Ana Sayfa Blog Sayfa 3860

Roman Entegrasyon Ödülü “Sulukule Çocuk Sanat Atölyesi”nin

Avrupa Komisyonu’nun ilk kez Batı Balkan ve Türkiye’de Romanların entegrasyonu için çalışan sivil toplum örgütlerine verdiği Roman Entegrasyon Ödülü’nü Türkiye’den Sulukule Çocuk Sanat Atölyesi aldı.

Funda Oral ödülü AB Komisyonu Genişleme ve Komşuluk Politikası'ndan sorumlu Komiseri Stephan Füle'nin elinden aldı
Funda Oral ödülü AB Komisyonu Genişleme ve Komşuluk Politikası’ndan sorumlu Komiseri Stephan Füle’nin elinden aldı

Bianet’den Nilay Vardar’ın haberine göre Sulukule Çocuk Sanat Atölyesi, kentsel dönüşüm altında 2009’da yıkılan 500 yıllık Roman mahallesi Sulukule’de yaşayan çocukların ailelerinden miras müziklerini devam ettirebilmeleri için kurulmuştu.

Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Genel Müdürlüğü, ilk kez bu yıl, AB’ye aday ülkeler Kosova, Makedonya, Karadağ, Arnavutluk, Bosna Hersek, Sırbistan ve Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin Romanlarla ilgili çalışmalarını desteklemek için ödül veriyor.

Ödül düzenlenmesi kararı Nisan 2014’teki Roman Zirvesi’nde alınmıştı. Yedi ülkeden 21 adayın katıldığı yarışmada, her ülkeden bir örgüte ödül verildi. Ödül alanlara çalışmalarını geliştirilmeleri için 14 bin Euro’luk para ödülü verildi.

Brüksel’de Avrupa Komisyonu’nda yapılan törende ödülü AB Komisyonu Genişleme ve Komşuluk Politikası’ndan sorumlu Komiseri Stephan Füle’den alan Sulukule Çocuk Sanat Atölyesi’nden Funda Oral yaptığı konuşmada; “Sulukule binlerce yıldır dans ve müzik kültürüyle tanınıyor Sulukule’nin yıkımını engelleyemedik ama çok yetenekli çocukların müziklerini yapmalarını canlı tutmayı başardık. Bazen ümidimizi kaybediyoruz ama mücadele etmeye devam diyoruz. Bu ödül sayesinde orkestra çalışmasına devam edeceğiz. Ancak Türkiye’deki inşaat sektörüne bağlı ekonomi nedeniyle çok sayıda Roman mahallesi tıpkı Sulukule gibi yıkılma riski taşıyor.” diye konuştu.

(Bianet)

Nato, “IŞİD’e karşı Türkiye’yi savunuruz”

NATO’nun yeni Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Türkiye sınırında yaşanan gelişmelerde Türkiye’nin hedef alınması durumunda buna NATO üyelerinin ortak karşılık vermesini içeren 5. maddenin uygulanabileceğini söyledi.

Çarşamba günü (dün) itibariyle göreve başlayan NATO’nun yeni genel sekreteri Jens Stoltenberg
Çarşamba günü (dün) itibariyle göreve başlayan NATO’nun yeni genel sekreteri Jens Stoltenberg

Çarşamba günü (dün) itibariyle göreve başlayan NATO’nun yeni genel sekreteri Jens Stoltenberg, Brüksel’de düzenlediği ilk basın toplantısında Türkiye’nin sınırında yaşanan son gelişmelerle ilgili mesajlar verdi. Türkiye’nin hedef alınması durumunda buna ortak yanıt verilebileceğini kapsayan 5. maddenin uygulanabileceğini söyledi. NATO’nun 5’inci maddesi, NATO üyesi bir ülkenin saldırıya uğraması durumunda tüm üye ülkelerin birlikte hareket etmesini kapsıyor.

