Ana Sayfa Blog Sayfa 4395

Fukuşima’nın 2. yılında Galata köprüsünde insan zinciri

0

Nükleer Karşıtı Platform, 11 Mart 2011’de Japonya’da yaşanan Fukuşima nükleer felaketinin  ikinci yılında İstanbul Galata Köprüsü’nde insan zinciri eylemi yapıyor.

NKP’nin eylem çağrısında şöyle deniyor:

“Galata Köprüsü’nden hükümete sesleniyoruz: Halk istemezse nükleer santral yapamazsın! Türkiye’nin en güzel kıyılarının nükleer atık deposuna çevrilmesine izin vermeyeceğiz.

Ne Mersin Akkuyu’da, ne de Sinop Akliman’da nükleere santral istemiyoruz!

Gelin siz de nükleere karşı sesinizi yükseltin. Gelecek nesillerin radyoaktif topraklarda yaşamasına izin vermeyin. Deprem kuşağındaki ülkemizde nükleer santrallerin kurulmasına izin vermeyin. Bu ülkede Çernobil, Fukuşima benzeri kazalar olmasın.

Nükleere karşı insan zincirinde siz de yer alın. Komşunuzu, eşinizi, dostunuzu, çocuklarınızı ve torunlarınızı alın gelin. El ele verirsek yine durdururuz.

Nükleere Hayır!”

Fukuşima’nın 2. yılında insan zinciri

Tarih : 10 Mart 2013 (Pazar günü)

Saat : 12:00

Yer : Galata Köprüsü

(Yeşil Gazete)

Gerçek temizlik günleri başlıyor!

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği,  ekolojik yaşam pratiklerini yaymak için düzenlediği Gerçek Temizlik Günleri’nin ilkini 16 Mart Cumartesi günü Şişli %100 Ekolojik Pazar’ında gerçekleştiriyor.

Gerçek Temizlik Günleri’nde ekolojik yaşam pratiklerinin yaygınlaştırılmasının yanısıra ekolojik temizlik malzemelerinin tariflerinin paylaşılması da hedefleniyor.

Bugün temizlik alışkanlıklarımız birkaç kuşak önceki temizlik anlayışından çok farklı bir noktada. Sektör, herkesin evlerinin “pırıl pırıl”, “bembeyaz”,”dezenfekte edilmiş”,”hijyenik” olması gerektiği konusuda herkesi ikna etmiş gözüküyor. Bir algı karmaşası yaşıyoruz aslında. Bugün çoğumuza göre “Toprak mı pis, yoksa bu deterjan mı?” sorusunun cevabı toprak. Çünkü toprak bize uzak, yabancı. İçerisinde neler var kim bilir.

Ama raflarda dizili temizlik malzemeleri mis kokulu, hijyeni simgeliyor ve bizi bir sürü dertten kurtarıyor değil mi? Arkasına baktığınızda da derin bir oh çekiyorsunuz, içindeki herşey belli, size ya da doğaya zararlı birşey koyacak olamazlar ya. Hem kim istemez tek yıkamada sakız gibi beyaz çamaşırlar, bir damlayla bütün mikropları kırılan tuvaletler? Onlar benim yerime temizliği hallederken ben de keyfime bakarım…

Ama ne pahasına? Bugün evlerimizde kullandığımız, içerisinde onlarca kimyasal barındıran temizlik ürünleri sizin için temizliği yaptıktan sonra nereye gidiyor dersiniz? Bu ürünlerin büyük kısmı doğrudan kanalizasyona akıp sonunda da içerdiği kimyasallarla birlikte yeraltı sularına karışıyor, su kaynaklarını uzun vadede kullanılmaz hale getiriyor, toprağı zehirliyor. Karmaşık üretim süreçlerinin gerektirdiği yoğun enerji tüketiminden ve üretimde kullanılan petrol ürünlerini ise tüm bu hijyen takıntılı sürecin olumsuzlukları.

Çevreye verilen zarardan belki de daha kısa süre içerisinde hissedebileceğimiz etkiler ise kendi sağlığımıza. Sözünü ettiğimiz kimyasallar, sonunda “fazla yüklenme” olasılığı yaratarak vücudumuzda depolanıyor ve zehirli olma düzeyine ulaştığında çeşitli hastalıklara yol açıyor. (Kronik yorgunluk, alerjiler, karaciğer sorunları, lenf kanseri gibi.).

 

Peki bu ürünler yokken ne yapıyorduk? Evlerimizde bulunan iki üç malzemeyle bütün temizliğin altından kimyasallar olmadan da kalkıyorduk. Ama artık bu bilgiler unutulmak ve tüm temizliğimiz kimyasallarla dolu temizlik ürünlerine teslim edilmek üzere. Buna dur demek isteyenlerden birisi de Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği. Derneğin ekolojik yaşamı yayma hedefiyle üç ayda bir üyeleri için yayınladığı Ekolojik Yaşam Rehberi’nin 14. Sayısı bu sebepten doğa dostu temizlik malzemelerine ayrılmıştı. Dernek “Gerçek temizlik mümkün!” diye haykırmış, herkesin evlerinde uygulayabileceği tarifler vermişti. Şimdi bir adım ileri gidiyor ve derneğin uzun soluklu projelerinden olan %100 Ekolojik Pazarlarda gerçekleştirilecek “Gerçek Temizlik Günleri” ile rehberde yayınlanan tüm tarifler pazara gelen ziyaretçiler ile beraber hazırlanacak ve uygulanacak.

Yapılacak tarifler arasında bulaşık ve çamaşır makinası tozlarından, çok amaçlı yüzey temizleyicilere, elde bulaşık yıkama sıvısından cam temizleyiciye kadar neredeyse hergün kullanılan temel tarifler de var. İlki 16 Mart Cumartesi günü Şişli’de gerçekleşecek Gerçek Temizlik Günleri’nin gün içi akışı ile ilgili ise hatıranması gerekenler 11:00 ve 13:00 saatleri, çünkü bu saatlerde tüm tarifler başan sona anlatılarak yapılacak.

Bu tariflerin yaygınlaşması ve kullanılması demek daha az enerji tüketimi, daha az kimyasal kirlilik ve sağlığımıza daha az zarar demek. Bu nedenle atılacak en küçük adımlar bile büyük etkiler yaratma şansına sahip. Buğday Derneği, bunun farkında olarak ekolojik bir yaşama adım atmak, gezegendeki ayak izini küçültmek ve beraber üretmenin hazzını yaşamak için herkesii %100 Ekolojik Pazarlardaki Gerçek Temizlik Tezgahı’na bekliyor.

Gerçek Temizlik Günleri Tarihleri şöyle:

16 Mart – 7 Nisan Şişli %100 Ekolojik Pazar

31 Mart – 14 Mart Kartal %100 Ekolojik Pazar

 

Haber: Bora Kabatepe

(Yeşil Gazete)

 

 

 

 

 

 

 

8 Mart – Selen Çağlayık Eloğlu

Bu yazı, Selen Çağlayık Eloğlu’nun “Selen’in Agroekoloji Günlüğü” adlı blogundan alınmıştır.

