Ana Sayfa Blog Sayfa 3927

Sokakta pala saldırısının cezası

Gezi Parkı olayları sırasında Beyoğlu’nda bankacı E.Y. adlı kadının kalçasına palayla vurduğu gerekçesiyle “Silahla kasten yargılama” suçundan Sabri Çelebi’nin yargılandığı davada karar çıktı. İstanbul 27. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya tutuksuz sanık Sabri Çelebi ve avukatı katılmazken, E.Y.’nin avukatı Yelda Koçak hazır bulundu.

Palalı saldırgana 9 bin lira para cezası verildi.

fft81_mf2279980

E.Y.’nin avukatı Yelda Koçak, “Müvekkilim ana cadde üzerindeyken saldırıya uğramıştır. Sanığın dükkanına girmemiştir. Cezalandırılmasını istiyorum” dedi. Davayı karara bağlayan mahkeme, Sabri Çelebi’nin E. Y.’yi ‘Kişi üzerindeki etkesini basit bir tıbbı müdahale ile giderilebilecek ve yaşamını tehlikeye sokmayacak ölçüde kasten yaraladığını’ belirtti. Mahkeme, ‘suçun işleniş şekli, suçun işlendiği zaman ve yer, suç konusunun önem ve değeri, meydana gelen zararın ağırlığı, kastın yoğunluğu ve sanığın güttüğü amacı’ göz önüne alarak 180 gün adli para cezasıyla cezalandırdı. Mahkeme, saldırının pala ile işlenmesini de kararında belirtti. Palayı, TCK’nın 6/1-f-4 maddesi gereğince silahtan sayan mahkeme, cezayı yarı oranında arttırarak 270 güne çıkardı. Sanık Çelebi’nin suçunu kabul etmesi nedeniyle cezayı 225 güne indirdi.

Mahkeme Çelebi’nin ekonomik durumu ve diğer şahsi hallerini gözönünde bulundurarak bir günlük adli para cezasının tutarını 40 TL olarak belirledi. Böylece mahkeme Sabri Çelebi’yi 9 bin TL para cezasına çarptırdı. Mahkeme, para cezasının 4 taksitle ödenmesine karar verdi. Çelebi’nin para cezasını ödemediği taktirde cezaevine gireceği de belirtildi.

5 yıla kadar hapsi isteniyordu

İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan iddianamede, 6 Temmuz 2013 tarihinde Taksim Gezi Parkı açılışı nedeniyle arkadaşları ile Taksim’e giden bankacı E.Y.’nin, yolda polisin uyarısı üzerine arka caddeden Taksim’e çıkmak istediği anlatıldı. Bu sırada, Sabri Çelebi’nin, “işyerine zarar verileceği” bahanesiyle elinde pala ile E.Y’ye vurarak basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafif nitelikte yaraladığı belirtildi. Sabri Çelebi’nin “kasten silahla yaralama” suçundan 2 yıldan 5 yıla kadar hapsi talep ediliyordu.

Öte yandan, Sabri Çelebi’nin de aralarında bulunduğu 4 sanık, Gezi Parkı olayları sırasında Talimhane’de eylemcilere ellerinde palayla müdahale ettikleri iddiasıyla 53. Asliye Ceza Mahkemesi’nde de yargılanıyor. Sabri Çelebi’nin bu davadan, ‘kasten yaralama’ ve ‘görevi yaptırmamak için direnme’ suçlarından 9 yıl 9 aydan 27 yıla kadar hapsi talep ediliyor.

(DHA/Yeşil Gazete)

3 bin dönüm tarım arazisi sanayiye kurban olacak

Manisa OSB 6’ncı bölge için ön fizibilite çalışmaları için birinci sınıf tarım arazilerinin bulunduğu Karaali köyünden Akgedik köyüne uzanan 3 bin 310 dönüm arazinin kamulaştırmak istenmesi tepkiye neden oldu.

fft256_mf3891267

Manisa OSB 6’ncı bölge için ön fizibilite çalışmaları için birinci sınıf tarım arazilerinin bulunduğu Karaali köyünden Akgedik köyüne uzanan 3 bin 310 dönüm arazinin kamulaştırmak istenmesi tepkiye neden oldu.

3 bin 310 dönüm 1. sınıf tarım arazisinin yanı sıra bin dönüm de orman fidanlığı olmak üzere toplamda 4 bin 310 dönüm alanın içerisinde ayrıca 250 dönüm hayvan otlatma merası bulunuyor. Zeytin, börülce, karpuz, bamya, kiraz, mısır, elma gibi her türlü meyve ve sebze yetiştirilen alanda yer alan Gürle’de 200, Akgedik’te 500, Karaali’de 850, Emlakdere’de 800 ve komşu köylerden de 700 kişi bu topraklardan geçimini sağlıyor. Kamulaştırılmak istenen 3 bin 310 dönümlük arazinin bin 363 dönümü Karaali ve Akgedik, 960 dönümü Emlakdere’ye ve 987 dönümü de Gürle’ye ait.

Ziraat Mühendisleri Odası Manisa Şubesi Başkanı İbrahim Derman, Manisa Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Av. Menderes Hırçıner, Emlakdere Mahalle Muhtarı Kadir Kocabıyık ve Karaali Mahalle Muhtarı Salih Bulut kamulaştırılmak istenen tarım arazilerine giderek ortak bir açıklama yaptılar.

Manisa 6’ncı OSB için kamulaştırılmak istenen birinci sınıf tarım arazilerinin sanayiye verilmesinin tam anlamıyla bir katliam olacağının altını çizen Ziraat Mühendisleri Odası Manisa Şubesi Başkanı İbrahim Derman, “Alaşehir’de Jeotermal, Gördes’te, Turgutlu Çaldağı’nda nikel ve İzmir İstanbul Otoyolunun 8 bin dekarlık alanı ve şuanda burada bulunma nedenimiz olan Akgedik’te bu araziler Manisa’nın hemen dibinde tarım vasfını kaybederek sanayiye ayrılmak isteniyor” dedi.

