Ana Sayfa Blog Sayfa 4553

GDO hukuku gelişiyor, farkındalık artıyor

İnsan ve çevre sağlığına etkileri açısından tüm dünyada büyük tartışmalar yaratan Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), gerek mevzuat tartışmaları gerekse gıda güvenliği açısından bir süredir ülke gündeminde yer tutuyor. Ekolojik Yaşam Derneği Bursa’da 6-7 Ekim 2012’de “GDO’ların Sosyal ve Hukuksal Boyutu” başlıklı bir çalıştay düzenledi. BM Küçük Destek Programı Türkiye tarafından desteklenen ve Betam, Greenpeace,Ekoloji Kolektifi, Nilüfer Belediyesi, Nilüfer Kent Konseyi, ZMO ve GDO’ya Hayır Platformu’nun da partnerleri arasında olduğu çalıştayda GDO’lara karşı sosyal örgütlenmeler ve Biyogüvenlik Hukuku tartışıldı. Çalıştayın ilk günü GDO konusunda faaliyet gösteren sivil toplum temsilcileri, bilim insanları, hukukçular ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı temsilcileri ve Biyogüvenlik Kurulu başkanı 2 panelde bir araya geldiler. Tartışmaların ana başlıkları GDO’ların kontrol ve denetimi, kamuoyunun farkındalığı ve GDO’lara karşı tepkisi ve gelişmekte olan GDO hukukunun ilkeleriydi.

GDO’da mevcut durum ve gelişen biyogüvenlik hukuku

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilisi Mehmet Çobanoğlu, Türkiye’de GDO’lar konusunda mevcut durumu ve kontrolü başlıklı sunumunda soya, mısır, pamuk, kanola, papaya, domates, şeker pancarı, çeltik ve patatesin GDO açısından riskli ürünler olarak nitelendirildiğini ve ABD, Arjantin, Brezilya, Kanada, AB Ülkeleri, Geney Afrika, Rusya, Ukrayna’dan bu ürünler ithal ediliyorsa yüzde yüzünün analiz edildiğini belirtti. Son dönemde yapılan kontrollerde 2012 Ocak-Haziran arası 5426 gıda analizinde 51, 767 tohum analizinde ise 26 gdolu ürüne rastlandığını belirtti. Biyogüvenlik Kurulu başkanı Prof. Dr Hakan Yardımcı, Prof.Seralini ve arkadaşlarının Food and Toxicology dergisinde yayınladıkları ve GDO-kanser ilişkisini kanıtlayan bilimsel makaleyi kurulda tartışmaya aldıklarını belirtti.

Sivil toplum temsilcileri GD ürünlerin risk değerlendirilmelerinin nasıl yapıldığını,değerlendirme sürecinin yeterince şeffaf olmadığı konusunda eleştirilerini ilettiler. GDO’ya Hayır Platformu’ndan Av.Emre Baturay Altınok, GD gıda ve yem başvurularını şirketler yerine şirketlerin kurdukları dernek ve federasyonların yaptıklarını, bunun da hukukta bir yeri olmadğını vurguladı. Ayrıca ihtiyat ilkesinin önemli bir ayağının da sağlıklı bilgiye erişim hakkı olduğunu ve yurttaşların Biyogüvenlik Kurulu’nun GDO’ları değerlendiren yaptığı tartışmalarışeffaf bir şekilde ulaşabilmeleri gerektiğini belirtti. Melikşah Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Başözen, GDO’lar konusunda bir hukukun gelişmesindeki zorluğun bu ürünlerin canlı sağlığına ne zaman ve nasıl etki edeceğinin tam bilinmemesi olduğunu ve GDO’dan zarar gören bir tüketicinin Tüketici Mahkemesi’nde,Ticaret Mahkemesi’nde ya da İdari Mahkeme’de dava açabileceğini, çevre ve tüketici örgütlerinin de topluluk davası açabileceğini belirtti.

GDO’lara karşı toplumsal muhalefet

Türkiye’de 2004 yılında başlayan GDO karşıtı hareket, Yeryüzü Dostları’nın Avrupa’daki Canavar Domates Kampanyası’nı çevre, üretici ve tüketici örgüterinin bir araya gelmesiyle 15 ilde gerçekleştirilmiş, topladığı 100 bin imzayı TBMM’ye ileterek GDO’ların yasaklanmasını talep etmişti. Çalıştayda gdo karşıtı hareketin aktörleri, talepleri, kullandığı söylemler, mücadele araçları ve uluslararası bağlantıları ele alındı. Son yıllarda artan gıda aktivizminin bir sonucu olarak belirli bir farkındalık yaratıldığı, tüketicilerin gıdalarını ve tarımsal üretimi sorgulamaya başladıklarını ve GDO’lara insan ve çevre sağlığına olumsuz etkileri, tohumun patentlenmesi, tüketicinin bilgilenme hakkının ve küçük çiftçinin tohumu saklama hakkının elinden alınmasına yol açtığı için karşı durduğu ifade edildi.Panelistler son yıllarda yaptıkları kamuoyu araştırmalarından örnekler vererek toplumun dörtte üçünden fazlasının GDO’lar hakkında bilgi sahibi olduğu ve % 82 oranında da GDO’lara karşı olduğunu ifade ettiler. Muğla Üniversitesi’nden Doç.Dr. Özdemir’in Tübitak desteğiyle yaptığı araştırma, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin Türkiye’nin 3 bölgesinde gerçekleştirdiği GDO farkındalığı araştırması ve Greenpeace’in kamuoyu anketi benzer sonuçları göstermesi açısından anlamlıydı. Çalıştayın ikinci günü sivil toplum örgütleri,meslek odaları ve baroların temsilcileri, GDO’ya Hayır Plaformu’nun bileşen örgüt temsilcileri ve aktivistlerinin katılımıyla ilk günkü tartışmalar ışığında mevcut sorunların çözümü için ortak çalışmalar ve kampanya düzenleme imkanları tartışıldı.

