Kaçkar Bisiklet Antrenman Yarışları’nın ikincisi 17 Mart Pazar günü Çekmeköy’de koşulacak.
Bu seneki yarışlar Aslı Bisiklet, Çekmeköy Belediyesi, Kron ve Marintek’nin desteğiyle yapılıyor. Organizasyonda yarışa adını da veren Kaçkar Bisiklet bulunuyor.
Yarış 7 kategoride yapılacak. Elite, U23, Junior, Master, Master Bayan, 38 yaş üstü, 45 yaş üstü. Tur sayılarıysa, Elite ve U23 6 tur, Master, Junior 5 tur, 38 yaş üstü 4 tur, bayan ve 45 yaş üstü 3 tur atacaklar.
Katılım ücretinin 20 lira olduğu yarışlarda 7 kategorinin ilk 6’sına para ödülü verilecek; toplam ödül 10.000 TL olacak.
Dağ bisikletçileri, genç göstermelerinin nedenini "suratlarından çamurun eksik olmamasına" bağlar
Sabah 10:15’de başlayacak yarışlar için kayıtlar yarış sabaho 09:00 – 10:00 arasında alınacak.
Çekmeköy, İstanbul’un bir çok ilçesine yakınlığı ve arazisinin dağ bisikleti antreman ve yarışları için uygunluğuyla, dağ bisikleti sevenler için önemli bir yer. Çekmeköy Belediyesi de dağ bisikleti yarışlarına destek veriyor.
Ancak Çekmeköy, yağışlı havalarda bol çamurlu ve killi toprağıyla da ünlü. Serinin ilk yarışından çamurlu karelere şu adresten ulaşmak mümkün.
Yarışla ilgili detaylı bilgiye mtbtr.com sitesinden ulaşılabilir.
Türkiye, Kürt sorununda müzakerelerin yeniden başlamasıyla çözüm ve de barış sürecine girmiş durumda. Altan Tan, Sırrı Süreyya Önder ve Pelvin Buldan’dan oluşan BDP heyetinin Abdullah Öcalan’la görüşmesinin ardından barış sürecinin yol haritası tekrar gündeme geldi. Kamuoyunda gerek 2009 yılındaki yol haritası gerekse de şimdi Öcalan tarafından BDP, Kandil ve Avrupa’ya yazılan mektuplar ve sürecin nasıl işleyeceği konuşuluyor.
Çatışmasızlık, silahların bırakılması, siyasi partiler yasasındaki barajın düşürülmesi, anadilde eğitim gibi konular bu yol haritasında bulunan ve müzakerenin önemli başlıkları. Diğer bir madde ise yerel yönetimlerin güçlendirilmesi olup yazımızın da temel konusu.
Yerel Yönetimlerin üzerindeki merkezi idarenin vesayetinin kalkması, bunun için de Anayasal değişiklik yapılması ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartındaki çekincelerin kalkması gerektiği bir süredir yazılıyor, konuşuluyor. Hatta 2012 Aralık ayında yapılan MGK toplantısında kabul edilen “Terörle Mücadele Eylem Planı”nda Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na konulan çekinceye son dönemde yapılan demokratik reformlar sonrasında gerek kalmadığı ve bu çekincenin kaldırılması gerektiği ifade ediliyor. Yeni Büyükşehir Yasası’nın da bu süreci etkilediği söylenebilir.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartındaki çekinceler kalkınca ne olur? Ya da yerel yönetimlerin güçlendirilmesini nasıl sağlayacağız? BDP’nin bu kapsamdaki önerisi 22 Bölge Yönetiminin oluşturulması. Hatta 2005 yılında çıkarılan yasayla kurulan Kalkınma Ajansları da 26 bölge üzerinden yapılandırılmıştı. Peki bölge yönetimine neden ihtiyaç duyuyoruz? Meseleye kentsel dönüşümün çerçevesinden bakacağım.
Bunu anlatabilmek için 1800’lerin sonunda belediye teşkilatına neden ihtiyaç duyduğumuzu tekrar hatırlamamız gerekir. Sayın Prof. Dr. İlhan Tekeli, bu süreci Mimarlar Odası’nın düzenlediği Yerel Yönetimler Okulu’nda çok güzel anlatıyor. Belediye öncesi zamanlarda, sanayi öncesi bir toplum, kent içindeki ihtiyaçlarını Vakıf müessesleri ile çözdüğünü, su, bedesten, altyapı gibi ihtiyaçların Vakıflar eliyle yapıldığını, yöneticinin ise Kadı olduğunu aktarıyor. Ve ardından soruyor, 19. Yüzyılın ihtiyaçları bu sistemle çözülebilir mi?
19. yüzyıl sonrası kentin dönüşümünü sorguluyor: “Neler değişti? Bir kere şehir bir yayalar mekânıydı, şehirde ata askeri sınıf üyesi dışında kimse binemezdi. Araba ise, kimse kullanamazdı. Şehir, yalnız yayaların olduğu, eşeklerin ve katırların da biraz yük taşıdığı bir mekândı. Böyle bir hikâye vardı, ata binmek o kadar önemli bir olay ki, II. Mahmut’a bir esnaf çok güzel işlemeli bir kılıç yapıyor, hediye ediyor. Padişah da diyor ki, “dile benden ne dilersen” O da, “Padişahım ben ihtiyarladım, işe gidip gelirken yürüyemiyorum, bana izin ver de atla gidip geleyim” diyor. Padişah da yanına dönüyor, “bunun işyerinin yanına bir ev yapın” diyor.”