***

Sabah 4′te uyanıyoruz bir ağlama sesiyle. Hayat böyle bundan böyle deyip kabulleneli çok oldu.

Sonra 4′te kalkan bir kadın geliyor aklıma. Ege’de bir köyde yaşayan bir kadın. Yazları 4′te kalkmaya alışalı çok olmuş.

4′te kalkıp elini yüzünü yıkar.

4′te kalkıp basmasını giyer.4′te kalkıp yola koyulur. Karanlıkta ağır ağır gider köyün dışındaki tarlasına. Bazen kocası traktörle de götürür gerçi ama genelde yayan başlar güne.

Ve 5′te güne hazırdır kadın. Önce toprağa eğilir, toprakla yetinir ve oracıkta namaz kılar.

Şükreder ve derin bir nefes alıp başlar güne.

İlk kez ona eşlik ettiğimde zorlanmıştım; ben hala gözlerimi ovuştururken o çoktan işe koyulmuştu.

Çıt çıt çıt. Hiç tütünden bu ses çıkar mı?

Çıkarmış.Ve evet tütün de kırılırmış. Meğer o bakır renkli yaprakların hikayesi kırılarak başlarmış.Tek bir hamleyle, tek bir bilek çevirişle, tek bir parmak oynatışla yapraklar sıra sıra kırılır ve dizilirmiş önce ele sonra şişe. Bahsi geçen kadın ise ustaymış tütün kırışta. Bütün köy bilirmiş onun hızını. Çıt çıt çıt.

Ben daha ilk bitkideyken o koca bir sırayı bitirmişti bile.

Zaman ilerler, güneş tepede patlar. Saatler, saatler ve saatler geçer. Sıcaktan bitkiler bile isyan edip boyun eğerken kadın durmaz devam eder. Vücuduna meydan okurcasına eğilir kalkar, eğilir kalkar ve yaprak kırar.

Bir köşeye atıverdiği çıkınından kirli bir pet şişe çıkarır ara ara, su yudumlar.

Biraz ekmek, biraz da peynir ekler yanına.

Ama durmaz ve öğlene kadar çalışır. 7 saat. Yapraklar dizilir, şişler birikir ve traktör gözükür uzaktan.

Öğlen yemeği hızla yenir çünkü kaybedecek zaman yoktur. Yapraklar omuzlarını bükmeden şişlerden askılara geçirilmelidr. Kaşıklar birbirine çarpar tabaklarda, hızla tüketilir yemekler. Bu arada bunlar da kadının haftada bir uğradığı bahçeden getirdiği sebzelerden yapılmıştır. Tütünü kısa kesip bazen koşa koşa bahçeye gider kadın. Bazen de inekleri otlatmaya çıkarır.

Yemek biter ve biraz dinlenmeye fırsat bulur kadın.

1 saat gözleri, kulakları yarı açık uyur gider öylesine. Sonra çayını içer. Ve gün devam eder.Sabah sabah dizdiği şişlere ipler geçirilir ve o iplerde yapraklar usulca kaydırılır. Kadın gene hızlıdır. Çıt çıt çıt kırdığı yapraklar birer birer iplere dizilir ve sonunda bütün ipler duvara asılır. Yapraklar kurumaya başlar duvarda; önce yeşil, bir iki güne ise sarı.Akşama kadar sürer ip asmak. Arada inekler su içmeye götürülür köy meydanına. İşler devam eder ta geceye dek.

Sonra yeniden başlar döngü.

4′te kendiliğinden kalkar kadın.Horoz bile uyumaktayken o çoktan elini yüzünü yıkamıştır.

40lı yaşlarındaydı kadın ben oradayken. 60′tan fazla olduğunu düşünmüştüm. Kocaman elleri vardı. Nasırları vardı. 2 tane basması vardı dönüşümlü giydiği. Çocuğu torunu vardı. Hızı vardı, köyde ünü vardı. Ve elinden ucuza çıkacak tütünleri, uzmanlarca denetlenecek sarı mı sarı yaprakları vardı.

Ha bir de komşuları vardı tabi.

Tarlası olmadığı için “tütün”de yevmiyeli çalışan kadın. Kocasından ayrılmıştı, çocuklarıyla ve annesiyle yaşıyordu. O da 4′te kalkıyordu her gün.

Sonra bir göz odada yaşayan başka bir kadın vardı. Yevmiyeli çalışamayacak kadar yaşlıydı artık. Eh arazi de yoktu ne yapsın? Her gün tepelerde ot toplardı yemeğe katmak için.Belinden rahatsız kadın vardı sonra. Kızı gidiyordu tarlaya artık. O ise keçilere koyunlara eşlik ediyordu ancak.

Bir de amca vardı bol bol yaptığı kız çocuklarıyla övünen. Ne kadar çok kız, o kadar çok makine diyen.

Tütün bu, bel ister, el ister, ter ister.

Tütün bu, kadın emeği ister.

Tütün bu, yanmak, yakılmak ister her şeyden önce. Ve çıt çıt çıt diye içten içe yanar.

Tütün bu, yanar ve yakar kadınları.

Kiminin ellerini tarlada güneşle bir olup.

Kiminin içini dertle bir olup.

Kimininse tenini şiddetle bir olup.

 

***

Bu yazı, Selen Çağlayık Eloğlu’nun “Selen’in Agroekoloji Günlüğü” adlı blogundan alınmıştır.

 

Kendi rüzgar türbinini kendin yap!

Netzeroguide sitesinde yer alan “ev yapımı rüzgar türbini nasıl yapılır?” konulu makaleyi, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Onur Babacan‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

***

Evde elektrik enerjisi üretmeye olan ilgi çok doğal olarak günden güne artıyor. Özellikle güneş ve rüzgar enerjisi gibi evde uygulanabilir olan yenilenebilir enerji yöntemlerinin fiyatları gittikçe düşerken, fosil yakıtların, özellikle petrolün maliyeti artıyor.

Kendi eviniz için böyle bir uygulama düşünüyorsanız, hangi sistemi kurmayı seçeceğiniz kısmen yaşadığınız yere bağlı. Güneş ışığını güvenilir ve güçlü alan yerlerde güneş enerjisi uygunken, yere yakın ve sürekli esen rüzgarların bulunduğu yerlerde rüzgar enerjisi daha uygun oluyor.

Ancak kendi enerjinizi üreterek elektrik faturalarından büyük tasarruf sağlamak cazip olsa da ilk yatırım maliyeti gözünüzü korkutabilir. Rüzgar türbininizin kurulumunu kendiniz yaparsanız maliyet oldukça azalıyor ama elbette büyük bir kısmı olsa da, kurulum işçiliği maliyetin tek bileşeni değil.

Türbinin kendisi, muhafazası, ve türbini yükseltmeye yarayan kulenin de maliyeti var. Montajı yapılmış bir rüzgar türbini, eğer iyi bir fiyat bulursanız watt başına yaklaşık 3.5 Lira’ya (2 Amerikan Doları) denk geliyor. Sistemin çalışması için gerekli diğer parçaları hesaba katmadan, sadece türbinlerin maliyeti evinizin enerji ihtiyacına göre 7000 Lira’yı bulabiliyor.

