çıkma durumu vardır ve hem sesler hem renkler birbirine karışır, ne musiki tadı kalır ne mehtaba çıkmanın tuzu.

De, sen nereden geldin de şimdi bize bunu anlattın diye soranlarınız olabilir, hemen izah edeyim. Açık Kitap, Yazı Kalır‘dan her hafta bölümler apartacağımı, lakin sırf onunla yetinmeden ordan hareketle seyr-ü sefer halinde olacağımı geçen hafta izaha çalışmış idim. İşte bu “mehtaba çıkma” hadisesi de kitabı okurken zihnime düştü. Hem de kitabın, “Münir Nurettin Selçuk maddesinde. Bakınız ne denmiş.

“1959-60’lı yıllardan başlayarak 10 yıl boyunca Temmuz ve Ağustos aylarının mehtaplı gecelerinde Moda Deniz Kulübü’nde konser vermiş, bu konserleri kıyıdan da olsa dinlemeye yüzlerce kayık gelmiştir.”

Hmm, bir noktayı atladığımı maddeyi okurken farkettim. Bir diğer nirengi noktası da mehtaba çıkmak için en uygun ayların Temmuz ila Ağustos olması. Bir başka detay ise bu mehtaba çıkarmanın giderek İstanbul’un üst gelir grubuna dahi ahalisinde bir yarış haline dönmesi. “Hariciye Nazırı Osman Bey’in mehtabında 5 hanende, 20 sazende varmış, çevredeki kayıklardan göz gözü görmüyormuş” dedikodusu yayılmaya görsün hemen bir sonraki mehtapta Osman Bey’i geçmek isteyen Nazır Refik Paşa açıyormuş kesenin ağzını.

Mehtaba çıkıldığında başka bir önemli detay ise musiki icrasının yapıldığı sandal dışında tek ses çıkmamasına azami özen gösterilmesi. Buna da çok dikkat edilirmiş. Musiki başlamadan hemen konuşlanılır, hem sesin en iyi duyulacağı hem de sazendelerin olduğu sandalın en rahat görülebileceği yerler için kıyasıya bir rekabete yaşanırmış. Mehtap keyfi başladığı anda ise kürekler bile sandal içine alınırmış ki tek bir ses kırıntısı dahi musikiyi bölemesin.

O günlerden bugünlere. Musiki için çıtını çıkarmaya çekinirmiş eskiden ahali. Geçenlerde bir haber görmüştüm, Göcek’te saldırıya uğrayan bir müzisyen ile bir şair. İsimlerini yazdığıdımda daha bir şaşıracaksınız. İnsan olan bu 2 sanatçıya saldırma gafletinde bulunur mu hiç isyanı ile. Vedat Sakman ile Cezmi Ersöz‘e saldırmış ipten kazıktan her nasılsa kurtulmuş insan müsveddeleri.

Müzikten başlamış iken aynı güzergahtan devam edelim. Hazır Euro 2012’de İtalya, Almanya’yı bir kez daha safdışı bırakıp finale çıkmış iken İtalya’ya uzanalım biz de. Benim önce filmleri ile tanıdığım için kendisini komedyen sandığım ama 10 parmağında 10 ayrı marifet olduğunu Açık Kitap’taki “Adriano Celentano” maddesinden öğrendiğim çirkin kral Yılmaz Güney’in çizme versiyonuna yani.

Celentano maddesinde okuduğum hemen hemen her bilgi beni şaşırtıyor. Tarihin ilk çevreci şarkısını yapmış Celentano, 1966 yıında San Remo Müzik Festivalinde seslendirdiği, “Il Ragazzo Della Via Gluck“‘un sözleri çevre kirliliğinden bahsediyor. İtalyancam olmadığı için içeriği hakkında maalesef malumat veremeyeceğim.

İlk rap şarkısı “Prisencolinensinainciusolda Celantano’ya ait kitaptan öğrendiğime göre.

Bu hafta müzikten başladık müzikten devam ettik müzik ile de bitirelim. Babasının zor hayat şartlarında hayatta tutunamayan diğer kardeşlerinin aksine yaşamaya diretmesi nedeni ile “Eşek” lakabını taktığı afrikalı sanatçı Ali Farka Toure‘den bahsedelim. “Farka” onların lisanından “eşek” demekmiş.

Dünya çapında tanınan bir sanatçı olmasına karşın çiftçi olarak hayatına devam eden, köyünden sadece, o da çok nadir olarak konser vermek üzere ayrılan Ali Farka Toure’ye albüm yapmak isteyen yapımcı Nick Gold, Toure’nin Mali’deki köyüne, Niafunke’ye stüdyo bile kurmuş. Onu da Ry Cooder ile kaydettiği, “Talking Timbuktu“yu dinleyerek yadedelim.

Açık Radyo yayını gibi bir yazı oldu bu hafta. İstanbul’dan, boğazdan, mehtaplı gecelerde sanat musikisi dinlemekten başladık, İtalya’ya, akdenizin sıcak sahillerine yelken açtık ve sonunda  Afrika’da aldık soluğu.

Haftaya yeni diyarlarda buluşmak üzere.

anavarza

Gazze’nin Dipnotları

Joe Sacco’nun Filistin-İsrail meselesini ele aldığı ikinci çizgi-kitabı İthaki’den çıktı.