“Bunlar da giderse tarım biter”

Manisa Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Av. Menderes Hırçıner ise, “Burada Akgedik Köyü ve Karaali köyü halkının ve yöredeki diğer köylerimiz yıllardır tarımla meşgul olarak Manisa’mızın en değerli tarım ürünlerini üreterek ülkemize ve devletimize katkıda bulunmaktadır. Bu katkıya devam etmek istemektedirler. Bundan önce yapılan kamulaştırmalarda zaten tarım arazilerinin önemli bir kısmı organize sanayi bölgelerine terk edilmişti. Artık köylü için yaşamsal öneme hayız olan çok sınırlı bir tarım alanı kaldı. Bu araziler de kamulaştırıldığı takdirde burada tarım artık bundan sonra sona erecek.

‘Köylü olarak eylem yapacağız”

Karaali Köyü Muhtarı Salih Bulut, “Bizden bin 360 dönüm yer talep etmesi ve bu yerlerin birinci sınıf tarım arazisi olması hasabiyle bir de devletimizi hergün televizyonlarda kamu spotları yayınlıyor. Diyor ki ‘Birinci sınıf tarım arazilerine sanayi, konut hiçbir şey yapılamaz’ fakat birinci derece tarım arazilerini OSB’ye vermek istiyor. Şimdi bu bir çelişki değil midir? Bizim bu atalarımızdan, dedelerimizden kalan yeşil, asma, üzüm bağı, mısır, kavun, karpuz, bamya ne istersen ekebilirsin bu topraklarda. Yıllarca bu topraklar bu insanlara ekmek verdi. Bu ekmek vermesine devam etmesini istiyoruz. Burası Gediz Havzasının bir uzantısıdır. Buranın harap olmasını istemiyoruz. Sanayiye verilmesini istemiyoruz. Biz köylü olarak her türlü eylemi yapacağız. Demokratik haklarımızı sonuna kadar kullanacağız.

Sanayiye karşı olmadıklarını anlatan Emlakdere Muhtarı Kadir Kocabıyık, “Bu kamulaştırmadan en çok mağdur olan köy bizim köyümüz. 3-4 ve 5’inci bölge bizim oralarda kamulaştırıldı. 2001 ve 2003’te kamulaştırıldı bu bölge ve çok cüzi miktarlara yapıldı. Bizim ovanın tamamı sulu tarım arazisi olarak geçiyordu. Manisa’nın sanayileşmesine karşı değiliz ama burada yerlerimiz gitti. Kalan yerlerimiz 960 dönüm bir yer kaldı. İnsanlarımız mağdur oldu. gerçekten de bugün mahallemizde 65 yaş üstünde insan kalmadı. Biz 2001 yılında giden bu yerlerden dolayı çok üzüldük. 8 bin dönüm yerimiz vardı geriye 960 dönüm yer kaldı o da birinci sınıf olduğu için kaldı. Burasının da kamulaştırılması gündemde. Vatandaşımızın bir kısmı buradan geçiniyor.

(İHA/Yeşil Gazete)

“Ne yazlıklara, ne madenlere verilecek suyumuz var”

Kaz Dağları’nda  6  baraj ve pek çok HES projelerinin yapılacak olması Edremitlileri harekete geçirdi. GÜMÇED Edremit Körfez Şubesi ve Güzel Edremit Körfezi’nin Bekçileri, Kızılkeçili çayı ve Sütüven Şelalesi’ne sahip çıktıklarını belirtmek için bir basın açıklaması yaptı.

10401576_797953316902175_7401407689631772503_n

Kaz Dağları 1/100 bin ölçekli bölge planına göre yapılması  barajların bir kısmının Kızılkeçili Çayı’nda yapılması planlanıyor.

GÜMÇED Edremit Körfez Şubesi ve Güzel Edremit Körfezi’nin Bekçileri adına açıklmayaı okuyan Mehmet Akif Öznal,’her çeşit su yapılaşmasının gereklilik ve yararlarının açık olarak tartışılması, etkilenecek halk kesimlerinin görüşünün alınması, çevresel-kültürel ve toplumsal etki değerlendirmelerinin yapılması ve şirketin çıkarılarına göre hareket edilmemesi” gerektiğini belirtti.

“Köyümüzün hayat damarı Kızılkeçili çayı”

“Kızılkeçili köyü ve Mehmetalan Köyü Kazdağı’nın eteğinde kurulu bir çok yerleşim gibi çok güzel ve özgün özelliklere sahip bir köyümüzdür. Hayat damarı da Kızılkeçili çayıdır. Kazdağlarının pınarları ile beslenip bağrındaki Hasanboğuldu, Sütüven Şelalesi ve Çağlayan gibi özellikli su oluşumları ile denize özgür akan Kızılkeçili çayı, geçtiği her yerde tüm canlılar için yaşamın kaynağıdır.1/100 bin ölçekli bölge planında HES öngörülen, DSİ tarafından ise baraj inşa edileceği söylenen deremizi elimizden almak istiyorlar. Vermeyeceğiz. Sadece biz insanlar için değil, ağaçlar, çiçekler, kuşlar, sincaplar, börtü böcek, yani suya erişim hakkı olan tüm canlılar için deremiz özgür akacak.”

“Havran Barajı’ndan Mıhlı Çayı üzerinde planlanan baraja kadar, 7 adet baraj yapımı sadece içme suyu için olamaz. Başta altın madenleri olmak üzere yörede planlanan tüm madenlere su temin etmek, bu sürecin gizlenen ve önemli bir parçasıdır kanısındayız.”