Konutla işyeri aynı yerde, fonksiyonlar ayrışmamış. Ama böyle gitmiyor, 500 binlik bir İstanbul’u beslemek kolay değil. Bu nedenle besin hayvanla taşınmak zorunda…
Tekeli’den devam edelim: “Ama bunun ötesinde bir başka mesele var: O da salgın hastalık. Kent çok büyük hastalıklarla karşı karşıya, yani veba salgını, kolera salgını olduğu zaman, kentin yüzde 30’u falan ölüyor. Bu hayvan ahırları vs. olması da, bunu hızlandıran bir süreç oluyor. İlk olarak kentte yaya trafiğinin dışında araba kullanılmaya başlıyor, yolların genişletilmesi gerekiyor. Eskiden ticaret, kervan gelir ve kervansarayda yükünü boşaltırdı, o adam da malını satar, dönerdi. Ama 19. Yüzyılda Osmanlı sistemi dünya ticaretiyle eklemlenmeye başladığında, bu ticaretin olabilmesi için ne olması gerekmeye başladı? Kervansarayın yerine, ya demiryoluyla, ya limanla gelecek, onların bir binası, bir demiryolu garı, mallar bir yerde saklanacak artı depolar, tüccar kalacak otel lazım. Para nasıl gelecek? Tüccar hareket etmiyor, banka sistemi geliyor. Görüyorsunuz bir hanın yerine, kentin merkezinde yeni binalar kuruluyor. Bunun trafiği, taşıması filan çıkıyor.
Kent, hem ciddi olarak yapısını dönüştürmek zorunda… Bu vakıf sistemiyle filan olabilecek bir iş değil. Bir tramvay döşenecek, bütün yollar yapılacak, o altyapılar usulüne göre yapılacak, şehrin merkezinde yeni bir iş merkezi oluşacak, bankalar sistemi oluşacak. Bunu hiçbir yatırım, plan yapma, yönetmelik beceresi olmayan bir kadıyla, bir de ne zaman nereye ne yaptıracağı belli olmayan vakıf işletmeleriyle yürütmek olanağı yok.”
Ve böylelikle belediyeler kurulur. Kentin ve üst yapının dönüşümüne bağlı olarak bir idari yönetim ihtiyacı olarak kurulur. Peki şimdi bölge yönetimlerine neden ihtiyaç var? Aynı sebepten, kentler dönüşüyor. Herkes fizik mekandaki kentsel dönüşümden bahsediyor. Halbuki daha makro bir dönüşüm yaşanıyor. Kırla Kent arasındaki ayrımın kalktığı, çeperlere değil içinde bulunduğu bölgeye yayılan bir kentleşme süreci içerisindeyiz. Kentsel dönüşüm de bu büyük dönüşümün bir parçası, tıpkı 19. Yüzyıl sonrası yaşandığı gibi.
Bursa’nın ova köylerinde oturan gençler, otomotiv sektöründe işçi olarak çalışıyorlar. Şimdi bu köylerin ve kentlerin sorunlarını bir önceki yüzyılın idari teşkilat yapılanması ile çözmek mümkün mü?
Ayrıca duble yollar, hızlı trenler, deniz otobüsleri var. İnsan ve mallar bir bölge içerisinde daha hızlı hareket edebiliyorlar. Misal, Bursa kent merkezinden deniz otobüsüyle 2,5 saatte Taksim Meydanında Operaya gidebilir, ya da hızlı trenin inşasından sonra 1 saat içinde Ayvalık’ta olup akşam yemeğini Cunda’da yiyebilir, 3 saatte Ankara’da partinin MYK toplantısına katılabilirsiniz. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki değişim mekanın ölçeğini de değiştiriyor.
Yine aynı toplantıda Tekeli, bugün hala geçerli olan vilayet sisteminin Osmanlı livasından geldiğini, Osmanlı livasının atla seyahat yapılan dönemin yönetimi olduğunu belirterek otomobille hızlı seyahat edilen bugünün döneminde acaba daha mı büyük birimlere ihtiyaç var diye soruyor. 81 il yönetimi yerine 26 bölge yönetimini kurmak dönemin ihtiyaçlarını karşılamak açısından daha mı anlamlı?
Bölgesel düzeyde dönüşen mekansal alanlar kendilerine yeni bir ölçekte yönetim yapısına ihtiyaç duyuyorlar. Bu noktada temel soru bu yeni ölçeğin yönetimi nasıl olacak? Demokratik mi yoksa otoriter mi? Beraberinde bu tartışmayı da yapmamız gerekiyor.
UEFA, bugün 13:00’de İsviçre’deki Nyon kentindeki merkezinde yapılacak olan Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali kura çekimi töreni öncesi prova amaçlı kura çekimi yaptı. Bu denemede Galatasaray’a Barcelona çıktı.
Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) tarafından her kura çekimi canlı yayını öncesi herhangi bir aksaklıkla karşılaşmamak adına canlı yayın öncesinde gerçekleştirilen deneme maksatlı kura çekimi simulasyonunda Galatasaray’ın çeyrek finaldeki rakibi İspanyol devi Barcelona oldu.
Bu deneme kura çekimini ilginç hale getiren ise Galatasaray’ın bir önceki turda elediği FC Schalke 04 takımının da gene deneme amaçlı gerçekleştirilen kura çekiminde Galatasaray’a gerçekte de olduğu gibi rakip olması. Tesadüf bununla da kalmıyor, o deneme çekiminde de ilk maçın Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena’da oynanacağı görülüyor.
