Ana Sayfa Blog Sayfa 4269

Biyoiktidar Öyle Kolay Kurulmaz II: Ya da Satrançtan ‘Go’ya!- Orhan Tekelioğlu

Geçen haftadan devam edelim, eğer “geçen”, sadece bir haftaysa! Tarihin bazı anlarında şahit olunan türden, her “anın” siyasallaştığı, olayların birbiri üstüne katlandığı, simgesel şiddetle (son mühlet, 24 saat!) doğrudan şiddetin (yoksa gireriz!) sürekli birbirini ikame ettiği, lokalden globale haberlerin aynı anda yayıldığı ve baskılandığı son günleri anlamak için tekrar satranç metaforuna başvurabiliriz.

Tarafları (rakipleri) ve analojimizi tekrar hatırlayalım. Bir yanda bir “büyükusta” ve karşısında bir sürü farklı yetenek ve bilgi düzeyinde onlarca “oyuncu”, oyunsa bildik, oyuncuların baştan belirlendiği türden bir turnuva değil ama bir “simültane gösteri”-büyükustaların bazen şan, bazen de satrancın gelişmesini teşvik etsin diye aynı an ve mekânda birçok amatör satranççıya karşı aynı anda oynadıkları türden bir dizi maç.-

Durumu özel ve “biricik” kılansa, bu “gösterinin” önceden ve büyükustanın bilgisinde plânlanmış olmaması. Birdenbire, çoğu genç (“yavrular”) birçok amatör oyuncu Taksim’den başlayarak memleketin birçok meydanından çağırıyor, “ustayı” simültane maça davet ediyorlar.

Büyüusta önce sinirleniyor, neden bu haytalarla maç yapacakmışım diyorsa da, üstatlığın da “olmazsa olmazları” var. Ayrıca, ustanın tarzı (ofansif bir stratjiye dayanan, agresif taktik hamlelerle belirginleşen) herkesin malûmu, siyasî rakiplerine yıllarca kök söktürmüş bu oyun tarzıyla, ne idüğü belirsiz birkaç çapulcuya mı pabuç bırakacak?

Maç başlıyor ama işler pek parlak değil, böyle gösteri maçlarında dünya şampiyonları bile bazen bir rakibe kaybedebilir, birkaçıyla berabere kalabilir ama, tahtalardaki maçlara bakınca oyunların iyi gitmediğini de fark etmemek elde değil. Henüz maçlar tamamlanmamış ama birçok satranç tahtasında oluşan pozisyon teknik olarak kayıp.

Klasik hamleler

Böylece, bir önceki yazıda sözünü ettiğim iki metinden ilki olan Prens’te, modern siyasetteki lider tipolojisini açımlayan Machievelli’ci bir siyasetçinin yapabileceği birçok hamle kullanıma giriyor. Meydan okuyanlar korkutularak alanlardan uzaklaştırılabilir örneğin. Muktedir siyasetçinin sokaktaki gücünü kolluk temsil eder. Bu nedenle, tazyikli su ve gazdan mebzul miktarda nasibini almaya başlıyor “çapulcular!”

Yıllardır, başka mahallerdeki (Güneydoğudaki birçok şehir ya da Gazi gibi “görünmez” semtler) diğer “çapulculara” karşı kullanılan ve anaakım medyada pek gösterilmeyen bu “hamle” sayesinde metropolün merkezinde yaşayanlar da “kucaklamış”, “koklaşmış” oluyor “su ve gaz” illetiyle.

Bu hamle, ne çocukların sayısını eksiltiyor, ne de aralarındaki “dayanışmacı” hissiyatı. Bu sefer, bir başka hamle deneniyor. Yine, klasik siyasetten bildiğimiz “böl ve yönet” taktiği.

Göstericiler ve mekanlar ikiye ayrılıyor, “Masumlar”, “marjinaller”. Parkın içindekiler, meydandakiler. Apolitikler, politize olanlar. Burjuvalar, sosyalistler. Bir türlü, parktakilerin bir “tema” (bir liderin şahsında tekilleşen, ataerkil bir söylemde şekillenen iktidara) etrafında birleşen bir “çoğulluk” olduğunu anlayamıyorlar. Zaten “bölümlü”, şu an için (ad hoc) bir araya gelmiş farklı katmanlardan oluşan bir toplam, heterojen bir topluluk. Bölmeye çalıştıkça birbirlerine kenetleniyorlar. Meydan ele geçirildi belki o meş’um gece ama, park ahalisi ebediyen kaybedildi muhtemelen.

İkili dil

Daha önceden hiç ciddiye almadığı, manevî dünyalarını, dinî hislerini zayıf addettiği, maddî dünyanın nimetlerinden başka hiçbir şey düşünmediklerini varsaydığı ortasınıf mensubu çocukların da “dayanışmacı” olabileceği, yanlarına “marjinalleri”, hatta anti-kapitalist müslümanları katabileceği hakikatı “ustayı” hem şaşırttı, hem de endişelendirdi.

Böylece, ikili bir dille seslenilmeye başlandı. Bir taraftan, bildik otoriter dil (kimse kusura bakmasın) “kararlılığın” göstergesi olarak kullanıma girerken, öte yandan, müşfik bir dil de peyda oldu. “Saf ve halisane hislerle”, parka giden, ağaçperver “yavrularımızdan” söz edilmeye, bu gençlerin meydandan ayrılması için “anababalardan” yardım rica edilmeye başlandı.

Bu gençleri ve anababalarını anlamadıkları o kadar aşikârdı ki, gençleri sinirlendiren dilin tam da böyle, onları “çocuk bırakan”, “üstündekilerle” iletişime geçen, hiyerarşik ve “himayeci” bir söylemde şekillendiğini anlamadılar.

Başbakanın benimsediği geleneksel, ataerkil dil de zaten baskın bir “babalık” durumundan, “ben bilirim”, “beni böyleyim, değişmem!” ifadelerinden oluşuyor.

Kural değişimi

Sonra sıra, popüler kültürden de bilinen ünlülerle (“sanatçılar”) mücadeleye geldi. “Marjinal” ile sarmaş dolaş bu kesime karşı muhafazakâr hassasiyetleriyle tanınan, iki isimden medet umuldu.

Toplantı sonrası, bu ikiliden sözleri anlaşılanı parktaki “ağır kokudan” başka bir şey söylemezken, diğerinin ne dediği (dublajlı ya da dublajsız) anlaşılamadı. Benzersiz mizahıyla herkesle dalgasını geçen, karşısındakilere karşı “orantısız hiciv” uygulamaktan bir an bile geri durmayan göstericilerin eline en şahanesinden malzeme de böylece sunulmuş oldu.

Son siyasi hamleyse, satranç analojisini sürdürecek olursak, oyun esnasında en yapılmayacak “ihlâl” olan, kural değişimi oldu.

Birdenbire, tamam o hâlde, halkın oyuna başvuralım, dendi. Maçtaki hamlelere halk karar versin! Parka gidip, orada günlerce zaman geçirip, gaz yemeği göze alanlarla, parkla hiçbir alâkası olmayanlar sandıkta karşı karşıya gelsin. Biyoiktidara karşı yerelden, doğrudan muhalefeti tam da “kendi yerelliğinde” boğmak için sandığa işaret etmek, bu oyunu sevmedim, rafa kaldıralım demekten başka bir şey değil. Satranç tahtası tersyüz de edilse “sokaktaki”nin “salondaki”ne karşı maçı neticelenmez, oyun yeniden kurulur, örneğin “go” oynanabilir!