(Yeşil Gazete)

Hopalılar kendi dükkânlarına saldırmış

Artvin Hopa’da, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yapacağı mitingi protesto sırasında öğretmen Metin Lokumcu’nun biber gazından etkilenerek, hayatını kaybetmesine ilişkin soruşturmada, biber gazı kullanan 20 polisin ifadesi ölümden ancak üç yıl sonra alınabildi. Polise göre Lokumcu sandalye atmış, Hopalılar kendi dükkânlarına saldırmış.

metin-lokumcu

Hopa Cumhuriyet Başsavcılığı’nda, Lokumcu’nun ölümüne ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, geçen mayıs ayında, olaylarda gaz kullandığı ifade edilen 20 polis amiri ve memurunun ifadesi alındı.

İsmail Saymaz’ın Radikal’deki haberine göre, Artvin Emniyeti’nden Emniyet Amiri İ.A. Hopalı eylemcilerin “ağzı kapalı soda şişesini iyice çalkalayıp polislerin üzerine doğru attığını, şişenin çevreye zarar verecek şekilde patladığını” ve bu sırada biber gazı sıkılmış olabileceğini ileri sürdü.

İ.A., Lokumcu’nun müdahaleden sonra “meydanda dolaştığını, polislere bağırdığını, agresif hareketler yaptığını, ‘Bundan sonra çocuklarınızı okutmayacağız, kadınlarınız dışarı çıkamayacak” dediğini savundu. İ.A. kendisinin gaz kullanma talimatı vermediğini, müdahalenin ne zaman, ne şekilde yapılanacağına kimin karar verdiğini bilmediğini iddia etti.

Emniyet Müdürü H.A. ise Lokumcu’nun zaman zaman gösteri yapan grubu engellemeye çalıştığını ve güvenlik görevlilerine taş ve sandalye attığını savundu. H.A., müdahale emrinin Hopa kaymakamı tarafından verildiğini anlattı. Polis memuru M.K. ve B.K. ve A.Y. gazlı müdahalede Sarp’ta olduklarını, öğleden sonra Hopa’ya geldiklerini, 90 derecelik açıyla havaya doğru gaz sıktıklarını öne sürdü.

‘Kendi dükkânlarına zarar verdiler’

Erzurum Emniyeti’nde görev yapan R.A. alınan ifadesinde, Hopa’daki grubun bayrak, flama, yerden söktükleri döşeme taşları ve ele geçirdikleri malzemelerle polise saldırdığını, uyarılara rağmen dağılmadığını ve yasadışı slogan atıp saldırılarına devam etmeleri üzerine orantılı gaz sıktıklarını iddia etti.

R.A., grubun çevrede bulunan esnafın dükkanlarına zarar vermesi üzerine ikinci kez gaz kullandıklarını, emri Erzurum Çevik Kuvvet Şube Müdür Yardımcısı E.D.’nin verdiğini savundu. R.A., gaz bombalarını 25 metre mesafede 90 dereceyle, 50 metre mesafede 70 derece, 100 metre mesafede de 45 derecelik açıyla kullandıklarını öne sürerek, “Topluluğun üzerine kasti ya da hatalı gaz kullanımı yapılmamıştır. R.A., sokak aralarında smoke tipi el bombası şeklindeki gaz bombalarını kullandıklarını anlattı. Kapalı alanda da gaz kullanılmadı” dedi. R.A. gibi Erzurum’da görev yapan M.U. ve T.B. tek kalemden çıkmış ifadeler verdi.

Kars Emniyeti’nde çalışan İ.Ç., uzak mesafeden biber gazı kullandığını ifade ederek, “İlk gazı attığım zaman, diğer tarafta daha sonradan öğretmen olduğunu öğrendiğim şahsın hastaneye götürülmüş olduğunu öğrendim. Biz sadece grubu dağıtmak için gaz kullandık” dedi. İ.Ç., “miting alınanda bulunanlara taşlı saldırı durumunda ve bariyerleri geçme” aşamasında gaz bombasına yöneldiklerini belirterek, “Biz miting alanına taşkınca giriş yapmak isteyen topluluğu engelledik” dedi.

Rize Emniyeti’nden F.K. ve B.B. gaz bombası kullanmadığını belirtirken A.G. ve Y.E.Ş. o esnada Sarp’ta olduğunu söyledi. Y.E.Ş., “Biber gazını yaklaşık 25 metreden yere doğru sıkarak kullandım. Bende bulunan model beş tüpü yakın mesafe için püskürtme şeklinde çıkan biber gazı tüpüdür” dedi. B.B. de gaz kullanmadığını söyledi.

İzmir Emniyeti’nden D.B., on günlük biber gazı eğitimi aldığını kaydederken “göstericilerin ellerinde bulunan taşları polislere, araçlara ve devlet büyüklerine doğru atmaları, sopalarla üzerine saldırmaları” üzerine gaz bombası kullandığını savundu. D.B., gaz bombasına “aşırı taşkınlık” halinde başvurulduğunu savundu. Arkadaşı M.U.F. da olaylar başlamadan hemen önce gaz malzemesini arkadaşı T.B.’yi verdiğini, bu yüzden kendisinin kullanmadığını belirtti. A.G. ve B.Ç. de kullanmadığını söyledi.

Erzincan Emniyeti’nden H.Y., grubun mitin alanına doğru yaklaşması üzerine biber gazı sıktıklarını, ara sokaklara dağılan grubun gazın etkisi geçince tekrar saldırıya geçtiğini, gazlı müdahalenin dört-beş saat sürdüğünü anlattı. Aksaray Emniyeti’nden B.A.K., bir el gaz bombası kullandığını, sonra da yaralandığını savundu. Gümüşhane Emniyeti’nden S.E., grubun saldırılarını arttırması ve verilen talimat üzerine orantılı olarak gaz sıktıklarını, müdahale sırasında alana ambulansın geldiğini gördüğünü belirterek, “Müdahaleler sırasında yaralananlar olduğunu düşündüm” dedi.