2010 yılında çıkarılan Biyogüvenlik Kanunu ile birlikte Türkiye’de GDO’ların ekimine yasak getirilirken ithalat izni Biyogüvenlik Kurulu’nun risk ve sosyo-ekonomik değerlendirmesine bağlı kılındı. Öte yandan yasa çıkana kadar çeşitli yönetmeliklerle verilen izinler sonucu genetiği değiştirilmiş 32 çeşit gıdada ve yem bitkisi 6 ay boyunca yoğun bir şekilde girdi ve denetim ve kontrolü mümkün olmadı. Son olarak genetiği değiştirilmiş 3 soya ve 16 mısır çeşidine ithalat izni verilmiş ve bu yemlere etiketleme zorunluluğu getirilmiş, Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu ise gıda amaçlı 29 GDO’lu genle ilgili başvurusunu oluşan toplumsal tepki yüzünden geri çekmişti. Genetiği değiştirilmiş ve yem olarak kullanılacak 3 kolza ve bir şekerpancı çeşidiyle ethanol olarak kullanılacak 22 çeşit GD mısırın başvurusu yolda. Denetimlerde yasak olmasına rağmen GDO’lu gıda ve yem kullanan şirketlere karşı devletin açtığı davalar devam ediyor. Davaların sonuçlarına göre bu şirketlerin isimleri kamuoyuna açıklanabilir.

(Bu yazı ilk olarak yesilgundem.net/ sitesinde yayınlanmıştır)

 


Dr.Barış Gençer Baykan
Bahçeşehir Üniversitesi- Betam

Norveç karbon vergisini iki misline çıkardı

Norveç, Kuzey Denizi’nde faaliyet gösteren petrol şirketlerine uyguladığı karbon vergisini ikiye katlayacağını açıkladı.

Yeni vergi 1 Ocak 2013 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek. Norveç Çevre Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre bu tarihten itibaren petrol şirketlerine uygulanan vergi, her ton karbon dioksit için 410 Norveç kronu (72 ABD doları) olacak. Bu artış, Kuzey Denizi’nde faaliyet gösteren petrol şirketlerine halen uygulanan verginin yüzde 100’den fazla artırılması anlamına geliyor. Bunun yanı sıra, Norveç balıkçılık sektörüne uygulamakta olduğu karbon vergisini de ton başına 50 Norveç kronu (9 ABD doları) artırmayı taahhüt etti.

Norveç Çevre Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada dikkat çeken ayrıntılardan birisi de gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğine uyum sağlayabilmesi için 10 milyar kronluk (yaklaşık 1.75 milyar ABD doları) yeni kaynak oluşturulması kararı oldu. Norveç hükümetinin Muhafazakar Parti, Hıristiyan Demokrat Parti ve Liberal Parti ile “İklim Anlaşması” üzerinde mutabık kalmasını takiben yayımlanan “beyaz kitap”ta (hükümetlerin bir konuda adım atma niyetini belirten ve politikanın temel ilkelerini belirleyen belge) ayrıca inşaat ve ulaştırma sektörlerinde sera gazı emisyonlarının azaltılması ve enerji verimliliğinin artırılmasına yönelik kararlar yer alıyor.

(Yeşil GazeteNorveç Çevre Bakanlığı)

Yunanistan’da her dört kişiden biri işsiz

0

Yunanistan’da Temmuz ayında işsiz sayısının yüzde 25’i aştığı açıklandı. Ülkede işsizlik, Temmuz ayına kadarki 12 ay içinde yüzde 7’den fazla artış kaydetti ve İspanya ile aynı düzeye çıktı.

İşsiz sayısının artmasından beş yıldır süren ekonomik durgunluk sorumlu tutulmakla birlikte, hükümetin uyguladığı kapsamlı kemer sıkma önlemleri, kamu kesiminde ve özel sektörde çok sayıda insanın işsiz kalmasına yol açtı.

Yunan gençler arasında ise, işsizlik oranı yüzde 55’i geçiyor.

Son veriler, ülkede kemer sıkma önlemlerini eleştiren kesime yeni bir tartışma dayanağı veriyor. Bu kesimler Yunanistan’a kredi veren yabancıların benimsediği stratejinin tamamiyle hatalı olduğunu, daha fazla kesinti yapılması taleplerinin ülkeyi kopma noktasına getireceğini ve büyümeyi durduracağını savunuyor.

Dış kurtarma paketini eleştirenler, Yunanistan için kurtarma paketinin ve kemer sıkma önlemlerinin uygulanmaya başladığı 2010 Nisan’ından önce, işsizlik oranının sadece yüzde 11,8 olduğunu hatırlatıyorlar.

Ancak Yunan hükümeti katı tavrını değiştirmiyor ve kamu harcamalarında kesinti yapılmazsa verilen dış yardımların kaybedileceğini ve ülkenin iflasa zorlanacağını, bu durumun da işsiz oranını daha da tırmandıracağını kaydediyor.

Bu arada Uluslararası Para Fonu’nun başkanı Christine Lagarde, Yunanistan’a, hükümet borçlanmasını azaltma konusundaki hedeflerine ulaşması için ek iki yıl daha zaman tanınması gerektiğini bildirdi.

(BBC Türkçe)

 

Ağaçları kurtarmak için elektronik kitap

Anadolu Üniversitesi(AÜ) açıköğretim fakültesi öğrencileri için hazırladığı kitapları 3 yıl içinde elektronik kitaba dönüştürerek yılda yaklaşık 350 bin ağacın kesilmesini önleyecek.

Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Aydın, AÜ’nün şu anda 81 ilde 15 bin kişiye eş zamanlı gözetimli sınav gerçekleştirdiğine işaret ederek, sınavları da online yapma sürecini işlettiklerini belirtti.

