Ana Sayfa Blog Sayfa 4259

Kahrolsun Bağzı Şeyler / Anıl Doğan

Sevgili Arkadaşlar,

İster 88 kuşağı deyin, ister 90’larda doğanlar. Ben Zeki Müren’in vefat ettiği gün aile büyüklerinin neden o kadar üzüldüğünü anlayamayan kuşak diyorum. Sıklıkla 80 darbesinin ürünü olduğu tekrarlanan, ‘hiç bir şeyi değiştiremeyeceği öğretilen’  apolitiklerden biriyim ben de. Biz büyürken Devlet’ten anladığımız, Süleyman Demirel’in fötr şapkasıydı. O kadarını görüyorduk. Büyüdük ve baktık ki şapkanın içinden KCK çıkmış, Balyoz çıkmış… Çok da anlamadık olanı biteni…

paylaşmak için tklynz / click for to share

Fakat bir gün kendine demokrat bir Başbakan her şeyimize karışmaya başladı. AKP’nin etnisite ve din siyasetiyle farklı uçlara itildik biz. Başbakan haklı. Yıllardır o kadar da uğraşmamıza rağmen marjinal olmayı beceremesek de  ‘uçlardayız’ her birimiz. Kimimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz, kimimiz Mustafa Keser’in. Bambaşka sebeplerden kızgınız hükümete. Bir araya gelsek, neye kızacağımızı bilmiyorduk.  İşte tam da bu nedenle ‘Kahrolsun Bağzı Şeyler’ yazdık Taksim Meydanı’na.

Gezi Parkı olaylarının patlak verdiği gün İstanbul’da değildim.  Fakat bir hafta içinde, İstanbul ve Antalya’daki direnişi görme fırsatım oldu.  Malum artık Türkiye’de artık ‘biber gazı’ yemeyeni adam yerine koymuyorlar. AKP düzeninin ‘biber gazı’nı soluma şerefinden mahrum olmakla birlikte, ‘üç kıtada direnişi gördüm’ diyebilirim. Tabii benimki ‘tatlı su’ direnişi. Biber gazı yok,  cop yok, tazyikli su yok…

Takip ettiğim haber siteleri Gezi Parkı protestolarına alt manşetleri layık görmüştü. Rahmetli Zeki Müren hayatta olsa bizi televizyondan göremeyecekti.31 Mayıs gecesi İstanbul’da ne olduğunu anlamak için yakın bir arkadaşımı aramam gerekti.  Başar’ı evinde bulmayı beklerken, ‘Dur TOMA’lar geliyor, seni bir beş dakikaya arayayım’ dedi, iyi mi? İşte ben de böyle TOMA ve Gezi Parkı ruhuyla tanıştım. Çok şanslı sayılırım. Bir bedel ödemedim, henüz.

Bir anda New York’taki tatlı su direnişçileri olarak kendimizi Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) eylemlerinin mabedi Zucotti Park’ta bulduk.  Türk bayrağı vardı,  Atatürk de vardı ama endişeli teyzeler ve amcalar yoktu ortalıkta.  Bir şeyler ters gidiyordu. Biz bu farkı idrak ettiğimiz sırada, Erdoğan protestoları CHP ve yıllardır ne olduğunu anlayamadığım ‘CHP zihniyeti’nin üzerine yıkmaya çalışıyordu. Ama kimse buna inanmadı. Tahminen kendisi de farketmiş olacak ki, kısa süre sonra  bu söylemden vazgeçti.

7 Haziran Cuma günü Gezi Parkı’ndaydım. Polis Taksim’den çekilmişti. O gün Türkiye’nin en kozmopolit şehrinin ana meydanında ‘devlet’ yoktu.  Ne yalan söyleyeyim, her şey de tıkırında gidiyordu. Devrim Kafe’yi, Devrim Müzesi’ni, tıp öğrencilerinin kurdukları çadırı, kütüphaneyi ve daha da önemlisi önündeki kalabalığı görünce neye uğradığımı şaşırdım. Park’ta otururken, bir anda biri gelip: ‘Aç mısınız?, sandviç ister misiniz’ dedi. Teşekkür ettik. İş çıkışı saatlerinde ‘daha bir beyaz yaka’ gezi.  Hiç bu kadar ‘çapulcu’yu bir arada görmemiştim. ‘‘Yetmez ama Evet’çi’ bir arkadaşım, seninle bir protestoda aynı tarafta olacağım hiç aklıma gelmezdi, ama burada LGBT üyeleriyle ülkücüleri yan yana gördükten sonra çok da şaşırmıyorum hiç bir şeye’ demişti. O an anladım ne demek istediğini. Gezi Parkı sayesinde birbirine mesafeli duran sessiz kitleler özgürlük için omuz omuzaydı.  Başbakan’ın kibirine dur demek için Taksim’deydi, Kuğulu Park’taydı, Gündoğdu’daydı…  Üzgünüm Başbakan. Türban için ‘Velev ki siyasi sembol’ demiştiniz. Artık hiç bir şeyin sembölü olamaz. O da oradaydı.