Al Jazeera’ye bilgi veren Brüksel’deki NATO kaynakları, Jens Stoltenberg’in Türkiye’ye yapmayı planladığı ziyaretin birkaç gün içinde gerçekleşeceğini söyledi. Perşembe sabahına kadar da ziyaretin detaylarının netleşeceği bilgisini verdiler.

Stoltenberg, Türkiye’ye konuşlandırılan Patriot bataryalarının mevcudiyetinin devam etmesini planladıklarını söyledi. Türkiye ziyaretinde Suriye’deki gelişmeleri de değerlendireceklerini belirten Stoltenberg, Türk askerlerinin Suriye’de konuşlandırılmaları ve saldırıya uğramaları halinde NATO’nun muhtemel rolünü açıklamaktan kaçındı.

Norveç eski Başbakanı Stoltenberg, ABD ve diğer NATO Müttefikleri ile bölge ülkelerinin IŞİD’e karşı koalisyonunu memnuniyetle karşıladıklarını ve Irak hükümetinden talep gelmesi halinde NATO’nun bu ülkenin savunma kapasitesinin artırılmasına katkı yapmaya hazır olduklarını söyledi.

Süt ithalatı – Ali Ekber Yıldırım

Hayvancılıkta ithalat zincirinin son halkası süt. Tarımda Avrupa’nın lideri, dünyanın 7.büyük ülkesi olmakla övünen Türkiye, damızlıktan besiliğe, büyük baştan küçük başa, hatta kurbanlık hayvanı bile ithal ediyor. İthal hayvanları beslemek için yılda 7 milyon ton yem hammaddesi ithal etmek için 3 milyar dolar ödüyor.Hayvancılığa en fazla desteği vermekle övünüyor. Yalan değil, yılda 3 milyar lira destek, bir o kadar da hibe ve kredi sağlıyor. Yetmiyor, saman ithal ediyor, et ithal ediyor.Sırada zincirin son halkası olan süt ithalatı var.
Süt ithalatı nereden ve nasıl yapılacak?
Ulusal Süt Konseyi Başkanı Harun Çallı’nın verdiği bilgiye göre, süt sanayicileri Rusya’ya peynir ihraç etmek için dünyanın öbür ucundaki Amerika’dan, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan süt ithal edecek. Dahilde İşleme Rejimi (DİR) kapsamında getirilecek süt, işlenerek peynir yapılacak ve Rusya’ya ihraç edilecek.

Süt sektörüne yönelik bilgi kirliliğini önlemek ve gerçekleri anlatmak üzere bir grup gazeteciyi Denizli’ye davet eden Ambalajlı Süt ve Süt Ürünleri Derneği Başkanı ve Ulusal Süt Konseyi Başkanı Harun Çallı’nın gazetelere yansıyan açıklamalarına göre Rusya’ya ihracatın 15 Ekim itibariyle başlaması planlanıyor.

Harun Çallı, Türk firmalarının Rusya pazarında yer edinebilmek için, bu ülkeye yaptığı süt ve süt ürünleri ihracatı kadar, Dahilde İşleme Rejimi (DİR) kapsamında süt ithalatına izin verilmesi de büyük önem taşıyor. Çallı’nın sözleri özetle şöyle: “Biz Rusya pazarının bütün ihtiyaçlarını zaten karşılayamayız. Bu pazarın yüzde 5′ine bile razıyız. Rusya’nın Amerika ve Avrupa Birliği’ne uzun bir süre sırtını döneceğini düşünmüyorum. Önemli olan onlar kucaklaşmadan bizim Rusya pazarından istediğimiz payı alabilmemiz.Bu noktada sadece ihracatta kullanılmak üzere hammadde ithalatını kapsayan ‘Dahilde İşleme Rejimi’ (DİR) uygulamasına Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı izin vereceğini açıkladı.