Satranç ve Go

Deleuze ve Guattari’nin Bin Yayla (Mille Plateaux) kitabındaki “12. Yayla” olan “Göçebebilim (Nomadoloji): Savaş Makinası” parçasını okunduğunda satrançla go arasındaki fark iyice netleşir.

Ayrıca Bin Yayla, yine geçen hafta söze edilen İmparatorluk kitabına öncülük eden temel bir metin olarak da okunabilir. Satranç, kuralları baştan belirlenmiş olan bir sistematikte, farklı değer ve işlevleri olan (eşit olmayan) taşlarla ve iki meşru oyuncu arasında oynanan, galibiyete yönelik bir oyundur. Bu nedenle, birçok sosyalbilimci tarafından rasyonel mücadeleye örnek olarak, mükemmel bir rekabet modeli olarak addedilmiş, örnek olarak kullanılmıştır.

Askerlerin de satrancı bir tür savaş provası olarak gördükleri, sıkça oynadıkları da bir sır değildir. Machievelli’nin Prens metni, kullanılan terminoloji düşünüldüğünde, neredeyse bir satranç ustasıyla siyasal muktediri birleştiren rasyonalite ve psikolojiyi çok iyi açıklayan bir metin olarak da düşünülebilir. Batılı rekabet ve savaş mantığının bir tür özeti gibidir satranç.

Öte yandan Uzakdoğu ülkelerinde yaygın olarak oynanan Go, bir “savaş oyunu” olarak tamamen farklı bir mantıkla çalışır.

Öncelikle, taşların değerleri eşittir, bunu siyasete tahvil edersek, siyaset açısından formel ve enformel aktörler arasında bir fark yoktur, “meclis” ile “sokak”, “salon” ile “meydan” arasında da fark gözetemeyiz.

Galibiyet, satrançtaki gibi belirli bir hamle sırasının izlendiği açılışlarla oluşan pozisyonel kazanımlara dayanmaz; aksine, beklenmedik hamlelerle bazen oyunu boğan, bazen da kaotik bir hâle sokan bir oyunculuk (ustalık) ritmiyle sağlanabilir.

‘Go’da kazanabilmek için satrançtaki gibi taş kazanmaya yönelik temel bir strateji izlenmez, aksine ustaca yerleştirilen taşlar sayesinde rakibin hareket alanı azaltılarak “hareketsiz” bırakılmaya çalışılır. Alan kazanımı ve yönetimi temel stratejidir, üstelik her oyuncunun kendine özgü bir tarzı ve kazanma yöntemi vardır.

Hem sonuna kadar bireysel bir iştir go ustalığı, hem de başkalarına karşı oynandığına göre, bir topluluğun, bir tarzın, bir temanın etrafında şekillendiğinde göre bireyliği de törpüler.

Go, muhtemel hamleler ve kişiye özgü stratejiler açısından öylesine sınırsız ve karmaşıktır ki, satrançta yıllar önce dünya şampiyonlarını dize getiren bilgisayar programlarının go için geliştirilen benzerleri, ancak orta seviye bir go oyuncusunun düzeyine erişebilmektedir!

Gençlerin go hamlesi

Konumuza dönersek, Taksim’deki “oyuncularını” formel siyasete zorlamak, onları sandıkla imtihan etmeye çalışmak, büyük bir ihtimalle kazanılacak bir “plesibit” ile karşı karşıya bırakmak sadece onları satrançtan go oynamaya doğru yönlendirir.

Geçen akşam ilk go hamlelerini yaptı zaten “yavrular”, gazlı saldırı tehdidine karşı “annelerden” oluşan bir “barikat” kurdular.

Geleneksel Türkiye siyasetinin daha çok öğreneceği var bu meydanlar ve bu gençlerden. Esas mücadele bu. Öğrenebilmek.

Orhan Tekelioğlu – Bianet.org

yazının ilk bölümü: http://www.bianet.org/biamag/biamag/147363-biyoiktidar-oyle-kolay-kurulmaz

Gezi Parkı hakkında hâlâ anlaşılamayanlar – Bekir Ağırdır

Gezi Parkı direnişiniz 17. günü ve hala direnişin ruhunun, karakterinin ve dinamiklerinin anlaşılamadığı görülüyor. Halbuki tam da buralardaki yeni anlama ve açıklama çabaları yeni siyaseti ve yeni hayatı anlamamızı sağlayacak ki asıl direnişin üreteceği dip dalgaları besleyen enerjiyi buralarda.

Beni bu dakikada korkutan şey olacaklardan daha çok ülkeyi, şirketleri, bankaları, sendikaları, odaları, medyayı yönetenlerin çoğunun hala ne oluyor ve niçin oluyor anlayamıyor oluşları. Dolayısıyla mesele ne yazık ki yönetilememektedir. O nedenle de giderek herhangi bir aktörün her türlü hatasına, provokasyonuna ve manipülasyonuna açık hale gelmiş durumdayız. Yönetenlerin teşhisi de tedavi yöntemi de yanlış seyretmektedir.

Doğru anlaşılabilen tek şey ise nihayet Gezi Parkı’nın çekirdek direnişinin ve direnişçilerinin şimdiye dek bilenenlerden farklı bir şey olduklarıdır. Bu kadarcık anlayış ve tanımlama farklılığı bile diyalog kapılarını açıyor görünmektedir.

 

Neredeyse her gün eylemin dinamikleri değişti

 

1. Birinci hata direnişin birinci gününde herkesin zihninde ne açıklama vardı ise bugün de hala aynı açıklama geçerli sanılmaktadır.

Direniş gün be gün nitelik ve dinamik değiştirdi. Başlangıç park için çevre ve kent duyarlılığıyla harekete geçen çekirdeğin dozerlere direnişiyken polisin gaddarlığı sonrası polis şiddetine tepkiye dönüştü. Daha sonra Başbakan’ın açıklamalarıyla genel bir hayat tarzı ve özgürlükleri koruma derdine dönüşürken 77 ildeki kimi Gezi’ye destek kimi hükümete tepkiye dönüşerek yayılmaya da başladı. Sonrasında ise Gezi Parkı çekirdeği dışında her aktör kendince meseleden pay çıkarma telaşına düştü.

KONDA’nın “Gezi Parkı araştırması da “ilk ne zaman buraya gelmeye karar verdiniz” sorusunun bulguları tam da bu değişimi teyit etmektedir.

17 Günde bile meselenin anlamı, boyutu, aktörleri, dinamikleri bu kadar değişmişken ilk günkü tanım ve pozisyonlardan tüm bir süreç ne anlaşılabilir ne de yönetilebilir.

 

Eski siyaset – yeni siyaset

 

2. Çekirdek direniş, soğukkanlılığını koruyarak hala orada. Ne manipülasyon çabalarına ne provokasyonlara gelmediler. Ekranlarda, gazete köşelerinde,  ben dahil herkes onlar adına ahkam kesiyor ama onlar fazla konuşmadan, eğlenerek ve kararlı biçimde oradalar.

Minik diyalog adımları sonrası bir siyasi yetkililerin açıklamalarındaki dile, içeriğe, gözü başka dili başka söylemlere, bildik siyasi paragraflara bakın bir de sivillerin konuşmalarındaki kısalığa, netliğe, sadeliğe, zarafete.