Kendi türbininizi sıfırdan yaparak bu maliyeti daha da düşürmek güzel olmaz mıydı? Bunu yapmak mümkün mü? Doğrusu mümkün

Rüzgar Türbini Bileşenleri

Bir rüzgar türbini şu parçalardan oluşur: Pervane kanatları, kanatları rüzgara karşı çeviren kızak, sistemi rüzgar yüksekliğine yükselten kule, aktarma organları ve jeneratör.

Aktarma organlarını imal etmenin en kolay yolu, “doğrudan tahrikli” (ing: direct drive, ed.) olacak şekilde jeneratörü pervanenin tam arkasına monte etmektir. Böylece karmaşık dişli mekanizmalarıyla enerjiyi yere aktarmaya gerek kalmayacak ve türbinin hem yapımı hem bakımı kolaylaşacaktır.

Plan

Rüzgar enerjisinin popüler hale gelmesiyle kendi rüzgar türbininizi yapmak için gerekli planları internette ücretsiz bile bulmak artık mümkün. Hatta YouTube’da yapım sürecini detaylarıyla anlatan öğretici videolar bile bulabilirsiniz. Bütün bunların hepsi bir tık ötede, bu makaleyi okuduktan sonra konuyu daha fazla araştırma isteği duyarsanız, işiniz hiç de zor değil!

Bunların dışında, daha ayrıntılı yapım planlarını düşük fiyatlara bulmanız da mümkün. Bu planları takip etmek ve uygulamak daha kolay olabileceği gibi daha zor da olabilir.

Burada detaylı bilgi vermek yerine, asıl aktarmaya çalıştığımız fikir şu: Bu büyük bir devlet sırrı değil, rüzgar enerjisi yıllardır kullanımda olan bir teknoloji ve uygulaması için gerekli bilgilere ulaşmak el yakmıyor.

 

 

Aletler

Kendi rüzgar türbininizi yapmak için doğal olarak birkaç alet gerekli. Kıl testere, küçük bir taşlama makinesi, lokma anahtarları ve lokmalar, tornavidalar, zımpara kağıdı ve keskin bir bıçak işinizi görecektir.

Makine yağı bulundurmanız da şart olmasa bile faydalı olur.

Pervane kanatları

Aslında pervane kanatlarını tahtadan yapmak mümkün, ama bu hem gerekenden çok daha zahmetli, hem de tahtanın plastikten ağır olması bir dezavantaj. Öte yandan tahta kanatların kullanım ömrü uzun olduğundan, oymacılık beceriniz de varsa tercihinizi o yönde kullanabilirsiniz.

Daha kolay bir yaklaşım ise 15 santimetrelik ABS boru kullanmak. Kavisli olduğundan sadece keserek gerekli kanat şeklini elde edebilirsiniz. Her boru parçasından dört kanat çıkar ve türbin başına üç kanat gerektiğinden, üç “boy” boruyla dört türbin yapabilirsiniz.

“Boy”un uzunluğu kullandığınız plana göre değişebilir, ama türbinin bütün kanatları aynı uzunlukta olduğu sürece işleyişini değiştirmez. Yaklaşık olarak 1 metrelik bir uzunluk verimli şekilde rüzgarı yakalar.

 

Jeneratör

Jeneratör, pervanenin arkasında konumlandırılır ve pervane kanatlarıyla aynı mile bağlanır.

Burada dikkat etmeniz gereken şey, basit bir doğrudan tahrik sistemine dayandığından dolayı genelde kullanılan ticari jeneratörlerin bu tasarımda uygun olmadığı. Bu jeneratörler genellikle yüksek devirde dönecek şekilde tasarlanmıştır ve pervanenin dönüş hareketi jeneratöre vites sistemleriyle hızlandırarak aktarılır.

Doğrudan tahrikli türbinde ise jeneratör pervaneyle aynı hızda döner.

Aslında jeneratör, bir elektrik motorunun tersine çalıştırılmasından ibarettir, iki cihaz da aynı prensiple çalışır. Motor elektrik girdisini harekete, jeneratör de hareket girdisini elektriğe dönüştürür. Hangi yönde çalışırsa çalışsın prensip aynıdır.

Bu, bir elektrik motorunu jeneratör olarak kullanabilirsiniz demektir. Sadece belli özelliklere sahip sabit mıknatıslı bir motor bulmanız yeterli.

Uygulamada ihtiyacımız olan düşük devirli ve yüksek voltajlı bir motordur, böylece rüzgarın üretebildiği düşük dönme hızlarından mümkün olduğunca yüksek voltaj üretir. Yüksek voltajla düşük devir elde ettiği için verimsiz olarak görülebilecek böyle bir motor, tam da bu özelliğinden dolayı jeneratör için en iyi seçimdir.

 

Kendi rüzgar türbininizi yapmak çok zor değil ama yine de bir miktar bilgi ve beceri birikimine ihtiyacınız var. Pervane kanatlarını ve milini imal etmenin yanında, jeneratörü elektrik üretim sistemi için gerekli teçhizata bağlamanız gerekli. Üretim sistemi kolay bir bağlantıyla elektrik şebekesine dahil olup faturanızı azaltabileceği gibi, daha karmaşık ve daha pahalı bir seçeneklerle şebekeden tamamen bağımsız da olabilir.

Ek olarak, türbininizi taşıyacak olan kulenin sabitlenmesi için beton dökmeniz veya aynı sağlamlıkta başka bir yöntem bulmanız gerekli.

Ama tasarım karmaşık değil ve gereken bilgi ve beceri birikimine ulaşmak göründüğünden daha kolay. Yapım sürecinin elektrikle ilgili kısmı karmaşık elektronik devreler değil, basit kablolama işlemleri içeriyor. Sonunda hepsini kendiniz yapmamaya karar verseniz bile, yaptığınız kısımlar ölçüsünde tasarruf edersiniz.

 

Yeşil Gazete için çeviren: Onur Babacan

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(Netzeroguide.com, Yeşil Gazete)



Muratlar’da “Organik Tarım ve Ekolojik Yaşam” Paneli

Bayramiç Yeniköy -Kazdağları Ekolojik Yaşam ve Tohum Derneği, bu haftasonu Muratlar köyünde Organik Tarım ve Ekolojik Yaşam Paneli düzenliyor.

Panelin konusu tarımda üretici-tüketici ilişkisi, topluluk destekli tarım modelleri, ekolojik yaşam ve yaşam alanlarının korunması olacak.

Panelde Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü’nden Prof. Dr. Türker Savaş, organik tarım çiftçisi ve peynir üreticisi İlhan Koçulu, organik tarım uzmanı ve danışman Nurhayat Bayturan, Bayramiç Yeniköy Kazdağları Ekolojik Yaşam ve Tohum Derneği Başkanı Mustafa Alper Ülgen ve Bayramiç Yeniköy Kazdağları Ekolojik Yaşam Ve Tohum Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve avukat Özlem Güneri konuşacak.

