Nasıldı o güfte, “Biz Heybeli’de, her gece, mehtaba çıkardık, mehtaba çıkardık. Sandallarımız neş’e dolar, zevke kanardık, zevke kanardık”
Hemen ardına da o harika saz semaisi başlar. Artık durdur kendini durdurabilirsen. Peki, nedir allah aşkına bu, “Mehtaba çıkmak”. Sandallardan da bahis var. Eski İstanbul’a E:T.’nin büyük büyük dedeleri gelmişde, bisiklet mevcut bulunmadığı için E.T.’yi sandallarla mehtaba çıkarmışlar gibi bir hal!
Efendim, hemen söyleyeyim. Eğer siz de benim gibi Açık Radyo dinleyicisi olsa idiniz. Üstüne üstlük bir zamanların tadından yenmez programı, “Şehre Giden Yol“a da -talih bu ya- kulak misafiri olsa idiniz bilirdiniz aslında “mehtaba çıkma”nın ne manaya geldiğini.
“Mehtaba çıkmak“, aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde İstanbul sosyetesinin adet ettiği zevkü sefalarından biri. Ay, mehtap halini aldığı dönemlerde malumunuz olduğu üzre gece daha bir ışıklı, daha bir şenlikli oluyor. Etraf handiyse günlük güneşlik. İşte bunu fırsat bilen, İstanbul’da yaşamanın da kadrini kıymetini heba etmek istemeyenler fırsat bu fırsattır diye düşünmüş olmalılar ki bu “mehtaba çıkmak” adetini ortaya çıkarmışlar. “Mehtaba çıkmak” ayın o evresinde İstanbul boğazının mutena bir bölgesinde tekneye saz üstadlarını, musiki icracılarını alıp sabaha kadar musiki alemine dalmak mansına geliyor. Rivayet odur ki “mehtaba çıkmak” kadar “mehtaba çıkarmak” da o vakitler İstanbul’da bir seviye belirtisi. E, ne de olsa o kadar saz üstadını, hanendeleri, sazendeleri sandala doldurmak, denizde açılmak, sabaha kadar sanat musikisi icra ettirmek her babayiğidin harcı değil, cukkanın da sağlam olması, o bile kafi değil, cemiyette de hatırı sayılır bir yerin işgal ediliyor olması lazım gelmekte.
Bir başka önemli husus ise mehtaba çıkılacak bölgenin o gece için uygun olması. Olur a, yakında başka bir mehtaba çıkma durumu vardır ve hem sesler hem renkler birbirine karışır, ne musiki tadı kalır ne mehtaba çıkmanın tuzu.
De, sen nereden geldin de şimdi bize bunu anlattın diye soranlarınız olabilir, hemen izah edeyim. Açık Kitap, Yazı Kalır‘dan her hafta bölümler apartacağımı, lakin sırf onunla yetinmeden ordan hareketle seyr-ü sefer halinde olacağımı geçen hafta izaha çalışmış idim. İşte bu “mehtaba çıkma” hadisesi de kitabı okurken zihnime düştü. Hem de kitabın, “Münir Nurettin Selçuk“ maddesinde. Bakınız ne denmiş.
“1959-60’lı yıllardan başlayarak 10 yıl boyunca Temmuz ve Ağustos aylarının mehtaplı gecelerinde Moda Deniz Kulübü’nde konser vermiş, bu konserleri kıyıdan da olsa dinlemeye yüzlerce kayık gelmiştir.”
Hmm, bir noktayı atladığımı maddeyi okurken farkettim. Bir diğer nirengi noktası da mehtaba çıkmak için en uygun ayların Temmuz ila Ağustos olması. Bir başka detay ise bu mehtaba çıkarmanın giderek İstanbul’un üst gelir grubuna dahi ahalisinde bir yarış haline dönmesi. “Hariciye Nazırı Osman Bey’in mehtabında 5 hanende, 20 sazende varmış, çevredeki kayıklardan göz gözü görmüyormuş” dedikodusu yayılmaya görsün hemen bir sonraki mehtapta Osman Bey’i geçmek isteyen Nazır Refik Paşa açıyormuş kesenin ağzını.
Mehtaba çıkıldığında başka bir önemli detay ise musiki icrasının yapıldığı sandal dışında tek ses çıkmamasına azami özen gösterilmesi. Buna da çok dikkat edilirmiş. Musiki başlamadan hemen konuşlanılır, hem sesin en iyi duyulacağı hem de sazendelerin olduğu sandalın en rahat görülebileceği yerler için kıyasıya bir rekabete yaşanırmış. Mehtap keyfi başladığı anda ise kürekler bile sandal içine alınırmış ki tek bir ses kırıntısı dahi musikiyi bölemesin.
O günlerden bugünlere. Musiki için çıtını çıkarmaya çekinirmiş eskiden ahali. Geçenlerde bir haber görmüştüm, Göcek’te saldırıya uğrayan bir müzisyen ile bir şair. İsimlerini yazdığıdımda daha bir şaşıracaksınız. İnsan olan bu 2 sanatçıya saldırma gafletinde bulunur mu hiç isyanı ile. Vedat Sakman ile Cezmi Ersöz‘e saldırmış ipten kazıktan her nasılsa kurtulmuş insan müsveddeleri.
Müzikten başlamış iken aynı güzergahtan devam edelim. Hazır Euro 2012’de İtalya, Almanya’yı bir kez daha safdışı bırakıp finale çıkmış iken İtalya’ya uzanalım biz de. Benim önce filmleri ile tanıdığım için kendisini komedyen sandığım ama 10 parmağında 10 ayrı marifet olduğunu Açık Kitap’taki “Adriano Celentano” maddesinden öğrendiğim çirkin kral Yılmaz Güney’in çizme versiyonuna yani.
Celentano maddesinde okuduğum hemen hemen her bilgi beni şaşırtıyor. Tarihin ilk çevreci şarkısını yapmış Celentano, 1966 yıında San Remo Müzik Festivalinde seslendirdiği, “Il Ragazzo Della Via Gluck“‘un sözleri çevre kirliliğinden bahsediyor. İtalyancam olmadığı için içeriği hakkında maalesef malumat veremeyeceğim.
İlk rap şarkısı “Prisencolinensinainciusol“da Celantano’ya ait kitaptan öğrendiğime göre.
Bu hafta müzikten başladık müzikten devam ettik müzik ile de bitirelim. Babasının zor hayat şartlarında hayatta tutunamayan diğer kardeşlerinin aksine yaşamaya diretmesi nedeni ile “Eşek” lakabını taktığı afrikalı sanatçı Ali Farka Toure‘den bahsedelim. “Farka” onların lisanından “eşek” demekmiş.
Dünya çapında tanınan bir sanatçı olmasına karşın çiftçi olarak hayatına devam eden, köyünden sadece, o da çok nadir olarak konser vermek üzere ayrılan Ali Farka Toure’ye albüm yapmak isteyen yapımcı Nick Gold, Toure’nin Mali’deki köyüne, Niafunke’ye stüdyo bile kurmuş. Onu da Ry Cooder ile kaydettiği, “Talking Timbuktu“yu dinleyerek yadedelim.
Açık Radyo yayını gibi bir yazı oldu bu hafta. İstanbul’dan, boğazdan, mehtaplı gecelerde sanat musikisi dinlemekten başladık, İtalya’ya, akdenizin sıcak sahillerine yelken açtık ve sonunda Afrika’da aldık soluğu.
Haftaya yeni diyarlarda buluşmak üzere.
anavarza