3. Çekirdek direnişin üreteceği en büyük zihni kırılma siyaset anlayışında olacak. Onlar zamana ve mekana sıkıştırılmış hayatın, aktörler üzerinden yapılan, hiyerarşiye ve kurallara bağlı siyaseti reddeden bir eylemlilik ve siyaset anlayışıyla oradalar.

Hükümet başta olmak üzere etraflarındaki herkes ise direnişi “mesele bazlı” olmaktan yine bildik “aktör bazlı” siyaset zeminine çekmeye uğraşıyor.

Manipüle etmeye çalışanlar, provokasyon peşinde olanlar, olanları kendi senaryolarınca yönlendirebileceğini sananlar ister Ak Parti yandaşlığı ister karşıtlığı kutbundan olsun meseleyi “hükümete karşıtlık ve yandaşlık eksenine” sıkıştırmaya çalışıyor. Epey de bu konuda yol aldıkları görülüyor.

 

‘Seçeneklerden doğruyu bul’ kuşağı tek doğruya başkaldırıyor

 

4. Gelelim referandum meselesine ki asıl hata burada yapılıyor. Önce değerlendirmemi not edeyim. Gelinen referandum noktası önemlidir. Referandumun hukuki boyutlarını hukukçular tartışsın ama siyaseten referanduma direnişçiler itiraz etmemelidir.

5. Ama direnişin ima ettiği şey referandumdan daha öte bir şeydir. Gezi’dekilerin ve bu direnişin gerçek talebi katılımdır. İtiraz merkezi otoritenin, merkeziyetçiliğine ve keyfiyetçiliğinedir. Bu topraklarda sanıldığı gibi demokrasiyi seçimlerle sınırlayan ve yeterli gören anlayışa itirazdır aslolan.

Seçimlerde, referandumlarda var olan seçeneklerden birisine oy veririz. Ama bugünün karmaşık, çoğulcu hayatı seçeneklerden birisini seçmekten öte kendimize dair tüm karar süreçlerine kendi kimliğimiz, ihtiyaçlarımız ve taleplerimizle katılabilmektir. Kararların ve süreçlerin şeffaf ve denetime açık olmasıdır.

Yani var olabilmektir talep. Gezi direnişi demokrasinin bir fazla oy sahibinin istediğini, istediği gibi yapabileceği olarak anlaşılmasına itirazdır. Bir tek kendisi olsa bile farklılığıyla var olma talebidir.

Gezi’dekiler “multiple choice” kuşağıdır bir bakıma. KONDA’nın “Gezi Parkı araştırması” bulgusuna göre yüzde 56’sı üniversite ve yüksek eğitimli, yüzde 37’si hala öğrenci. Ülkenin “seçeneklerden doğruyu bul” yöntemine dayalı eğitim ve sınav sisteminin çocukları. İtirazları da bu zihniyet.

Onlar tüm seçeneklerin doğru, haklı ve geçerli olacağı bir hayat talep ediyorlar.

 

Bekir Ağırdır – www.t24.com.tr

Gezi’ye Referanduma Olumlu Bakmak Lazım

Gezi Parkı odaklı olarak Türkiye tarihinde önemli bir mihenk taşı olacak; halkın demokrasi ve özgürlük talebi olarak belki de bir ilk olacak bir sivil itaatsizlik yaşanıyor.

Bir direniş var, ve direniş şimdiye kadar tüm organize olamama haline, dağınıklığına rağmen her müdahaleden; her olumsuzluktan daha da güçlenerek çıktı.

Bu güçlenme sadece Gezi’dekilerin sayısı ile sınırlı olmadı. Her geçen gün; topluma ve taahükümü kuran, hükmedenlere karşı mücadele ile, barışçıl yollardan vazgeçmeyerek meşruiyetini kabul ettirdi.

Medya üç maymunluğuna rağmen, hükümetin dezenformasyonuna; provakatif, şiddete çağıran itibarsızlaştırmalarına rağmen, politik çeşitliliğini ve çoğulcu yapısını koruyarak güçlendi güçlenmeye devam etti.

Gençlerin ve özellikle örgütsüz gençlerin motoru olduğu direniş; sonunda hükümeti topa girmeye zorladı ve ikna etti. Diyalog kurmak zorunda bıraktı.

Diyalog süreci önce; çakma, garip; direniş ile ya alakasız ya da ucundan alakalı olan kişiler ile görüşmeyi içerse de, Perşembe akşamı Başbakan, apar topar platform ile görüştü.

Detaylarına girmek yersiz ama; referandum yapabiliriz söylemini takınan hükümet;  Taksim Dayanışması ve bileşenleri ile bileşen dışı kurumlar ve örğütsüz direnişçilerden oluşan bu direniş koalisyonunda önemli bir tartışma açtı.

Referandum / plebisit / kamuoyu yoklaması fikrini kabul edecek miyiz; etmeyecek miyiz?

İşte bu noktada kendi görüşüm anlatmak isterim.

Öncelikle,  Başbakan; Taksim Dayanışması’nın hemen hemen hiçbir talebini kabul etmedi. Bu yönden bakarsak; görüşme çok da başarılı geçmedi diyebiliriz.

Ancak ,bir de kazın öbür tarafı var. Başbakan, önemli geri adımlar attı. Hukuki kararı bekleyeceklerini; hukuki karar gezinin inşaata açılmasının önünü açarsa halka soracağını belirtti.

Yani ilk defa, son 10 yıllık Başbakanlık sürecinde, kamuoyu önünde geri adım attı ve önemli bir konuyu halka sorma niyeti gösterdi. (ne kadar samimi ayrı tartışma konusu)

Bu bence önemli bir kazanıştır. Bu kazanışın bir adım öteye gitmesi için bu halk oylaması fikrini, adına ne derseniz deyin desteklememiz gerektiğini düşünüyorum.

Halk oyunun adının ne olacağı, ne sorulacağı, referandum mu kamuoyu yoklaması mı ya da plebisit olacağı hepsi tartışma konusu.

Ancak; bu tartışmadan ne çıkarsa çıksın ben bunun büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum.

Neden mi?

 

 

Üstün Kamu Yararı’nın Ne olduğu Yerele Sorulacak

Birçok insan, kent hakkı, insan hakkı gibi konuların bu tür bir oylamaya açılamayacağını düşünerek karşı çıkıyor. Bence de hakların hiçbiri oylamaya tabii tutulamaz ancak; ben bu oylamanın konusununu bir haktan ziyade bir kamusal alanın kullanımına ilişkin üstün kamusal faydanın ne olacağının halka sorulması olarak algılıyorum.

Üstün kamu yararı;  toplumsal menfaatler ile çevre ve doğal kaynakların sağladığı yaşamsal faydaların bir bütünü olup her türlü ekonomik gaye ve kazançtan daha öncelikli olan en üst toplumsal yararı ifade etmektedir.

Bir AVM yapımında da bir müze yapımında da, parkın park olarak kalmasında da; teorik olarak bir kamu yararı mevcuttur.

Otorite, bu yararlardan hangisinin üstün olduğuna karar verme durumundadır.

Gezi Parkı vakası da bence, üstün kamu yararının hangisinin olduğunu; sonuçtan bağımsız olarak halka sorma durumu; bu açıdan kamunun kendi için üstün olan yarara karar verme hakkını elde etmesi demektir.

Yerel Demokrasi Kazanımı

Gezi Parkı gibi kamusal alanı nasıl değerlendirileceğinin yerele sorulmasıdır tam da bu.

Yani, Türkiye’de belki de ilk defa, merkeziyetçi yapıya önemli bir çentik atma şansı elde edeceğiz.