Tesadüfün iğne deliğini de geçip bu işte bir bit yeniği mi var diye akıllarda soru işareti bırakan gelişme ise 2. Tur simulasyon kura çekimi ile canlı yayında gerçekleştirilen kura çekiminde rakiplerin bire bir -iç saha-dış saha maçları bile değişmeksizin-eşleşmiş olması. Bu durum bir tesadüfün değilde kurgulanmış bir UEFA gerçeğinin yansıması ise Türkiyeli futbolseverlerin Lionel Messi’yi Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena’da izleme düşü de çeyrek final ilk maçında gerçekleşmiş olacak.
İşte yok artık dedirten 2. Tur kurasının canlı yayından önce gerçekleşen simulasyon versiyonu. Tekraren belirtelim bu simulasyon kura çekimi ile canlı yayındaki asıl kura çekimi -inanması güç olsada- birebir örtüşmüştü.
Yeşiller ve Sol Gelecek Ankara’dan Doçent Dr. Alev Özkazanç‘ın Toplumsal Cinsiyet ve LGBT Çalışma grubu adına 8 Mart etkinlikleri kapsamındaki “Herkes için herkesle feminizm” toplantısında yaptığı konuşmanın metnini yayınlıyoruz.
* * *
Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları öğrencilerine her dönem başında çok beğendiğim bir kitabı okumalarını öneriyorum.Amerikalı siyah feminist Bell Hooks’un “Feminizm herkes içindir” adlı kitabını. Bu kitabında Hooks herkese ve özellikle erkeklere “feminizme yakınlaşın” diye sesleniyor ve bu kitabı yazma nedenini şöyle açıklıyordu: “bir Kültür eleştirmeni olarak benim ne söylediğim ile çok ilgili ve meraklı olanlar, sıra feminist kurama gelince soru sormayı kesiyorlar. Feminizm hakkında bütün bildikleri kulaktan dolma şeyler, hareketin tam olarak neyle ilgili olduğunu bilemeyecek kadar feminizme yakınlaşmadıklarını söylüyorlar. Sonra beni can kulağı ile dinliyor ama hemen ardından benim farklı olduğumu, erkeklerden nefret eden gerçek feministler gibi olmadığımı söylüyorlar. Feminizm nedir sorusuna korkuya ya da fanteziye dayanmayan bir cevapları olsun istiyorum. “Feminizm, cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir harekettir”.
Ben bu konuşmada feminizm nedir sorusuna bir yanıt aramaktansa, feminizmin “herkes ile ilişkisi nedir?” sorusuna dair temel birkaç görüşümü sizlerle paylaşmak istiyorum.Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu başlık altında bir konuşma yapıyor olmak ve sizin gibi bir gruba seslenmek tarihsel olarak çok anlam ve önem taşıyor. Kişisel olarak benim tarihim için de öyle. Bence bu durum, 1980 sonrası gelişen kadın hareketi ve feminizmin bugün vardığı yerin, gücünün bir göstergesi. Ben 1980 sonlarından itibaren bir şekilde hareketin içinde yer aldım. Çok uzun yıllar, toplantılara erkek almadık, kadın kadına olmayı önemsedik, kadın-erkek elele güzel günlere diyen solcu erkek ve kadınları uzak tutmaya çalıştık, onların harekete zarar vereceklerini düşündük (ki doğru yaptığımız düşünüyorum) içinde bulunduğumuz parti ve karma örgütlerde güçlü gettolar kurmaya odaklandık, pek çoğumuz örgütleri dışında bağımsız kadın hareketinin de parçası oldular. Sonuçta bunu başardık, güçlendik, kadınlar güçlendiler, kadın dayanışması güçlendi, geniş kitlesel bir kadın hareketi oluştu, nitekim bugün gelinen noktada feminizm birçok alanda etkisini gösteriyor ve hatta bazıları için korkutucu bir güç bile olabiliyor.
Şimdi bence tarihsel olarak öyle bir noktadayız ki ki feminizm herkes adına söz alabilir, birçok feminist en azından bizim gibi feministler bunun hem gerekli hem de mümkün olduğunu anlamaya doğru hızla yaklaşıyor. Ama elbette çok tedirgin biçimde ve çok sarsılarak yaşanacak bu süreç. Engeller ve itirazlar olacak ama umarım bu süreçte feminizm hegemonik ve eklemleyici gücünü kanıtlayacak.