Filistin’in acılarla dolu tarihinde unutulmaya namzet önemsiz insanlardan, kaybolmuş hikayelerden bahsediyor Sacco. Olmasa da olur insanlar, “çok mühim” hikayeleri sekteye uğratacak fazlalıklar… Şöyle deniyor kitapta: “Tarih çok meşguldür. Her dakika yeni sayfalar yazılır. Taze olaylarla tıkanır, eskiler çiğnenerek yenilere yer açılır.”

 

 

"Çeşmeye yaklaşırken yan tarafa baktım, cesetleri gördüm."

Sacco, Filistin’deki acil konulara rağmen yarım yüzyıl önce gerçekleşmiş, artık çok da konuşulmayan bir katliamın izini sürüyor. Bu sayede akıp giden olayların hızına değil, tarihin devamlı yeni olaylarla üstünü örttüğü şiddetin kendisine odaklanıyor. Kitabı okurken bir süre sonra şunu fark ediyor insan: Olaylar değişse de üretilen bahaneler, söylenen yalanlar, aciz kalan “saygın” kurumlar, raporlar, gazeteler, siyasetçiler ve kamuoyu tepkileri pek değişmiyor.

"100'den fazla ceset, duvar boyunca, duvarın başından sonuna kadar. Testiyi yere bıraktım."

Bugün her defasında bizi şaşırtan vahşet olayları aslında amansız bir süreklilik gösteriyor.

Neredeyse 50 yıl sonra Faris şimdi meydanın bir kenarını oluşturan 14. yüzyıl kalesinin kalıntılarına doğru aynı yoldan yürüyor.

Ancak büyük bir hızla manşete taşınan olaylar gene büyük bir hızla yerini bir başka manşete bırakıyor, küçülüyor, unutuluyor. Dikkat bozukluğu çeken ve herhangi bir olaya birkaç haftadan fazla odaklanamayan bir kamuoyu yaratılıyor. Politik mücadele, gündeme taşınan olaylar karşısında pozisyon belirlemekle yürüyor. İktidar, kendi aceleci muhalefetini yaratıyor.

Kamuoyu, iyi bir seyirci aslında. Her konuda fikir beyan etmeye zorlanan, ulus devletin ve büyük medyanın kapalı sınırlarında kurulan bir toplu fantazi. Unutkan olmak zorunda; çünkü sürekli şişen ve patlayan bir “şimdiki zaman” ile iştigal ediyor. Kamuoyu, şimdinin esiri.

"Bu Abdul. Bu Enver. Bu Abid." Yaşlı adam yüzlerine bakıyordu.

Filistin, 1956. Birkaç gün içinde olup bitmiş bir hikaye. Arkaplanda önemli adamların yürüttüğü bir güç savaşı var. Mısır’ın Arap milliyetçisi yeni lideri Nasır, İngiliz petrol trafiğinin aktığı yabancı denetimindeki Süveyş Kanalı’nı millileştiriyor. Fransa’ya karşı Cezayir ayaklanmasını destekliyor. Büyük silah ihalelerinde Batılı devletleri değil Sovyetler’i tercih ediyor. Bunun üzerine Fransa, İngiltere ve İsrail gizli bir anlaşma yapıyor.

Faris bizi bir zamanlar bir açıklığın olduğu şimdiki pazarın içinden geçiriyor. Cesetleri birer birer taşıdıkları mezarlığa doğru gidiyoruz.

Plan dahilinde İsrail, Mısır’dan sızan Fedaîn’leri bitirmek üzere Gazze Şeridi’ne ve Sina’ya saldırıyor. Ayrıca Süveyş Kanalı’nın yakınına paraşütle asker indiriyor. Bunun üzerine uluslararası trafiği koruma görevlerini bahane eden İngiltere ve Fransa iki tarafın da kanal bölgesinden on dört kilometre uzağa çekilmesini ve aralarında bir anlaşma olana kadar Mısır’ın işgali kabul etmesini talep ediyorlar. Nasır bunu bekleneceği şekilde reddediyor. Bunun üzerine İngiliz ve Fransız orduları Mısır’a karşı taarruza geçiyor.

Fakat bölgedeki dengeleri sarsmamak adına ABD Başkanı Eisenhower araya giriyor, Londra ve Paris’i küçük düşürme pahasına işgali bitiriyor. Şer ittifakı dağılıyor.

Hakkında ciltler yazılmış bir devletler tarihi… Fakat Sacco’nun asıl derdi bu tarihin altında kalıp ezilen, birtakım raporlardaki detaylara indirgenen insanları anlatmak. Han Yunus ve Refah’ta yaşanan, ihtilaflı bir konu olarak kamu vicdanını bir süre meşgûl eden; fakat yeni olayların hızıyla üstü örtülen dipnotları anımsatmak.

İnsanların hikayelerini anlatıyor Sacco. Büyük bir resmin unsuru olarak devamlı es geçilen küçük parçalardan bahsediyor.

Bügün ne hissettiğini soruyorum. “Yine o çocukmuşum gibi hissediyorum.”