Uzunca bir süredir Pazar günleri AKP’nin Taksim projesini protesto etmek için Gezi Parkı’nda piknik yapan Canan’la bana gaz maskesi aldık. Bir kere bile o pikniklere katılmaya tenezzül etmediğim için biraz mahcuptum. Canan anlatmaya başladı: ‘Bugün müdahele olmaz ama aklında bulunsun, biber gazına suyla karıştırılmış talcid iyi geliyor, eğer portakal gazı ise sirke. Haa bir de şu maske bir işe yaramaz, içine Vicks sür’.  Canan en son bıraktığımda taş kışlada mimarlık yüksek lisansı yapıyordu, kısa bir süre içinde faiz lobisine hizmet eder olmuştu.  Şaşırdım doğrusu.

Türkiye ekonomisinin sıcak paraya olan bağımlılığını ‘iyi bilen’ Başbakan, borsadaki gidişattan rahatsız olmuş olacak ki ‘faiz lobisi’ diye bir ortak düşman yaratmaya kalktı o aralar. Başbakan kavgasını demokratik olmayan kurumlara ve onların sivil uzantılarına karşı vermeye alışkın. Fakat bu sefer karşısında ilk defa ‘halk’ var. Ondan ezberi de morali de bozuldu. CeHaPe’de, ‘faiz lobisi’de tutmadı. Ergenekon’a da bağlayamıyor olayı. Ne yapsın, ‘marjinal uçlar’ dedi bu sefer. Bir Allah’ın kulu da çıkıp ‘soğuk savaş’ taktiklerinden vazgeçiremedi kendisini.

Bir kaç gün sonra Antalya’daki ‘marjinal uçları’ görmek için Cumhuriyet meydanındaydım. Cumhuriyet meydanı da Taksim’in bir replikası gibi.  Devrim kafe olmuş ‘Tencere tava’ kafe. Antalya’da da İstanbul gibi meydan daha ideolojik, parkın içi daha sessiz. Kimsenin askerine benzemeyen kütüphanenin sorumlusu arkadaşa dayanamayıp sordum: ‘Ulusalcılarla nasıl aranız?’. ‘Yarım saatte bir İstiklal Marşı söylüyorlar, fenalık geldi, ama iyiyiz’ cevabını aldım. Meydan’da kalabalık toplanmış Nazım’ın şiirini dinliyordu. Kalabalığın içinde bir grup ise kurt işareti yapıyordu. ‘Bu da iyi ya ne güzel’ derken bir anda ‘Bella Ciao’ söylenmeye başlandı. Aynı grup sol yumruğu havaya kaldırıp: ‘İşte bir sabah uyandığında…’ diye başlamasın mı? Yanımdaki uzun yıllardır AKP sempatizanı olduğunu sandığım bir akrabam devamını getirdi: ‘ Elleri bağlanmış bulduğum yurdumun her yanı işgal altında’… ‘Ne sandın?’ dedi bir de üstüne. İçimden sadece ‘Kahrolsun bağzı şeyler’ demek geliyor. Ben birbirimize karşı bu kadar anlayışlı olduğumuzu bilmiyordum. Afalladım. Başbakan bile bu kadar salak yerine koymaya kalkmamıştı beni. Haberleri Facebook’tan, Twitter’dan takip ediyoruz. Evini toplamaya üşenen arkadaşlarımız, Taksim’e temizlik yapmaya gidiyorlar.  İnsanlar AKP’nin TBMM’den gece yarısı geçirdiği yasalardan bahsediyor.  Sanırım bize nazar değdi.

Annesi, İrem İzmir’den İstanbul’a taşındığında ‘acaba Kısıklı’da mı ev bulsak? Başbakan’ın da evi orada, güvenlidir orası’ diyordu. Bir de baktım ki Nurdan Teyze telefon açıp biber gazına iyi gelen solüsyon tarifi verecek neredeyse. Annannem’in dizilerini bırakıp balkonda tencere kırmasından belliydi aslında. Sonun başlangıcı bu.  Ya kendi gibi olmayana saygı duyacaklar, ya da ‘yeni Türkiye’ye uyum sağlayamayıp, sandığı koltuk altına alıp gidecekler. Artık bu halk iktidarın ‘zar tutması’na izin vermeyecek. Çapulcular sağolsun, ‘korku imparatorluğu’ yıkıldı. Ben buna inanmak istiyorum. Bir yerde de yazıyordu Taksim’de: ‘Korkma la, biziz halk’.

Teşekkürlerimle,

Doğan, Anıl (Haziran, 2013), “Kahrolsun Bağzı Şeyler! ”, Cilt II, Sayı 4, s.67-70, Türkiye Siyasi Analiz ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye), Londra: AnalizTürkiye (http://researchturkey.org/?p=3613&lang=tr)

Anıl Doğan

Asistan Editör, Türkiye Siyasi Analiz ve Araştırma Merkezi (AnalizTürkiye)

 

 

Gaz fişeğindeki uyarılar değişti mi?

Sosyal medyada, yeni olduğu iddia edilen biber gazı kapsüllerinin üzerindeki ‘uyarılar’ kısmının değiştirildiğine dair fotoğraflar dolaşıyor.

Hafta sonu sosyal paylaşım sitelerinde dolaşan ve 22 Haziran tarihinde çekildiği öne sürülen bir fotoğraf, bir biber gazı fişeğinin üzerindeki uyarıların değiştirildiğini ortaya koyuyordu. Buna göre yeni olduğu iddia edilen gaz fişeğinin üzerindeki ‘uyarılar’ kısmındaki maddelerin bir kısmı değişmiş, hatta yeni maddeler de eklenmişti.