Sahi kimdir bu başlıktaki “herkes”? Bu konuşma başlığı size ne çağrıştırıyor? Birçoğunuz bu “herkes” ile özellikle erkeklerin dâhil edilmek istenildiğini düşünebilir. Buradaki varsayım herhalde şudur: feminizm kadınlar içindir, şimdi erkeklere de seslenerek herkese seslenmiş olacak. İyi ama feminizmin “kadınlar” için ya da “tüm kadınlar” için olduğu nereden belli? Halen daha pek çok kadın buna inanmıyor ki. Hiçbir zaman tüm kadınlar sadece kadın oldukları için buna inanmış değillerdi ki. Elbette feminizm daha 18. yüzyıl sonunda bir fikir olarak doğarken “biz kadınlar” diye söz aldı ve şimdiye kadar hep böyle devam etti. Peki, ama kimdi bu “biz kadınlar” ? Feminist hareketin uzun ve bol tartışmalı tarihinin ayrıntılarına girmeye vakit yok ama kısaca söylemek istersek tarihsel hareket şu şekilde gelişti: 18. yüzyıldan günümüze kadar her bir tarihsel uğrakta “biz kadınlar” diye konuşan feminist öznelerin, tüm kadınlar için evrensel olan bir deneyimden değil, kendi özgül sınıfsal, ırksal, coğrafi, cinsel yönelim deneyimlerinden hareketle konuştukları açığa çıktı. Yani her durumda somut bedensel varlıklar olarak tikel bir deneyimden konuşmak zorundaydık. Böylece anlaşıldı ki “biz kadınları” tüm kadınları içerecek şekilde tanımlayan nesnel bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Bu süreçte kadın ile erkek arasındaki ikili fark sistemini veri almanın sorunları her aşamada kendini daha fazla hissettirdi. Gördük ki “kadın” kategorisini sorgusuz sualsiz “erkekle” karşıtlık içinde tanımlamak, kadınlar arasındaki farklar sorununu gizliyor, özellikle ırk ve sınıfsal farklar açısından sorun çıkarıyordu.
Feminizmin bugün vardığı noktada ise siyah feminizm, sosyalist feminizm, üçüncü dünyalı feminizmler, post-kolonyal feminizm, lgbt ve kuir feminizmler gibi birçok farklı yaklaşımla birlikte feminizmin kapsamı ve iddiası genişlerken öte yandan “kadınlar” kategorisi ve kadınların politik özne olma durumu giderek belirsizleşiyor. Böylece feminist hareket ve kuram tarihsel olarak ne kadar verimli ve üretken olduğunu kanıtlamış oluyor. Gelinen noktada biz, “kadın” kavramını hem kullanıyoruz hem de reddediyoruz, çünkü anladık ki feminizmi mümkün kılan ve canlılık veren trajik koşul tam da budur. “Kadın” istikrarsız bir kategoridir ve feminizm en iyi halinde, bu belirsizliği politik olarak yararlı kılma, eşitlik, özgürlük ve adalet adına, bu belirsizliğin içini kısmen de olsa doldurma siyasetinin adıdır.
Bugün 8 mart yürüyüşünde yaşanan bazı gerilimleri konuşuyoruz. Yürüyüşe katılmak isteyen ama çeşitli şekilde dışlanan trans bireyler (bazen de erkekler) hareketi zorluyor. Katı olan her şey buharlaşıyor. Daha dün sosyal medyada 8 mart alanında bir transa müdahale edilmesini protesto eden bir metin ve ona verilen yanıtı okuduk. Protesto metninde “trans kadınlar erkek değildir” deniyordu. Ve metinde pek çokları için skandal sayılacak bir ifade daha vardı: “Sakallı ve penisli kadınlar vardır” Translar “beden geçişi yapmış olan” ve “olmayan” olarak sınıflandırılmak istemediklerini, beyanın (“ben kadınım”) yeterli sayılmasını istiyor, tersi durumları transfobi olarak nitelendiriyorlar. Öyle anlaşılıyor ki karşı taraf, bir kez translar alanlara kabul edilirse bu kez görünüşü erkek olan ama kendini kadın hissedenler ile tam hetero olan erkekleri ayırt etmekte zorlanacakları için tümüyle kontrolü elinden kaçırma kaygısını yaşıyor. Ama geçmiş olsun, böyle bir denetim ve anlam tekelinin kimsenin elinde olmadığı anlamış bulunuyoruz. Ve bu durumun sonuçlarını, hareketin güçlenmesi için stratejik olarak değerlendirmek dışında anlamlı bir politik seçenek bulunmuyor.
SojournerTruth
8 Martı alanda kutlamak isteyen penisli kadın trans örneğinde bir kez daha hareketin kıyısından birileri çıkıp “ben kadın değil miyim” diye soruyor? Bu soruyu translardan yüzyıllar önce hareket içinde (ya da kıyısında) ilk kez siyah bir köle kadın sormuştu. Soujourner Truth özgürlüğünü kazandıktan sonra anti-köleci hareketi içinde çok etkili bir hatip idi. Truth, 1851 deki beyaz kadınlardan oluşan bir topluluğun önünde yaptığı konuşmada çalışmaktan aşırı gelişmiş kol kaslarını göstererek ve erkekler kadar ve daha fazla çalıştığını söyleyerek “ben kadın değil miyim” diye soruyordu.
Köle kadınlar, yoksul kadınlar o zamanların kadın imgesinin içine (ki bu, orta sınıf, bedensiz, cinselliksiz, iffet timsali, kırılgan bir kadınlık idi) yerleşmediklerini, kadından çok erkeğe benzediklerini fark ediyorlardı. Feminizm tarihsel süreç içinde tüm bu farklı kadınlık deneyimlerini tanıyarak kendini açtı, geliştirdi, şimdi geldiği noktada bu kez penisli bir kadın aynı soruyu soruyor. Ben kadın değil miyim? Soru aynı soru, yanıt elbette ki tarihsel olarak aynı olacak.
Ama burada pek çokları mesele kadın kavramının sınırsızca genişlemesinden, tüm özgünlüğünü kaybetmesinden ve bunun politik sonuçlarından endişe ediyor. Bazıları şimdilik hareketin en fazla trans kadınlara açık olduğunu düşünebilir. Daha radikaller ise tüm lgbtt bireyleri kapsayabilir. Geriye ne kaldı, heteroseksüel erkekler mi? Onlar da dışarıda kalsın mı denilecek? Birileri de dışarıda kalsın da hareketin kimi hedef aldığı belli olsun, hareketin bir muarızı olsun, herkesi kapsayan bir sevgi hareketi olmasın da antagonist olsun, bir politik hareket olsun.