Halen Türkiye’de süt ithal edilemiyor. Yurtiçi ithalata açılmaz zaten. Eğer Türkiye’de üretilen süt miktarı ihraç ettiğimiz ürünler için yeterli olmaz ise çiğ süt ithal edebileceğiz. Bu alanda Yeni Zelanda, Amerika ve Avustralya öne çıkıyor.”
Dahilde İşleme Rejimi kapsamında ithal edilen ürünlerin iç piyasayı olumsuz etkilediği, yerli üretime büyük zarar verdiği biliniyor. Geçmişte buğdayda, mısırda ve diğer bir çok üründe yaşandı. Gümrüksüz olarak ucuza ithal edilen ürün iç piyasaya yüksek fiyatla satılarak haksız kazanç elde ediliyor. Bunun son örneği bitkisel yağda yaşanıyor. Dahilde İşleme Rejimi kapsamında ithal edilen binlerce ton yağ Suriye ve Irak’a ihraç edilmiş gösterilerek iç piyasaya sunuluyor. Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği, Trakya Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği her fırsatta bu haksızlığı dile getiriyor.

Hiç kuşkunuz olmasın sütte de böyle olacak. Kurallara uygun ithalat yaparak işledikten sonra ihraç edenler olacağı gibi, ithal sütü iç piyasaya satanlar da olacaktır.

Bu kapsamda yapılacak süt veya süt tozu ithalatı iç piyasada çiğ süt fiyatını baskı altına alarak yerli üretime büyük bir darbe vuracak.

Son dönemde çiğ süt fiyatı biraz arttı. Bu artışı frenlemek için şimdi ithalat gündeme getiriliyor. Gıda,Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı uygulamaları ile üreticiden yana değil sanayiciden yana tavır alıyor.

Bakanlık, soğuk süte litre başına 6 kuruş, sıcak süte 4 kuruş destekleme primi uygulayacağını sektöre duyurmuştu. Çiğ süt fiyatı biraz artınca önce bu primi ödememek için nabız yokladı. Damızlık birlikleri ve süt üretici birlikleri icmalleri hazırladıklarını ve ilan ettiklerini bildirince bu kez prim düşürüldü. Bayramdan sonra ödenmesi beklenen süt destekleme primi soğuk sütte 5 kuruşa, sıcak sütte 3 kuruşa düşürüldü. Bir sonraki dönemde primin ödenip ödenmeyeceği ise belli değil. Bakanlık her an kaldırabilir.

Ayrıca dünyada 80′i aşkın ülkede uygulanan okul sütü programı da yine askıya alındı. İkinci yarıyılda uygulanması için çalışmalar yapılıyor. İlköğretimdeki öğrencilere haftanın 3 günü süt dağıtımı için velilerden talep toplanıyor. Velilere gönderilen talep fişi ile kaç öğrencinin süt programından yararlanacağı belirleniyor. En erken Şubat ayında okul sütü programı başlayacak.

Diğer tarafta uzun yıllar süt tozu ithal eden Türkiye, bakanlığın verdiği destek ve dünyada süt tozu fiyatlarının yüksek seyretmesi ile ihracata dönüştü. Türkiye bir yandan süt ve süt tozu ithalatına hazırlanırken bir yandan da devlet destekli olarak süt tozu ihraç ediyor.

Süt tozu ihraç edilirken neden ithalat gündeme getiriliyor?

Rusya’ya ihraç edilecek peynirin imalatında kullanılacak kadar sütümüz yok mu?
Daha düne kadar sanayiciler süt çok fazla, alamıyoruz. Okul sütü projesi uygulansın. Bedava süt dağıtılsın diyorlardı.
Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre süt üretimi 18.5 milyon ton. Bunun sadece 8 milyon tonu sanayide değerlendiriliyor. Kalan 10 milyon ton süt ne oluyor?

Süt ithalatı yapılacağına bu 10.5 milyon ton süt kaliteli hale getirilemez mi?

Özetle, Türkiye, tarım alanları boş dururken, ziraat mühendisleri, veteriner hekimler iş ararken, köyler boşalırken, köylüler kentli yapılırken bir yandan da etten süte, inekten kuzuya, ottan samana her şeyi ithal ediyor.Yerli olan bir bakanımız birde bakanlığımız kaldı. Onlar da ülkeye yabancı.