AÜ’de yeni bir değişim ve dönüşüm sürecinin başladığını vurgulayan Prof. Dr. Aydın, şöyle konuştu:

”AÜ Açıköğretim Fakültesi kitaplarında yenilenme süreci başlattık. Toplam 523 olan kitap sayımız, üç yıl içinde bin 37’ye yükseldi. Başarılı bir şekilde bu süreci götürürken karşımızı maliyet çıktı. 2012-2013 ders yılı için 20 milyon adet kitap basmakla karşı karşıya kaldık. Bu yaklaşık 20 bin top kağıt anlamına geliyor. Bir ton kağıt için 17 ağaç tüketildiği varsayılırsa yaklaşık 350 bin ağacı her yıl tüketme anlamına geliyor. Kağıdın yüzde 90’ı da ithal ettiğimiz düşünüldüğünde bu cari açık anlamına geliyor. Bu yüzden kağıt kitabı atmaya karar verdik. Bu çok zor bir karar. Bunu gerçekleştirebilmek için teknolojik altyapımızı yeniledik. Eğitimcileri, eğitmek üzere 160 kişilik bir kadro kurduk. Bütün bu kitapları elektronik ortama taşıma sürecini başlattık. Bunları Türkiye’den okuyan bütün öğrencilerin ve toplumun hizmetine sunacağız.”

Açıköğretim sistemi içindeki bütün kitapları 3 yıl gibi bir süre içinde kademeli olarak elektronik kitaba dönüştürme sürecine başladıklarına dikkati çeken Prof. Dr. Aydın, şöyle devam etti:

”Bu yıl 150 kitabı elektronik kitaba dönüştürüyoruz. Bu kitap bir PDF ve CD değil, içinde animasyon var, grafik var, fotoğraflar var. Kitaplar, yazarının kitabın içeriğini belirten bir konuşmasıyla başlıyor. Sonunda kendinizi sınama süreçleri var. 3 yıl sonunda ‘kağıt’ diye bir şey kalmayacak. Türkiye’deki örgün üniversiteler içinde yeni bir model kurmuş oluyoruz. Bu anlamda fevkalade önemli. Yıllık kağıt maliyet tasarrufumuz 100 milyon liradır. Bu maliyeti de Ar-Ge çalışmalarına kaydırma gibi bir çabanın içinde olacağız. AÜ olarak burada bir ilke de imza atmış olacağız.”

(Ntvmsnbc)

 

 

2013’ün kuşu, Su Çulluğu

Almanya’da “Meleyen Kuş” veya “Göklerin Keçisi” olarak da bilinen su çulluğu, 2013 yılının kuşu olarak seçildi. Almanya Çevre Koruma Birliği (Nabu) ve Bavyera Eyaleti Kuş Koruma Derneği (LBV) su çulluğunun, sulak alanları ve bataklıkları korumak için bir sembol olacağını açıkladı. Kurumakta olan sulak alanlar ve bataklıklar yüzünden soyu tükenmekte olan bu kuş iki dernek tarafından yılın kuşu seçildi. Şu anda Almanya’da 5 bin 500 ile 6 bin 700 arası çift su çulluğu yaşıyor. Ülkedeki su çulluklarının sayısı 20 yıl önceye kıyasla neredeyse yarı yarıya oranda azalmış.

Bir martı büyüklüğünde olan su çulluğunun tüyleri beje çalan kahverengi tonlarında, gagası da 7 cm uzunluğundadır. Sesi keçilerin melemesine benzeyen ve bilimsel ismi “Gallinago gallinago” olan bu kuş aynı zamanda “Meleyen Kuş” veya Göklerin Keçisi” olarak da biliniyor.

‘Bataklıklar ve sulak alanlar korunmalı’

Almanya Çevre Koruma Birliği Başkan Yardımcısı Helmut Opitz, Almanya’daki bataklıkların hem doğal hayatı korumak için hem de nesli tükenen hayvanlar için gerekli olan yaşam alanını devam ettirebilmek için korunması gerektiği görüşünde: ”Bataklıklar ve sulak alanlar kurudukça su çulluklarının da yaşam alanları daralıyor. Bu da onların şikâyet etmeleri için büyük bir sebep oluşturuyor.”

Su çulluklarının neslinin tükenmesinin bir başka nedeni ise avcılık. Avrupa Birliği’nde her yıl yarım milyondan fazla su çulluğu avlanıyor. Bavyera Eyaleti Kuş Koruma Derneği Başkanı Ludwig Sothmann, derhal önlem alınması gerektiği görüşünde: ”Avrupa Birliği’nde tüm su çulluklarının avlanması tüm yıl boyunca yasaklanmalı.”

Almanya’da su çulluklarının en sık görüldüğü bölgeler arasında Aşağı Saksonya, Schleswig-Holstein, Mecklenburg-Vorpommern ve Brandenburg eyaletleri başta geliyor. Tüm Avrupa’daki su çulluklarının sayısı ise son yıllarda çok fazla azalmış durumda. Tahminlere göre Avrupa’daki su çulluklarının sayısı 930 bin ile 1,9 milyon çift arasında.

(DW Türkçe)

Finlandiya’dan 5 yıllık Nükleer reaktör gecikmesi için 1,8 milyar euro talebi

0

Finlandiya’da Areva-Siemens ortaklı ile inşasına edilecek olan nükleer reaktörün 5 yıllık bir gecikmeye karşın tamamlanamaması üzerine Finlandiya kamu hizmeti şirlketi TVO, Areva-Siemens’den gecikme bedeli olarak 2,3 milyar dolar (1,8 milyar euro) tazminat talep etti.

Teollisuuden Voima Oyj (TVO) şirketi yaptığı açıklamada uluslararası ticaret hukuku kuralları gereği yaptıkları harcamaların ve gecikme nedeniyle uğradıkları zararların karşılanması gerektiğini, bu harcama ve kayıpların bir kısmı için kendileirne en az 1,8 milyar euro ödeme yapılması gerektiğini belirtti.