Yerelin; ulusal hükümetten önce karar verme hakkının varlığı de facto hayata geçmiş olacak. Yani üzerinde konuşabileceğimiz bir yerel demokrasi aracı da elde etmiş olacağız ve  4 -5 yılda bir seçimde oy kullanma ile sınırlı olan demokrasi kültürümüze yeni bir seviye; katman katmış olacağız.

Bir de bu oylama durumunu; kurumsallaştıracak adımlar atabilirsek, örneğin; Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ındaki çekincelerin kaldırılması ve / veya çevre ve doğal kaynak yatırımlarında yerelin katılımını zorunlu kılan Aarhus Sözleşmesi’nin kabulü için bir kampanyaya dönüştürebilirsek; çok önemli bir yol kat etmiş oluruz.

Kazanma İhtimali:

Böyle bir oylama düzenlenirse kaybedebiliriz. Kaybedersek de en kötü başladığımız yere döneriz; yine mücadeleye başlarız.

Ancak, kimilerine göre ufak kimilerine göre yüksek bir kazanma ihtimalimiz var. Kazanırsak, sadece Gezi Parkı hakkında değil, Ulusal siyaset alanında da önemli bir güç ve kazanım elde ederiz. AKP’nin son on yılda düzenli olarak oy arttırma durumunu ve her oylamadan kazanan olarak çıkma durumunu değiştirir; AKP’nin de seçim kaybedebileceğini ortaya koymuş oluruz.

Böylece hem AKP’de ciddi tartışmalara yol açabilir; hem de AKP’nin politik ve siyasi gücünü önemli ölçüde zedeler ve sorgulatır.

Bu kazanma ihtimali ve kazandığımızda elde edeceklerimiz; oylama fikrine hayır dediğimiz noktada elde edebileceklerimizden çok çok daha güçlü.

Yani Kumarı oynayan AKP; biraz da elimizdeki kağıtları bıraktırmaya çalışan; blöf yapan bir pokerciyi oynamaya çalışıyor. Ancak eli de o kadar güçlü değil; risk alıyor. Bu risk; AKP hükümetine önemli bir zarar verebilir.

AKP elinin güçlü olduğunu düşünüyor ve  /veya öyle davranıyor; ancak bence bu kadar da güçlü değil. O yüzden hodri meydan ve ”oylama yapılsın” demek lazım.

Son olarak ise, unutmayalım Gezi Parkı ile başlayan bir özgürleşme mücadelesi verdik; her an daha fazla demokrasi olsun dedik. Ancak; bu kadar özgürlük ve demokrasi konuşurken;  Referandum / Kamu Oyu / Eğilim Yoklaması / Plebilist gibi yöntemleri yok saymak; bizim söylemimiz ile çekişerektir.

AKP de tam da bunu istiyor.  Blöf yapıyor; blöfünü görelim; proaktif olalım; elleri o kadar güçlü değil merak etmeyin.

AKP’ye de güvenmiyoruz; neden inanalım diyenlere ise tek bir cevabım var: Kendimize inanalım; gerekise yine çatışır; yine Gezi’ye yerleşiriz. Merak etmeyin bir defa yaptık. Şimdi daha tecrübeliyiz yaparız yine.

 

 

Ümit Şahin’in “Referandum Şansı…” yazısına eleştiriler – Ozan Zeybek

0

Ümit Şahin’in referandum hakkındaki birinci yazısına eleştiriler/eklemeler yapmak istiyorum. Yazıda Ümit referandum kavramını kullanmış, ben de buna sadık kalacağım.

Ümit ilk yazısında, hükümetin referandum çağrısının itibarsızlaştırılmasına itiraz ediyor. Baskın Oran, Cengiz Aktar ve Korhan Gümüş’ün referandum itirazlarına cevap veriyor; daha kapsamlı bir referandum fikri geliştirmeye uğraşıyor. Geçmişte başarılı örnekler olduğunu, referandumun yerel yönetim fikrini güçlendirebileceğini; bu anlamda bu çağrı hakkında en azından bir düşünmek gerektiğini vurguluyor.

Ben şu noktada referandumu kabul etmektense müzakereye ve mücadeleye devam edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha önce kısaca yazdığım yazıya buradan göz atılabilinir.

Ancak Ümit’in yazısında da aklıma yatan önemli noktalar var. Bir referandum yasası ile bu mücadeleye ara vermek pek de küçük bir kazanım olmayacak… Fakat Ümit’in bu ilk yazısı özelinde beni ikna etmeyen hususlar da var. Referandum eleştirilerini biraz basitleştirmiş, farklı argümanları üst üste koymuş ve sonuçta Gezi Parkı’nı mümkün kılan temel hissiyatı ıskalamış.

Şöyle başlamak istiyorum: Yazıda Baskın Oran, Cengiz Aktar, Korhan Gümüş (ve bahsi geçen diğer itirazlar) “birbirine benziyor” denerek aslında bambaşka meselelere işaret eden itirazların hakkı verilmemiş. Ardından bu birbirine benzediği iddia edilen itirazlara pek de tatmin edici olmayan ve temel olarak teknokrasi mi referandum mu zıtlığına dayanan bir cevap üretilmiş. Sonunda da “kararı halk versin” denmiş. Önce birkaç hususu ayıralım.

1- Cengiz Aktar’ın yazdıkları biraz hafife alınmış. Aktar, demokrasinin göbeğindeki bir meseleye değiniyor oysa. Yerelde olsun olmasın, çoğunluk fikri ne dereceye kadar demokratiktir, diye soruyor. Yerelde yaşayan insanlara soru sormak bir olayı çözer mi? Örnek: Çorlu’daki sanayi kuruluşları olsun mu olmasın mı? Kime soracağız, buranın yereli kim? Eğer Çorlulular diyeceksek coğrafya ile ilgili temel varsayımlarımızda bir hayli sorun var demektir. Çorlu’daki nehir, birkaç yüz kilometrelik tarım bölgesinden geçer, Saros’taki balıkçıları etkiler, atıklar İtalya kıyılarında birikir. Türkiye’deki ayçiçeğinin yarıdan fazlası buradan gelir. Çorlu, İranlı işçilerin çalışmaya geldiği bir merkezdir.

Bu basitleştirilmiş örneği vermekteki amacım, yerel fikrinin ne kadar karmaşık olduğunu göstermek ve “orada yaşayanlar”, “çoğunluk” gibi muğlak kavramlarla çalışmanın zorluklarına işaret etmek. Seçilen ölçek önemli. Mesela göçmenlerin hareket imkanlarına dair meseleleri yerelde yaşayan insanlara sorsak ve “hayır, şehrimizde/ülkemizde işsiz yabancı istemiyoruz” kararı çıksa demokrasi tecelli etmiş olur mu? Zor sorular bunlar. Yerelliğin, çoğunluğun, bir meselenin hangi kriterlerle ele alınması gerektiğine dair tartışmaların karşısına sandık fikriyle, yereldeki çoğunluk fikriyle çıkmak, demokrasinin bir hayli sınırlı bir tarifi çünkü.

Gezi Parkı için de 12 milyonluk bir şehrin karar verici merci olarak öne sürülmesinde aynı tuhaflık var. Nasıl sınırlandırırsanız sınırlandırın (Beyoğlu-Kadıköy-Şişli mi mesela?), Gezi Parkı’nın yerelini bulmak çok zor. Buradaki sorun, bir daha söylüyorum, sadece şehrin kalabalığı değil, kavramsal düzeyde yerelliğin içini doldurmanın zorluğu.