Ali Ekber Yıldırım – www.tarimdunyasi.net

Çözülme süreci – Ümit Kıvanç

Beylik laflar boşuna beylik konumunu kazanmıyor, ağızlara sakız olan durduk yerde olmuyor. Bunlardan biri: Elindeki tek alet çekiçse bütün meseleleri çivi olarak görürsün. Vurursun-çakarsın, çakarsın-gömersin, vurursun-kırarsın… “Eski Türkiye”yi yöneten zorbaların hayatta bildiği, becerebildiği işler bunlardı. Yenisinde de farklı olmayacak anlaşılan.

Türklerin yöneticileri, siyasetçileri, kamuoyuna akıllar fikirler yayanları, Kürtlerle birlikte yaşamak istiyor mu? Sözümona istiyor. Galiba sadece bir karış toprak muhabbetinden ötürü, yani Misak-ı Millî sınırları bozulmasın diye istiyor. Toplumsal hayat içerisinde içiçe geçmiş milyonlarca insanı birbirinden koparmaya kalktığınızda olacak biteceklere dair kimsenin en küçük fikri, daha mühimi, endişesi yok, orası belli. Şuursuzluk millî hasletlerimizin en öndegelenlerinden. Resmen şu hayatî soruyla karşı karşıyayız: Türkiye’yi birarada tutmak mümkün olabilecek mi? Bu soru duyulmuyor mu, görülmüyor mu, ne oluyor?

Bugüne kadar Kürt meselesini tedavisi giderek imkânsızlaşan, kangren benzeri bir illet haline getiren tutum, işte o, eline çekiç almış sağa sola savuran zorbaların tutumuydu. Onların bulabildiği çözüm, ötekiler pısıp oturana kadar yeterince Kürt öldürmek ve süründürmekti. Fakat hesap tutmadı. Onlar vurdukça Kürtler pısıp oturacaklarına daha çok ayağa kalktılar. Geldiğimiz nokta, 40-50 bin cansız bedenden sızan kanları üstüne sıçratmadan kimsenin adım atamadığı koca bir ülke, birikmiş hınçlar, empati gelişeceğine, karşılıklı tahrik edilen milliyetçi-ırkçı kin-nefret duyguları.

“Yeni Türkiye”cilerin vaat ettiği çözüm süreci tam da oluşmuş bu feci ortam yüzünden umut ışığıydı. Kendi ülkesini talan etmekle meşgûl gözü dönmüş soygunculara, din sömürücüsü zalimlere başkalarının -ve elbette Kürtlerin en az yarısının- her şeye rağmen gösterdiği tahammülün tek sebebi buydu. Hâlâ da bu.

Ancak çözüm sürecine yasal dayanaklar oluştururken görüldüğünde hükümet bir elini arkasına saklıyor sanki. O elinde çekiç var. Desteksiz, dayanaksız, hayalperest Ortadoğu politikası görüşü bulandırıyor, çekiç net olarak seçilemiyor olabilir. Ama bu bir çekiç. Ve şimdiden birkaç yere indirildi. Epeyce hasar yarattı.

Ne demektir Kobanê’de insanların katledilmesine rıza göstermek? Katillere yardım, katliamı teşvik etmek, hele, ne demektir? Hükümetin verdiği izlenim, Kobanê’yi ele geçirmesi için İD’e yardım ettiği yolunda. Ortaya çıkan irili ufaklı bin türlü karineden sonra inkârı imkânsız, ama diyelim ki açıkça yardım etmiyor. Cumhurbaşkanına tapan kadro ve kalabalıklar dışında buna inanabilecek kimse kalmadı ki! En önemlisi şu: Kürtler, hükümetin, kendilerini katledecek bir örgüte yardım ettiğini düşünüyorlar. Rojava’daki devrimci yönetimi yıkmak, düzeni bozmak için TC hükümetinin İD’i vekil kılıp üzerlerine saldırttığına inanıyorlar. Evet, buna inanıyorlar.