Yeni gaz kapsüllerinde; ‘Direkt olarak insanların üzerine atış yapmayınız.’ ifadesi yerine, ‘Yakın mesafede hedeflerin alt uzuvlarına doğrultarak atış yapabilirsiniz.’ yazıldığı öne sürülüyor. Henüz fotoğrafın doğruluğuna dair bir kanıt olmamasına rağmen görüntüler, özellikle sosyal paylaşım sitelerinde hafta sonunun en çok konuşulan konularından biri haline gelmiş bulunuyor.

Orijinal biber gazı fişeklerinin uyarı kısmında yer alan maddeler şu şekilde;

1- Direkt olarak insanların üzerine atış yapmayınız.
2- Olası yangın tehlikesi yaratabilir.
3- Sadece iyi eğitimli personel tarafından kullanılmalıdır.
4- Yalnız açık alanda kullanılır.
5- En uzak mesafeye atabilmek için 45° lik açı ile atış yapınız.
6- Son kullanma tarihinden sonra kullanılması tehlikelidir.
7- Gaza maruz kalınan durumlarda etkili alandan uzaklaşıp, gözlerinizi bol su ile yıkayınız.
8- Gaza maruz kalınan bölgelere kesinlikle merhem ya da losyon uygulamayınız.

Değiştiği iddia edilen yeni uyarılarda ise şu maddeler yer alıyor;

1- 3 metreden yakın mesafeden direkt olarak insanların üzerine ateş etmeyiniz.
2- Yakın mesafede hedeflerin alt uzuvlarına doğrultarak atış yapabilirsiniz.
3- 40 mm’lik gaz tüfeklerde kullanılmalıdır.
4- Sadece gerekli eğitimi almış polis ve asker tarafından kullanılmalıdır.
5- Olası yangın tehlikesi yaratabilir.
6- Son kullanma tarihinden sonra kullanılması tehlikelidir.
7- Gaza maruz kalınan durumlarda etkili alandan uzaklaşıp gözlerinizi bol suyla yıkayınız.
8- Gaza maruz kalan bölgelere kesinlikle merhem ya da losyon uygulamayınız.

 

Ankara’da evlere biber gazı atıldı

Ankara’da Dikmen Caddesi’nde toplanıp Kızılay’a yürümek isteyen göstericiler polisin sabaha kadar süren müdahalesiyle dağıtıldı. Atılan gaz kapsülleri pencerelerden evlerin içine girince Dikmen sakinleri isyan etti.

Gezi Parkı protestolarının 25. gününde gece geç saatlerde Ankara Dikmen Caddesi’nde toplanan göstericilere polis, basınçlı su ve biber gazıyla müdahale etti. CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, olaylar sırasında 10 yaşındaki Alperen isimli bir çocuğun da gözaltına alındığını öne sürdü.

Dikmen Caddesi’nde toplanan ve Kızılay’a yürümek isteyen yaklaşık 5 bin kişilik grup, “Her Yer Taksim Her Yer Direniş”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganları attı. Polis, TOMA ve Akrep tipi araçlarla göstericilere tazyikli suyla müdahale etti. Polisin müdahalesine rağmen sabah saatlerine kadar göstericiler Dikmen Caddesi’nden ayrılmadı. Zaman zaman barikat kurarak caddeyi trafiğe kapamaya çalışan grup, polisin basınçlı su ve biber gazlı müdahalesiyle karşılaştı. Sabah saatlerine kadar cadde üzerinde devam eden müdahale, barikatın dağıtılmasının ardından ara sokaklarda sürdü.

APARTMANLARA BİBER GAZI GİRDİ
Müdahale sırasında atılan biber gazı kapsüllerinden bazıları doğrudan civardaki apartmanların camlarından içeri girdi. Evlerinde oturan, eylemlere hiç katılmayan vatandaşlar camlara çıkarak isyan etti. Vatandaşlar evlerde bebeklerin, küçük çocukların, yaşlıların, hastaların da kullanılan yoğun gazdan etkilendiğini söyledi.

Polisin müdahalesinden görev yapan basın mensupları da etkilendi. En az 3 göstericinin hastaneye kaldırıldığı ifade edildi. Gece geç saatlerde Dikmen Caddesi ve ara sokaklara giren Çevik Kuvvet polisinin bazı göstericileri gözaltına aldığı belirtildi. CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, sosyal paylaşım sitesi twitterdaki hasabından Dikmen Caddesi’ndeki müdahale sırasında 7 vatandaşın gözaltına alındığını, 10 yaşındaki Alperen isimli bir çocuğun da gözaltında olduğunu bildirdi.

Polis işkencesi duran adama da yöneldi

Taksim Meydanı’ndan cumartesi gecesi yaşanan polis müdahalesi sırasında duran adam eylemi yapan bir kişiye yönelik polisin tekme tokat müdahalesinin görüntüleri ortaya çıktı.

Taksim Dayanışması ’nın, Taksim Meydanı’nda cumartesi günü düzenlediği karanfil bırakma eylemine polisin müdahalesi sırasında ‘ duran adam ’ eylemi yapan bir kişinin polisin tekme ve yumruklu müdahalesiyle karşılaştığı ortaya çıktı.