 

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/

 

 

Son dönemin yeşil kitapları (12)

Organik Bahçe Rehberi

Düşüncede, Bahçede ve Sofralarda Yeşil Devrim!
Bahçe bizim hayatımızın bir aynasıdır. O da bizler gibi hastalanır, yokluk çeker; zararlı mantarlardan yakınır, parazitler yüzünden huzursuz olur, hatta bazı bitkilerde urlar bile oluşabilir. Bir bakterinin yol açtığı ateş bir anda sevdiklerimizin beklenmedik ölümleri gibi sağlıklı bir ağacı yok edebilir. Peki tüm bunları kabul ediyoruz da neden
bahçemizden ya da yetiştirdiğimiz ürünlerden kusursuzluk istiyoruz? O da canlı, o da beklenmedik saldırılara açık, o da hastalanabilir, küsebilir, naz yapıp ilgi bekleyebilir. Bahçeyi olduğu gibi kabul edememe, onu kusursuz görme ihtiyacı belki de ona hâkim olma, onu yönetme dürtümüzden geliyor. Oysa biz bahçemizle bir bütünüz. O da bizim
gibi ilgi, sevgi ve düzen istiyor. Tıpkı bizim gibi bahçemiz de tuzruhu içmek istemiyor…
Organik Bahçe Rehberi, çevresindeki doğayla kavga etmeyen, kuşlar, böcekler ve çeşitli hayvanların iç içe yaşadığı, en önemlisi de kimyasalların asla sızmadığı bir bahçeye nasıl kavuşabileceğinizle ilgili ipuçları verirken, bulunduğunuz doğa koşullarına uygun sebze bahçesini nasıl yaratabileceğinizi de tohumdan sulamaya, çapalamaya, ekim biçimlerine, komşuluk ilişkilerine kadar örnekleriyle birlikte ayrıntılı bir şekilde anlatıyor

Organik Bahçe Rehberi
Gülnar Onay
İnkılap Kitabevi
2012


Hava, Su ve Toprak için 100 Yeşil Adım

Az kirleten, çok kirleten ve hiç kirletmeyen; herkes aynı havayı soluyor. Bir an önce kendimize şu önemli soruyu sormalıyız artık: “Gezegen için, gelecek için ve aslında bugün için ne yapabilirim?” İçinizden, “bir şeyler yapmalıyım” diyor, fakat doğayı anlama ve koruma etkinliklerine,

üzerinizdeki iş yükleri nedeniyle zaman bulamıyorsanız Hava, Su ve Toprak İçin 100 Yeşil Adım isimli kitap iyi bir başlangıç noktası sunuyor. Bu yeşil rehber günlük faaliyetlerinizi yürütürken hemevinizde hemde işyerinizde doğayı korumak amacıyla pek çok şey yapabileceğinizi kanıtlıyor. Yapmanız gereken, sadece sürdürülebilir bir yaşam için 100 somut adımatmak.

Hava, Su ve Toprak için 100 Yeşil Adım
Temel Karataş
EKO IQ Kitaplığı
2012


Yeşil ve Siyaset: Siyasal Ekoloji Üzerine Yazılar

Ekolojiyi, çevre meselesini politik bir mesele olarak almanın önünde büyük düşünsel engeller var. öncelikle, naif bir meşgale sayılması, “çiçek böcek muhabbeti” diye küçümsenmesi. Sonra, teknik bir uzmanlık alanı sayılması. Bunlarla beraber, steril bir lobiciliğin, gönüllü hayırhasenat faaliyetinin dar çerçevesine sıkışması. Ekolojiyi araçsallaştırarak politize etme girişimlerini de engeller arasındasaymalı aslında. Faşizm-Nazizm bile ekolojiye el koymaya çalışmaktan geri durmadı. Elinizdeki kitapta böylesi “istismarlar” da ele alınıyor. Ama

yanlış anlaşılmasın: ekolojiyi bütün politik akımlardan yalıtılmış, kendine mahsus bir âlemde yaşıyormuş gibi tasarlayamayız. Politik bir ekoloji, hem ekolojiyi kendi sorunsalı içinden politize etmeyi başaran, hem de bu sorunsalın evrensel politik davalarla alış verişini kuran bir zemine oturabilmeli.

Elinizdeki derleme, işte bu bakış açısının zenginlik ve enerjisini taşıyor. Ekolojinin sosyalizmle, feminizmle, anarşizmle, liberalizmle, muhafazakârlıkla, demin andık, faşizmle eklemlenmesinin düşünsel deneyimleri –arızalarıyla beraber- tartışılıyor kitaptaki yazılarda. Politik ekolojizmin özgün ekolleri olan derin ekoloji, tinsel ekoloji ve Bookchin’in

toplumsal ekolojisi ayrıca konu ediliyor. Karamsar bir kıyametçiliğin de, naif bir apolitizmin de, idare-I maslahatçılığın da ufuklarını aşacak, gerçekten hayatî önemdeki sorunlara çözüm ve politikaya ruh getirecek bir ekolojizm için…” Tanıl Bora

Yeşil ve Siyaset: Siyasal Ekoloji Üzerine Yazılar
Hakan Olgun / Orçun İmga (ed)
Lotus Yayınevi
2012

 

Bono artık GDO’lu

Paul David Hewson (d. 10 Mayıs, 1960; Dublin, İrlanda) : Biz onu kısaca Bono olarak biliyoruz. İrlandalı rock grubu U2’nin solisti ve şarkı sözü yazarı. Önce şarkılarından tanıdık; şarkılarındaki muhalif tını dikkatimizi çekmişti.

Afrika’daki gelir seviyesi düşük ülkeler için birçok organizasyonlar düzenlemesi sonucu kendimize iyice yakın hissetmiştik . Aldığı çok sayıda ödülün ( 22 Grammy ödülü var ) yanında Şili halkı tarafından Pablo Neruda ödülüne layık görüldüğünde, 2005 yılında Time Dergisi tarafından “Yılın Adamı” seçildiğinde, İngiltere hükümeti tarafından şövalye ilan edildiğinde, Rolling Stone dergisinin hazırladığı Tüm Zamanların En İyi 100 Şarkıcısı listesinde 32. sırada yer aldığında ve “Nobel Barış Ödülü”ne aday gösterildiğinde çok sevinmiştik.