Çözüm süreci ne için var? Ne için yürütülüyor? Kimlerle ne çözülecek? Kürtlerle birarada nasıl yaşanacağı değil mi meselemiz? Bu meseleyi, kendilerini katlettirmeye çalıştığınıza inanan insanlarla mı “çözecek”siniz? Bugün “Kürt meselesi” diye adlandırılan karmaşık meselenin, uzaydan bakınca bile gözüken, en belirleyici hattı, Kürtlerin gönül kırıklığı ve manen kopmuşluğudur. Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca bu insanlara çektirilen onca eziyetten çok daha elim ve vahim olmak üzere, 1990’lardaki fecaat karşısında Türk toplumundan en ufak bir üzüntü kırıntısı, en cılız bir duygudaşlık dahi görememiş olmaktan ileri geliyor. Çözüm süreci teklifi, bu -esas- derde ilaç olabilecek bir hamleydi. Fakat, haddinden fazla sıkça, “biz olsak asardık” türü densizliklerle zedelenmiş olmasını bir yana bırakın, çıkan en küçük pürüzde Kürtlere bu kadar rahat ateş edilebilmesi, çatışmasızlık ortamında dahi kaç insanın (kadınlar, çocuklar…), üstelik elinde silah, hattâ taş vs. yokken, (meselâ Rojava’den gelirken) öldürülmesi, ilacın son kullanma tarihinin henüz piyasaya sürülmeden geçmesi sonucunu doğurdu. Çözüm sürecinde hiçbir adım atılamaz, demek değil bu; maneviyat düzelmez. Maneviyat düzelmeyince de kağıt üzerinde çözdüğünüz hiçbir şeyin kalıcı garantisi olmaz.

Belki yeni bir ilaç denemek mümkündü. Kobanê, bütün olarak Rojava bunun için güzel bir fırsattı. Fakat ne oldu? Tam tersi. Hazır İD gibi, hem vekalet verip bir sürü iş gördürülebilecek hem de sonra yok edilmesi için çalışılabilecek bir “imkân” varken, ilaç milaç bırakılıp yine çekice başvuruldu. Ve Kürtler bir defa daha, TC’nin aslında kendilerini yok etmeyi, topraklarından etmeyi, zayıflatmayı, azaltmayı, etkisizleştirmeyi… planladığı tesbitiyle yüzyüze kaldılar.

Büyük siyasî amaçların, girift stratejik hesapların yanında esamisi okunmayan ve belki dümdüz psikolojik diye nitelenebilecek etkenlerin, toplumların olağan hayatını şekillendirmede başka her şeyden çok daha etkili olabileceğini biliyoruz. Siyasetler ve stratejiler, yönetenler, egemenler, dünya liderleri, önderlikler vs. için hayatın esası; ama sıradan insanlar, toplumlar bunlarla yaşamıyor.

“Türkiye”, Kürtlerin güvenini kaç defa daha kırabileceğini sanıyor? Yapılan edilenin insanları nereden nereye sürüklediğini hepimiz yaşadık gördük, hissettik. Yöneticiler hiç farkında değiller, demek şuursuzluk olur. O halde nedir? Çekiçle mi çözülecek? Çözüm için uğraşacaksanız, karşınızda sizi potansiyel katili olarak gören birileri mi bulunsun istersiniz, bunca kırılmışlık ve acıdan sonra yavaş yavaş barıştığınız birileri mi? Devlet olarak Kürtlere nasıl davrandığınız, herhangi bir müzakerede görüşülecek en önemli gündem maddesinden daha belirleyicidir. “Psikolojik etken”, eğer bir “çözüm” olacaksa bundan sonrasında neler olacağını da belirleyecek başlıca etken olacaktır. TC’nin Rojava politikası, çözümcü bir politika değil. Tam tersi.

Bunun sonucu olarak da, çözülen bir şey var hakikaten: bugüne kadar bildiğimiz haliyle “Türkiye”.