 

Melih Gökçek ve Redhack arasında hashtag savaşı

BBC Spikeri Selin Girit’in attığı bir tweete tepki gösteren Melih Gökçek’e karşı başlatılan #provokatörmelihgökcek hashtagi 15 saatten uzun süre dünya genelinde TT oldu.

Sosyal medya, dün akşamdan itibaren çok ateşli bir tartışmaya sahne oldu. BBC muhabiri Selin Girit’in attığı bir tweeti takipçileriyle paylaşan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Girit’i vatan hainliği ile suçlayarak takipçilerinden gazeteciye karşı tavır göstermelerini istedi.

Melih Gökçek’in başlattığı hashtag’e cevap Redhack grubundan geldi. Karşı bir hamle başlatan hacker grubu #provokatörmelihgökcek hashtagi açarak takipçilerinden destek istedi. Gökçek’e karşı açılan hashtag kısa sürede dünya genelinde en çok konuşulan konular arasında birinci sıraya oturdu.

Hashtag yaklaşık 15 saat dünya TT listesinde kalmaya devam etti. Bu sırada Gökçek ile Redhack grubu arasında twitter’dan zaman zaman setleşen bir polemik de yaşandı.

Akdeniz Oyunları açılış töreninden yaka paça dışarı atılan nükleer karşıtının mektubu

Mersin’den bir mektup var. Uzun yıllardır hem Tabip Odası içinde hem Nükleer Karşıtı Platformda Akkuyu’ya Nükleer Santral yapılmasına karşı duruşuyla bilinen bir hekimden. Bu mektubu okuduktan sonra sizde aynı şeyi düşünecek misiniz bilmem ama şöyle bir sonuç çıkarmak hiç de yanlış değil galiba:

Bu iktidar, polisiyle, zabıtasıyla, parti görevlileriyle çevresinde bir kendi gibiler bölgesi yaratmış ve ötesini görmüyor görmek istemiyor. Başbakanın bulunduğu her yeri , tören , toplantı yerini birer gül bahçesi haline getirme gayreti içindeler . Bu alanda farklı düşünce ve renklere yer yok. Üstelik bunu yaparken kolluk yoluyla yaptıklarının suç olup olmaması da önemli değil, bir insanı hiçbir şey yapmadığı halde biletiyle girdiği bir törenden, salondan yaka paça atma hakkına sahipler. Hoşlanmadıkları fikirleri ifade etme özgürlüğünü kullanan bir topluluğun üzerine,  hiçbir şiddet göstermemiş olsa da gazla, suyla saldırabilme hakkını kendilerinde rahatlıkla görebiliyorlar.

İşin kötü tarafı bu gayretin esas amacı tüm ülkeyi bu hale getirmek, sessiz ve renksiz. Türkiye’nin tamamını Kazlıçeşme haline getirmeye çalışıyorlar .

Kahraman Şahin


Sayın Ful Uğurhan mektubunda başına gelenleri şöyle anlatıyor.


Akdeniz Olimpiyatları açılış töreni ve “Olağan Şüpheliler”

Bu yıl pek çok Mersinli gibi ben de tatil programımı Akdeniz Olimpiyatları‘na göre yapmıştım.

Gezi Parkı Direnişi’ne kadar hepimiz tatlı bir heyecanla olimpiyatların kentimize getireceği hareketi bekliyorduk. Kendi aramızda hangi yarışları izleyeceğimizi, açılış törenini konuşuyorduk.

Ancak 31 Mayıs’tan sonra Gezi Direnişi’nin yarattığı umutla, ormanlarımızın, derelerimizin, dağlarımızın talandan kurtulacağı,  hepsinden öte 37 yıldır mücadele ettiğimiz nükleer santralin yapımının durdurulabileceği olasılığını konuşur olduk.

Barış Meydanı’na çadırlarımızı kurduk, yürüyüşlerimizi yaptık. Gençliğin yaktığı bu ateşle, yitirdiğimiz umutlar yeniden yeşerdi. Ülkenin her tarafından gelen ölüm, sakatlık, yaralanma haberlerine karşın, polis bize son derece anlayışlı davranıyor, ortalıkta dahi görünmüyordu, ta ki  19 Haziran  gecesine  kadar.

O gece saat üçte, mini bir revir olarak düzenlediğim çadır dahil bütün çadırları topladılar. Çünkü ertesi gün açılış konuşması yapmak üzere başbakan Mersin’e gelecekti. Böylece aynı gün biz de tomaları gördük, anti asitli solüsyonlar hazırlar olduk.

O gün dalga geçer gibi Mersin’in bütün caddelerine “Tüm Mersin Halkı Açılış Seremonisi’ne Davetlidir” yazan pankartlar astılar. Oysa Mersin’de hiç kimse açılış töreni bileti bulamıyordu. Biletler satışa çıktıktan 20 dakika sonra tamamen tükenmişti . Belli ki biletler yandaşlara dağıtılmak üzere toplu olarak alınmıştı.

Nitekim güçlükle ulaşabildiğimiz birkaç biletle açılış törenini izlemek için stadyuma gittiğimizde bunun gerçek olduğunu gördük. Çevre illerden, ilçelerden, köylerden otobüslerle insan taşıyorlardı. Gelenlere lahmacun, ayran su dağıtıyorlardı. Ortalık tıpkı semt pazarlarının akşam toplandıktan sonra görüntüsü gibi çöp içindeydi.