Bir pop yıldızının muhalif bir idole dönüşmesi hepimiz umutlandırmış, gösteri dünyasının diğer elemanları için beklenti standardımızı belirlemişti.

Bono bir süredir bir pop starından muhalif bir idol yaratmaya çalışan hepimizi şaşırtmaya devam ediyor.

Papa II. Jean Paul’le, hatta George Bush’la sıkı fıkı görünmesinde pek bir çekince bulmamış; bu görüşmelerin ve karşılıklı iltifatların açlık ve yoksulluğa, AIDS’e  karşı yürütülen kampanyaların hayrına vesile olacağına inandırmaya çalışmıştık kendimizi.

Zenginlerin dergisi olarak bilinen ve özellikle yaptığı zengin işadamları sıralamasıyla tanınan ve Türkiye dahil pek çok ülkede basılan ABD`li Forbes`a 2006 yılının Ağustos ayında ortak olurken 400 milyon dolarlık ödeme yapması kafamızı karıştırmıştı.

Bono’nun muktedirlerle aynı karede görünme merakı, uzun bir bekleyişten sonra gerçekleşen ve şarkıcı tarafından sevgiliyle ilk randevuya benzetilen İstanbul konseri sırasında da dikkatimizden kaçmamıştı. Pek çok insanın aklında Bono İstanbul buluşmasından Boğaz köprüsünün star için kapatılması ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la sıcak bir şekilde el sıkışmalarından yansıyan ve şarkıcının Başbakan’a ipod hediye ettiği görüntüler kaldı.

Bono ile ilgili ilk ciddi eleştiriler yardım örgütü African Aid Action başkanı Jobs Selasie’den geldi. Selasie Bono’nun yardım tarzının yerel taban örgütlerini dışlayarak rüşvet ve yolsuzluğu arttırdığını ileri sürdü. Bu suçlamaya Bono’nun cevabı ve üslubu  çok tanıdık geldi hepimize. Bono kendisini eleştirenleri “her şeye karşı çıkan malum çevreler” olarak niteledi.

Geçtiğimiz ay ABD Camp David’de toplanan ve dünyanın mühim liderleriyle yapılan görüşmelerde Bono’nun gayretiyle Afrika’daki açlıkla savaşmak için aralarında Monsanto, Cargill, Dupont gibi endüstriyel tarımın devlerinin bulunduğu şirketlerden 3 milyar$ toplamaya karar verildi. Bu şirketlerden sağlanan yardımla organize edilen tarımsal devrimin Afrika’nın en ücra köşesine kadar kimyasal tarım ilaçlarının ve GDO’lu tohumların girmesine yol açacağından korkuluyor.

Hayranları Bono’nun GDO’yla ve Monsanto ile kurduğu bu yakınlığa hayli öfkeliler ve ünlü şarkıcıya kendi şarkısından ilhamla sesleniyorlar: Bono, bloody Bono

Konu ile ilgili activistpost.com sitesinde RadyAnanda imzasıyla yayınlanan  ve Afrika’yı bekleyen tehlikenin ele alındığı incelemeyi İlknur Urkun’un tercümesiyle yayınlıyoruz

**********************************

Sen de mi Bono? Afrika’nın tarım alanlarında GDOlu biyolojik
yıkım için G8 ve Monsanto’nun ünlü ortağı

 

http://www.activistpost.com/2012/05/u2-bonocelebpartnerswithmonsantog8.html

 

Rady Ananda

 

İki hafta önce Camp David’de gerçekleştirilen G8 zirvesinde
özel sektör ve Afrikalı devlet başkanları ile bir araya gelen Başkan Obama, kar
amacı ile ekosferi gözden çıkaran ve bu sırada monokültür, genetiği ile
oynanmış ekinler ve zehirli tarımsal kimyasallar dayatmaları ile yoksul
çiftçileri büyük şirketlere borç kölesi haline getirecek olan Yeni Gıda
Güvenliği ve Beslenme İttifakı’nı duyurdu.

 

U2 adlı rock grubunun solisti Bono ise bu iş için Monsantonun çığırtkanlığını yapıyor.

 

Karşımızdaki durum Yeşil Devrim’in ikinci aşamasıdır. Bu
tuzağa ilk olarak Tanzanya, Gana ve Etiyopya düşerken, Mozambik, Fildişi
Sahili, Burkina Faso ve diğer Afrika ulusları da  Obama’nın “Küresel Tarımsal Kalkınma” planı
kapsamındaki “Afrika Büyüme Ortaklığı” için sıraya girmiş durumdadır.

 

Obama Afrikada Hindistan Modeli GDO Soykırımı İstiyor başlıklı yazısında Scott Creighton şöyle
diyor:

 

Fakat Afrikada sivil toplum, Monsanto’nun düzenlediği bu
yeni ‘kamu-özel ortaklığı’na girmek istemiyor. Süper kahramanları ile en büyük
düşmanları el ele verip yıllar önce Hindistan’a yaptıkları gibi tüm bir kıtayı
sömürmeye çalışan ilerlemeciler şimdi ne yapacaklar?

Bu iş için 3 milyar dolar ayıran Obama, Monsanto, Diageo,
Dupont, Cargill, Vodafone, Walmart, Pepsico, Prodental, Syngenta Intermetional
ve Swiss Re gibi mega çok uluslu şirketlerle ‘ortaklık’ kurmak istiyor. Çünkü,
bir USAID temsilcisinin de ifade ettiği gibi, ‘Sadece şirketlerin
başarabileceği işler vardır; mesela depolama siloları inşa etmek ya da tohum ve
gübre geliştirmek gibi.’