2- Baskın  Oran şöyle demiş: “[Türkiye gibi ülkelerde] liderler, iktidarını meşrulaştırmak için, soruyu istediği gibi sorarak insanları “evet” vermeye güder.”

Gütmek kelimesinin barındırdığı kibir ayrıca tartışılabilir; ama bu gene de önemli bir itiraz. Ümit yazısında bunun üstünden “abartılı bir şüphecilik” diyerek atlıyor. Oysa Baskın Oran, demokrasinin barındırdığı, daha doğrusu belki bugünkü tüm demokratik rejimlere içkin bir güç eşitsizliğine işaret ediyor. Medya ve bilgi üreten kurumlar bağımsız değil, tekelleşmiş televizyonlar ve gazeteler bugün hâlâ milyonlarca insanın kanaatlerini şekillendiren en önemli araç. Bunu uzun uzun örneklendirmeye gerek yok. Mesela Irak işgalinin Amerika’daki kamuoyuna nasıl sunulduğu muazzam bir örnek. Ölenleri cips yiyerek seyredecek kadar yabancılaştıran birtakım iktidar aygıtlarından bahsediyoruz. Keza Gezi işgalinin nasıl algılandığı da ciddi bir güç mücadelesine işaret ediyor.  Bugün inşa edilmeye çalışılan genel kanı şu: “Aralarında iyi çocuklar var; ama bunlar iç-dış mihraklarca desteklenen, halkın iradesini tanımayan darbe yanlısı gruplar tarafından kullanıyorlar. Devlet bunları biliyor, birbirinden ayırıyor.” Kısa vadede, yaratılan bu algının hangi grupları mahvedebileceği üstüne aklımdan geçen şüpheleri burada paylaşmak istemiyorum.

AKP, elindeki her türlü komplo teorisini kullanıma sokuyor. “Milli İradeye Saygı:  “Büyük Oyunu Bozmaya, Haydi Tarih Yazmaya” isimli dev mitingler yapmaya hazırlanıyor şu aralar. Bir referandum olsa kazanmak için hangi tellere basacaklarını, hangi mağduriyetleri, hangi kalkınma masallarını gözümüze sokacaklarını iyi biliyoruz ve bütün bunların ne kadar etkili olduğunu… Daha önemlisi, karşı tarafı devamlı köşeye sıkıştıran, iftira atan, çamura yatan, provokatör kullanan, ötekileştiren yalan söyleyen bir zorbalıkla karşı karşıyayız. Ben böyle bir canavarla girişilen referandum mücadelesinin daha ziyade direnişe gem vuracağını düşünüyorum.

Ümit, dünyada referandumun işe yaradığı örnekler olduğunu söylemiş. Ben de şu videoyu sizinle paylaşayım, Kızılay Meydanı hakkında yakın zamanda yapılan referandumun ahvali. Lütfen bu kepazeliği seyredin:

https://www.facebook.com/photo.php?v=470123156398633

Siyaset böyle bir şey olmak zorunda değil ve galiba sadece iyi oynamak yeterli değil, oyunun kurallarında da değişiklik yapmak gerekiyor. Zira hakikatlerin ortaya konamadığı bir ortam pek çok demokratik aracı (referandum dahil) iktidarın bir başka aracına dönüştürüyor. Cengiz Aktar’ın Ümit’in yazısına yaptığı yorumdan alıyorum. [Yeterli bilgilendirmenin olmadığı durumlarda] referandumun sonucu kışla dayatmasının reddi de olsa bu oylama Yeni Türkiye’nin dili ve yöntemi olamaz. “Sandıktan sandığa demokrasi” konusunda bir “ara sandık” niteliğinde olan referandum siyasî katılım alanını açan değil daraltan, bu ölçüde de demokratik talepleri karşılamada son derece yetersiz bir araçtır. Bir bakıma siyasetin sıfır noktası…”

3-Korhan Gümüş ise bu işler muhakeme ister, birikim ister, herkese sormak abestir demiş. [Mealen söylüyorum, Korhan’ın kelimeleri farklı]. Uzmanlaşmaya dayanan bir tür ayrıcalık talep etmiş. Bu üstünde çok tartışılacak bir başka husus. “Bir yandan uzmanlaşma bir yanda demokrasi mümkün mü?” üstüne yazılmış yüklü bir külliyat var. Uzmanlaşma bir yönüyle bir birikim, meseleyle haşır neşir olmak anlamına geliyor. O anlamda bir tür hiyerarşi kuruyor elbette. Ancak bunun nasıl bir iktidar oluşturduğundan bahseden, uzmanlaşmaya karşı çıkan pek çok itiraz da var. Ümit’in eleştirilerine ben de bu noktada katılıyorum. Şöyle diyor Ümit Şahin: “Konu bir kent politikası ve yerel demokrasi meselesinden bir mimarlık ve şehir plancılığı tartışmasına dönüştürülüyor.” (Ancak burada Korhan Gümüş’e de haksızlık yapıldığını, kendisinin karşısında mücadele verdiği bir konuma itildiğini düşünüyorum.)

İyi düzenlenmiş referandumların bir yönetim aracı haline gelmesi elbette olumlu bir gelişme olabilir; şartların, soruların, muhatabın kim olduğuna bağlı. Ancak önümüzde duran engellerin ve buradan hareketle yapılan itirazların da ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Bulunduğumuz noktada Ümit’in yazısı bizi “halk mı teknokrasi mi” ikiliğine getirmiş. Sonra da tabii ki “halk” denmiş. Ancak bu, bana kalırsa, şu anki durumu izah etmek için yeterli değil. Süren bir mücadeleye karşılık, şartları ve sonuçları son derece muğlak bırakılmış bu öneriyi sahiplenmek Gezi’yi ortaya çıkartan meseleleri ıskalıyor.

Gezi Parkı bugün pek çok farklı gruba ilham veren bir sembole dönüşmüş durumda. Nazan Üstündağ’dan alıyorum: “Gezi Parkı tek değildir. Bir değildir. Gezi parkı, üçüncü köprüden kalekollara, barajlardan HES’lere, kentsel dönüşümden orman yangınlarına kadar büyük bir bütünün parçasıdır. Yalancı medyaya, 10 bin tutukluya, Kürdistan’daki kirli savaşa bir başkaldırıdır.”

O yüzden Türkiye’nin dört bir yanı Gezi’ye sahip çıktı. Sadece Topçu Kışlası değildi bu kadar insanı sokağa döken. Toplumun farklı kesimlerini farklı mecralarda hiçe sayan bir iktidar mekanizmasına itiraz edildi. Tayyip Erdoğan hepimizin gözünün içine baka baka yalan söyledi. Hep söylüyordu. Polis birilerini hep dövüyordu, işkence ediyordu. İstanbul Valisi, 90’lı yıllarda yaptıklarından yargılanmamış, gelmiş çiçek-böcek diyebiliyordu.

Biz o kadar çok şeye kızgınız ki…

Teknokrasiye hayır! Ancak onun alternatifi referandum değil. Ümit yazısında, bu ikisi arasında bir seçim yapma noktasına getirmiş bizi. Böyle bir ikilik yok. Ayrıca merkezden yönetimin kırılacağı yönünde tek bir işaret bile yok. Direnişi karıştırmak, etkisizleştirmek için ortaya atılan bir cin fikir var ortada sadece.