(Radikal)

İğneada KOS kampından izlenimler

Kuzey Ormanları, başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara Bölgesi için yaşamsal önemi olan bir ekosistem olarak binlerce yıldır varlığını koruyor. Kadim İğneada Longozu da bu ekosistemin ülkemiz sınırlarındaki en batı ucunu oluşturuyor. Bu tür ekosistemler, hem yakın çevreleri hem de tüm gezegen için bildiğimiz anlamda yaşamın sürmesi adına vazgeçilemez öneme sahiptir. Buna rağmen küresel kapitalizm ve ona bağlı olarak sürdürülen neoliberal ekonomik politikalar, Kuzey Ormanları da dahil olmak üzere tüm gezegen ölçeğinde yaşamın kaynaklarını kurutmak için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Yaşayan insan uygarlığının kendini yok etmek için niçin bu kadar gayret içinde olduğunu, bir tür intihar eğilimi olan bu tablonun psikanalitik yorumunu başka bir yazıya bırakalım.

On yıldan fazladır ülkemizi yöneten AKP hükümeti ”fıtratına uygun davranıp” neoliberal kos1 (640x480)ekonomi politikaların ülkemizdeki sıkı takipçisi olarak gezegeni felakete sürüklemek için yeteneklerini ardı ardına sergilemekten geri durmuyor. Kadim İğneada Longozu’nu yok etmek için önce petrol boru hattı projeleri yapmayı planladılar, ardından da nükleer santral yapma iddiasında bulundular. Şimdi de termik santral yaparak Longoz Ormanını sınırsız büyüme ve kalkınma fantezilerinin kurbanı etmeye çalışıyorlar.

Söylemlerini dinsel referanslar üzerine kurma iddiasında olan AKP hükümetinin temel uygulamalarına bakıldığı zaman pre-modern değerlerini tamamen unutmuş oldukları anlaşılıyor. Yaşayan tüm dinler modernizm öncesi kaynaklardan beslendiği için büyük çoğunlukla doğanın haklarını teslim ederler. Popülizm cehennemiyle hemhal olmuş İslam anlayışlarını bir kenarda tutarsak ekolojik düşüncenin İslam dini ile ortaklaştığı alanların pre-modern kaynaklardan beslenen diğer dinlerden daha az olmadığı görülür. İslam ve ekoloji konusunda çalışanların temel düşüncesi, ”insanoğlunun Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu ve bu nedenle de tüm canlı ve cansız hayattan sorumlu olduğu” şeklindedir. Hal böyle iken AKP hükümetinin doğanın haklarını yok sayan uygulamaları kendi dinsel referanslarını inkar anlamına gelir. Göründüğü kadarıyla modernizm ile dinin evliliği, AKP hükümetinin uygulamalarında ortaya çıkan, kendi aslını bile inkar eden, duymayan,  görmeyen böylesi bir ucube ortaya çıkarıyor.

Her neyse, biz sıkıcı analizleri bir kenara bırakıp Kuzey Ormanlarına geri dönelim. Üçüncü köprü, havalimanı gibi projelerle yok edilmeye çalışılan Kuzey Ormanlarını korumak için bir araya gelen aktivistlerle birlikte, geçen hafta sonu aynı ormanların devamı olan İğneada Longozu’na gittik. Niyetimiz bölge halkının dayanışma taleplerine karşılık vermek, Longoz ile tanışmak idi. Uzun ve zahmetli bir yolculuğun ardından İğneada’ya kadar  geldik. Trakya’nın değişik yerlerinden gelen insanlarla birleşip meydana kadar sloganlar ve pankartlarla yürüdük. Halkın tepkisini izlemek için kahvelerde oturanlarla, meydan çevresindeki esnaflarla görüşmeler yaptık. Müdavimlerini iktidar yanlısı vatandaşların oluşturduğu anlaşılan kahvedekilerin tepkileri ilginçti: “Bu mitinge katılanların kaçı İğneadali?”, “Longoz neresi desek bilen var mı içinizde?”, “Bu gelenlerin yevmiyesi kaç para?” gibi sorular sordular. İktidara muhalif olanların devam ettiği anlaşılan kahvedekiler ise “Bizim buranın insanı koftidir, bu Longozu biz koruyamayız ama İstanbullular direnirse Longoz kurtulur” diyorlardı.

Anlaşıldığı kadarıyla son yıllarda gittikçe artan oranda topluma pompalanan, toplumun bir kesimi tarafından da hemen paylaşılan bir salgın olan komplo teorileri insanların zihinlerini bulandırmaya devam ediyor. Bireylerin her tür baskı ve yönlendirmeye rağmen özgür karar alabilme yetilerinin de olduğunu biliyoruz. Toplumsal hareketlerin gelişiminde dışardan kontrol edilmesi güç iç dinamiklerinin bulunduğundan da en ufak bir şüphemiz yok. Tüm bu gerçekleri yok sayan komploculara göre her şey masa başında birileri tarafından planlanıp uygulanıyor. Komplocu zihniyetin ortaya çıkardığı davranış ise “Nasıl olsa bizim bir şey yapmaya gücümüz yetmez, oturup olup bitenleri seyredelim” oluyor. Dolayısıyla bu komplo teorilerini üretenlerin, mevcut iktidarlarını sürdürmek arzusunda olanlar olduğu çıkarımını yapmakta da hiçbir mahsur yok.

İğneada’daki mitingi izleyen insanlar içinde gençlerin ilgisi oldukça dikkat çekiciydi. Bazı gençler, patronlarının ve müdürlerinin sözlü uyarılarına rağmen çevrede çalıştıkları işlerini bırakıp miting alanına geldiler. Orta yaşın üstünde olanların ise dışardan gelenlere karşı tedirgin tutumu her hareketlerinden gözleniyordu. Gezi direnişinde kâğıttan bir kaplan olduğunu gördüğümüz devletimiz bizden o kadar korkmuştu ki Longoz’da kamp yapmamızı yasakladı. Biz de duyarlı bir iğneadalının arazisinde kamp yapmak zorunda kaldık. Kamp alanına ulaştığımızda “Tüketme Özgürleş” pankartıyla karşılaştık. Kısa sürede kurulan çadırlar ile etrafında dolaşan insanlara dışardan bakıldığında ortam, tipik bir Hobbit Köyü karnavalına benziyordu. Akşam kurulan Yeryüzü Sofrası’nın ardından kamp alanının ortasına kocaman bir ateş yaktık. Gezi ruhu her yerde peşimizde dolaşıyordu. Gece gelip çadırlarımızı yakarlar mı acaba diye konuştuk. Ama ardından Sauron’nun gözlerinden çok uzakta olduğumuza, zaten kadim Longoz’un bizi tüm kem gözlerden koruyacağına inanmaya karar verdik.