Finlandiya’da yapılması planlanan 1600 megawatt kapasiteli EPR (Basınca Dayanıklı Reaktör) tipi reaktörün türünün ilk örneği olduğu vurgulanıyor. Nükleer reaktörün 2005 yılında başlanan inşası materyal yetersizlikleri ya da yanlış planlama gibi sebeplerle sürekli erteleniyordu.

TVO, reaktör tedarikçisi Areva-Siemens’in 2009’da nükleer reaktörü faaliyete geçirmesi gerektiğini, gecikmeden dolayı sorumlu olduğunu ve bu süre zarfında yaşadıkları kaybı da telefi etmeleri gerektiğini açıkladı.

(Washington Post, Yeşil Gazete)

Felix Baumgartner’den Houston’a, “Dünyadayım”

Avusturyalı sporcu Felix Baumgartner’in, stratosfer tabakasından yeryüzüne atlayışını gerçekleştirerek bir ilki başardı. Baumgartner atlayışını 39 bin metre yükseklikten gerçekleştirdi.. 30 saniyede 980 km hıza ulaştı, 40 saniyede ses hızını geçti.

Uzaydan dünyaya yaptığı atlayışı ile dünyanın ilk gökyüzü dalgıcı ünvanının sahibi olan avusturyalı sporcu ses hızının da üzerine çıktığı yeryüzü yolculuğunda 1.342 km/h hıza ulaştı.

43 yaşındaki sporcu New Mexico’nun 39bin km yukarısında atlayışı için oluşturulan ve balon ile havada sabit kalması sağlanan platformdan atladı ve dünyanın en hızlı serbest düşüş rekorunun da yeni sahibi oldu.

T.S.İ. 18.00 sularında havalanan kapsül, 2 buçuk saatlik bir sürenin sonunda Felix Baumgartner’ı stratosfer tabakasını da geçerek uzay sınırına taşıdı. Önceden hedeflenen 36 bin m yüksekliği de aşarak 39 bin metreye yükselen kapsülde misyon merkeziyle son kontroller tamamlandıktan sonra Baumgartner kapsül penceresini açtı. Atlayışını gerçekleştiren Felix Baumgartner 4 dakika 20 saniye boyunca paraşütsüz halde atlayarak ‘serbest düşüş’ rekorunu kırdıktan sonra paraşütünü açarak inişe devam etti. Aynı zamanda balonla en yüksek irtifaya çıkma rekorunu da kıran Felix, T.S.İ. 21.16’ da planladığı üzere New Mexico’da yere inmeyi başardı.

Stratosferden dünyaya yaptığı başarılı atlama sonunda basına demeç veren Felix Baumgartner, “Orda dünyanın tepesinden yeryüzüne bakarken kibrinizden eser kalmıyor. Ne kıracağım rekorları ne de atlama sonrası elde edilecek bilimsel verileri düşünüyordum. Atlama standında düşündüğüm tek şey hayatta kalabilmekti” şeklinde konuştu.

Felix Baumgartner’in tarihi atlayışını buradan izleyebilirsiniz.

(Yeşil Gazete, BBC)

Ankara’da BDP Kongresi

BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) 2. Olağanüstü Kongresi Ankara Ahmet Taner kışlalı Spor Salonu’nda yapıldı. BDP’nin yeni  PM, MDK ve Eşbaşkanlarını seçtiği 2. Olağanüstü Kongresi’nde  ilk konuşmayı eşbaşkan Gülten Kışanak yaptı. Aclik grevinde olan siyasi tutuklulara, tutuklu siyasi vekillere selam gondererek başladığı konuşmasında Kışanak, Insanlik tarihinin bu evresinde artik otoriter rejimler sonuna gelindiğini belirterek Türkiye’nin ise hükümetin son dönemde izlediği politikalarla kmezhep temelli bolgesel çatısmaya  ve savaşa en yakin ulke durumuna geldiğini söyledi.

Suriye’deki özerk Kürt bölgesine destek çağrısında da bulunan Kışanak  “Türkiye bir yol ayrımında; ya barışı, özgürlüğü seçecek ya da savaş yolunda rotasını kaybedecek” şeklinde konuştu. Kışanak ayrıca 2013’te barış talebi olmayanların Türkiye’yi 2023’e taşıyamayacağını ileri sürdü.

Kışanak, ana dil talebinden vazgeçmediklerini, sessiz kalmayacaklarını ve her yerde direnişe devam edeceklerini ifade etti.

BDP Kongresinde 2. konuşmayı Selahattin Demirtaş yaptı.  BDP Eşbaşkanı Demirtaş, AKP”de yer alan Kürt milletvekillerine “Ya olduğunuz yerde direnin ya da zulmün kalelerini terk edin” çağrısı yaptı. Demirtaş Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’e de sahip çıkarak, “Yaşamını yitiren insanların arkasından ağlama erdemini gösteremeyenlerden olamayacağız. Ölen gerillaya da askere de ağlayacağız. Bugün her birisi için ağlayacağız ki yarın güleceksek hep birlikte gülebilelim” diye konuştu.

Kongre sonunda Selahattin Demirtaş,geçerli 650 oyun tamamını alarak yeniden genel başkanlığa seçildi. Tek listeyle gidilen kongrede, genel başkanlık seçimi için kayıtlı bin 191 delegeden 654’ü oy kullandı. 650 oy geçerli, 4 oy geçersiz kabul edildi. KCK operasyonları nedeniyle tutuklananların yerine PM’de birçok yeni isim yer aldı.