Altın arama çalışmalarının tehdidi altında olan Kazdağları’nda, Çan-Bayramiç yolu üzerinde bulunan Muratlar köyü de ekolojik yaşama ve yerli tohumlara yeniden”Merhaba” diyor. Köyde kurulmuş olan ve bir ekolojik yerleşke girişimini de başlatmış olan Bayramiç Yeniköy Kazdağları Ekolojik Yaşam ve Tohum Derneği’nin de desteğiyle köylüler geleneksel-doğal üretim yöntemlerine dönüyor, evladiyelik tohumları  yeniden ekmeye başlıyorlar.

10 Mart Pazar günü saat 11:00’de başlayacak olan etkinlik saat 13:00’de sona erecek. Panelin ardından köyde tüm katılımcılar ve köylülerin katılabileceği bir yemek yenilecek.

 

(Yeşil Gazete)

Şehir ve öğle yemeği

 

Bir metropolün gerçek ritmini öğle saatlerinde yakalayabilirsiniz. Kentin ritmi birden daha da hızlanır, binalardan sokaklara akan insanların görüntüsü her şeyi bastırıverir. Şehir ansızın uykusundan uyandırılmış gibi olur. Kaldırımlar dolar, yiyecek satan tezgâhlardan yükselen kokular yoğunlaşır, dükkânların vitrinleri renklenir.

Günün bu en olağanüstü saatinin belirleyici tanımı telaştır. Öğle yemeği molasına çıkmış insanlar kendilerine bahşedilen bu zamanı en istifadeli şekilde değerlendirmeye çalışırlar. Bu sürede karınlarını doyurmalı, sigaralarını yakmalı, bir parkta oturup bulutlara bakmalı, at yarışı oynamalı, flört etmeli veya erteledikleri bir sürü dünyevi işi tamamlamaya çalışmalıdırlar. Yapılacak iş çok, fakat heyhat, süre sınırlıdır. Koca koca insanlar öğle yemeği molalarına teneffüse çıkmış okul çıkmış çocuklar gibi neşe içinde başlarlar, hafta sonu izninden dönen yatılı talebeler gibi naçar dönerler işlerinin başına.

Ne zaman kalabalık bir kentte, gün ortasında aylaklık ederken öğle tatilindeki insanların arasında kalsam aklıma New York’ta bir gökdelenin inşaatında yemek molası veren işçilerin görüntüsü takılır. Herkesin bildiği meşhur fotoğraf 1930’lu yılların başında Manhattan’daki Rockefeller binasının yapımı sırasında çekilmiştir. Bir grup erkek işçi 69. katta yeni koydukları bir putrelin üstüne oturmuş muhabbet ederler. Yemek sonrası kimisi termostan kahve doldurmakta, kimisi cigarasını yakmaktadır. Çalıştıkları henüz inşaat halindeki binanın arka planında sisler içindeki New York görülür.

Her şey son derece gündelik hayata dair, yani son derece sıradan gibidir.

Bu insanlar da kent yaşamının akışına ayak uydurmuşlar ve öğle yemeği saatinde her çalışan gibi mola vermişlerdir. Zaten bu ikonik fotoğrafı bu kadar çarpıcı kılan aşağıda sürüp gitmekte olan sıradan bir günün temposunu yüzlerce metre yüksekte, bizlere inanılmaz tehlikeli gelen bir işte tekrarlıyor olmalarıdır.  Öğle yemeği molasındaki işçilerimiz bir bankada veya bir devlet dairesinde çalışanlar gibi bir doğallık içinde yan yana otururlarmış gibi görüntülenmişler.

Garip olan büyük olasılıkla yeni göçmen olan bu işçilerin tehlikeye meydan okuyan rahat tavırları ya da hiçbir güvenlik önlemi almadan çalışıyor olmaları değildir. Bu fotoğrafın esas rahatsız edici tarafı bu insanların hepimize dayatılan bir yaşama temposuna dâhil edilmiş olmalarıdır. Sorgulamadan kabul ettiğimiz gerçeklik öğle yemeğinin aynı zaman içinde ve toplu halde, adeta bir ayin yapılır gibi birlikte yeniliyor olması değil midir? Bu işte bir gariplik yok mudur?

Acaba 69.katta çalışırken mola veren işçiler öğle yemeği saatlerini vücutlarının dayattığı biyolojik zamana göre mi ayarladılar, yoksa modern iş yaşamın temposuna mı uydular?

Öğle yemeği hayatımızın bir parçası mıdır, yoksa modern hayatın, daha doğrusu sanayi çağının bizlere bir dayatması mıdır? Acaba insanlar tarih boyunca bugün kabul ettiğimiz şekliyle üç öğünlük bir beslenme rejimiyle mi sürdürdüler yaşamlarını? Sanayi tesislerinde toplu olarak çalışmaya başlamadan önce de insanların karınları aynı anda mı acıkırdı? Kırsal yaşamdan sökülüp atılan insanların metabolizmaları farklı mı çalışmaya başlar? İdeal olan öğle yemeği süresi kaç saattir, hangi saatler arasıdır? Öğle yemeğinde neler yemeli, neler yememelidir çalışanlar?

Modern çağda ev ve iş yeri arasındaki mesafeler arttıkça insanlar kendi yiyecekleri üzerindeki tasarruflarını başkalarına bırakmaya başlamışlardır. Karnı acıktığı zaman evine dönüp ailesiyle beraber karnını doyuran insan tipi romanlarda karşılaştığımız geçmiş zaman karakteridir artık. İşe yemek götürmenin en sevimli biçimi olan sefertaslarının da temizlik, pratiklik gibi gerekçelerle ortadan kalkmasıyla öğle yemeklerinin sadece zamanlaması değil içeriği de farklılaşmaya başlamıştır. Evde pişirilip getirilen yemeğin yerini önce basit ekmek arası yiyecekler almış, zamanla bununla da uğraşmak zor gelmeye başlayınca rasyonel olan yola uyulmuş, ya bu iş için kurulmuş fast food tarzı yiyeceklere mahkûm olunmuş veya hızın ve maliyetin lezzetin ve sağlığın yerine geçtiği endüstriyel yemek fabrikalarının egemenliğine boyun eğilmiştir.

Dünyanın her yerinde, her kültürde insanların aynı zamanda, aynı tarzda yemek yemelerini sağlanmak tam anlamıyla sağlanamamıştı ama küreselleşme bu konuya da el attı ve yemek alışkanlıklarımızı küresel bir nizamata sokmak için son darbelerini hazırlamaktadır. Avrupa’da ortaya çıkan finans krizden en büyük sıkıntıyı çeken Yunanistan, İspanya gibi Akdeniz ülkelerine özgü siesta baş suçlu ilan edilmiş, keyifle yenilen uzatılmış öğle yemeği geleneğini Avrupa’nın refahı için başlıca tehdit olarak gösterilmeye başlanmıştır. Zamanın Çekoslovakya’sında devasa bir sanayi tesisinde gördüğüm, çalışma aralarında işçilere verilen ve işçilerin beslenmesine de katkıda bulunduğuna inanılan bira molalarının sürdürüldüğünden emin olamıyorum.