Nükleer karşıtı platformdan tanıştığımız sekiz kişi ile birlikte üç araçla alana geldik. Ben giriş biletimi gösterip içeri girdim. Girişte çantalarımızdaki kalemleri, rujları topladılar. Rujları neden aldıklarını sorduğumda “etrafa yazı yazılmasını önlemek için” olduğunu söylediler. Yazı yazmak için bedeli 50-60 lira olan bir ürünü kullanacak kadar akılsız olduğumuzu düşünmeleri gücüme gitse de nasıl bir korku içinde olduklarını anlamamı sağladı.

Saat 20.00 de başlayacak tören için 19.45 de yerime oturdum. Salonun üçte biri bile dolu değildi. 20.20 sıralarında üç tane sivil giysili adam yanıma gelerek son derece kaba bir şekilde kimliğimi istedi. Neden diye sorduğumda hakkımda ihbar olduğunu söylediler. Ben kimliğimi verirken hakkımdaki ihbarın ne olduğunu ısrarla birçok kez sordum, cevap vermediler. Daha ileri giderek, yanımda oturan beyefendiden, benimle birlikte olduğu şüphesi! ile yine son derece kaba şekilde kimliğini istediler.

Kimlik sorgulaması sürecinde etraftaki yandaş seyircilerin kötü bakışları arasında düştüğüm durum yüzünden bağırmaya başladım. Kimlik sorgusu sonucu bana hiçbir bilgi verilmediği için “nükleer karşıtlığı duruşum ” yüzünden olduğunu sandığım gerekçe ile üç kadın polis tarafından yerimden kaldırılmaya çalışıldım. Her zaman yakındığım kilolarım bu sefer işe yaradı ! Beni yerimden kaldıramayınca üzerime bir sürü erkek polis çullandı ve beni yaka paça dışarı attılar.

O sırada seyircilerden birinin “susturun şu pislikleri ” dediğini duydum ve o zaman pislik olmadığımı kanıtlamak istercesine avazım çıktığı kadar “Nükleer Santral İstemiyorum” diye bağırdım. Uğradığım psikolojik ve fiziksel şiddetin yarattığı duygular içerisinde karakola götürüldüm. Karakolun bahçesinde diğer sekiz arkadaşı görünce gülmeye başladık. Yerel bir gazetenin başlığında yazdığı gibi “olağan şüpheliler” yakalanmıştı.

Meğer onları arabada iken tanımışlar ve hemen göz altına almışlar. Sonuç 3 saat karakolda sidik kokulu bir koridorda alıkonulmak oldu. Başbakanın rujla yazılacak protestolardan bile korktuğu bir durumda bizden korkması gayet doğaldı. Çünkü biz nükleer karşıtlarıydık.

Bu ülkede yandaş olanlardan olmamanın bedelini ödettiklerini sananlara, bunun hesabının sorulacağı günlerin yakın olduğunu bize fark ettiren Taksim Direnişçilerine teşekkürü bir  borç biliyorum.

 

Dr. Ful Uğurhan

MERSİN”

Haber: Kahraman Şahin

(Yeşil Gazete / Türkiye)

 

Anadolu Üniversitesi’nde FOMA’lı mezuniyet

Eskişehir Anadolu Üniversitesi öğrencileri mezuniyet töreninde ilginç bir eylem gerçekleştirdi.

Anadolu Üniversitesi öğrencileri mezuniyet töreninde polisi ve hükümeti eleştiren pankartlarla yürüyüş yaptı. Törende öğrencilerin elindeki FOMA ise dikkat çekti.

Törene gelen ziyaretçileri selamlayan öğrenciler TOMA’ya benzer bir el yapımı kutuyla alanda yürüyüş yaptı. Öğrenciler bu kutunun adını ise FOMA (Fikri Olanlara Müdahale Aracı) koydu.

Anadolu Üniversitesi öğrencileri mezuniyet töreninde polisi ve hükümeti eleştiren pankartlarla yürüyüş yaptı. Törende öğrencilerin elindeki FOMA ise dikkat çekti.

Alanda her fakülteden ayrı tepkiler ve pankartlar görmek mümkündü.

İktisat Fakültesi öğrencileri “Fazi Lobisi ne ki?” yazılı bir pankartla alana gelirken, Eğitim Fakültesi öğrencileri “Atanamayan %50′yi evde zor tutuyoruz” yazılı bir pankartla yürüyüş gerçekleştirdi.

Veliler ve diğer ziyaretçiler ise öğrencilerin geçişi esnasında alkış tutarak bu eylemi desteklediler.

(Cumhuriyet)

AKP’li vekilin oğlu sınava başkasını soktu!

AKP Milletvekili Seyit Eyyüpoğlu’nun oğlu Cenap, Hacettepe Üniversitesi’nde yapılan LYS sınavına kendisi yerine başkasını soktu. Durumu anlayan gözetmen sınav salonuna polis çağırdı. Sınava girenA.Y. ile Eyüpoğlu gözaltına alındı.
Ankara  Cumhuriyet Başsavcılığı’na yansıyan sınav sahtekârlığı, 16 Haziran’da yapılan LYS sınavında gerçekleşti. 18 çocuk sahibi AKP Şanlıurfa Milletvekili Seyit Eyyüpoğlu’nun 21 yaşındaki oğlu Cenap Eyyüpoğlu, iddiaya göre, kendi yerine LYS sınavına girmesi için, arkadaşı A.Y. ile anlaştı. A.Y., sınav formunu Cenap Eyyüpoğlu’nun bilgileriyle doldurduktan sonra, kendi fotoğrafını yapıştırdı. Form daha sonra ÖSYM’nin başvuru bürosuna teslim edildi. Cenap Eyyüpoğlu, 16 Haziran sabahı, sınavın yapılacağı Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusu’na A.Y. ile birlikte gitti.