Bu çok anlaşılır bir tepki, politik iddiayı korumak arzusunun ifadesi ama bence yolundan saptırılmış bir biçimi. Çünkü politik iddiamızı bu şekilde korumaya imkan yok, çünkü kadınların kendi aralarındaki farkları ciddiye alan bir feminizmin erkekler meselesine de farklı bir gözle bakması kaçınılmaz. Çünkü kadınların kendi aralarındaki farklılıkların politikleşmesi meselesini kadın ile erkek ayrımının sorunsallaşmasından ayırdetmek mümkün değil. Nitekim kadın erkek ayrımını mutlak kuranların, kadınların kendi içindeki sınıfsal ve ırksal farkları görmezden gelmesi tesadüf değil. Ya da tam tersinden yoksul ya da siyah kadınların, etnik azınlıklara mensup olan kadınların, temel çelişkiyi kadınlar ile erkekler arasında kurmaktansa daha bütünleşik, kesişimsel, eklemli ve erkeklerle dayanışmayı önemseyen türden politikalara kapı açması da tesadüf değil.
Sonuç olarak bir yandan kadın erkek karşıtlığının bulanıklaşması ve kadın kategorisinin belirsizleşmesi sorunu yaşanıyor. Öte yandan bu tam da hareketin iddiasının ve kapsayıcılığının, eklemleyici gücünün bir göstergesi olarak yorumlanmalı. Feminizm, kadınlar arası farklar sorununu ciddiye aldıkça, toplumsal cinsiyet sorununun ne kadar güçlü bağlarla sınıfsal, ırksal ve diğer her türlü tahakküm sorununa bağlı olduğunu daha iyi anlıyor, daha fazla kadına seslenmenin ancak kadın erkek karşıtlığını aşan başkaca eşitsizlik yapılarını hedef almakla mümkün olabileceğini görüyor.
Tekrar ve son olarak Erkekler bahsine dönersek.
Erkekler var mı? Korkarım, erkekler tam da henüz durumun tam farkında olmadıkları ve hala harekete katılamadıkları, anti-feminist kaygılarla ve eril cinsiyetçi kimliklerinden sıyrılmadıkları, hala ayrıcalıklarının peşinde oldukları için hala kendilerini “var” ya da “varlık” sanıyorlar. Erkekler tarihte ve günümüzde pek çok kadının pek çok nedenle yüzleşmek zorunda oldukları bu soruyla “ben kadın mıyım ya da kadınlık nedir” sorusuyla yüzleşemiyorlar. Nitekim geçenlerde izlediğin erkeklik nedir sorusuna verilen yanıtlardan oluşan video çekiminde genç bir erkek bu sorunun sorulabilmesine bile şaşırmış, “nasıl yani ne demek erkek ne demek” diye tepki göstermişti. Öte yandan bir başka genç erkek dürüstçe bir yanıt vermişti: erkek Varla yok arası bir şeydir.
Evet, geçmiş olsun. Erkeklik artık varla yok arası bir şey, yani hızla geriliyor, tarihsel bir çöküşün başlangıcında. Korkarım bu eril uygarlığın çöküşü çok sancılı ve kanlı olacak. Şimdiden çok sayıda kadının kanı dökülüyor. Ama erkeklerin de ödeyeceği acı bedeller olacaktır. Erkekler bu acıdan kurtulmak ve özgürleşmek için bizim çağrımıza kulak verseler iyi olur. Erkekler yüzyıllardır Marx’ın ünlü sözüne kulak verdiler: Anlatılan senin hikayendir. Şimdi bize de kulak vermelerini talep etmeliyiz: “Anlatılan senin de hikayendir. Hikayeni bir de bizden dinle”.
Umarım dinlemeye ve düşünmeye cesaret edebilirler.
Doçent Dr. Alev Özkazanç Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kadın Çalışmaları
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin 4A olarak adlandırılan ve Çevre/İklim, Katılım, Tanınma, İktisadi Adalet’in eşit düzeyde toplumun her kesimine, coğrafyanın her köşesine dağıtılması amacını taşıyan kampanyasının startı Cumartesi günü 11:00’de Galatasaray’daki Cezayir Toplantı Salonu’ndaki gerçekleşecek forum ile veriliyor.
“Yaşam için 4 Adalet” sloganı ile hayat bulacak 4A kampanyasının açılış forumunda konuşmacılar 4A Kampanyasının farklı alanları hakkında toplantıya gelenleri bilgilendirecekler.
Toplantının çağrı metninde “İnsanca ve adil bir yaşam 4 A ile, yani 4 Adalet ile mümkün” vurgusu yapılarak toplumsal adaletin gerçekleşmesi, adil bir yaşama ulaşılmasının ön koşulunun ancak iktisadi adalet, tanınma adaleti, çevre ve iklim adaleti, katılım adaletinin sağlanmasına bağlı olduğu belirtiliyor.