Thierry Paquot   “Bir sanattır öğle uykusu” kitabında modern hayatın dayattığı günlük hayatın ritmine itiraz ederek öğle uykusunun bir hak olarak kabul edilmesini savunuyordu.

Paquot öğle uykusu hakkını savunarak modernizmin günlük hayatımızın akışını belirlemesini önleyebileceğimizi söylüyordu. Şimdi bizler öğle yemeği molalarının saçmalığını savunarak bu mücadeleye farklı bir cephe daha ekleyebiliriz. Öğle yemeğimizi ne zaman yiyeceğimize kendimiz karar vermeyi başarabilirsek, ne yiyeceğimize de kendimiz karar vermeye başlayabiliriz.

Yemeyi sanat düzeyine çıkartan ünlü yemek filozofu Brillat –Savarin ”ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” dediğinde devasa fabrikalar yeni yeni ortaya çıkmaktaydı. Savarin ustanın sözlerini “bana ne zaman ve ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” şeklinde değiştirerek onlara kim olduğumuzu gösterebiliriz.

 

***

Notlar: Rockefeller gökdeleni inşaatında yemek molası veren işçileri gösteren iki ayrı fotoğraf var. Bu fotoğraflardan birinin veya her ikisinin de kurmaca olduğuna, inşaat şirketinin halkla ilişkiler çalışmasının parçası olduğuna dair tartışmalar sürüyor.

Fotoğrafın çekildiği, yani Rockefeller gökdeleninin yapıldığı tarihler ABD’de büyük bunalımın her noktada hissedildiği günlerdir. Fotoğrafın yayın hakkını elinde bulunduran ajansın yetkilisinin hatırlattığı gibi, o zor zamanlarda insanlar sadece iş bulmak veya bedava iaşe dağıtımlarından yararlanmak için bir araya gelirler. Oysa işçilerimizin işleri vardır, çalışmaktadırlar ve karınlarını doyurmaktadırlar.

 

Yürümek, adım adım… – Arzu Erturan

sokakbizim_leuven2Zaman zaman içinde bulunduğun çemberin dışına çıkmak gerekir. Hatta buna yönelik bir istek bile doğar içinde, özellikle her gün aynı şeyleri yapıyor gibi hissedip sıkıldığın, yenilikler arayışına girdiğinde. Zaman zaman bir çemberin içinde bulunduğunun farkında bile değilsindir. Farkında olsan bile o çemberin dışına çıkmak sana öyle zor gelir ki, içinde sıkışıp kalırsın. İşte böyle zamanlarda alıp başını gitmek lazım!

leuven_bicycle_sbDışarıda bir yürüyüş yapmak, belki bisiklete binmek, hatta mümkünse yeni şehirlere ve ülkelere gitmek insanı tazeler adeta. Evet, içinde bulunduğun o rahatlık çemberi -comfort zone- çok tatlı ve güvenlidir. Fakat o çemberin içinde ne kadar çok kalırsan, çember daralıp seni bir o kadar boğar.

Ben de yenilenmek, yeni keşifler yapmak için çemberin dışında neler varmış diye baktım geçtiğimiz sonbahar. Çemberimi oldukça genişletip Avrupa şehirlerinde yürüyüşe daldım. Leuven, Münih, Salzburg, Viyana ve Prag çemberini sevgili kardeşim ile birlikte dolaştım. Bütün gezi boyunca bolca yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm…

sokakbizim_munihKardeşimin bir süredir ikamet etmekte olduğu küçük ve sevimli öğrenci şehri Leuven’e varmakla başladı macera. Belçika’nın güzel evleri ve sokaklarından oluşan bu şehirde beni kendine hayran bırakan şeylerden ilki çok fazla bisiklet kullanıcısının olmasıydı!

IMG_0063Gerçekten genç, çocuk, yaşlı demeden herkes bisiklete biniyor. Leuven’de bisikletçiler, yaya ve araç trafiği ile karma ama birbirlerine saygılı bir şekilde var olabiliyorlar. Yürüyerek bile bir günde keşfedilebilen bu şehri bisikletle dolaşmak haliyle daha hızlı oluyor. Avrupa’nın en uzun açık barı olarak tanımlanan Ode Markt, yanyana dizili birçok bardan ve büyük eski bir meydandan oluşuyor. Şehrin merkezindeki bu eğlenceli mekana genellikle yürüyerek veya bisikletle gidiyorsun ve kendine Leuven’in özel birası Stella Artois ısmarlıyorsun!

munich_sokakbizimBir sonraki durak ise Münih’ti. Şehre meşhur Oktoberfest zamanı gittiğimiz için epey kalabalık ve renkli bir şehir karşıladı bizi. Özellikle geceden sabaha tüm şehrin kılık değiştirmesi ve geleneksel kıyafetlerle dolaşması gerçekten ilginçti. Burada da en meşhur ana caddeleri olan Neuhauser ve Kaufinger boyunca yaya olarak dolaşmanın tadını çıkardık. Bu caddede yürürken karşına çıkan bisiklet taksiler eğlenceli görünüşleriyle keyifli bir gezi potansiyeli sunuyorlar.

Uğradığımız bir başka yer ise meşhur Münih Olimpiyatları’nın yapıldığı olimpiyat kompleksi oldu. Münih’te olimpiyat kulesinden tüm şehri görmeniz mümkün, biz de tabii öyle yaptık.

salzburg_sbSanırım tüm gezi boyunca bira bakımından ne kadar şanslı olduğumu söylememe gerek yok:) Çünkü bir sonraki duraklarımız olan Salzburg ve Viyana da bu konuda epey seçeneğe sahip. Münih’e trenle 1,5 saat mesafede olan Salzburg, bizi kendine hayran bırakan bir başka şehir. Mozart’ın doğduğu ve büyüdüğü şehir olarak da bilinen Salzburg üç tane yüksek tepe ile çevrili.

Gezi boyunca sıkça yaptığımız şeylerden biri de şehirleri yüksek bir yerden izlemek oldu. Salzburg’da bize bu konuda meşhur Salzburg kalesi yardımcı oldu. Ortaçağ’dan kalma bu büyük kalede bir anda yüzyıllar öncesine gidebiliyorsun.

sokakbizim_salzburgHohensalzburg Kalesi’nde zamanda yaptığımız bu yolculuktan sonra hava yavaş yavaş kararmaya, biz de yorulmaya başlamıştık. Avusturya’ya gelip şnitzel yemeden dönmek olmazdı…

salzburg kalesi sokak bizimKaleye çıkan yokuşun üzerinde yerel bir atmosfere sahip güzel bir restoranda yemek yedik. Salzburg nehri kenarında yaptığımız yürüyüş ile bir kez daha bir kentte yaya olarak dolaşmanın ne kadar keyifli olduğunun farkına vardık.

Gezimiz burada bitmiyor elbette, devamını merak edenler için bir sonraki yazımız pek yakında!

Arzu Erturan – www.sokakbizim.org

 

 

Şu acayip dünyada kadın kadına yürümek

Son 1 yıldır kadın hareketi açısından sadece Türkiye’de değil, dünyada da oldukça hareketli günler yaşanıyor.