Bu tabii ki akıl almaz bir yalan. İnsanlar yüzyıllardır
kendi silolarını inşa ediyorlar. Fakat, bu şirketlerin biyolojik yıkım
mühendisleri dışında hiçkimsenin patentli tohumları ve zehirli kimyasalları
Afrika’ya kakalayamayacağı doğru.

 

Creighton şöyle devam ediyor:

 

Bono’ya göre bunu başarmak için ‘kamu-özel ortaklığı’
şart ve bu süreçte Afrikalı insanların ve çiftçilerin fikirlerinden
faydalanılacak. Gerçekten mi? Afrikalı çiftçilerin cevabı şöyle…

Hükümetler,
FAO, G8, Dünya Bankası ve GAFSP’nin Kamu/Özel Ortaklığını savunma konusunu
yeniden düşünmelerini talep ediyoruz. Çünkü bu ortaklıklar şu anki haliyle
Afrika’da gıda güvenliğinin ve bağımsızlığının temeli olan aile çiftliklerini
desteklemeye uygun araçlar değillerdir.’
Afrika Sivil Toplum Örgütleri

Durum bundan daha net bir şekilde ifade edilebilir mi
bilmiyorum. Halk bu süreçte kamu-özel ortaklıklarını İSTEMİYOR…Mega şirketlerin
dağlardaki değerli mineral kaynaklarını sömürerek Afrika uluslarının kanını
emdiği yetmezmiş gibi. Hayır. Bono’nun Afrika’nın kalkınması hakkındaki
sözleri herşeyi anlatıyor.

‘Onlar ABD için potansiyel
tüketiciler. Başkan iş konuşuyor. Bu iyi bir gelişme. Günümüzde yepyeni bir
kalkınma paradigması ortaya çıkıyor. Eski bağışçı/bağış alan ilişkisi…artık
bitti.’

Burada Volatility söze giriyor:

 

Şirketleşmiş tarımın ve onun ‘Yeşil Devrimi’nin tarihi,
korporatizmin tutmadığı sözlerine ve dolayısıyla kanıtlanmış yalanlarına
mükemmel bir örnektir. Yeşil Devrim neydi? Tek seferlik devasa bir fosil yakıt
enjeksiyonu ile, ve on bin yıllık agronomi birikiminin üzerine, şirketleşmiş
tarımın monokültür çerçevesi içinde geçici olarak mahsulü arttırmasıdır.

Fakat Volatility’ye göre Yeşil Devrim’de:

 

Toprak tüm besinlerden arındırılır ve gittikçe artan
sentetik gübre uygulaması ile zombileştirilir. Monokültür gittikçe daha fazla
zehirli herbisit ve pestisitin gittikçe daha fazla uygulanmasına bağımlıdır.
GDO kullanımı bu savunmasızlığı daha da arttırmaktadır. Fabrika çiftliklerin
var olması ancak gittikçe artan antibiyotik kullanımı ile mümkündür. Tüm bu
sistemler son derece zayıf, savunmasız, cansız ve dirençsizdir. Hepsinin çöküşü
garantidir. Hermetik(sızdırmaz) monokültür ve bu endüstriyel tarım sistemi,
yaşaması için mükemmel koşullar gereken büyük bir sera çiçeğidir…

Yeşil Devrim ucuz fosil yakıtları kullanarak tek tip
ekinde  mahsulü arttıran, on milyonlarca
insanı topraktan koparan ve çalınan arazi ve gıdayı Batı tüketim toplumuna
geçici olarak ucuz gıda sunmak için kullanan bir tertipti.

Monsanto’nun Hindistan’da piyasaya çıkardığı Bt pamukta
olduğu gibi, mahsul başlangıçta artmış ve çiftçiler kar etmişti. Ancak
geçtiğimiz ay Hindustan Times gazetesinin Tarım Bakanlığı Müşavirliğinden sızdırdığı bilgilere göre:

 

BT pamuğa geçildiğinden beri pamuk çiftçileri çok zor
durumdadır…Pamuk ekim maliyetleri…pestisit maliyetlerinin artması nedeniyle
tavana vurmuştur. Toplam Bt pamuk üretiminde son beş yıl boyunca düşüş
yaşanmıştır.

Bu rapor Monsanto, Dupont ve diğer ekolojik kırım şirketlerinin
kurduğu sentetik gıda modelinin yol açtığı borç köleliği ile çiftçi intiharları
arasında kesin bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır: “2011-12 yıllarında
artan çiftçi intiharları özellikle Bt pamuk üretici arasında ciddi düzeydedir.”

 

Petrokimyasal sentetik tarım endüstrisinin yol açtığı
zararlar bununla da sınırlı değildir. Wisconsin Üniversite’sinin hazırladığı
süper yabani otlar haritasında görüldüğü gibi:

 

ABD’de Glifosat Direnci Kanıtlanmış Yabani Otların Yayılımı

 

ABD eyaletlerinin yarısından fazlası tarımsal kimyasalların
neden olduğu süper yabani otların etkisi altındadır. Pestisit kullanımı
konusunda endüstri destekli bir çalışmaya göre 2016 yılına kadar yaklaşık yarım
milyar kilo zehirli kimyasalın ABD topraklarına döküleceği tahmin edilmektedir.