Forumda yer alacak konuşmacılar ve 4A kampanyasının tanıtımında ele alınacak konular ise şu şekilde
Konuşmacılar:
Ahmet Atıl Aşıcı
Erdal Partog
Erol Katırcıoğlu
İlhami Alkan
Saruhan Oluç
Maya Arakon
Mahir Ilgaz
Murat Özbank
Ömer Madra
Ümit Şahin
4A FORUMU
———-
Çevre ve iklim adaleti – SU…
İktisadi adalet – EKMEK…
Katılım adaleti – SÖZ…
Tanınma adaleti – KİMLİK…
‘Tanrı parçacığı’ olarak da nitelendirilen Higgs bozonu ile ilgili kafalardaki soru işaretlerine son nokta konuldu. Fizikçiler yapılan çalışmaların, Higgs bozonunun varlığını kesinleştirdiğini açıkladı.
1960’lı yıllarda İngiliz fizikçi Peter Higgs temel parçacıkların kütle kazanmasını açıklayan kuramını bilim dünyasına açıklamıştı. İngiliz fizikçinin adını alan Higgs bozonu 1993 yılında Nobel ödüllü fizikçi Leon Ledermann tarafından ‘tanrı parçacığı’ olarak adlandırılmıştı.
İsviçre’nin Cern kentinde bulunan Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’nden bugün yapılan açıklamada, parçacıklara kütlelerini verdiği düşünülen Higgs bozonunun varlığının kanıtlandığı belirtildi. Merkez’deki fizikçilerden Joe Incandela, Higgs parçacıklarının varlığının kesin olduğunun anlaşıldığını, ancak hangi çeşit olduklarının tespit edilmesi için daha uzun süre çalışmalar yürütmeleri gerektiğini söyledi.
Higs Bozonu kuramını ortaya çıkaran fizikçi Peter Higs
Bilim insanları evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama sırasında özellikle teorik fizikteki kütle mantığının temelini oluşturan Higgs parçacığı diye adlandırılan parçacıkların varlığını kanıtlamaya çabalıyordu.
Cern’deki fizikçiler geçen yıl yaz aylarında yaptıkları deneylerin ardından bilim dünyasında ses getiren, Higgs bozonu ile ilgili ilk çalışmanın sonucunu açıklamıştı.
Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD) ’un düzenlediği, “LGBT Hak İhlallerinde Yasal Süreçler” başlıklı toplantıda, “LGBT Davaları: AİHM, Yargıtay ve Danıştay İçtihatları” raporunu tanıttı. Derneğin takip ettiği davalar ve süreçleri hakkında bilgi verildi. LGBT hak ihlallerinde yargının rolü ve tutumu tartışıldı.
Program, SPoD Hukuk ve Adalete Erişim Çalışma Alanı Koordinatörü Levent Pişkin’in moderatörlüğünde, SPoD’dan Av. Fırat Söyle, Av. Rozerin Seda Kip, Halil İbrahim Dinçdağ ve katılımcılar eşliğinde gerçekleşti.
Levent Pişkin, LGBT bireylerin hukuki süreçlerinde Türkiye’nin en azından AİHM içtihatları seviyesine çekilmesi istendi, CHP tarafından 59 imzayla meclise sunulan Türkiye’deki LGBT’lerin durumunun araştırılmasına yönelik önerge nin önemine değinerek, dernek olarak önergenin takipçisi olacaklarını söyledi.
Levent Pişkin, açılış konuşmasında mahkemelerin tutumunu incelemek, heteroseksist yorumları değiştirmek istediklerini, LGBT bireylerin insan hakları bağlamında hak ihlallerinin düzeltilmesi için çaba gösterdiklerini belirtti. Türkiye’de mevcut sistemde adalete erişim zor olduğunu belirten Pişkin, LGBT bireyler için bunun daha da zor olacağından söz etti.Dernek üyeleri, bu süreçte LGBT bireyleri için hem hukuki hem de psikolojik destek vermek üzere derneğin çalışmalarından söz ettiler.Yine dernek üyeleri Türkiye genelinde oluşturdukları gönüllü avukat ağı eğitimlerini anlatıp, 14 ilden 72 avukatın dahil olduğu bir avukatlar ağı kurulduğu bilgisini paylaştılar.Buna ilave olarak hukuki sorunlar yaşayan ya da maruz kaldığı ihlaller nedeniyle hukuki süreç başlatmak isteyen LGBT bireyler, [email protected] adresine mail atarak destek isteyebilecekler.
Toplantıda, avukatlar Levent Pişkin, Fırat Söyle ve Rozerin Seda Kip, SPoD’un takip ettiği davaları ve dava sürecinde neler yaşandığını aktardı:
Av. Fırat Söyle, ailesi tarafından eşcinsel olduğu öğrenildikten sonra öldürülen ve ilk eşcinsel “namus cinayeti” olarak anılan Ahmet Yıldız davasında, Interpol’ün sanık baba hakkındaki yakalama kararına rağmen, sanığın nerede olduğunun bilinmediği, yakalanması için çaba gösterilmediği söyledi. Mahkemenin Lambdaistanbul, KaosGL ve SPoD’un müdahillik taleplerini “olaydan doğrudan zarar görmeme” gerekçesiyle reddettiğini belirtti. Söyle, Diyarbakır’da eşcinsel olduğu için babası ve amcasınca öldürülen R.Ç. davasında ise SPoD’un müdahillik talebinin kabul edilmesinin, bunun sıradan bir vaka olmadığının mahkeme tarafından anlaşıldığının ifadesi olduğunu söyledi.