Türkiye’de kürtaj yasağı tartışması ile  bir anda  daha önce olmadığı kadar belirgin şekilde toparlanan kadın hareketi, hükümetin yine üstün bakkal hesapları neticesinde ortaya attığı  nüfus politikası fikri gereği kadınlara giydirmek istediği “muhafazakar politika entarileri”ni kabul etmedi, iade etti. Medya dahil pek çok çevreyi sindiren başbakan Erdoğan’a  “ Haddini bil” diyebilen iki toplumsal hareketten birisi olarak ( diğeri de Kürt hareketidir)  tarihe geçti.

Tabii, kadın meselesi , tüm dünya kadınlarının meselesi.

Kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz gündemi, bu sene Hindistan’da yaşanan olaylarla, bir anda  tüm dünyanın gündemine girdi ve büyük tepki uyandırdı. Sevgilisi ile sinema dönüşü bindiği otobüste 6 kişinin tecavüzüne uğrayan genç kadının ölümü, kadına yönelik şiddete karşı adeta küresel bir feminist fırtına yarattı.  14 Şubat’ta  dans etmek üzere “1 Milyar Kadının Dans Etmesi Devrimdir!”  sloganı ile tüm dünyada sosyal medya üzerinden örgütlenen “One Billion Rising” hareketi, küresel iklim değişikliğine karşı yapılan eylemlerden sona gerçekleştirilen ikinci ulusüstü küresel eylemdi.  (http://www.onebillionrising.org/livestream). Eylem Türkiye’de de 27 şehirde ve 55  noktada gerçekleştirildi.

One Billion Rising Yeni Delhi'de de milyonlarca kadını biraraya getirdi

Bu eylem sadece küresel olması ile değil,  seçtiği yöntem ve örgütlenme şekli ile de diğer kadın eylemlerinden ayrışıyor. Bedenine ve kimliğine yönelen şiddete, kamusal alanlarda dans ederek karşılık vermek, büyük bir meydan okumadır.  Bu derin  bir devrimdir.  Asiliktir. Bu eyleme katılan  kadınlar,  yıllar sonra milat kabul edilecek bir tarih yazdılar. Doğmamış kız çocuklarına, enfes bir armağan verdiler.

Ve geldik bugüne. Bugün 8 Mart 2013.  8 Martları seviyorum. Kadın kadına sokağa çıkıp yürümeyi, şarkı söylemeyi, meydan okumayı seviyorum.  Bu sene de pankartlar ve  sloganlar  renk renk,  çeşit çeşitti. Yine 8 Mart’ta kadın kadına yürüdük, şarkı söyledik. Bedenimize, kimliğimize, emeğimize, hayatlarımıza sahip çıkmak için, barış için, adalet için, geceyi de, sokakları da, meydanları da terk etmedik.

Not: Başörtülü kadınlar yok denecek kadar azdı. Başka bir yazının konusu olsun.

Fotoğraflar: Aysen Ataseven

 

 

Aysen Ataseven

 

Kısa. Yoğun. Sert. Boşluklu.

“Kış zamanı. Karlar eskimeye başlıyordu, ama soğuktu yine.”

Bora Abdo’nun adını öykülerindeki kısa ama yoğun anlatım tarzı gibi kısa zamanda yoğun biçimde duyduk. Son bir iki yıl içinde neredeyse bütün önemli dergilerde öyküleriyle karşılaştık. Tarzı farklı gelse de, insanı çarpan öyküler anlattığı için merakla takip eder olduk. Bir süre sonra da hiç kanat alıştırmadan uçmayı başaran, bu martılar arasındaki albatrosun kitabını beklemeye başladık. Yazmasını sevmeyen babaya ithaf edilmiş ilk kitabıyla da yazar beklentilerimizi fazlasıyla karşıladı. öteki kışın kitabı, aynı zamanda karakış üçlemesi’nin de ilk kitabı. Sonrasında gerçek adı süreyya adlı bir romanın gelecek olması, Bora Abdo’nun yazmadığı on iki yıl boyunca (1997 – 2009 yılları arasında) sadece okumadığının aynı zamanda düşündüğü ve biriktirdiğinin de kanıtı adeta.

Yazarın, somut, doğrudan bir anlatımı yok; soyut, dolaylı, sezdirmeli bir anlatımı tercih etmiş. Kitabın tamamına hâkim olan, şifreli dili çözmek içinse okurların ekstra çabası gerekiyor. Gözleriyle takip edenlere değil, altını çize çize, dura düşüne okuyanlara göre yazılmış bir kitap bu. On bölüm ve on yedi öyküden oluşuyor. Zaman zaman öyküler arasında ince göndermelere, bağlantılara rastlanıyor ama bölüm içlerinde somut irtibat olmadığı gibi aralarında da bariz ayrımlar yok.

İlk öykü olan bela evi’nin adı kadar, “Sokak, sıcak. Kaçtım. Ardımda kırık bir gölge. Ter gözbebeklerimi yaktı. Kirpiklerim düğümlendi. Acımsı. Gece küfreden bıyıklar. Tekme atan. Yumruklayan. Gözüm mosmor. Kolum. Dağılıyor hep bir şeyler. Birden. Siren sesi. Uğultulu,” şeklindeki anlatımdan da anlıyoruz, kadının adalet dağıtan kocasını neden/nasıl terk ettiğini. Ölen eski eşin ardından, ölümün tüm yükünü sırtlanmak istercesine,  kadın yıllardır öpmediği o bıyıklı dudakları öpüyor. Öpüyor öpmesine hatta ölümün suçunu kendi terk edişine de bağlıyor ama bunda haklı olduğunu da ince bir sitemle dile getiriyor. Aslında alıntılanabilecek o kadar çok cümle var ki, öykünün tamamını aktarsam yeridir. Ama okurun ağzınıza bir parmak bal çalıp, kavanozu kucağına bırakmakla yetiniyorum. “Evlendikten yıllar sonraydı. Renksiz, buruşuk bir perde inmişti kirpiklerime. Kör olmamıştım, hayır. Kirpiklerim islenmişti. Tırnaklarım kırılmıştı. Nefes alamıyordum. Tahta gibiydi. Her akşamüstü. Yağmurlar dinince. Pul pul dökülerek… Karakollar kurdum. Filmler seyrettim. Duvarlarımı sağdım. Rüzgârlarımı. Karanlık kıyılarda. Sabahı seyredemedim. Kendi kendime konuştum. Çocukluğumun diliyle. Böyle yaşlandım. Yüzümü kustum avucuma. Ağzı köpüklü köpeklerin kulaklarını okşadım. Uzun bir kar bekledim. Küfelik. Buz sarkıtları. Yok. Aç hep, taş. Yokluk. Azalmasın. Özür dilerim. Bir başkası olamadım.”