Ümit’in yazıdaki temennilerine karşı yazmadım bunları. Ancak somut engellerin ne olduğuna dair yapılan eleştirileri ve var olan kızgınlığı ciddiye almak gerekiyor. Zira başka hayaller kurmak için gerekenler tam olarak bunlar!

paylaşmak için tklynz / click for to share

Ozan Sezai Zeybek

 

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/

Biber Gazları’nın solunumsal etkileri ve yasaklanma nedenleri? / Dr. Kahraman Şahin

0

Biber gazları neredeyse tüm Dünyada –zaman zaman savaşlarda  kullanılsa da- çoğunlukla toplumsal eylemleri, gösterileri kontrol amacıyla sivillere karşı  kullanılan gazlardır. Bunların her biri kimyasal ajan sınıfındadır.  Bu tür kimyasal maddelerin insanlar üzerinde kullanımı  uluslararası anlaşmalar ve bildirgelerle savaşlarda bile yasaklanmışken, bu gazlar yasa koyucu ve uygulayıcıları tarafından halk üzerinde rahatça kullanılabilirler.  Peki gerçekten bu derece rahat kullanılabilecek kadar masum mudurlar? Dünyada ve ülkemizde yapılan çalışmalar  bize durumun hiçte öyle olmadığını gösteriyor. Hatta öylesine ciddi şüpheler var ki pek çok ülkede  bu konuda çeşitli  araştırmalar yapılmış ve yapılmaktadır.   Sonuçları ise,  aslında gazların kullanılmasının masum olmadığını, aksine öldürücü olabildiğini göstermektedir.

Kimyasal ajanların savaşlarda kullanılması 1. Dünya savaşında ilk kez Fransa tarafından  başlatılmıştır. Sonrasında ise bu savaş boyunca 113,500 ton kimyasal madde kullanılmış 91,000 ölü ve 1,300,000 yaralıdan oluşan korkunç bir bilançoya neden olmuştur. Nasıl oldu bilinmez 2.Dünya savaşı boyunca pek çok öldürücü kimyasal ajan keşfedilmesine karşın savaşta kullanılmamıştır.  1960’ ların başına dek çeşitli öldürücü gazlar üretilip kullanılırken bu tarihlerde ülkelerin iktidarlarının kendilerine karşı gösteri eylemleri gerçekleştiren siviller  üzerinde kullanacakları ama öldürücü olmayan gazlara ihtiyaçlarının sonucu olarak, ilk kez İngiltere’de göz yaşartıcı gazlar kullanılmaya başlanmış ve ardından da özellikle 90’lardan sonra da tüm dünyada yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bunlardan en yaygın olanları:

  • Chlorobenzylidenemalononitrile (CS),
  • Chloroacetophenone (CN),
  • Chlorodihydrophenarsazine (DM)
  • Oleoresincapsicum (OC)’dur

Ülkemizde de OC ve CS kullanılmakta. Bu gazlarının temel maddesinin acı biber özütü olmasından dolayı, ortaya çıkan ürünün doğal olduğu ve gözleri yaşartarak eylemciyi hareketsiz bırakmak dışında zararı olmadığını söyleyenler “Devlet Büyükleri” bile olsa  ne yazık ki tamamen yanlış söylemektedirler.  Ne özütün kendisi ne de bu özütle birlikte son ürün içinde bulunan organik çözücüler, hidrokarbon, alkol, itici gazlar gibi diğer maddeler masum değildirler , her biri   tek başına özellikle solunum yollarında sağlık zararları yaratma kapasitesine sahipdirler.

Tablo – 1 Biber gazı maruziyeti sonrası semptomların sistemlere göre dağılımı 1

Gazların göz, deri , sindirim sistemi, kardiyovasküler sistem, sinir sistemi üzerine etkileri olmakla birlikte (Tablo 1 ) Erken dönem sonrasında kronikleşebilecek sıkıntılara sebep olan, etkilenen en önemli hedef organ akciğerlerdir. Dünyada bildirilen ölüm olguları da genelde solunum yetersizliği, alerjik reaksiyonlar ve kardiyak komplikasyonlarla birlikte anılmıştır.

Solunum yolu obstrüktif (kısıtlayıcı) hastalıkları içinde önemli bir antite Reaktif havayolu disfonksiyonu ve irritanla indüklenen astımdır. Bu hastalıklar irritan bir madde ile karşılaşan bir hava yolunda ( bronşial sistem) maruziyet anında ve olasılıkla daha sonraki zamanlarda da solunum yollarında gelişen obstriktif (daralma) cevaptır. Acil servislerde çalışan pek çok hekim çeşitli temizlik maddeleri ile özellikle de çamaşır suyu+tuz ruhu karıştırarak (ya da benzerleri) temizlik yapan ve kapalı yerde bu maddeyi soluyan –genellikle- kadınlarda bronkospazm ve ciddi solunum sıkıntısı ile karşılaşmışlardır. Çünkü  bu karışımdan açığa çıkan gaz çok ağır bir irritandır ve solunduğunda ciddi reaksiyona yol açar. Bunun sonucunda pek çok ölüm de bildirilmiştir. Akut dönem atlatıldığında bile reaktif hava yolu tam düzelmeyebilir. Yıllar boyunca astım tedavisi almak zorunda kalabilir bu kişiler. Bu örnek daha hafif ya da ağır irritan her gazla oluşabilir. Biber gazı da bunlardan biridir. Yani bu gazla hayatın bir döneminde bir veya birkaç kez karşılaşan bir kişide geçici ya da daimi hasar oluşabilir.

Türkiye’de 2012 de yapılan bir çalışmanın ilk sonuçları uzun vadede bir solunum kısıtlanması ve BHR (Reaktif havayolu hastalığı) gelişimini destekler niteliktedir. Bu çalışmada Tümü erkek 120 bireye, mesleki astım anketi (NIOSH), solunum fonksiyon testleri ve arteryel tansiyon ölçümleri uygulanmış, göz yaşartıcı gazla karşılaşma öyküleri alınmış ve istekli olanlara akciğer filmleri çekilmiştir.( İstanbul’da Birleşik Metal İş, Ankara’da ise Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası üyeleri arasında gerçekleştirilmiştir. Çalışmayı Türk Toraks Derneği desteklemiştir )2 Bu çalışmanın ilk sonuçları şöyledir;