Tüm gece boyunca o kadar çok eğlendik ki sabah uyanmak ve denize dalmakta zorlananlar oldu. Sabah atölyelerinde tarım politikalarından, küçük üreticilerin sorunlarından konuştuk. Endüstriyel tarım ve hayvancılığa karşı yerel üretim ve tohumların öneminden söz ettik. Yerel halktan ve belediyelerden gelen arkadaşlarla sohbetler ettik. Genel olarak ortaklaşılan konu, yerel halkın desteği olmadan yürütülen mücadelenin etkisiz olacağı şeklindeydi. Yerel ekonomilerin geliştirilmesi ile kendine yeter üretim biçiminin teşvik edilmesinin yerel ekoloji mücadelelerini güçlendireceği tespitlerini paylaştık. Ardından Longoz yürüyüşüne başladık. Orman öğle sıcağında serin ve yumuşak bir hava armağan ederek bizi karşıladı. Çoğumuzun hep orada kalası geldi ama dönmek zorundaydık. Bir kara delik gibi etrafındaki her şeyi yok eden İstanbul şehri, bizi de yok etmek için kendisine çağırıyordu; çaresiz yola düştük…

Yeşil Gazete – Savaş Çömlek

#ZeytinHayattır

Zeytin üreticisi Salih Madra’nın, zeytincilik yasasının iptali istemiyle change.org sitesinde başlattığı kampanya devam ediyor. Kampanyaya bugüne kadar 57 bin küsur kişi imza verdi.

Ekran Resmi 2014-07-10 11.40.17

Kampanyada, Komisyona sevk edilen ‘’Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’’ isimli tasarının Madde 3 ve Madde 5 te yapılması teklif edilen 26/1/1939 tarih ve 3573 sayılı kanundaki değişikliklerin tasarıdan çıkarılması talep ediliyor.

Yasa tasarısı onanırsa  zeytinliklerimiz madencilerin, enerji şirketlerinin, yol müteahidlerinin ve inşaat devlerinin arka bahçesi haline geleceğiniin vurgulandığı kampanyada “2006 yılından beri defalarca kez denendiği gibi bu kez de zeytincilik ve doğa katledilmek isteniyor. Meclis’e getirilen yasa tasarısı onaylanırsa, ne sofralarda zeytin eskisi gibi olacak, ne de zeytincilik… Barışın sembolü Anadolu topraklarından sökülüp atılacak! Şimdi, bu kampanyayı imzalayarak yetkililerden zeytinliklerden ellerini çekmelerini ve zeytinin ölüm fermanı anlamına gelen yasa tasarısını iptal etmelerini isteme zamanı!” deniyor.

Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda Değişikilik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’yla değiştirilecek uygulamalar şunlar:
-Tasarının 4. Maddesi’ne göre, zeytin alanlarında Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından izin alınmak suretiyle tesisler yapılabileceği hükmü getiriliyor.
– Zeytinlik alanlardaki yatırımlara 3 kilometre mesafe sınırı getiren koruma kalkanı kaldırılıyor.
– Tasarı, ilgili bakanlıkça kamu yararı görülmesi durumunda, zeytinlik alanlarda madencilik faaliyetleri yapılmasının önünü açarken, zeytinliklerde ayrıca elektrik üretimine yönelik yatırımlar, petrol ve doğalgaz işletme faaliyetleri, jeotermal, savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar, kamu yararı gözetilerek yol, altyapı ve üst yapı faaliyetleri yapılabilecek.
– Kanun tasarısında zeytinlik alan tanımı ‘En az 25 dönümün üzerindeki parseller alınacak’ şeklinde değiştiriliyor. Fakat sector temsilcilerinin aktardığına gore ülkedeki zeytin bahçelerinin çoğunun büyüklüğü 10 dönümün altında. Bu da çoğu zeytinlik için koruma kalkanının kalkacağı anlamına geliyor.

“Zeytincilikten geçimini sağlayan 500 bin ailenin karşı olduğu” tasarıya imza vermek için tıklayınız.

Cumhurbaşkanlığı takvimi

Yarın adayların Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla cumhurbaşkanlığı için propaganda dönemi başlayacak

Yüksek Seçim Kurulunun (YSK) ilan ettiği seçim takvimi uyarınca, cumhurbaşkanı adaylıklarına itirazların bugün karara bağlanmasının ardından, kesin aday listeleri yarın Resmi Gazete’de yayımlanacak ve propaganda dönemi başlayacak.

İlk kez halk tarafından doğrudan seçilecek cumhurbaşkanı için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş’ın yer aldığı geçici aday listesinin 8 Temmuz Salı günü Resmi Gazete’de yayımlanmasının ardından itirazlar başlamıştı.

YSK’nın geçici aday listesine yapılan itirazları son olarak bugün karara bağlaması gerekiyor. Kesin aday listesi ise yarın Resmi Gazete’de yayımlanacak ve propaganda dönemi başlayacak.

YSK kararıyla adayların fotoğraflarının da yer alacağı birleşik oy pusulasında cumhurbaşkanı adaylarının yerlerinin belirlenmesi için YSK’da kura çekimi, 14 Temmuz Pazartesi günü yapılacak.

Yurt içi ve yurt dışı seçmen kütüklerinin kesinleştirilmesi ve yurt içi sandık atama işlemleri, 20 Temmuz Pazar günü gerçekleştirilecek.