Failleri suçsuz ya da olayı meşru gösterecek yeni senaryolar yazılıyor
Fırat Söyle, LGBT’lerle ilgili davalarda polisin mağdur ayırt etmeksizin faillerin yakalanması için çalıştığını, ancak savcılık ve mahkeme aşamasında failleri suçsuz ya da olayı meşru gösterecek yeni senaryolar yazılmasından dolayı sorunlar yaşandığını ifade etti. Eşcinsel ilişki yaşadığı kişi tarafından öldürülen Ahmet Öztürk davasında, mahkemenin iki tanık ve sanık ifadelerinin esas alındığını bunun dışında hiçbir soruşturmaya gidilmediğini ifade eden Söyle, başka davalarda görülmeyen bu durumu eleştirdi.
Av. Rozalin Seda Kip, Avcılar Meis Sitesi’nde yaşayan transeksüellere yönelik saldırılar ve ardından evlerinin mühürlenmesiyle ilgili süreci hakkında bilgi verdi. Tehdit, konut dokunulmazlığı ve özel hayatın ihlali, halkı nefrete teşvik, ayrımcılık, polisin görevini kötüye kullanması gibi nedenlerle şikâyetlerinin üç dosya halinde incelendiğini bildirdi. Avukat Kip, mahkemeye işlemlerin hızlanması için bulundukları talebe karşılık alamadıklarını belirterek, mağdurların haklarının korunmadığını, barınma hakları ellerinden alınan ve ayrımcılığa uğrayan müvekkilleri adına tazminat davası açacaklarını söyledi. Ayrıca mühürleme işlemin iptali ve yürütmenin durdurulması sürecinde, polisin trans kadınların şikayetçi oldukları kişilerden birinin evini kullanarak kadınların evlerini gözetim altına aldığının ortaya çıktığını da sözlerine ekledi.
Çalışma hayatındaki ayrımcılıklara değinen Söyle, ihbar üzerine evinde arama yapılan, eşcinsel olduğu emaresinden hareketle, meslekten ihraç edilen polis memuru hakkındaki, dava sürecini özetledi. Anayasada düzenlenen eşitlik maddesine, Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerdeki eşitliği düzenleyen sözleşmelere rağmen mahkemenin önyargıyla karar verdiğini anlatan Söyle, kararın üç senedir Danıştay’da olduğunu söyledi.
Hakemlik lisansı iptal edilen Halil İbrahim Dinçdağ mücadelesini sürdürecek.
Türkiye Futbol Federasyonu tarafından eşcinselliği sağlık sorunu olarak kabul edip, sağlık sorunları yüzünden askerlik yapamayanların hakem olamayacağı gerekçesiyle, hakemlik lisansı iptal edilen Halil İbrahim Dinçdağ, mücadelesini sürdüreceğini söyledi. Hakemlik lisansının iadesi için mücadele eden Halil İbrahim Dinçdağ, süreci özetledi. Dinçdağ, Kamunun davayı öğrenmesiyle ilgili “Televizyona çıkma kararı aldığımda, aslında 33 yıllık hayatımı sıfırlamış oldum. Beni neyin beklediğini, ailemin ve çevremin ne tepki vereceğini bilmiyordum. Beni şu an ayakta tutan ailemin desteği.” dedi. İş bulmak konusunda yaşadığı sıkıntıları aktaran Dinçdağ, İstanbul’da yaptığı 150’ye yakın iş başvurusunun reddedildiğini söyledi. Süreçte LGBT dernekleri ve taraftar gruplarından da çok destek aldığından söz eden Dinçdağ: “Mücadeleyi bırakmamak, ses çıkarmak lazım. Ağır aksak da gitsek doğru yolda gidiyoruz. Bir çiçekle bahar gelmez ama bir çiçekle bahar başlar” dedi.
Ergene Platformu, 14 Mart Dünya Akarsular Eylem Günü nedeniyle bir açıklama yaptı.
Açıklamada akarsuların her geçen gün daha fazla kirletildiğine dikkat çekilerek, “kalkınmacı zihniyet”in suların kirlenmesi ve metalaştırılması için canla başla uğraştığı belirtildi.
Platform, Ergene Havzası’nın can çekişmekte olduğunu da hatırlatarak bu konuda yapıldığı öne sürülen çalışmaların sonuçsuz kaldığını iddia etti.
Ergene Acil Eylem Planı’nın 2 sene önce açıklanmış olduğunu belirten Ergene Platformu, bu süre içinde havzadan alınan örneklerin kış aylarında “Ergene Nehri yağmurlar nedeniyle yükselmişken” alındığını, bu nedenle bu numunelerdeki kirlilik değerlerinin gerçeği yansıtmadığını iddia ediyor.
Platform’un talebi ise, yetkililerin son 5 yıl boyunca yaz aylarında alınan su örneklerinin tahlil sonuçlarını belgeleriyle açıklamaları.
Platformun açıklamasının tam metni ise şöyle:
“Dünya Akarsular Eylem Gününde Ergene Platformu olarak kamuoyuna sesleniyoruz;
Akarsularımız her gün biraz daha fazla kirletiliyor. Doğanın suya erişimi daha fazla engelleniyor. İnsana uzak kalkınmacı zihniyet ve uygulayıcıları sularımızın her gün daha fazla kirlenmesi ve metalaştırılması için yatırım seferberliği, yasa değişikliği ve yeni mevzuatlar yapmak için canla başla çalışmaktadır.