  • Olguların tüm yaşamları boyunca gazla karşılaşma sayıları ortalama 8.5, son iki yılda 5.6’dır.
  • Olguların %60’ında hışıltılı solunum, %45’inde son yılda dinlenme sırasında nefes daralması/öksürük vardı.
  • Son yılda göğüste sıkışma olduğunu bildirenlerin oranı %35, egzersiz sonrası nefes daralması/öksürük bildirenler %43 idi.
  • Kronik bronşitle uyumlu yakınmalar olguların %23’ünde saptandı.
  • Yaşam boyu karşılaşılan toplam gaz sayısı arttıkça küçük ve orta boy havayollarındaki akımın belirteci olan orta akım hızı (MMFR) parametresi anlamlı olarak azalmaktaydı.
  • Hışıltısı bulunan olgularda son iki yıldaki gazla karşılaşma sayısı anlamlı olarak fazlaydı.
  • Son yılda egzersiz sonrası nefes daralması/öksürük bildirenlerde son iki yıldaki gazla karşılaşma sayısı anlamlı olarak fazlaydı.
  • Son yılda göz kızarması olanlarda, son iki yıldaki gazla karşılaşma sayısı anlamlı olarak fazlaydı.
  • Sigara kullanımı, tüm solunumsal yakınmalar için riski artırırken, son 1 haftada gazla karşılaşma hışıltılı solunum, son yılda egzersizle nefes darlığı artışı, öksürük, balgam, burun tıkanıklığı ve göz kızarması için riski artırmıştı.
  • Son yıl egzersizle nefes darlığı üzerine son iki yılda gazla karşılaşma bağımsız olarak etkiliydi.
  • Olguların %14’ü havayolunda tıkayıcı akciğer fonksiyon bozukluğuna, %4’ü kısıtlayıcı akciğer fonksiyon bozukluğuna sahipti.
  • Olguların önemli kısımı gazdan korunmak için yüzlerini kapatırken, gaz sonrası en sık uygulama limon ve su ile gözleri ve yüzü yıkamaktı.
  • Olguların %8’i gazla karşılaşma sonrası sağlık kuruluşuna başvurmuştu ve oksijen, bronkodilatatör, ilaç ve göz pansumanı gibi tedaviler görmüşlerdi.
  • Çalışmada özellikle son iki yılda karşılaşılan gaz sayısı arttıkça hışıltılı solunum, nefes darlığı, öksürük gibi tıkayıcı solunum hastalıkları belirtilerinin arttığı, kronik bronşit oranının %14 düzeyinde gözlendiği ve kalıcı solunum fonksiyonu kısıtlanmasının geliştiği saptandı.3

Bu çalışmanın erişkinler üzerinde yapıldığını hatırlatmakta fayda var. Özellikle Barışçıl eylemlere erişkinler kadar , çocuklar hatta aileleri ile birlikte çok küçük çocukları da görmek mümkün. Onların ileride alacakları astım tanısının sorumluluğunu kim üstlenecek buda ayrı bir sorudur.

Öncesinde her hangi bir solunum yolu hastalığı bulunmayanlar için durum buyken, astım, KOAH gibi obstruktif solunum yolu hastalığı olanlar için bu gazlar hayatı tehdit etmektedir. Astımı olan ve o anda ilaç bile kullanmayacak kadar iyi bir dönemde (remisyon/intermitan astım) olan bir kişi biber gazı (ayrıca beraberinde kullanılan hidrokarbonlar, çözücüler vs.) ile karşılaştığında oluşan inflamasyon (Bronş içinde oluşan mikrobik olmayan iltihap) ciddi ve refrakter bir bronkospazma (bronş tıkanmasına) neden olabilir ve bu o kişiyi ölüme götürebilir. Araştırmalardan birinde OC’ye bağlı olduğu bildirilen bir ölüm olgusu şöyle tariflenmiştir; “Biber gazına bağlı doğrudan ölümün gözlendiği erkek olguda 10-15 kez spreyle karşılaşma, sprey sonrası hızla nefes darlığının ortaya çıkması ve oturur pozisyonda da nefes darlığının sürdüğü gözlenmişti.” (Steffee CH, Oleoresin capsicum (pepper) spray and “in-custody deaths”. Am J Forensic Med Pathol, 1995)4 Ülkemizde de 2012 yılında yaşanan bir olayda önceden Astım tanısı olduğu bilinen bir vatandaşımızda  olasılıkla bu şekilde hayatını kaybetmiştir.

Bir başka çalışmada karşılaşmadan uzun süre sonra bile solunum fonksiyonlarının normale dönmediğini göstermektedir.5 Ayrıca 1999 da Amerika Birleşik Devletleri’nde  yayınlanan bir çalışmada KOAH ve Astımı olan 3 hastanın ölüm nedeni olarak biber gazı belirlenmiştir.6 Aynı makalede  hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalarda özellikle viral üst solunum yolu infeksiyonu olan hayvanlarda ciddi solunum yolu inflamasyonu (Bronş içinde İltihab) geliştiği gözlenmiştir.

Kısacası bu gazların 90’lı yıllardan itibaren dünyada yaygın olarak kullanılmaya başlamasının hemen ardından ölüm olayları da bildirilmeye başlamıştır. 2004 ve 2010 ‘da israil’de raporlananların yanında, son otuz yılda Amerika Birleşik Devletlerinde sadece tıbbi literatüre giren 100 ölüm vakası vardır.1 Ayrıca yine Amerika’da bu gazları kullanan 61 güvenlik görevlisinde hayatı tehdit eden sağlık problemleri gelişmiştir.6

Kimyasal silahlar konusunda uluslararası anlaşmalara son noktayı koyan sözleşme, 1993 de imzalanan “Kimyasal Silahların geliştirilmesi, üretimin stoklanması ve Kullanımının yasaklanması ve bunların imhası ile ilgili sözleşme” ‘dir. Sözleşme 29 Nisan 1997 de yürürlüğe girmiştir. Ülkemizde bu sözleşmeyi 14 Ocak 1993’de  imzalamış ve TBMM de 12 Mayıs 1997 de kabul edilmiştir. 1925’ de imzalanan Cenevre Sözleşmesindeki açıkları kapatan, stoklamayı yasaklayan ve var olan silahların imhasını da içeren bu sözleşmenin Genel yükümlülüklerinde görüldüğü gibi kimyasal silah kullanmayı kesinlikle yasaklıyor. Ancak burada daha önemli olan iki nokta daha var. Birincisi; sözleşmede özne olan Kimyasal Silahların tanımı. Bu Madde-II’ de açıkça belirleniyor.  Madde II-1-a ‘da Kimyasal Silahların bir bileşeninin zehirli kimyasal maddeler ve ham maddeleri olduğu belirlenirken, Madde II-2 de “Zehirli Kimyasal Maddeler” tanımlanıyor. Ki buda bahsettiğim ikinci asıl önemli noktadır.

Özetle: Yaşam süreçleri üzerindeki kimyasal etkisi yoluyla, insanlarda veya hayvanlarda ölüme, geçici sakatlığa veya daimi hasara neden olabilecek herhangi bir kimyasal madde “zehirli kimyasal madde” olarak tanımlanırken, II-1-a’da da bu maddeler  “kimyasal silahlar” sınıfına sokulmakta ve dolayısıyla kullanımı yasaklanmaktadır. Bugüne dek “kargaşa kontrol ajanları” ismiyle sadece kullanıldığı andaki göstericiyi yavaşlattığı sadece belli süre sıkıntıya soktuğu savı (ve belki inancıyla)  güvenlik güçlerince yıllardır rahatlıkla ve limitsiz kullanılan biber gazı gibi kimyasal ajanların son 30 yılda bu maddelerin kullanımıyla ilişkili ölüm olayları ve tıbbi literatürde peş peşe yayınlanan araştırmaların ardından bu maddede tanımlanan “zehirli kimyasal maddelerin” sınıfına koyularak yasaklanması gerekmektedir. (Ya da aslında zaten yasaklanmıştır.) Yukarıda sıralanan ve salt solunum sisteminden kaynaklanan arazlar  (ölüm olasılığı bir yana bırakılsa bile) “geçici sakatlığa veya daimi hasara neden olabilecek kimyasal madde” tanımlamasını içinde barındırmaktadır. Oluşabilecek İrritan ile indüklenen astımın maruziyetten çok  sonraki zamanlarda  bile devam edebileceği gerçeği, ya da astım gelişmese bile solunum fonksiyonlarında bozukluğun maruziyetten uzun süre sonra bile devam edebilmesi yine bu durumla aynıdır.