 

Böcekler de bu ilaçlara karşı direnç kazanmaktadır.
Geçtiğimiz Ağustos ayında yayınlanan bir rapora göre “Mısırın en ciddi zararlılarından
biri olan kök kurdu, Monsanto Bt mısıra karşı direnç geliştirmiştir ve toplu
ekin kayıpları yaşanmaktadır.”

 

Mart ayında bir grup mısır böcek bilimcisi, yasa yapıcıları uyararak genetiği değiştirilmiş
mısıra karşı dayanıklı böceklerdeki artışın tek çözümünün GDO olmayan
tohumların ekilmesi olduğu bildirmiştir. “Pestisit kullanımını ya da tampon
bölge büyüklüğünü artırmak, kök kurdunun genetiği değiştirilmiş mısıra direnç
kazanması sorununu çözmeyecektir.”

 

Bu da Afrikalı çiftçileri caydırmaya yetmiyorsa, bu
petrokimyasallar insanlarda sakat doğumlarla da ilişkilendirilmektedir. Dr. Mercolaya göre, “Büyük ölçekte Roundup Ready soya ekilen
alanlarda, büyük miktarda glifosat püskürtme işlemi yapılması sonucunda yaygın
bir şekilde ani hastalıklar ortaya çıktığı tespit edilmiştir.”

 

Courthouse Haber Ajansı’ndan alınan bilgiye göre, “Onlarca tarım
işçisi mahkemelere başvurarak Monsanto, Philip Morris ve diğer ABD tütün
devlerinin, pestisitlerle Arjantinli tütün çiftçilerini bilerek zehirlediğini
ve çocuklarında ‘korkunç doğum sakatlıklarına’ neden olduğunu iddia
etmektedir.”

Dr. Eva Sirinathsinghjiye göre pamuk ve mısır mühendisliğinde kullanılan
Bt zehri insan böbrek hücrelerini de öldürmektedir. Havadan yapılan Roundup
uygulamasından meydana gelen serpintilere karşı Mississippi Pirinç Konseyi,
doğal pirinçte genetik zarar yaratacağı gerekçesiyle ulusal alarm vermiş ve havadan uygulamaları katı bir
şekilde sınırlandırmıştır.

 

USDA Ulusal Bitki Hastalıkları İyileştirme Sistemi’nin bir
parçası olan Yeni Hastalıklar ve Patojenler komitesi başkanı, bitki patolojisti
Dr. Don M. Huber’a göre bir çok yeni patojen de ortaya çıkmıştır. Geçtiğimiz
yıl Dr. Huber’ın ekibi “besi hayvanlarında ani düşüklere, Monsanto’nun Roundup
Ready soyasında ani ölüm sendromuna ve Monsanto RR mısırda solgunluğa neden
olabilecek, kendi kendine çoğalan virüs büyüklüğünde mikro-fungal organizmalar”
keşfetmiştir.

 

Huber, GDO ekin onaylarını ve özellikle genetiği
değiştirilmiş alfa alfayı durdurması için USDA’yi uyarmıştır. Bu uyarıları göz
ardı edildiği gibi, iki ay önce Ag Sekreteri Tom Vilsack genetik mühendisliği
ekinlerin onay süreçlerini daha da hızlandırmıştır.

 

Dr. Mercola’ya göre “Yeni düzenlemeler sayesinde
biyoteknoloji ürünü ekinlerin onayı için gereken ortalama 3 yıllık süre, mevcut
ekin teknolojilerinin yeni sürümleri için yaklaşık 13 aya, tamamen yeni
teknolojiler için ise 16 aya indirilmiştir.”

 

Obama’nın çok uluslu şirketlerle birlikte hazırladığı
Küresel Tarımsal Kalkınma planı, bu ekolojik ve insani maliyetleri halka
kakalarken kârı kendilerine aktarmayı amaçlamaktadır. Creighton’un dediği gibi;
“Toplumsallaştırılan maliyetler ve özelleştirilen kâr. Hepsi Afrika halkının
iyiliği ve onları kurtarmak için.”

 

Bu “kamu/özel işbirliklerine” karşı bir grup Afrikalı sivil
toplum örgütünün hazırladığı şu bildirgede gördüğümüz kararlı direnişi Afrikalı
çiftçilerinde göstereceğini umuyoruz. Dünyamızın ve üzerindeki organizmaların
ihtiyacı olan son şey zehirli tarımsal kimyasallardır.

 

Orijinal yazı http://www.activistpost.com/2012/05/u2-bonocelebpartnerswithmonsantog8.html

Aşkın Normal Kaosu

Beck ve Gernheim çifti Aşkın Normal Kaosu olarak çevrilen kitaplarında, Aşk özgürlük ve ailenin tarihsel olarak karşılaşmalarının muhteşem sonuçlarını muştuluyor. Bildiğimiz aile ve aile biçimlerinin tüm direnişlere rağmen sonunun geldiğini edebiyatttan bireysel psikolojiye ve oradan da sosyolojiye ve felsefeye uzanan salınımlarla uzun uzun anlatıyorlar. Kitabın bir türlü bütünsel olamayan kurgulanışı ve dağınıklığı ironik olarak bir evli çift tarafından yazıldığını açıkça gösteriyor. Tarihe, edebiyata göndermelerle oluşturulmuş metinlerden etkilenmemek mümkün değil.