Eşbaşkanlar Demirtaş ve Kışanak ile devam kararı çıkan kongrede ilk kez oluşturulan Akademik Siyasi Danışma Kurulu’na sosyolog yazar İsmail Beşikçi, akademisyen Büşra Ersanlı gibi isimler katıldı. Yeni PM’de ise Uludere’de 7 yakınını kaybeden Ferhat Encü de PM’ye girdi.

“Âkil Adamlar Kurulu” olarak da anılan kurulda ise İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Yusuf Alataş, Araştırmacı-Yazar Faik Bulut, Akın Birdal, Akademisyen Büşra Ersanlı, Nazan Üstündağ, Onur Hamzaoğlu, Kemal Parlak, Naci Kutlay, Ömer Ağın, Tarık Ziya Ekinci, Feridun Yazar, Erdoğan Aydın , Ayşegül Akış Devecioğlu yer aldı.

 

“Kuzey küçülsün!”

Geçtiğimiz haftalarda Venedik’te düzenlenen 3. Uluslararası Küçülme Konferansı’nın ardından ipsnews.net sitesinde yer alan bir röportaj-haberi Yeşil Gazete dostu Buket Ulukut‘un çevirisiyle sizlere sunuyoruz (Yeşil Gazete)

Venedik, 25 Eylül 2012 (IPS) – Katalan çevre ekonomisti Juan Martinez-Alier, İtalya’ nın Venedik şehrinde gerçekleştirilen 3.Uluslararası “Küçülme” (Degrowth) Konferansı’nda ‘Küresel Kuzey’ deki küçülme hareketimiz ile güneydeki yerli halkların başlattığı çevresel adalet hareketini birleştirmenin bir yolunu bulmalıyız” diyor.

“Küçülme” özellikle Fransa, İtalya ve İspanya’ da bilinen ve tartışılan bir kavram.  Giderek artan bir şekilde Avrupa’nın diğer yerlerinde ve Kuzey Amerika’da da hayran kitlesi toplamaya devam ediyor. Küçülme kavramı ve beraberinde gelen hareketin temsilcileri, bugün tüm dünyanın karşı karşıya olduğu çoklu kriz ortamında “daha az üretip daha az tüketmek (yani ekonomileri küçültmek) yönünde verilecek demokratik ve ortak alınmış bir kararın en makul çözüm olacağını” öne sürüyorlar.

Bu fikrin destekçileri “Kuzey yarımküredeki büyümeden feragat etmenin, gezegenin ekolojik sınırları içinde kalmasını sağlamayı başarmanın yanısıra evrensel sosyal adaletin onarılmasına da katkıda bulunacağını” söylüyorlar.

Küçülme kavramı pratikte İngiltere’ deki yerel (grassroots) projeler kategorisine giren gıda kooperatifleri, şehir bahçeciliği, yerel para birimi ve ev-paylaşım projeleri, atık azaltma ve geri dönüşüm oluşumları ya da ‘değişim yerleşimleri’ olarak adlandırılan permakültüre dayalı yerleşim birimleri gibi fikirlerle oldukça uyumlu. Küçülme hareketi, bölgesel hatta ulusal otoriteler ile işbirliğini mümkün kılıyor olsa da çoğunlukla yönetim zihniyetine dayanmıyor ve kurumsal olana karşı.

Venedik’ te düzenlenen 3. Uluslararası Küçülme konferansı yaklaşık 600 kadar politik anlamda aktif bireyi ve düşünce insanını bir araya getirdi. Bu toplantıda açlık krizi, enerji değişimi, herkese garanti edilecek asgari gelir, borç krizi ve katılımcı politikalar gibi konular tartışıldı. Tartışılan konular arasında bu yılın ön plana çıkan temalarından biri de “üçüncü dünya” olarak tanımlanan ‘Küresel Güney’ kapsamındaki ülkelerin halklarının küresel krizlere karşı sundukları çözümlere artan ilgi ve sunulan çözümlerin küçülme vizyonu ile ne kadar uyumlu olduğuydu.

Martinez-Alier küçülme ve çevresel adalet hareketlerinin bir noktada birleşmesine ihtiyaç olduğundan bahsettiği konuşmasının ardından Yasuni ITT: El Buen Vivir adlı film izletisini sundu. Bu film Ekvator Amazonları’nda yapılan ham petrol aramaları çerçevesinde yaşanan politik ve çevresel çatışmaları ve bu çalışmaların orada yaşayan yerel halkların -kichwas ve waoranis halklarının- yaşam biçimini hatta yaşamlarının ta kendisini nasıl tehdit ettiğini konu alıyor.

Martinez-Alier’e göre Küresel Kuzey’deki tüketimi temelden azaltmak için çalışan eylemcilerin Latin Amerika’daki hammadde çıkartma çalışmalarına karşı savaşan sosyal hareketlerle mücadelelerini birleştirmesi gerekiyor. Bunun bir sebebi Kuzey’deki tüketimi azaltmanın Amazonlardaki ve diğer el değmemiş alanlardaki doğal kaynakları sömürme/tüketme talebini azaltacak olması. Bir diğer sebep ise yerlilerin anavatanlarını bozulmadan koruyabilmeleri demek doğal kaynakların çıkarılması ve altyapı çalışmalarından doğacak çevre kirliliğini önlemek ve tahrip edici iklim değişikliğine doğru gidilen yoldaki girişimleri de azaltmak anlamına gelecek.

Kolombiyalı antropolog Arturo Escobar’a göre küçülme hareketi Küresel Kuzey’in küresel kriz ile nasıl baş edebileceği ile ilgili cevaplar sunuyor ama Escobar bu hareketin –Kuzey için Kuzey’de yaratılmasından mütevellit- Küresel Güney’in nasıl ilerlemesi gerektiği konusunda söyleyebileceği çok az şey olduğunu hatta böyle de olması gerektiğini düşünüyor. Küçülme eylemcilerinin ve araştırmacılarının ‘Küresel Güney ile kayda değer bir iletişim” başlatabileceklerini böylece “Güney’deki toplumsal hareketlerin bakış açısını görebilmek için” oradaki eylemcilerle ve düşünce insanlarıyla ile beraber çalışabileceklerini öne sürüyor.