Kısacası artık tanımlar yeniden gözden geçirilmek zorundadır. Tüm bunlar elbette yalnızca bizi ilgilendiren bir durum değildir tüm dünya için geçerlidir, konvansiyonu imzalayan ülkeler bu gazlarında kendi imzaları altında yasak olduğunu kabul etmek zorundadırlar.

1 -Kimyasal Silahlar Gösteri Kontrol Ajanları; Türk Tabipleri Birliği Yayınları,  Birinci Baskı, Ağustos 2011, Ankara

2-“Göz Yaşartıcı Gazla Karşılaşan Bireylerin Solunum Sistemi Yakınmaları ve Bulguları” Prof. Dr Peri Arbak

3- Biber Gazının Solunumsal Etkileri – Türk Toraks Derneğinin açıklaması -1 Haziran 2012

4- TTD Biber Gazı ile İlgili Basın Bildirisi – 22 Ağustos 2012

5- Karagama YG, Short-term and long-term physical effects of exposure to CS spray, 2003

6- Smith CG, Woodhall Stopford MD. Health Hazards of Pepper Spray. NCMJ 1999; 60: 268-274

 

Doktor Kahraman Şahin

Göğüs Hastalıkları Uzmanı

Gezi, Brezilyalı direnişçilere ilham verdi, “Burası artık Türkiye!”

Brezilya’da otobüs, metro ve tren bileti ücretlerinin artmasını protesto için yapılan gösterilerde çatışma çıktı.

paylaşmak için tklynz / click for more details

Los Angeles Times gazetesine göre, polis müdahalesi sırasında göstericiler “Aşk bitti. Burası artık Türkiye!” diye slogan attı.

Ülkenin en büyük kenti Sao Paulo’nun merkezinde göz yaşartıcı bomba ve plastik mermiyle göstericilere müdahale eden polis, yaklaşık 40 kişiyi gözaltına aldı.

Folha de Sao Paulo gazetesi çatışmalarda en az 55 kişinin yaralandığını bildirdi.

Gazete kendi muhabirlerinden altısının da yaralandığını, bunlardan ikisinin yüzünden vurulduğunu yazdı.

Los Angeles Times, olayların başında barışçı bir şekilde sokaklarda yürüyen göstericilerin bir kısmının Türkiye’deki protestolara atfen Türk bayrağı taşıdıklarını, az sayıda kişinin de maske taktığını yazdı.

(BBC Türkçe, Los Angeles Times)

 

Hükümetten taviz!!: Hukuka uyacağız

Gezi Parkı kampanyasını yürüten Taksim Dayanışması’nın temsilcileri ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’daki görüşmesi üç buçuk saat sürdü.

Toplantının ardından ilk açıklama hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik’ten geldi.

Çelik “Türkiye bir hukuk devletidir. Hukuk dışında bir işlem yapmamız söz konusu değildir. Gezi Parkı konusunda bir yargı kararı vardır. Elbette hükümet bu yargı kararını uygulamakta yükümlüdür. Temyiz süreci başlatılmıştır. Yargı süreci bitinceye kadar Gezi Parkı ile herhangi bir tasarrufta bulunulmayacaktır.” dedi.

“İstanbul halkının vereceği karar bizim için saygıdeğerdir.” diyen Çelik, sözlerine şöyle devam etti: “Orantısız güç kullanan polislerle ilgili inceleme başlatılmıştır. Gezi Parkı şu anda parktır. Yargı kararı çıkıncaya kadar, halk oylamasının sonucu belli oluncaya kadar bir tasarrufa gidilmeyecektir. Ancak Gezi Parkı belli bir grubun yaşadığı park olmaktan çıkmalıdır. Gezi Parkı eylemcileri bu saatten sonra eylemlerine son vermeliler.” dedi.

 

‘Özgürce görevini yapan medyaya baskıdan rahatsızız’

Amerika Dışişleri Bakanlığı Türkiye’de özgürce görevini yapan medya kuruluşlarına baskı yapılmasından rahatsız olduklarını açıkladı.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Jennifer Psaki, Türkiye’de Gezi Parkı olaylarını yakından izlediklerini, gerginliği düşürme çabalarını memnunlukla karşıladıklarını, referandum önerisi gibi çabaları teşvik ettiklerini söyledi. Psaki ayrıca taraflara itidal ve şiddetten kaçınma çağrısı yaptı.

Bununla birlikte sözcü, “Şunu da eklememe izin verin: Özgür basın olarak normal görevlerini yerine getirdikleri için medya kuruluşlarına uygulanan her türlü baskıdan rahatsızız. Son birkaç gündür bunlara tanık oluyoruz” şeklinde konuştu.

Psaki açıklamasına gerekçe olarak örnek vermedi. Bununla birlikte Gezi Parkı’na Salı günkü polis müdahalesini Amerika’daki kanalı da dahil saatlerce canlı yayında gösteren CNN televizyonu, olayları anı anına duyuran BBC televizyonu ve Reuters haber ajansı gibi yabancı basın kuruluşları devletin protestolarına hedef olmuş, olayları izleyen iki Kanadalı gazeteci de gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Son olarak dün Radyo Televizyon Üst Kurulu, Gezi Parkı protestolarına daha geniş yer veren, aralarında Halk TV ve Ulusal Kanal gibi muhalefete yakın televizyonları “halkı şiddete teşvik ettiği” gerekçesiyle para cezasına çarptırdı.

Amerika Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Jen Psaki, Türkiye’nin “medya ve basın özgürlüğüne” saygı göstermesinin ve bunlarla çelişecek adımlar atmamasının önemli olduğunu belirtti.

Joan Baez’den Gezi’ye destek

Muhalif kimliğiyle tanınan, Amerikalı müzisyen Joan Baez, Virginia’da binlerce kişiye verdiği konser sırasında Türkiye’deki direnişi selamladı.

Joan Baez, “Dünya sesinizi duydu ve ben de buradan sizleri selamlıyorum” diyerek direnişi selamlarken, direnen tüm insanların kültürlerine, toprağına sahip çıkmak için verdiği mücadeleyi desteklediğini açıkladı.

‘Gezi’ için E-5’i trafiğe kapattılar

Gezi Parkı’nda yaşanan olayları protesto etmek için Maltepe Gülsuyu’nda toplanan 500 kişilik grup gece saat 22.00’da yürüyüşe geçti. E-5 karayolu Maltepe mevkiinde yolu bir süre araç trafiğine kapatan göstericiler, protestolarda ölenler için de saygı duruşunda bulundu.

Gezi Parkı’nda yaşanan olayları protesto etmek isteyen yaklaşık 500 kişilik bir grup Maltepe Gülsuyu Mesut Caddesi’nde toplanarak dün gece saat 22.00’da yürüyüşe geçti.

Tencere, tava çalan ve slogan atarak yürüyen grup adı değiştirilmeden önce ‘E-5’ olarak bilinen D-100 Karayoluna doğru yöneldi. Maltepe mevkiinde D-100 Karayoluna çıkan göstericiler, yolu bir süre araç trafiğine kapattı.

D-100 karayolu üzerinde “Faşizme karşı omuz omuza / Gülsuyu Gülensu Halkı” yazılı pankartla yürüyen grup daha sonra Maltepe 70 Evler Köprüsü’nde kısa bir süre durarak, olaylarda ölenler için saygı duruşunda bulundu. Grup daha sonra olaysız bir şekilde dağılırken, trafik tekrar normale döndü.