Kapitalizm içinde komünizm

Sıkıcı ‘’normalliğin’’ bunca desteklendiği günümüzde çoğunluğu politik alanın dışında gerçekleşen aile ve evlilik kavramlarını alt üst eden aşkı, bir yeryüzü dini ya da kapitalizm içinde komünizm olarak tanımlamak da mümkün… Tüm gezegen ölçeğinde ve özellikle de büyük şehirlerde etkin olan bu kitle hareketinin taşıdığı kaosu kutlayıp, yeni doğumları bekliyoruz.

Aşkın olağan, tümüyle gündelik kaosu

Fotoğraf: Gigi İbrahim (Egypt Graffiti: Street Art serisinden)

Tıpkı köylülerin bağlarından kurtarılması gibi, tıpkı soyluların doğuştan gelen ayrıcalıklarının ellerinden alınması gibi, bugün bireyselliğin kapıları önünde fazla dayanamayacak olan çekirdek ailenin de cinsiyete dayalı çatısı, eşitlik ve özgürlük yüzünden çöktü ve ortaya şu çıktı aşkın olağan, tümüyle gündelik kaosu.

İnsanlar dinlerin(kilisenin) dünyevi kollarından, tanrının taktir ettiği doğuştan gelen hiyerarşik konumlarından çıkarılıp, şimdi kendi kendini şekillendirmeye, doğaya tabi olmaya başladılar. Aynı zamanda moderleşme sürecinin o başına buyruk şiddetiyle, endüstri toplumunun güvenli ortamından ve yaşam biçiminlerinden kovularak kendinden sorumlu olmanın, kendi kendini belirlemenin ve yeterince hazır olmadıkları yaşam ve aşk konusunda tehlikeye atılmanın yalnızlığı içine itilmiş durumdalar. Bireyselleşme olarak tanımlanan bu surece emek piyasasının gereklerini yani erkek ya da kadın, tamamen mobil birey talebini de ekleyince yok olan eski sosyal bağlar ve ilişkilerin yerine gelecek olan, daha da belirsizleşiyor, güvenlik duygusu ise gittikçe silikleşiyor.

Eski dünyanın mimari planına göre tanrı, ulus, sınıf, politika, ve ailenin doldurduğu yerlere şimdi başka bir şey geliyor ve oraları dolduruyor.Ben, bir kez daha Ben ve tamamlama yardımı olarak Sen. Burada aşkı, tamamlama yardımı ile karıştırmamak gerekir. Aşk onun aydınlık tarafıdır, tensel okşamasıdır.

Birçokları aşktan  geçmiş yüzyılların tanrıları gibi söz ediyor. Bazıları da ‘’Şahsiliğin tanrısı aşktır.Bizler boş sözlerin reel olarak var olduğu bir çağda yaşıyoruz. Zaferi romantizm kazandı. Terapistler ceplerini dolduruyor.’’şeklinde görüş bildiriyor.

Özgürlük olmadan aşk  olur mu? Yokşa aşkı tehlikeye atan şey midir özgürlük? Peki aşkta adalet var mıdır?

‘’Evlilik ve ailenin soyu tükenmekte mi?’’

Beck ve Gernheim çifti ABD ve Avrupa ülkeleri için verdikleri rakamlarla, çok tartışılan ‘’evlilik ve ailenin soyu tükenmekte mi?’’ sorusunu çok net biçimde evet olarak yanıtlıyor. Bu yeni durumda sıfır aile ile tam aile arasında kalan ve sayıları giderek artan insanlar üçüncü bir yol aramaya başladılar: Çelişkilerle dolu, plüralist ve değişken bir yaşam öyküsünde karar kılıyorlar.Bütün bir yaşam olarak bakıldığında da insanların çoğunluğu, acılar ve korkular içinde nasıl birlikte yaşayacaklarına dair tarihin karşılarına çıkardığı bir deneme evresine girmiş durumdalar.

Günümüz toplumlarında hayatın anlamsızlığı, boşluk duygusu  cinsellik ve komplexler üzerinden isleyen eski temel meselelerin yerini alıyor.Cinsiyetler arasındaki çatışmalar, aşkın ve özgürlüğün birbirine karşıt duruşları bireyselleşmenin ağır yükü, emek piyasasının ihtiyaçları ilişkilerin çok katmanlı ve kaotik yapısının altında yanmakta olan ateşi her geçen gün daha da harlandırmakta…Oysa insanın kaçıp sığınabileceği bir insan ya da insanlar olabilseydi hayatın anlamı sorusu daha da kolay katlanılır olurdu!

Gerçekleşen kadın özgürleşmesinin ardından sorulan sorular ise:

Eşitler arasında aşk mümkün mü? Özgürlükten sonra aşk var mı? Yoksa bağımsızlık ve aşk bir araya gelemeyecek iki karşıt kutup mu?

Fallaci’den bir anlatı ’’Ama o artık olmadığında ve önünde sonsuz bir özgürlük alanı açıldığında, istediği zaman altın tozları içinde uçabilecek hale geldiğinde, aşksız ve bağımsız bir martı olarak bu sefer de içinde korkunç bir boşluk hissediyor. Ve iş seyahat, macera, kişinin sevdiği uğruna vazgeçtiği her şey bir anda son derece anlamsızlaşıyor.İnsan kazandığı bu özgürlükle ne yapacağını bilemiyor.’’

Yeni politik birimin adı anneçocuktur

Peki ya çocuklar, artık kadına ya da erkeğe duyulan aşk yerine çocuğa duyulan aşk söz konusu… Son yıllarda sayıları gittikçe artan bekâr anne modellerinin temel talebi geleneksel ikili ilişki çerçevesinde bir erkek istemiyor oluşlarıdır. Haz arayan çift, aşk yapan çift gibi kavramların yanı sıra Ursula Krechel’in tanımıyla yeni politik birimin adı anneçocuktur.