“Oğlum size emanet”

A.Y., sınav saatine dakikalar kala, üzerinde kendi resmi bulunan giriş belgesi ve Cenap Eyyüpoğlu’na ait nüfus cüzdanıyla, kimya bölümündeki salona girdi. Sahte giriş belgesini optik okuyucudan geçiren A.Y., soru kitapçığı ile cevap kağıdını alarak yerine oturdu. Ancak sınav başladıktan yaklaşık 20 dakika sonra, gözetmen, A.Y.’den, nüfus cüzdanını istedi. Telaşlanan A.Y., Cenap Eyyüpoğlu’na ait nüfus cüzdanını çıkardı. Nüfus cüzdanı ile sınav belgesindeki fotoğrafların farklı olduğunu gören gözetmen, durumu sınav başkanına bildirdi. Salona gelen başkan, sınav belgesi ile nüfus cüzdanındaki fotoğrafların farklı olduğunu tespit edince polis çağırdı. Beysukent Polis Merkezi’nden gelen ekipler hem A.Y.’yi hem de “Beni kampusta bekliyor” dediği Cenap Eyyüpoğlu’nu gözaltına aldılar. Durumu öğrenen AK Parti Şanlıurfa Milletvekili Seyit Eyyüpoğlu, iddiaya göre polisi arayarak, “Oğlumu bir süreliğine size emanet ediyorum, ona göre” dedi. İfadeleri alınan iki genç adliyeye sevk edildi. Savcılıkta suçlamaları kabul eden Cenap Eyyüpoğlu ve A.Y., tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Olay, tutanakla, ÖSYM’ye bildirildi.

(Cumhuriyet)

Yüzyılda bir Ombudsmanımız oldu, o da doğmadan öldü – Osman Yılmaz

0

Mübarek Ombudsmanımızın görevi şöyle tanımlanıyor; kamu otoriteleri ile bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan sorunlarda Ombudsman, kamu iradesine karşı bireylerin şikayetlerini kabul etmek ve ortaya çıkan sorunlara bir çözüm getirme çabası gösterecektir. Kamu otoriteleri birlikte veya ayrı ayrı olarak, (Devlet, yerel yönetimler, kamu yönetim ve kurumları) görev alanına girmektedir.

Yurttaşın hak ve özgürlüklerinin koruyuculuğu görevini üstlenen ombudsmanlar, kendilerine aracısız olarak ulaşan şikayetler üzerine ya da kendi inisiyatifleri ile harekete geçer ve yönetim tarafından uygulanan kanun ve kararların kötüye kullanılmasında yada temel hakların korunması dahil, gerekli bütün hallerde soruşturma görevini yerine getirecektir. Kötü yönetim nedeniyle haksızlığa uğrayan bireylerin şikayeti üzerine yapılan denetimden çok daha kapsamlı bir denetimi üstlenmiş olacaktır. Uygulandığı ülkelerde ombudsmanlar hak ve özgürlüklerin savunucusu olarak görülmekte ve sadece kötü yönetim olarak adlandırılabilecek olaylarla kendilerini sınırlandırmamaktazıd.Yapılan haksızlıkların nedenlerini bulmak için sistematik araştırmalara girişir ve mevcut yönetimi iyileştirmek amacıyla önerilerde de bulunurlar, tedbir alırlar.

Görev ve misyonu bunlar olan; taptaze, koskoca ombudsmanımızın gözleri önünde. Taksim’de “alt tarafı üç beş ağaç sökülüyor.” Deve dişi gibi ombudsman üç beş ağaçla uğraşamaz elbette ki. O işler üç beş çoluk çocuk, üç beş çapulcu işi olabilir. Haklı olarak tısı çıkmıyor ombudsmanımızın.

Gel zaman git zaman üç beş ağaç için milyonlar Taksim’i dolduruyor, İstanbul gaza, halk garaza boğuluyor, ülke ayağa kalkıyor, beş ölü, yüzlerce sakatlanma, binlerce yaralı, tutuklamalar, maddi kayıplar, hükümet sallanıyor, başbakan tırsıyor, devlet titriyor ombudsmanımızdan gene tıs yok.

Eğer Ombudsman yukarıdaki görevleri yerine getirmek üzere ihdas edilmiş kurumsa; Ülke yanıyor ombudsman uyuyorsa ne yapacağız. Yapacağımız açık. Ya bu kurum hemen lağvedilmelidir. Yoksa görevi ihmalden hakkında dava açılmalıdır. Ben ikinciyi seçiyorum. Halk birinciyi tercih etti bile.