Çevreyi kirleten bu vahşi sermayeyi doğaseverlere karşı korumak ve yatırımların önünü açmak için sadece doğal varlıklar, SİT alanları değil evrensel hukuk ilkeleri de katlediliyor. Elinde kamusal yetkisi olanlar yaşamı ve doğayı koruyan çalışmalar yapmaktan, doğayı, sularımızı koruyan mahkeme kararlarını uygulamaktan öte, bedeli bizim hayatlarımız olsa bile kalkınmanın sürdürülmesinden yana.
Trakya bölgesine 30 yıldır hayat yerine ölümü taşıyan Ergene nehri ve havzası can çekişmeye devam ediyor. Günler, aylar, yıllar geçiyor, sadece sözler, sadece yeni vaatler verilmeye devam ediliyor. Akarsularımız ve kaynakları koruma altına alınmadıkça, devlet kirletenlere etkin idari tedbirler uygulamadıkça çözüm mümkün değildir!
Çevre Yasası, yetkililerin vaat vermek yerine akarsularımızın kirletilmesinin önüne geçen, fabrika kapatma, işletme ruhsat iptali gibi cezaları vermesi gerektiğini söylemektedir. Hukuku ve yasaları uygulamak, akarsularımızı kirletenlerin, halk sağlığını hiçe sayanların faaliyetlerinin derhal durdurulması devlet yetkililerinin görevidir.
Ergene Acil Eylem Planının Çevre Bakanlığınca açıklanmasından bu güne kadar 2 yıl geçmiştir. Doğa açısından iki yıl önemli bir süredir. Devlet yetkililerinin Ergene için açıkladığı su değerleri gerçeği yansıtmamaktadır. Genellikle kış aylarında, Ergene nehri yağmurlar yüzünden yükselmiş ve kimyasal kirlilik oranları yaza göre görece azalmış zamanlarda alınan örneklerle yapılan testler gerçekçi değildir. Yetkiler son 5 yılın yaz yazlarında alınan su örneklerinin tahlil sonuçlarını belgeleriyle kamuoyuna açıklamalıdır.
14 Mart Dünya Akarsular Eylem Günü nedeniyle kamuoyunu Ergene nehri ve tüm akarsularımız hayata dönene kadar kirletenlere ve göz yumanlara karşı mücadele etmeye, doğamıza sahip çıkmaya çağırıyoruz. ERGENE PLATFORMU”
Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesinde yaşayan Çeçen çifti, dünyaya yeni gelen çocuklarına verdikleri üç isimden biri oalrak “Messi”i tercih etti.
7 Mart 2013 doğumluı Ali Umut Messi’nin, Barcelona’da top koşturan ve dünyanın en iyi futbolcusu kabul edilen Arjantinli adaşı gibi bir futbol ilahı olup olamayacağını ise zaman gösterecek.
Futbolu çok sevdiğini ve Messi hayranı olduğunu belirten baba Rafet Çeçen, ‘Evlenip de oğlum olduğu zaman ‘tekniği, yaratıcılığı, zekiliği ve efendiliğiyle dünyaya örnek bir futbolcunun ismini vereceğim’ diye söz vermiştim’ dedi.
Anne Nurgül Çeçen ise eşinin çocuklarına Messi ismini verme teklifini tereddüt etmeden kabul ettiğini kaydetti.
16. Benedictus’un istifasının ardından yapılan seçimlerde Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio Hıristiyan aleminin yeni ruhani lideri oldu. Katolik dünyasının yeni lideri, Arjantinli Kardinal Bergoglio 1. Francis ismini seçti. Bergoglio 1000 yıl sonra Avrupa dışından seçilen ve Latin Amerikalı olan ilk Papa. Ancak Papa 1. Francis olarak tanıtılan yeni Papa’nın şimdiden günahları konuşulmaya başlandı.
1. Francis adını alan Yeni Papa Bergoglia, cuntanın başındaki faşist lider Videla ile birlikte
Papa 1. Francis’in Arjantin’de 1976 ile 1983 yılından ABD destekli askeri cunta döneminde cuntanın işkence, adam kaçırma, faili meçhul cinayetlerine ses çıkarmadığı gerekçesiyle eleştiriliyor.
Bergoglio’yu savunanlar ise 76 yaşındaki din adamının cunta rejimiyle iyi ilişkilere sahip olduğu yönündeki iddiaları reddediyor. Nitekim iddia sahipleri de hiçbir zaman Bergoglio hakkındaki suçlamalarla ilgili Bergoglio’yu binlerce Arjantinlinin katili cunta lideri Videla ile samimi şekilde gösteren fotoğraf dışında kanıt sunabilmiş değiller.
Arjantin’de insan hakları ihlallerini takip etmekle bilinen avukat Myriam Bregman, yeni Papa’nın öğrenci, solcu, işçilerin işkence, kaçırma ve öldürülme olaylarının yanı sıra iki papazın da cunta tarafından kaçırılmasına göz yummakla suçladı. Bregman çocukları kaçırılan ailelerin yalvarmalarına rağmen Jorge Mario Bergoglio’nun cuntanın bu uygulamalarına karşı bir şey yapmadığını söyledi.
Plaza de Mayo anneleri tepkili
Bergoglio’ya ayrıca cunta döneminde çocukları kaçırılıp satılan aileler de tepki gösteriyor. Çocuğu kaybolan annelerin oluşturduğu Plaza de Mayo annelerinde Estela de la Cuadra “Halk onun ne yaptığını biliyor” diye tepkisini dile getirdi.