Yurt dışı seçmenler, 21 Temmuz Pazartesi günü Türkiye saati ile 08.00’den itibaren YSK’nın “www.ysk.gov.tr” internet adresinden oy verecekleri gün ve saat aralığını belirlemeye başlayacak.

Radyo ve televizyonda yayın için başvuran cumhurbaşkanı adaylarının radyo ve televizyonda yapacakları propaganda konuşmalarının yayın ve zaman sıralarının belirlenmesi için ​24 Temmuz Perşembe günü YSK’ca kura çekilecek.

Yurt dışı seçmenler, oy verecekleri gün ve saat aralığını 25 Temmuz Cuma günü Türkiye saati ile 17.00’ye kadar belirleyebilecek. Yurt dışındaki vatandaşların randevu aldığı tarihte oy kullanmaya gitmemesi durumunda bulunduğu ülkede oy kullanması mümkün olmayacak ancak gümrüklerde oy kullanılabilecek. Randevu almayanların 4 gün içindeki hangi gün oy kullanacaklarını sistem otomatik olarak dağıtacak.

Gümrük kapılarında oy verme işlemine 26 Temmuz 2014 Cumartesi günü başlanacak.

Adaylar, radyo ve televizyon propaganda konuşmalarına 3 Ağustos Pazar günü başlayacak. Seçmen bilgi kağıtlarının seçmenlere dağıtılması 4 Ağustos Pazartesi günü tamamlanacak.

Seçim propaganda dönemi 9 Ağustos Cumartesi günü saat 18.00’de sona erecek. 10 Ağustos Pazar günü yurt içinde oy verilecek ve seçim yasakları saat 24.00’te sona erecek.

İkinci oylama

İlk oylamada geçerli oyların salt çoğunluğu sağlanamadığı takdirde seçimin ikinci oylaması 24 Ağustos Pazar günü yapılacak.

Cumhurbaşkanı seçimi ilk turunun geçici sonuçlarının ilan edileceği 11 Ağustos Pazartesi, propaganda dönemi başlayacak. Sandık kurullarının kararları ve tutanaklarına karşı ilçe seçim kurullarına yapılacak itirazlar yine bu tarihte saat 17.00’ye kadar yapılacak. Üçüncü maddede yapılan itirazlar, ilçe seçim kurullarınca en geç saat 23.59’a kadar karara bağlanacak.

(AA)

Müşteri her zaman haklı mıdır? – Deniz Gümüşel

damacanaDamacana suyumu yeni bir firmadan alıyorum bir süredir. İnternette dolaşan bir habere göre, su kalitesi piyasayı ele geçirmiş pek çok markadan daha iyiymiş. Ama mevzu o değil.

Bu firma bir garip. Beni deli ediyorlar! Pazar günleri kapalılar. Akşam saat 7’den sonra asla çalışmıyorlar. Gün ortasında aradığımda da kaç kez, “şu anda çalışanlarımız öğle yemeğinde, bir saat sonra suyunuzu getirebiliriz” diye bir cevap aldım. Anlayacağınız suyu istediğiniz anda size uçuracaklarına dair bir garanti vermiyorlar.

Önce bayağı bir sinirlendim. Hemen başka bir markaya geçmeyi düşündüm. Öyle değil mi ya, istediğim zaman ulaşamayacaksam, ne anladım ben bu damacana su işinden! Zamanı kısıtlı, meşguliyetleri çok, sürekli mobil bir şehirli tüketici olarak benim bu yaşam tempoma ayak uydurabilecek bir su firmasını elbette hak ediyordum. (Ara not: Derelerin ticarileşmesine ve suyun şişelere/damacanalara hapsedilmesine ekolojik ve toplumsal nedenlerle karşıyım. Ama Ankara’da Melih’in çeşmeden akıttığı sıvıdan da bir o kadar korkuyorum! Bu yaman çelişki çok yaşamsal, ama ayrı bir tartışma konusu.)

Sonra fark ettim ki, bu firma, ya da belki de bizim mahalledeki bayii, bayağı doğru düzgün bir işletme. Çalışanlarını akşam geç saatlere kadar iş var diye çalıştırmıyor. Müşteriyi hemen memnun edeceğim diye işçilerinin öğlen yemek/dinlenme sürelerinden kırpmıyor. Hafta sonu bir gün de olsa hepsinin tatili var.

Bana rağmen, yani benim gibi parayı verip her istediğine her an ulaşmaya alışmış/alıştırılmış şehirli tüketiciye rağmen, görebildiğim kadarıyla, en azından çalışma saatleri konusunda, emekçinin hakkına saygılı davranıyor. Bense bu olması gereken tutumu ayırt edinceye kadar, “haklı müşteri” kibrimle istediğim anda istediğim hizmete/mala ulaşamadığım için şikayet ediyorum.

Oysa bilemedin 30 yıl önce, günlük ekonomik yaşamın başka kuralları vardı.

Yadırgamadığımız, içinde yaşamayı başardığımız, görece daha insani kurallar.

Mesela pazar günleri ekmek çıkmazdı, fırıncılar da dinlenirdi. Ekmeği bir gün önceden alır, koyardınız eve. Bayramda gazeteler ortak tek bir gazete çıkarırdı ki, basın emekçileri de tatil yapabilsinler. Haftanın yedi günü sabah 9-gece 10 bize kesintisiz, güler yüzlü hizmet veren AVM çalışanları henüz doğmamışlardı.

Şu bir insan yaşamından bile kısa sürede, 7/24 kapitalizm ne fena bağımlılıklar yaratmış toplumsal bünyemizde.