Meskeni sokaklar olan… koltuk değnekli bir dilenci… bir kolu olmayan yüzü yanık arkadaşı… sokakta yaşayan… adı Laçin konulan… ölmek isteyen bir kadın… bütün makineleri suskun da olsa… lunapark da ölünmez… kışın adalar yaşamdan çok ölüme yakın durur… ödünç üç hasır tabure… ağaca bağlı ipler… devrilen iki tabure… bileğe atılan bir jilet…

“Karım kendini sıvası dökük bir duvardaki çiviye, yeşil boyalı bir anahtar gibi astıktan çok sonraydı,” diye biten bir öykü –lâçin– başka nasıl anlatılır ki?

“O gece Lâçin saç diplerimize yağdı. Kucaklarımıza küçük, kardan kediler yaptı. Alınlarını okşadık donmuş parmak uçlarımızla. İsimler verdik her birine. Kendi uydurduğumuz fırtına isimleri. Köpekler hep yağdanlıktır zaten fırtınası, kara kediler uğursuz değildir fırtınası, sobamızı söndüren bizden değildir fırtınası… Hayır, arya söylemedik. Kımıldamadan durduk sabaha kadar, kediler rahatsız olmasın diye. Lâçin’in saçlarını okşadık, arkadaşım bir masal anlattı, korktuk, ağladık, Lâçin çok titredi, burnu kıpkırmızı dondu, gidip gelip yanaklarımızı öptü, kulaklarımızı ısırdı, öpüştük, uzun uzun öpüştük, saçlarımızı taradı, sarılamıyorduk, fırlatıp atacaktık kucağımızdakileri, Lâçin çok üzülür diye duruyorduk heykel gibi, bir anımız kalmıştı geçmişte, ne bir gölgemiz, oturduğumuz yerde ölüyorduk.” Anlatımdaki harikuladeliğin yanı sıra yazarın oyunu da dikkatimizi çekiyor. Koltuk değnekli dilencinin arkadaşıyla birlikte uydurduğu fırtına isimleri kitabın bölümlerini oluşturuyor. Buradan anlatıcının, arkadaşları ve karısının aksine yaşamaya devam ettiği çıkarımını yapabiliriz ya da kardan kediler rahatsız olmasın diye kımıldamadan durup, usulca sayfayı çevirip sonraki fırtınaya geçebiliriz.

“Seni düşündükçe bütün bu dünya ısınıyor içimde. Rüzgâr çay kokuyor, şalını düşürmüşsün gibi, beklemek kokuyor, bulmak ve kaybetmek kokuyor, söylenemeyen tutuk kelimeler, kırık sözcükler, sen kokuyor. Papatyaya, çarkıfeleğe, yeni çiçek açmış bademe yakınlaşıyor sabahlar. Kayboluyor yaz. Kahverengi, büyük kafalı iki tane köpeğin yorgun yorgun uyuduğu bir bahçemiz olsun istiyorum, bir inciri yarmak ortasından. Oysa ismini bile yazamıyorum. Güneşe dokunmaya çalışan iki kozalak gibi gözlerini. Vapur dolu sesini. Deniz ağarırken tam karşımızda. Kirpiklerin tarçın,” diye sevilen bir yasak aşkın ardından kaç kadeh rakıdan sonra sarhoş olunacağının cevabı gibi, onuncu.

Bora Abdo için detayların yazarı diyebiliriz. Hepimizin gözünün önünde durduğu halde görmeden geçtiğimiz küçük ayrıntılar adeta yazarın öykü evrenin yapıtaşlarını oluşturuyor. Kadının, birden çalışmayı, konuşmayı kesen kocasına tutkusunu anlatan bir hikâye olan, sadece o biliyor’dan bir paragrafla örnek verebiliriz: “Şoför ağır ağır kullanıyordu arabayı. Elleri büyük, direksiyonda, mavi sarı kravatı gevşek. Ütüsüz pantolonu gaz pedalında sıkıntılı, çoraplarının siyahı soluk, kemerinin derisi açılmış aşırı sıkmaktan, ağarmaya başlamış saçları hayal kırıklığının öfkesini kusmuş omuzlarına. Dalların yeşil huzmesi alnına sokuluyor, kırışık, hiç gülmemenin kıraç kötümserliği donuk bakışlarında. Sileceklerin arasında kuru, sarı yapraklar yarım yamalak. Kırgın. Radyoda silikonları patlak, yüzü gerdirilmekten davula dönen şarkıcının acemaşiran küskünlüğü.”

Yazar genel olarak kısa cümlelerle derdini anlatıyor. Öykülerinin özellikle ilk paragraflarını kısacık cümlelerle örüyor. Bu boşluklu anlatımla yazar bir takım durum ve olayları ortaya koyuyor. Onları birleştirip boşlukları doldurmayı ise okura bırakıyor. İki at üzerinden ölümü, dostluğu, yitiği anlatan bir öykü yelkovan. Bu öykünün de genelinde ve özellikle ilk paragrafındaki anlatım kısa cümlelerden oluşuyor. “Bir at. Büyükada’da. Adı Gorki. Kara. Polonyalı bir soydan. Dedesi engelli yarışçısıydı. Kara. Alnı kırçıl. Sonra Kasımpaşa’da. Zayıflamıştı. Çökük. Yirmi beşinde. Bir at kasabına. Kış çökmeden. Bıçak parasına. Güpegündüz. Yeşil bir balkonda, ilk rüzgargülü dönerken kuru bir saksıda. Nereye götürdüklerini öğrenememiştiler. Yeleleri dökülmüştü. Aksıyordu. Sağrısı karanfil kokuyordu. O gün, o saat çıkan gök kuşağını görmüştü, sanki. Bir ara durmuştu. Başını kaldırmıştı. Çok çıplaktı.”

o kış yüzüme çöreklenmeden önceydi çok önceydi peki gidiyorum o zaman tabi ben, adı uzun olsa da kısa bir öykü. Kısa hatta tek kelimelik cümlelerin yoğunluğu baş döndürücü. Bunun sebebi ölmek üzere olan bir kadının ağzından dökülen son cümleler olması belki de. “Kirli desenlerini silemiyordum yüzümün. Kirpiklerimin buruşukluğunu… Kapısı yaralı… Biçilmiş ot kokusu… Gök örüyordu… Koridordan küs ışıklar akıyordu… Rüzgârda perdelerin sallanışı donardı… Konuşurken gülen göz bebekleri donardı…” gibi büyülü cümlelerden oluşuyor. Zaten kitap da, büyülü bir dilden ve altını çizmeden duramayacağınız cümlelerden mürekkep.

Farklı öykülerdeki kahramanlar arasında kimi zaman bir ilişki ya da inceden bir selam seziliyor. Belli belirsiz bu kalem darbelerini, yazarın küçük sürprizleri olarak algılamak mümkün. köpek‘in kahramanını hem fırtına isimleri uyduran laçin’in hem de bisikletle giderken köpeğin kovaladığı deniz’in elbisesi’ninkiyle özdeşleştirebiliyoruz. Bu öyküde kahramanın kendisine saldırarak bacağını ısıran köpekten intikamını vahşice alışı anlatılıyor. Öykü köpeğin sahibini beklerken, merak duygusu tavan yapmışken, sonu okura bırakılarak bitiyor.