 

Osman YILMAZ

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Mersin Eş Sözcüsü

“Kahrolsun Bağzı Şeyler”: Alacakaranlık kuşağının imkânları – Meltem Ahıska

Kabul gören modern tarih anlayışına göre tarihte yaşanan kimi “olay”ların daha önceki zamana ait nedenleri olduğu düşünülür. Bizi zorunlu olarak şimdiki zamana, yaşanan “an”a getiren bir nedenler silsilesi varmış gibi yazılır tarih. Bugünlerde de birçok kişi, beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan ve öldürücü polis saldırılarına rağmen yaygınlaşarak, çoğullaşarak süren Gezi Direnişi’ni açıklama ihtiyacı içinde. Radikal gazetesinin genel yayın yönetmeni Eyüp Can, 18 Haziran tarihli yazısında şöyle diyordu: “Necati Şaşmaz’ın dediği gibi olan biteni daha iyi anlamamızı sağlayacak sosyologlara ihtiyaç var. ‘Fosforlu kedi gözlerine sahip sosyologlar!’”

Sosyologlar ve kedi gözleri arasında nasıl bir ilişki olduğunu bir yana bırakır ve bu olaylarda ölen, yaralanan, gözaltına alınan birçok kişinin yanısıra 11 kişinin de gözünü kaybettiğini hatırlayacak olursak belki de sosyolojik açıklamalara girişmeden önce, zaman içinde belirli bir şekilde görmeyi öğrenmiş gözlerimizi başkalaştırıp bakmayı denemeliyiz “an”a.

Yaşanan an, acil, dolayımsız ve yakındır; geçmişle bağını kopartarak henüz olmayana açılır. Oysa eleştirel bile olsa analiz, ister istemez daha önceden verili bir takım çerçevelerden hareket ederek ele aldığı meseleyi öteler, genelleştirir, ve böylece cansızlaştırır. An ve analiz arasında kolay kolay giderilemeyecek bir gerilim var. Ancak, hakikatin bu iki taraftan birinde barındığını düşünmek de oldukça yanıltıcı. Çatışmalı ve zamansal olarak çoğul bir anın içindeyiz.

Uzun yıllardır “burası Türkiye” klişesinin gerekçelediği her türlü şiddete çarpa çarpa bugünlere gelmiş bir kuşak, devletin şiddet repertuarına oldukça aşina. Bu aşinalık Cumhuriyet tarihi boyunca toplumun genelinde büyük ölçüde normalleşmiş gözaltıların, işkencelerin, uzun tutuklulukların, kaybetmelerin, katliamların hafızasını taşıyor, ama bir yandan da aşinalık, insanları devletin mantığına yakınlaştırıyor, tehlikeli bir akrabalık kuruyor.

Bugünün eskileri, devletin şiddet repertuarını iyi tanıyorlar. Devletin hangi katliamları yapıp hangi “yaraları kaşıyacağını”, hangi provokasyonla “toplumun fay hatlarını” harekete geçireceğini, cinayetler işleyip nasıl faili meçhul kılacağını çok iyi biliyorlar. Beklenti ufku, geçmişte olmuş olanla belirleniyor. Ancak bildiğimizi biliyor, bildiğimizi bekliyoruz. Oysa bugüne yeni olanlar geçmişten gelen aşinalığı sıfırlayarak yepyeni bir hayat kurmayı düşleyebiliyorlar; bu zeminde, iktidarla belirli bir mücadele geleneğinden gelmesine rağmen iktidarı yeniden üreten hiyerarşik, patriyarkal yapıları aşamamış eski sol hareketleri eleştiriyorlar, her türlü muktedirleşen bilgiye, varolan söz söyleme ve politika yapma biçimine direniyorlar. Analiz edilmek, genel söylemlerin, eski siyasi partilerin ya da hareketlerin içinde temsil edilmek değil, hayatı değiştirmeye birebir katılmak, bugünü ve yarını özgürce yaratmak istiyorlar, bunun için yeni teknolojileri de ustaca kullanarak doğrudan demokrasiye ilişkin yeni yöntemler geliştiriyorlar. (Bu iki duruş şu anda ne kuşaksal olarak ne de siyasi görüş olarak belirli somut gruplara tekabül etmiyor elbette, sadece birer eğilim olarak, bir gerginlik alanı olarak ortaya çıkıyor.) Ama geçmişte halklarına karşı soykırım yapmış ve bunun hâlâ hesabını vermemiş bir devlet bu özgürlük arayışına izin verecek mi; devlet erkânıyla uzun yol arkadaşlıkları sonucunda palazlanmış sermaye grupları bu yeni oluşumlara daha ne kadar “tolerans” gösterecek? Yıllardır devlet zulmüyle omuz omuza yürüyen kapitalist politikalarla kemikleşmiş sınıfsal, etnik, dinsel, cinsiyetsel, bölgesel farklar nasıl aşılacak? Bunlar tepemizde sallanan kaçınılmaz ve ürpertici sorular. Ama öte yandan, bu soruları bilgi ve hafıza adına birer uyarı olarak gündeme getirdiğimizde bugünün özgürlük ruhunu ve çoşkusunu zedeliyor, yeninin önünü eskiyle kapatıyor olmaz mıyız?