Ümit Kıvanç – http://riyatabirleri.blogspot.com.tr

Barış kadınları savaş topunun üstünü örttüler

çanakkaleÇanakkale’de bir grup kadın, barış için şehir merkezinde bulunan, Çanakkale Savaşları’ndan kalma topun üzerini örttü. Belediye Başkanı Ülgür Gökhan da şehir merkezinde top istemediklerini söyledi.

Belediyenin katkılarıyla bu yıl 4. Uluslararası Çanakkale Bienali çerçevesinde ilginç bir etkinliğe imza atıldı. Kendilerine “Barış Kadınları” ismi veren bir grup, iki ayda ördükleri dantel örtüyü, Demircioğlu Caddesi’nde bulunan eski topun üzerine örttü.

Barış için yapılan etkinlikte bir açıklama yapan Başkan Gökhan, “Çanakkale Savaşları’nda kullanılan bir top var meydanda. Biz bu topun burada bulunmasından Çanakkale halkı olarak rahatsızız, çünkü tam Çanakkale girişinde, gelenleri topla karşılamış oluyoruz. Bu topu koyanların bizimle alakası yok ama kaldırılması talebimiz vardı, sonuç olarak kaldıramadık. En azında üstünü barış örtüsüyle örtüyoruz. Kadınlarımızın el emeği olan örgüler.. 200  kadın, evlerinde kullandıkları dantel örgüleri biraraya getirdiler, örtü yaptılar. O örtüyü de savaş simgesi olan topun üzerine örtüyorlar. Bizim kadınlarımızın da hep savundukları barış. Artık savaştan, silahtan, toptan, tüfekten bıkkınlık geldi bu topluma. En azından ayıbımızı kadınların el emeği ile örtüyoruz, çünkü savaşlarda en büyük eziyeti gören kadınlar.  Artık barış olsun diyorlar. Artık savaşları sembolize eden objelerle kentimiz anılmasın istiyor kadınlar.” ifadelerini kullandı.

Daha sonra topun önünde Barış Kadınları adına açıklama yapan Serpil Seyhan Gürbüz, Çanakkale’nin kadınları olarak, antik çağlardan bugüne adı hep savaşla anılanbu şehirde bienalin açtığı yolda savaşı ve barışı konuşmak, paylaşmak ve üretmek üzere biraraya geldiklerini söyledi. Çanakkale’nin adının artık barışla anılmasını isteyen, barış arzusunda ortaklaşan farklı kesim, yaş ve mesleklerden kadınların birarada üretimler yaparak farklı projeler uyguladığını kaydeden Gürbüz, “Barış için yapılan atölyelerde böyle bir dünya dileğimize şiirler, maniler, türküler yaktık. Birbirimizden öğrene öğrene, en önemlisi de gücümüzü birleştirerek, bu örtüyü iki aya yakın bir zaman içinde 14 arkadaşımızla birlikte ördük. Sandıklarımızı açıp birbirimize dantel motifler verdik. Çocuklarımızın savaşmasını, erkeklerin artık savaşı konuşmasını artık durdurmak için kentimizde savaşı temsil eden bu top anıtının üstünü örterek bugün barışa herkesin dikkatini bir kez daha çektik.” şeklinde konuştu.

Armağan Ekonomisi 5N1K – Emre Ertegün

0

Uzun zamandır gerek kendi hayatımla gerekse armağan ekonomisi ve bu çerçevedeki fikir ve hislerimle ilgili gelen sorulara cevap vermekte zorlanıyorum. Eski dünyanın (çoğunluk için bugünün dünyasının) kavramlarıyla, kelimeleriyle; bambaşka fikirleri, idealleri, hayalleri anlatmak çok kolay olmuyor zira. Çok içimde hissettiğim, tüm hayatıma yaydığım şeyleri bile anlatmak çok kolay olmayabiliyor.