Escobar Güney’de en çok gelecek vaat eden değişimin Latin Amerika’daki bazı toplumsal hareketlerden geldiğini açıkladı. Özellikle de yerli, zenci ve köylü hareketlerinden.

Şu anda Latin Amerika kıtasının üç önemli toplumsal değişim projesini deneyimlediğini açıklayan antropolog, modellerden birinin “konvansiyonel modernizasyon” olduğunu öne sürdü. Yani Meksika ve Kolombiya’da küreselleşme sonrası neo-liberal politikaların yükselişi. Escobar’a göre bu iki bölge de hiç de tesadüf olmayan şekilde Amerika’nın o bölgedeki en yakın müttefikleri ve en çok şiddet ve politik baskının yaşandığı yerler.

İkinci olarak, bölgedeki bir çok ülke (Venezüela, Bolivya, Arjantin, Brezilya, eski başbakan Micheller Bachelet yönetimindeki Şili, Fernando Lugo yönetimindeki Paraguay ve Uruguay) sol rejimlerin “aydınlatılmış kalkınma modeli” olarak görülen şeyi tecrübe ediyorlar. Bu sol rejimler büyüme sonrası geleneksel kalkınma gündemini takip ediyorlar ama öte yandan da yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele etmek için özel çaba sarf ediyorlar ve hatta bu konularda başarılı da oluyorlar. Yine de geleneksel kalkınma yaklaşımı gelir üretmek için doğal kaynakların yoğun şekilde tahrip edilmesi anlamına geliyor ki bu da doğaya, orada yaşayan yerli halka ve iklime karşı olumsuz sonuçlar doğuruyor.

Escobar’ ın sınıflandırmasına göre Latin Amerika’da yaşanan üçüncü değişim projesi ise hammaddelerin doğal ortamından uzaklaştırılmasına karşı başlatılan sosyal hareketler. Bu hareketler aynı zamanda sosyal adaletsizliği de işaret ederek Ant Dağları’nda yaşayan yerli halka ait olan “buen vivir” kavramıyla yakından örtüşüyor. “Buen vivir” kavramı insanlığın refahının ve doğal yaşamın diğer tüm unsurlarının birbiri ile ilişkili ve aynı zamanda da birbirinin takipçisi olduğunu dikkate alan bir hayat görüşü. Escobar değişimin bu üçüncü projesini bağımsızlaştırıcı, post-liberal ve dönüştürücü olarak tanımlıyor.

Buen vivir kavramı 2008 yılında Ekvator anayasasında resmileştirildi ama Ekvator hükümetini eleştirenler bazı doğal maddeleri işleme projelerinin sürekli hale gelmesinin bu görüşe aykırı düştüğünü öne sürüyor.

Arturo Escobar’a göre Kuzey’deki küçülme savunucularıyla Güney’deki hammadde çıkartma çalışmalarına karşı gelenler ve düşünce insanlarının beraberce oluşturacakları sağlam bir diyalog küresel kriz üzerine düşünmek için iyi bir yol. Yeter ki ortaya çıkacak cevapların evrensel ve ivedi olmayacağını farkında olalım.

Escobar IPS’ e “Küçülme destekçileri (ekonomik büyümeyi reddedenler) şunun farkında olmalıdır ki kalkınma büyümeden daha fazlasıdır. Yani Güney’in sağlık, eğitim, iş, makul yaşam standartları gibi alanlarda biraz büyümeye ihtiyacı olabilir ama bu durumun mevcut egemen kalkınma vizyonu ile değil buen vivir prensipleri ile desteklenmesi gerekir” açıklamasında bulundu:

“Büyüme vizyonu Kuzey için reddedilemez ve Güney için de kabul edilebilir olarak görülüyor. Güney’ in kalkınmaya ihtiyacı yok, hatta sürdürülebilir kalkınmaya dahi ihtiyacı yok. Kalkınmaya karşı alternatiflere ihtiyacı var.”

Yeşil Gazete için çeviren: Buket Ulukut

(IPSNews, Yeşil Gazete)

 

Neşet Usta’nın ardından: Gecikmiş bir taziye 1

Bilemedim kıymatını kadrini
Hata benim günah benim suç benim

Neşet Ertaş

Bir çınar devrildi. Türkmen/Abdal geleneğinin büyük ustası Neşet Baba 25 Eylül’de aramızdan ayrıldı. Kendi el yazması hayat öyküsüne göre 1943 yılında (kimi başka kaynaklara göre 1938’de) Kırşehir ili Çiçekdağı ilçesinin “Abdallar köyü” diye de anılan Kırtıllar köyünde dünyaya gelen Neşat Ertaş, babası Muharrem Ertaş ile birlikte Abdal müzik geleneğinin son büyük taşıyıcı ve üreticilerindendi. Çocuk yaşta babasının rahle-i tedrisatında tanışıp, içinde yoğrulduğu bu geleneğe sahnelerde, düğünlerde ve plaklarında yaptığı icralarıyla; “mahalli sanatçı” sıfatıyla 23 yıl emek verdiği TRT çatısı altında yaptığı derlemeler ve programlarla; ve Garip mahlasıyla yazdığı çok sayıda güfte ve besteleriyle önemli katkılarda bulundu. Çabalarıyla geleneğin Kırşehir dışında, hatta ülke dışında tanınmasını sağladı.

UNESCO tarafından yaşayan insan hazinesi kabul edilen Neşet Baba halk sanatçısı “halkın sanatçısı” idi. Zamanında kendisine sunulan ‘devlet sanatçılığı’ ünvanını “ayrımcı” bir sıfat olarak değerlendirerek reddeti. Kendi sözleriyle: “Devlet sanatçılığı bana teklif edildi. Ben, ‘hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor’ diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım, bir tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım.”