Peki, an ile analiz, geçmişin acı hafızası ile bugünün özgürlük ruhu nasıl birleşebilir? Bu gerilim aşılabilir mi? Ya da bu gerilimi yeniden düşünmek bize taze bir politika imkânı sunabilir mi? “Nasıl ki bir nehir denize kavuşmadan önce iki kola ayrılarak bölünür ve gücünü yitirirse, bir kriz sonucu çatallanan anlatı da kaçınılmaz olarak dinamik gücünü kurban eder” diyor Catherine Gallagher, geçmişle bugün ilişkisini dert edinen bir yazısında.[i] Belki de gerçekten başka türlü bakmalıyız bu ikiliğe: çatışmaları yok saymadan ortak kaygılarda birleşmek için. Bugün, bize tam da bu yeni bakışın imkânını veriyor: iktidar söylemlerinin kronolojik anlatılarını parçalayarak, dün, bugün ve yarının iktidar kodlarını kaybettiği bu alacakaranlık kuşağında, geçmişle yüzleşerek ama onun tarafından ele geçirilmeden, dünü de değiştirerek bugünü özgürleştirmeye kalkışma imkânını.

Bu “an” sadece içinde kaçınılmaz olarak geçmişi, yıllar boyu biriken öfkelerin ve özlemlerin öngörülemeyen bir şekilde patlamasını taşımıyor, bir yandan da geçmişin yerleşikleşmiş anlatılarını parçalıyor, geçmişi bugüne getiriyor ve bugün içinde dönüştürüyor. 12 Eylül darbesi sonrasında üzerimize çöken ölü toprağını tam 30 senedir aralamaya çalışıyorduk. 80’ler, 90’lar boyunca Kürdistan’da yaşanan devlet zulmünü epeydir konuşmaya, Kürtlerin nice bedeller ödeyerek sürdürdükleri mücadelelerin sonucu dile gelen barış sürecini derinleştirmeye gayret ediyorduk. 1915 Ermeni soykırımını henüz yeni yeni de olsa gündeme getirmek için uğraşıyorduk. Ama bu anın direniş ruhu, bu farklı tarihsel felaketlerin ve hafızaların kronolojik eksenini de kaydırdı, beklenmedik bir anda hepsini bugüne taşıdı. İktidarların ördüğü zamansallık ve ilerleme anlayışını bir süreliğine de olsa yerle bir etti.

Bu direnişin farklı anlarında birçok buluşma gerçekleşti, gerçekleşiyor. Bunlar aynı düzeyde buluşmalar değil, sorunsuz ve çatışmasız hiç değil. Ama varolan duruşlarda küçük çatlaklar açıyor. Tam da bu çatlaklardan sızan başkalık, henüz nereye devrileceğini bilmediğimiz bu anı imkânlı kılıyor. Belirli anlarda, ulusalcılarla Kürtler temas ediyor, feministler ve LGBT aktivistleri erkek futbol taraftarlarıyla cinsiyetçi dili sorguluyor, yıllarca devlet şiddetiyle izole edilmiş Gazi mahallesi Gezi parkına destek vermek için mahallenin dışına çıkıyor, 78’liler 12 Eylül darbesini 12 Eylül rejiminin “apolitik” gençleriyle birlikte tartışıyor, anti-kapitalist müslümanlar inanç pratiklerini ve iktidar eleştirisini aynı anda deneyimliyor. İstanbul’un “ışıltılı merkezi” karşısında taşralaştırılmış, karanlık ve şiddetle terbiye edilmeye çalışılan kentlerden yükselen “her yer Taksim, her yer direniş” sesleri eşitlik ve özgürlük arzusunu ilk kez bu kadar güçle haykırıyor. Ulusal retoriğin kimi simgeleri de literal bir okumayla yeniden yorumlanabiliyor, örneğin liseli gençler, “Atatürk, Cumhuriyet’i polise değil gençliğe emanet etti” diyerek polise direniyor. Gezi parkının yine devlet şiddetiyle örülmüş somut tarihi de patlıyor, örneğin burada Ermeniler tarafından 1915’te inşa edilmiş, sonra 1922’de sessiz sedasız kaldırılmış bir soykırım anıtı olduğunu ilk kez duyuyoruz. Bir de gerçekleşmeyen ama keşke gerçekleşseydi diyebileceğimiz buluşmalar var…onlarca, yüzlerce… örneğin keşke Gezi anneleri az ötedeki Cumartesi Annelerine bir ziyarette bulunsaydı! Kısmen gerçekleşen ve gerçekleşmese bile hayal ettirdiği buluşmalarla Gezi Parkı direnişi, en geniş anlamıyla “bizi” burada ve şimdi zamandaş kılıyor.

Çatışmaların sona erdiği ya da kolayca uzlaşacağı anlamına gelmiyor tabii ki. Ama Michel-Rolph Trouillot’un dediği gibi geçmiş, geçmişte olanlar değil de bir pozisyonsa[ii], tarihin farklı “dönemlerinde” farklı yerlerdeki toplumsal öznelerin adalet, özgürlük ve eşitlik arayışlarını bugünün aciliyet duygusuyla yeniden anlamdırma gücüne sahip bu zamandaş pozisyon politik imgelemi de devrimcileştirebilir. Daha geniş bir birlikteliğin önünü açabilir. Önü şiddetle, hilelerle, yalanlarla kesilse de dönüşmüş hafızanın hafızası, yeninin sesini taşıyacak. Bunun simgesinin de farklı yaşamsal alanların beslendiği ve ortaklaştığı bir dünyayı imleyen ağaçlar olması zorunlu değildi belki ama tesadüf de değil.

Meltem Ahıska – www.bianet.org