Armağan ekonomisinde bunu aşmanın yolu olarak, “ben bunun 5N1K’sını yazayım bari” diye düşündüm bir süre önce ve hiç düşünmeden aklıma nasıl geliyorsa yazdım. Geçtiğimiz hafta sonu düzenlemiş olduğum Armağan Ekonomisi 101-102 atölyesinde bu notların faydalı olduğunu da gözlemleyince biraz daha detaylandırarak bloga da yazmak istedim. Bu kavramı biraz daha ete kemiğe büründürebilmeniz için işe yarayacağını sanıyorum.

15 armağan ekonomisi

Her konuda olduğu gibi bu konuda da farklı yaklaşımlar var, örneğin paranın olduğu yerde armağandan söz edemeyeceğimizi düşünen arkadaşlarım var. Ben burada, benim armağan ekonomisine nasıl yaklaştığım ve benim bundan ne anladığım üzerinden gideceğim. Bunların hiçbiri kati bilgi değildir. Gerçi bence hiçbir konuda kati bilgiler yoktur ya…

Başlıyoruz…

NE?
Armağan Ekonomisi, önceden belirlenmiş bir karşılığa dayanmayan alışveriş ilişkisidir. Birisi size herhangi bir ürün, hizmet, arkadaşlık vs. sunduğunda, anlaşmayla bunun belli bir karşılığı önceden belirlenmez. Ürünü, hizmeti, belki ağlanacak omzu alan siz, bunun sonucunda hissettiğiniz şükran karşılığında o kişiye bir karşılık vermek isterseniz, kalbinizden gelen her ne ise onu iletirsiniz.

İdealde kendine yeten bir topluluk ekonomisidir. Ekonomi deyince sadece mal ve hizmeti değil, ihtiyaç duyduğumuz maddi-manevi her şeyi karşıladığımız bir sistemi kast ediyorum. Bu toplulukta herkes kendi armağanlarını özgürce paylaşır ve ihtiyaçlarının karşılanacağına da güvenir. İlişki ve hikaye ağlarıyla örülmüş, sürekli alış-veriş halinde olan toplulukta bunun gerçekleşmesi hiç de hayal değildir. Yeterince büyük (mesela 300 kişi) ve yeterince çeşitlilik arz eden kişilerden oluşan toplulukta paranın varlığına ihtiyaç yoktur. Kimisinin yiyecek yetiştirdiği, kimisinin eğitim verdiği, kimisinin çocuk bakımıyla ilgilendiği, kimisinin ise tamirat yaptığı … toplulukta, birbirinin ihtiyacını karşılayan kişiler minnet ve sevgi duygularıyla bağlanır, birbirine -olumlu anlamda söylüyorum- borçlu kalırlar ve bu kaçınılmaz olarak sürekli ilişki halinde olmayı getirir.

Bu ideale giden yolda, yani günümüzde, paranın varlığı yadsınası bir şey değildir. Hatta alışveriş halini ve ileti(şi)mi kolaylaştıran, pratikleştiren bir araç olarak çok da faydalıdır. Paraya bir çeşit enerji olarak bakabiliriz. Üstüne yüklemiş olduğumuz kötü anlamları temizlemek tamamen bizlerin elinde. Önemli olan paranın bana nereden geldiği ve benden nereye doğru aktığıdır. Bunun dışındaki kısım zaten sorumluluk ve etki alanımın dışındadır. Sevdiğim ve “bütün”ün yararına olan iş ve uğraşlardan kazandığım parayı; beslenme, ulaşım gibi ihtiyaçlarımı gidermek için ve varsa fazla olanı, hayata bu şekilde yaklaşan, bu şekilde yaşayan insanlara aktararak kullanırsam, para çok da güzel bir şeydir.

Bunların ışığında, paranın içinde yer aldığı armağan ekonomisi ne şekilde işler?

Ürün veya hizmet aktarımı yapıldığında, ödemenin şeklini ve miktarını alıcının belirlediği bir değiş-yokuş yöntemidir. Alıcı bunu belirlerken kalbinden geçene ve cüzdanının neye elverdiğine bakar, dengede hissedeceği bir miktara karar verir. Bu öyle bir denge olmalıdır ki alışveriş sonrasında ne kendisini eksilmiş hissetmelidir ne de “az verdim, daha fazlasını hak ediyordu aslında” duygusunu… Ve dengeyi sağlamak, armağan ekonomisinin en önemli armağanıdır.