Kadın özgürleşmesinin en istenmeyen yan etkisi erkeğin özgürleşmesi olmuştur.Yanısıra çocuk yapımı işinde de erkek sperm vericisi olarak bulunduğu rekabet alanından doktor ve tüp bebek yöntemleri  tarafından yenilgiye uğratılmıştır.

Ben ve aşk ilişkisinden mutluluk ütopyalarına kadar değişken konularda daldan dala dolaşan Beck ve Gernheim çifti birlikte yaşam biçimlerinin, cinsler arası iktidar mücadelesinin modernizmin ve endüstri toplumunun geleceğine ilişkin kurgulardan da söz ediyorlar.Örneğin söyle sorular soruyorlar: Gündelik yaşamın merkezinde artık din, sınıf, maddi sıkıntı, hatta çekirdek ailenin modern kadın ve erkek rolleri yoksa ve bunların yerini kendini geliştirme talepleri ve yeni aşk, yeni yaşam biçimleri bulma mücadelesi, almışsa bunun anlamı nedir? Sodom ve Gomore modern hayata girdi mi?Ve tüm bunların politika bilim çalışma hayatı, ekonomi üzerine etkisi oldu mu?

Kişi sayısı kadar ilişki biçimi

Aşka öykünen kitle hareketi önüne kattığı herşeyi sürükleyip götürürken, sözleşmeler, terapistler, danışmanlar devlet ve kurumları tarafından korunma çalışılan eski aile biçimi aşkın karşıtı olan sıkıcı tüketici hiç de romantik olmayan bir ucubeye benzemeye başlıyor. Sosyal ve tarihsel değişimin farkında olmayan ve bir türlü birarada olmayı başaramayan çiftler sorunu kendi kimliklerinde arıyorlar.Kimin haklı kimin haksız olduğunu tartışıyorlar, kendilerince… Oysa ki aşkta hak ve adalet aramak ne umutsuzca bir çabadır…Kişi sayısı kadar ilişki biçimi olduğunu ve asla önceden öngörülmelerinin olanaklı olmadığını bilmek garantili ve güvenli ilişki peşindeki insanları hiç mutlu etmeyecektir.Ancak kaos bizi gerçek aşka götürür. Ve gerçek aşk bir yanıyla iki kişilik bir devrim diğer yanıyla da sürekli tekrarlanan bir yalnızlaşma hikâyesidir.

Hep aynı hataları yapanlara, bir türlü doğru kişiyi bulamayanlara

Günümüzün en tanınmış Alman filozoflarından olan Ulrich Beck Risk toplumu isimli kitabıyla tanıyorduk. Sosyolog olan eşi Elizabeth Beck Gernsheim’i de son derece güncel ve bir boyutuyla da populer olan Aşkın Normal Kaosu kitabıyla tanıdık. Gündelik yaşamda yanıbaşımızda olan konu ve olaylara akademik bir çift gözle bakmışlar. Okumaya ve üzerinde konuşmaya değer bir kitap olmuş.Yalnızlıktan korktuklarını itiraf edemeyenlere, hep aynı hataları yapanlara, bir türlü doğru kişiyi bulamayanlara, mutluluğu hep diğerinde arayanlara, iktidar mücadelesini asla bırakmayanlara tavsiye olunur, faydalı kitaba benziyor. Tahammül edebilirseniz daldan dala gezinmelere ve çevirinin akademik kavramlarla ilgili zorlamalarına, okunuyor sonuna kadar keyifle…

Aşkın Normal Kaosu
Elisabeth Beck/Ulrich Beck
Çeviren: Nafer Ermiş
İmge Kitabevi

 

Savaş Çömlek

AKP’li Erol Kaya: Kimse nükleer istemiyor

Adalet ve Kalkınma Partisi İstanbul Milletvekili Erol Kaya, NTV’de “Yeşil Ekran” kapsamında cuma akşamı canlı yayınlanan Yeşil Tartışma programında “Türkiye’de herkes nükleere karşı” ifadesini kullandı.

Kaya, “Su ve Kuraklık” konusunun işlendiği canlı yayında TBMM Çevre Komisyonu Başkanı olarak İstanbul, İzmit, İzmir ve Aliağa gibi bölgelerde yaşayanların enerji konusundaki bakışlarını gözlemleme şansına sahip olduğunu belirterek, “Bakıyorsunuz herkes HES’lere karşı. RES (rüzgar enerji santralleri)’lere de karşılar.  Doğal kaynaklarımız olan kömürlerin termik santrallerde kullanımına da karşı insanlar. Kimse nükleer de istemiyor. Güneş enerjisinde de yıllık 2640 saat güneşlilik durumumuza rağmen bir tane güneş santrali yok. Enerji konusunu nasıl çözeceğiz?” dedi.

Kaya, bu demeciyle Türkiye’de nüfusun önemli bir kısmının nükleer santral yapımına karşı olduğunu gösteren kamuoyu araştırmalarını doğrulr nitelikte bir demeç vermiş oldu.

Program su politikaları, İklim Değişikliği, enerji politikaları gibi konuları Prof. Dr. İlhan Tanılı, Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu Öktem ve TEMA Vakfı Genel Müdürü Serdar Sarıgül’ün katılımıyla işliyor.

(Yeşil Gazete)