Ayağımıza kadar gelen ekmeğin, suyun ardındaki emeği görüp takdir edemeyen; sınırsız talepleri, sorumsuz tercihleri ile her daim “haklı müşterilere” dönüştürmüş bizi. Başkasının emeğini çaldığımızı, o emeği sömürenlere yardım ve yataklık ettiğimizi görmemizi engelleyecek kadar “şımartmış” bizi…

Deniz Gümüşel 

denizgunusel

 

Kentten köye göç çağı mı başlıyor? – Cemal Tunçdemir

MÖ 7000 bin yılında dünyanın en kalabalık 3 şehrinden ikisi bugünkü Ürdün’de biri ise Anadolu’daydı. Çatalhöyük’ün o tarihte nüfusu sadece 1000 kişiydi. Bin yıl sonra MÖ 6000 yılında ise Çatalhöyük’ün nüfusu tam 3 kat artacak ve 3000’e ulaşacaktı. Sonraki 8 bin yılda nüfusu 1 milyonu aşan birkaç şehir oldu ama insanlığın büyük bölümü kırsalda yaşamaya devam etti. 19’ncu yüzyılda sanayi devrimi ile beraber bu alanda dev bir sıçrama yaşandı. 19’ncu yüzyılın ortalarında Londra nüfusu 2 milyonu aşan ilk şehir oldu. 20’nci yüzyıla girilirken Londra’nın nüfusu 5 milyonu geçmişti. Ve 20’nci yüzyıl tam bir şehir patlamasına sahne oldu. İnsanlık tarihinin en büyük en kitlesel göçü başladı. Dünyanın dört bir tarafında dev kentsel yığınlar ortaya çıktı.

Bugün sadece Pakistan’da 8, Meksika’da 12 ve Çin’de tam 100 tane ‘’milyonluk’’ şehir var. Birlemiş Milletler’e göre şehre göç bugünkü hızda sürerse, 2050 yılında dünya nüfusunun yüzde 70’i kentlerde yaşıyor olacak.

Köyden kente göç patlamasının bir numaralı itici gücü ‘ekonomi’ oldu. Tarım teknolojisinin daha az insana ihtiyaç duyacak şekilde gelişmesi ile sanayileşme ve yaygınlaşan hizmet sektörünün şehirlerde daha fazla iş imkanı doğurması yığınları kentlere çeken en önemli neden. Şehirlerde kırsal kesime göre çok kaliteli alt yapı hizmetleri var. İş dünyası da, nitelikli iş gücü, alt yapı hizmetleri nedeniyle üretim tesislerini şehirler çevresinde kuruyor. Şehirlerde düzenli geliri ve düzenli boş vakti olan insan yığınları doğarken bu da, tiyatro, eğlence, sinema, spor ve restoranların sayısını artırdı. Trend uzmanları bütün bu pozitif ve zincirleme gelişme sürecine ‘Urban agglomeration(Kentsel yığılma)’’ adını veriyor.

Ancak dünyanın büyük bölümünde şehirleşme bu şekilde sağlıklı ve nitelikli gerçekleşmiyor. Londra, Paris, New York ya da Berlin’de gerçekleşen ‘agglomeration’ ile Mumbai, Mexico City, Yeni Delhi, Şanghay, Kalküta, Karaçi, Kahire, Manila, Lagos, Cakarta, gibi dünyanın en büyük kentsel yığınlarındaki ‘agglomeration’ niteliği çok farklı. İkincilerdeki niteliksiz ‘agglomeration’, on milyonlarca insanı, elektrik, temiz su ve internet gibi temel hizmetlerden yoksun dev gecekondu mahallelerine mahkum ediyor.

Büyük şehirlerde yaşamanın pozitif getirileri gibi maliyetleri de var: Suç, gürültü, bulaşıcı hastalıklar, betonlaşma, yeşilden ve topraktan yoksunluk, yüksek geçim maliyeti, trafik, korkunç bir hızla sürekli yükselen emlak fiyatları… Geçtiğimiz aylarda medyada yer alan haberlerde de görüldüğü gibi, Avrupa karasının kırsal kesiminde dev bir şatoyu satın almak, New York veya Londra’da bir apartman dairesi satın almaktan çok daha ucuz olabiliyor. Ancak insanlar, büyük şehirlerin sağladığı olanaklar karşısında bu maliyetleri göze alarak şehre göç edegeldiler.

Peki bu trend, köylerde veya kırsal kesimde kimse kalmayıncaya kadar devam mı edecek? Tarih boyunca düz bir çizgide ilerleyen tek bir ekonomik trend bile yok. Ülkeler zenginleştikçe, alt yapı hizmetleri, internet, su, yüksek kaliteli ulaşım hizmetleri de ülkelerin kırsal kesimlerine de yayılmaya başlıyor. Bu da kırsal kesimde yaşamın niteliğini değiştiriyor. Ama son 20 yılda ortaya çıkan yeni bir fenomen kırsalın binlerce yıllık makus talihindeki en önemli değişimi temsil etmeye başlıyor. İnternet insanlığın en büyük trendlerinden birini sarsıyor. Çünkü internet, insanlara, şehirde fiziksel olarak bulunmadan, şehrin birçok olanağından yararlanma fırsatı sunuyor. Bir dağ köyünde yaşayan biri bile internet bağlantısı varsa, ‘agglomeration’un parçası olabiliyor. Bugün bir çok ülkede köylerde, kasabalarda, ilçelerde yaşayanlar da, şehirde üretilen güzel ürünleri, internet üzerinden sipariş ederek ertesi gün kapısında bulabiliyor. Fikirlerini dünya ile paylaşabilip, dünyada üretilen tüm fikirleri takip edebiliyor. Hatta internet üzerinden çok kaliteli eğitim olanağı bile bulabiliyor. Sosyal medya aracılığıyla dünyanın her yerindeki insanlarla iletişim kurup fikir alışverişinde bulunuyor. İnternet sayesinde dünyadan habersiz kalmamakta, politik süreçlere müdahil olabilmekte.

İnternetin yanı sıra, rüzgar ve güneş enerjisi üretimini pratikleştiren teknolojinin ilerlemesi ve özellikle de üç boyutlu yazılımın (3D printing) evde üretim olanağı getirecek şekilde gelişmesinin dünyada yeni bir merkez-kaç eğilim çağı başlatacağını öngörenlerin sayısı hiç de az değil.