Neşet Usta’nın Kırgınlığı

Neşet Ertaş ömrünün son yıllarında gördüğü iade-i itibar ve popüler saygıya karşın, sanat hayatı boyunca devletin kültür politikalarını ve ülkenin kültürel hayatını onyıllarca yönlendiren TRT ve Kültür Bakanlığı gibi resmi merciler tarafından büyük haksızlıklara uğradı. O yüzden kırgındı biraz devlete, resmi mercilere karşı. Belki de devlet sanatçılığını reddinin altında yatan temel neden hissettiği bu kırgınlıktı. Nitekim, kendi ifadesiyle: “Muzaffer Sarısözen 14 yaşımda iken beni mektupla çağırır, misafir olarak çaldırır, okuturdu. Daha sonra imtihanla mahalli sanatçı olarak radyoya girdim. 23 sene her ay 2 proğram yapardım. Halk müziği yöneticilerinden çok bencil insanlar vardı. Beni çıkardılar, istediğim gibi çaldırıp söyletmediler. Ben de terk ettim.”

Neşet Ertaş, içinde yetiştiği yerel müzikal geleneğe bağlı olarak pek çok beste yapmasına karşın, hayatının son yıllarına kadar bunları kendi adıyla, kendi yarattığı eserleri olarak ortaya koyamadı. Kendi eserlerinin “derleyicisi” ya da “kaynak kişisi” olarak anıldı on yıllarca. Çünkü neredeyse 1990’lara kadar TRT ve Kültür Bakanlığı’nın geleneksel, yerel Anadolu müziğine bakışını belirleyen resmi müzik paradigmasına göre Türk Halk Müziği’nde beste diye bir şey olamazdı. Halk Müziği anonimdi ve yeni üretimlerle gelişebilen canlı bir gelenek değildi.

Türkçü Müzik Paradigması

Bu resmi müzik paradigması, başlangıcı 18. yüzyılın başlarına, III. Ahmet’in saltanatı sırasında (1703-1730) yaşanan ‘Lale Devri’ne kadar götürülebilecek olan Osmanlı-Türk modernleşme sürecinin bir ürünüydü. Müzik hayatının modernleşmesi, bu genel modernleşme sürecinin bir parçasıydı. Osmanlı-Türk modernleşme sürecinin en önemli boyutlarından biri 19. yy ve Cumhuriyet’in ilk dönemini kapsayan zaman diliminde, Anadolu’da bir uluslaşma ve modern ulus-devlet oluşum sürecinin yaşanmasıydı. Bu süreç çerçevesinde 19.yy’ın iki kuşak modernleşmeci aydınları, Osmanlıcılık ve Türkçülük olmak üzere iki ayrı ideoloji geliştirdiler. Kemalizmi önceleyen Türkçülük ideolojisi 19. yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle II. Abdülhamid’in saltanatının yaşandığı otuz yıl (1877-1908) içinde gelişti ve bu dönem Türk kelimesinin anlamının ‘kaba ve idraksiz’den ‘şerefli kahraman’a evrilmesine tanıklık etti. Türkçülük çoğu açıdan dönemin Romantik ve halkçı nitelikler taşıyan -Hobsbawm’ın terimiyle- kültürel milliyetçiliklerinin bir örneğini oluşturmaktaydı.

Türkçülüğün ortaya çıkması ve gelişimi ile birlikte, Doğu Avrupa’daki diğer kültürel milliyetçi akımlarda olduğu gibi, Osmanlı-Türk yönetici seçkinleri arasında da homojen bir ulusal kültür yaratma projesi çerçevesinde bir ulusal ‘Türk Müziği’nin nasıl yaratılacağına dair tartışmalar arttı. Bu sorun hakkındaki ilk çalışmalar, muhtemelen Rauf Yekta Bey (1911), Musa Süreyya Bey (1915), Ahmet Cevdet Bey ve Necip Asım Bey (Yazıksız) (1916) ve Halil Bedii (Yönetken) gibi Erken 20. yüzyıl Jön Türk aydınlarına aitti.

Türkçü ideologların konuyla ilgili görüşlerindeki karakteristik noktalardan biri, hepsinin bugünkü yaygın adıyla Türk Sanat Müziği; ya da geçmişte kendi besteci ve icracılarının verdiği otantik adıyla Mûsikî hakkında açıktan açığa düşmanca bir tavır takınmasıydı. Mûsikî’nin ulusal olup olmadığını sorunsallaştırırken, onu ulusal olmayan, yozlaşmış, yabancı kültürlere ait hastalıklı bir gelenek olarak gördüklerini belirtiyorlardı. Mûsikî karşısındaki bu düşmanca tutumun kaynaklarından biri, Doğulu müzik geleneklerine karşı önyargılı yaklaşımların bilimsel gerçekler gibi gösterilmesine zemin hazırlayan 19. yüzyıl Oryantalist yazınıydı. Jön Türkler konuya yaklaşırken, Batılı Oryantalist yazının doğu üstüne kurduğu fantazilerden büyük ölçüde etkilenmişler, Mûsikî’yi Türk olmayan Doğulu uluslara ait kabul etmişlerdi. Tek sesli Doğu müziği geleneklerini, dolayısıya Mûsikî’yi evrensel müzik kültürünün en üstün düzeyi olarak gördükleri çok sesli Batı müziğine kıyasla geri olarak tanımlıyorlardı.