“Niye öldürdüm ki kız,” diyorum, “bazı akşamlar ne güzel saz çalardı!” diye biten, kardan kadın, çocuklukta yitirilen âşıkların tekrar kavuşmasını ve bu sırada aradaki eşin ortadan kaldırılışını anlatan bir öykü. kuyu, diyaloglardan oluşuyor; boşalmış belki de boşaltılmış bir köyden geriye kalan adam, karısı ve kumasının öyküsü. Belki de gizliden gizliye kardan kadın’da öldürülen Yusuf’un öyküsü.

Klasik anlatıma daha yakın duran, mimoza, kapı duvar, Heybeliada’da karlı bir mart gecesi yürürken görülen mimoza üzerine kurulan bir öykü. Ağaçla bağlantılı yıllar öncesine gidişle genişleyen anlatım, anneyi hatırlama ve sarılma özlemiyle, oymuşçasına kendi kendine sarılışla son buluyor.

Bora Abdo’nun öykü evrenine girmek ve anlayışını kavrayabilmek için belki de kitabı sondan başa doğru okumak gerekiyor. Klasik anlatı geleneğine daha yakın duran, gerek anlatılanlarda gerekse de anlatımda fazla boşluk bırakmadan kurulan, çabuk anlaşılan öykülerle biten kitabın baştaki soyut, anlamak için birkaç defa okumak gereken, tek cümlelik, boşluklu öykülere giden yolunu ancak bu şekilde bulabilmek mümkün.

Bora Abdo’yla -Sait Faik, Barış Bıçakçı, Marquez gibi- kimi yazarlar arasında akrabalık kurulabilse dahi, yakın bir bağ kurulması zor gibi duruyor. Çünkü kendine ait tarzıyla pek kimselere benzemiyor. Kısa, yoğun, sert ve boşluk bırakarak yazıyor. Cortazar’ın, “Roman puan toplayarak, öykü nakavtla kazanmak zorundadır,” deyişi gibi, yazar neredeyse tüm öykülerinden nakavtla ayrılıyor.

Bora Abdo
Öteki kışın kitabı
Öykü
Alakarga Sanat Yayınları
128 sayfa, Eylül 2012

 

 

Mehmet Fırat Pürselim

 

Son dönemin Yeşil Kitapları

Petrol Değil Toprak

PETROL DEĞİL TOPRAK, ekoloji, feminizm ve küreselleşme hakkında en ilham verici metinleri kaleme alan Hintli yazar ve aktivist Vandana Shiva’nın en son eseri.

Vandana Shiva, sürdürülebilir olmayan, indirmegeci ve mekanik dünya görüşünün bizi sürüklediği noktayı vurgularken, iklim, enerji ve gıdada yaşanan üçlü krize dikkat çekiyor.

‘’Büyüme ve kalkınma ilüzyonuna kapılarak çıktığımız yolculuğun bir geleceği yok. İklim krizi, ekonomik eşitsizlikler ve sosyal çözülme insan topluluklarını uçurumun kenarına sürüklüyor. Şu an çok kritik  bir dönemeçteyiz: Yıkım, çözülme ve imha süreçlerinin böylece sürüp gitmesine izin verebilir ya da yaratıcı enerjilerimizle sistematik bir değişim yaratıp, insan türü olarak, gezegenin bir parçası olarak geleceğimizi yeniden kazanabiliriz.

Artık uyanma vakti.

Petrol Değil Toprak
Vandana Shiva
Çeviren: Özge Olcay
Sinek Sekiz Yayınevi
2013

 

Türkiye Bitkileri Listesi (Damarlı Bitkiler)

 

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi, ANG Vakfı ve Flora Araştırmaları Derneğ’nin işbirliğyle Türkçe ve resimli hazırlanan “Türkiye Florası” kitabının yayımlanmasına ilişkin projenin çalışmaları sürdürülüyor. Bu kapsamlı projenin ilk aşaması olarak planlanan, Türkiye Bitkileri Listesi (Damarlı Bitkiler)kitabı, Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi tarafından yayımlandı.

NGBB Müdürü Adil Güner’in koordinasyonu ve ülkemizdeki doksandan fazla biliminsanının katkısı ile hazırlanan kitap, bilim âlemi ve botanik dünyası için başvuru eseri olma özelliği taşıyor.Adından da anlaşıldığı gibi kitap, ülkemizdeki bitki çeşitliliği kapsamında, yalnız iletim demetleri bulunan kibritotları, eğreltiler, kozalaklı ağaçlar ve tohumlu bitkileri kapsamaktadır.

Türkiye’nin tüm damarlı bitkilerinin aynı çiltte toplandığı ilk ve tek çalışma olan kitabın, önemli bir özelliği de her bitki için Türkçe ad verilmiş olmasıdır.

“Türkiye Bitkileri Listesi”, hemen her 10 günde yeni bir bitki türünün keşfedildiği ülkemizdeki bitki zenginliği hakkında önemli veriler sunuyor.

Kitabın içeriğinde her bir bitkinin adı ve künyesi, sinonimleri (eş adları), coğrafi bölge ve alt bölgelere göre ülkemizde yayılışı, endemik olma özelliği,  biliniyorsa hangi bitki coğrafyasının elementi olduğu vb bilgiler yer alıyor.

Günümüze kadar ülkemizde tespit edilmiş bitkiler ve endemik bitkilerimiz ile ilgili tartışmalar konusunda, sağlıklı bir veri tabanı oluşturan kitap; botanik alanında gerçekleştirileçek yeni çalışmalarda esas alınaçak kaynak niteliğindedir.

Türkiye Bitkileri Listesi (Damarlı Bitkiler)
Editör: Adil Güner,
Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi, ANG Vakfı ve Flora Araştırmaları Derneği
2013

 

GDO’ların Sosyal ve Hukuksal Boyutu

Odak alanlarını “Biyoçeşitlilik” ve “Kapasite Arttırımı” olarak hedefleyerek 30 Mart 2012 tarihinde “Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların Sosyal ve Hukuksal Boyutu “ isimli proje ile GEF Küçük Destek Programına başvuruda bulunan Ekoder’in hazırlamış olduğu bu kitapçık, projenin gerçekleştirilmesine katkı veren kişi ve kurumların kolektif çalışma ve emeğinin ürünüdür.

Eylül,Ekim ve Kasım ayları olarak planlanan proje süresi içinde “Genetiği Değiştirilmiş Organizmaların Sosyal ve Hukuksal Boyutu” başlıklı iki günlük etkinlik ile alanda aktif STKların, bilim insanlarının, merkezi kurum temsilcilerinin, Biyogüvenlik Kurulu temsilcilerinin, uzman ve hukukçuların bir araya gelerek şimdiye kadar Türkiye’de yürütülen hukuksal süreç ve dünyadaki örneklerinin tartışılması amaçlanmıştır. Bahsi geçen projenin bir çıktısı olarak hazırlanan bu kitapçık, projenin tanımı ,faaliyet başlıkları ve etkinliğin gerçekleştirildiği 6 ve 7 Ekim 2012 tarihlerindeki sunumları ve konuşmaları içermektedir.

GDO’ların Sosyal ve Hukuksal Boyutu
EKODER-GDO’ya Hayır Platformu Yayını
2013