Bugün özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde kırsala göç trendi henüz bireysel boyutta olmasa da başlamış durumda. Bir çok insan, şehrin gürültüsünü, dar ve pahalı yaşam koşullarını, suç ve hastalıkla dolu ortamını terk ederek, kırsal kesimde daha ucuz daha kaliteli daha doğal yaşama taşınıyor. Üstelik de internet sayesinde kentteymiş gibi yaşamaya da devam ederek… Bu trend, her gün daha fazla firma internet üzerinden ticarete yöneldikçe, diğer ülkelere de yayılıyor.

İnsanların evlerinin bir odasını başka ülkelerden insanlara günlük kiraladığı iş sistemine dayanan Airbnb’nin kurucu CEO’su Brian Chesky, geçtiğimiz günlerde Aspen Ideas Festival’de, ‘köy’ün yeniden sahneye çıktığına dikkat çekmiş ve ‘’Makro düzeyde baktığımızda sonunda köye geri döneceğiz ve kalan şehirler de yeniden ‘mahalle/cemaat’ kültürünün yükselişine sahne olacak’’ diye konuşmuştu.

Bütün bunlar, BM’nin 2050 öngörüsünün gerçekleşmeyebileceğinin, 20’nci yüzyıl boyunca patlayan köyden şehre göç hızının yavaşlayabileceğinin ilk işaretleri olabilir… Ve hatta kimbilir, belki de kentten köye göç çağının başladığının…

Cemal Tunçdemir – www.t24.com.tr

Kazanacak adayı destekleyelim – Cihan Erdal

cihanerdalCumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken aday kampanyaları hızlanarak sürüyor. Birinci turda kime oy verileceği bir yana, ikinci tura dair bahisler, senaryolar, manipülasyonlar şimdiden aldı başını gidiyor. 30 Mart yerel seçimlerini andıran bir iklimde Türkiye halkoyuyla Cumhurbaşkanı seçecek.

Önümüzde barış ve çözüm sürecinden parlamento seçimlerine, Rojava’dan Ermeni soykırımının 100. yılına değin bir yığın kritik meseleyle dolu bir dönem söz konusu. Böyle bir süreçte açık ki Cumhurbaşkanlığı seçimi, nasıl bir Ortadoğu ve Türkiye istediğimizin, halkların ve ortak coğrafyamızın geleceğine dair kurulacak sözün seçimi olacaktır.

AKP’nin, Erdoğan’ın 12 yıllık performansına bakıp yurttaşı sıtmaya razı etmeye çalışacakların ise bu defa işi zor. Mevcut düzenin bekçisi bir aday ile devleti daha da otoriterleştirmeye hevesli Erdoğan arasında niye seçim yapalım?

CHP, MHP, DSP, DP, BTP ittifakı Erdoğan’ı devletçi refleksleri güçlü bir başka versiyonuyla durdurabileceklerini düşünüyor. Bu sevimsiz dizilişten ülkenin hayrına ne çıkabilir? Çözüm sürecini derinleştirmenin, yeni bir toplumsal sözleşmeyi tartışmanın arefesinde tüm bu süreci frenlemek için kendini siper edenlerin adayına oy çağrısı yapmak bir solcunun, demokratın işi olabilir mi?

Sivas katliamına dair görüşlerini belirtirken ‘tahrik’ demeden edemeyen İhsanoğlu’nun Erdoğan’dan ne farkı var? Bu yarış kim daha iyi liberal-muhafazakar, kim daha sıkı Türk-İslam sentezcisi yarışı değil.

“Bizde bayrak tek, bizde dil tek, bizde millet tek” diyen Ekmeleddin İhsanoğlu’nun arkasındaki siyasi desteği görüp de, o makama oturduğunda her şeyin daha iyi olacağını söyleyenler hangi ciddi argümana dayanarak bunu ileri sürebiliyorlar? Gezi gibi bir deneyim henüz hiç de uzağımızda değilken Erdoğan’ın bir yarı başkanlık rejimine yöneleceği endişesiyle İhsanoğlu’nu adres göstermek, kendi var olma nedenlerini sıfırlamak ve halkın gücüne inanmamak değil midir?

Demirtaş’a verilecek her oyun anlamı demokrasi cephesini büyütmek olacaktır. Özellikle 2015’te gerçekleşecek parlamento seçimleri öncesinde Demirtaş’ı yüzde 10 barajının üzerine taşıyacak her bir oy ölçülemez değerdedir. Demirtaş’a verilecek her oy savaş çığırtkanlarına rağmen barışı büyütmek, Türkiye’nin yeni bir anayasa ile birlikte demokratikleşmesi imkanını büyütmek, Ortadoğu’da ve Türkiye’de çözümü ve demokrasiyi geliştirmek anlamı taşıyacaktır.

Yıldırım Türker ne güzel diyor: “Hayatımızı dağların dağdağasından düzlüğe indireceksek, Demirtaş’a ihtiyacımız var. O, bize duruşuyla, bütün dünyayı merak ve saygıyla kucaklayışıyla, adalet ve vicdanı bayraklaştırma yordamıyla yepyeni bir dünya öneriyor.”

Erdoğan karşısında düzenin bir başka temsilcisinden medet ummak yerine parlamento seçimleri öncesinde gerçek alternatifi büyütmek elimizde. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan ile bir başka versiyonu arasında bir yarışa sıkıştırmaya çalışanlara rağmen bu fırsatı harcamayalım.

Erdoğan karşısında kazanacak adayı, Selahattin Demirtaş’ı destekleyelim. Evet, kazanacak olan Demirtaş’ın sözcülüğünü üstlendiği eşit yurttaşlık ve demokratik Türkiye tahayyülü olacaktır.

Gezi’nin tüm iktidarlara karşı mücadelede ve gülümsemede ortaklaştıran siyasetinin sözünü de ancak Demirtaş ile çoğaltabiliriz.

Cihan Erdal – www.turnusol.biz