Ayrıca popüler, kırsal kültüre yönelik olarak, kaynağını Romantik halkçılıktan alan apolojik bir sempati nedeniyle, modern Ulusal Türk Müziğinin seçkinci unsurlardan temizlenmesi arzu ediliyor; Mûsikî Osmanlı toplumunun yönetici seçkinlerine ait kabul edildiği için de yoğun bir antipatiyle karşılanıyordu.vDolayısıyla bir yandan ulusal kültürü saflaştırıp, homojenleştirmek adına diğer yandan da Türk kültürünü modernleştirmek arzusuyla Mûsikî reddediliyor ve geleceğin modern, çok sesli ulusal müziğinin malzemesi olarak kullanılmak üzere halk şarkılarının derlenmesinin gerekliliği üzerinde duruluyordu.

Modern, bir Ulusal Türk Müziği yaratmak için izlenmesi gereken doğru strateji hakkında fikirlerini açıklayan bir başka önemli ve etkili sima Ziya Gökalp’ti (1876-1924). Gökalp de diğer Türkçü ideologlar gibi Batılı Oryantalist yazına dayalı önyargıların etkisinde kalıyor; Mûsikî’yi Antik Yunan, Bizans, Arap ve Fars kültürlerinin karışımından oluşan yabancı, ulusal olmayan bir müzik olarak değerlendirmiş ve onu gayrımeşru ilan etmişti. Ona göre Mûsikî Türk harsına hiç bir şekilde ait değildi. Teksesli olması ve doğal olmayan çeyrek tonlar içermesi yüzünden ‘hastalıklı’ydı ve geleneksel formu içinde sürdürülmesi imkansızdı. Bu yüzden Gökalp için Mûsikî geleceğin ulusal müziğinin temeli olmaya uygun değildi.

Öte yandan, Türk harsının kendiliğinden bir ürünü olarak gördüğü ve “Türk Müziği” olarak adlandırdığı otantik halk müziği, (sonradan verilen adıyla Türk Halk Müziği-THM) Türk harsının tek gerçek unsuruydu. Bu müzik modern ulusal besteciler için, “hem ulusal hem de Avrupalı” bir müzik yaratmak amacıyla derlenip kullanılabilecek, pek çok dokunulmamış anonim ezgi sağlıyordu. Ancak Gökalp THM’ni yaşayan bir müzikal gelenek olarak değil, basit halk ezgilerinden ibaret, anonim bir folklorik kalıntı ve folklor araştırmalarının nesnesi olarak görüyordu. Yaratılacak hem ulusal, hem de Avrupalı yeni Türk müziği, anonim halk ezgilerinin çok seslendirilmesi yoluyla, Türk harsına ait olan THM ile dahil olunmak istenen yeni medeniyyetin genel müzik kültürünü oluşturan Klasik Batı Müziği’nin (KBM) sentezinden oluşacaktı.

Paradigmanın Kültür Politikalarına Hakimiyeti

Gökalp’in görüşlerinin orijinal olmadığı açıktır. Bütün bu argümanlar, daha önce Türkçü ideolojinin gelişimi sürecinde tartışılıp, biçimlenmişti. Ancak, Jön Türklerin kültür ve müzik konusundaki yaklaşımlarının, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki müzikle ilgili kültür politikalarının temel paradigması haline gelmesinde en önemli faktör, bu görüşleri benimseyip, geliştiren Gökalp’in CHP çevrelerindeki ve Kemalist entelejansiya içindeki popülerliği oldu. Ayrıca bu paradigma Atatürk tarafından da benimsenmiş ve desteklenmişti. Bu nedenlerle, Cumhuriyet döneminin başında yeni Türk müziği ile ilgili milliyetçi-modernleşmeci ideal, müzik konusundaki temel kültürel politikaları belirleyen resmi müzik paradigması haline geldi.

Bu paradigma, 1920’lerde ve 1930’larda Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıkları, İstanbul ve Ankara Radyoları gibi ilgili resmi kurumların uygulamalarında da belirleyici rol oynadı. Bu dönemde, Türkçü müzik paradigması çerçevesinde kültür politikaları geliştirip, uygulayan yönetici seçkinler, Mûsikî’nin varlığını gayrımeşru ve ‘Türk Hars’ına yabancı saydılar. Türk Halk Müziği (THM)’ne ise, sadece modern, çok sesli Ulusal Türk Müziği için kullanılacak hammadde olarak değer taşıyan, anonim bir folklorik kalıntı gözüyle baktılar. Her iki müzik geleneği de otantik biçimleriyle yaşaması mümkün olmayan ölmüş gelenekler olarak kabul edildi. Bu yüzden Cumhuriyetin kültür politikalarını geliştirip uygulayanlar, her iki geleneğin de üretim ve yeniden üretimini baskı altına aldılar. Kabaca ‘alaturka’ olarak adlandırdıkları her iki müzik türünün de icrasına, halk konserleri, balo ve temsiller gibi resmi kültürel etkinliklerde ve radyo yayınlarında, uzlaşmaz bir tutum izleyerek, yer vermediler. Dahası, bu müzik türlerine radyo yayınlarında yer verilmesi, 1934’den başlayarak 20 ay boyunca yasaklandı. Örgün eğitim okullarında ve müzik eğitimi kurumlarında da bu müzik türlerinin öğretilmesi 1927’den 1975’e kadar yasaklandı.

Paradigmanın etkisi, ilerleyen on yıllarda derece derece azalsa da, TRT başta olmak üzere kültür politikalarını uygulayan resmi kurumlarda ve hatta hem Batı müziğiyle hem de geleneksel müzikle ilgilenen çeşitli sivil çevrelerde bile 1990’ların sonlarına kadar hissedilegeldi. Böylece, ülkemizdeki bütün otantik yerel müzikal geleneklerin kaderi, bu milliyetçi-modernleşmeci paradigmadan etkilendi. Bu paradigmanın temelindeki modern ‘Ulusal Türk Müziği’ tahayyülü son tahlilde kurgusal bir nitelikte olduğu için, paradigma çerçevesinde oluşturulan resmi politikalar ve uygulamalar Anadolu’nun gerçekte varolan otantik müzikal geleneklerine ciddi zararlar verdiler.