– Bundan sonraki kısımlarda, ideal olarak tanımladığım armağan ekonomisi dünyası üstünden değil; hemen bugün, paranın da içinde olduğu alışveriş ilişkilerimize bunu nasıl ve ne şekilde yansıtabileceğimiz üstünden devam edeceğim. Bunun bir başlangıç olduğunu ve bizi her geçen gün ideal olarak tanımladığım topluluk olma haline götüreceğini düşünüyorum.

Bununla birlikte yine para kullanmayıp onun yerine alınan mal ve hizmete karşılık gönülden kopan başka şeylerin armağan olarak verilmesi de söz konusudur elbette. Aşağıda para üzerinden yazmış ve tanımlamış olduğum ödeme şekillerini farklı şekillere büründürmek de mümkündür ve çok da güzel olur/oluyor. –

NASIL?
Armağan ekonomisiyle ödeme çok çeşitli yöntemlerle olabilir, bundan hiçbiri bir diğerinden daha iyi veya daha doğru değildir. Uygulayanların kendilerine uygun olan yöntemi kullanmaları esastır. Sınırsız şekilde yapılabilecek olmakla birlikte belli başlı birkaç yöntem şunlar olabilir:

– Alıcı ne ödeyeceğine tamamen kendisi karar verir.
– Minimum fiyat belirtilir, bunun üstüne çıkıp çıkmamaya alıcı karar verir. (Özellikle sabit masrafı olan işler için uygun bir yöntemdir. Örneğin tesisatçı evinize gelip yeni bir musluk taktığında sizden yol parası ve musluğun maliyeti olan X lirayı isteyip üstüne, emeği ve bilgisi için ne kadar para vereceğiniz kararını size bırakabilir.)
– Önerilen bir miktar olabilir; alıcı bunun altına inebileceği gibi üstüne de çıkabilir. (Tanımlanması ve fiyat biçilmesi kolay olmayan etkinlikler için uygun bir yöntem olabilir. Son zamanlarda atölyelerimizi bu yöntemi kullanarak düzenliyoruz.)
– Benzer şekilde, önerilen bir fiyat aralığı olabilir.
– vs vs.

NEREDE?
Armağan ekonomisi hemen her türlü alışverişte, yani her yerde kullanılabilir. Bununla birlikte birebir ilişki gerektiren ve bunu geliştiren bir uygulama olduğu için alıcı ve satıcının yüz yüze gelebildiği, birbirine dokunabildiği durumlarda daha iyi çalışır; çünkü bu durumda bağ kurmak daha kolay olur.

NE ZAMAN?
Kişiler, firmalar; istedikleri ve hazır hissettikleri an armağan ekonomisine geçebilirler. Geçiş, ani ve topyekün olmak zorunda değildir. Yapılan işin bir bölümünde (belirli ürünlerde veya belirli gün-saatlerde mesela) denemeler yapılabilir. Aynı şekilde “nasıl?” kısmında anlatılan farklı uygulamaların hangisinin daha uygun olduğuna, çalıştığına bakılabilir.

NEDEN?
– Paranın ve “tek fiyat”ın kişiliksizleştirdiği alış-veriş olgusuna “ilişki” boyutunu ve hissiyatı katmak için,
– Mal ve hizmetlere mümkün olan en çok sayıda kişinin ulaşmasını sağlamak için,
– Mal veya hizmeti alan kişi ödemeyi kalbinden koparak yapacağı için iyi duyguların oluşacağı, “eyvah, benden eksildi” hissiyatının oluşmayacağı, dengede kalmayı sağlayacağı için,
– Bizleri kendine yeterlilik ilüzyonundan birbirine ihtiyaç duyan, dayanışan topluluklar oluşturmaya götürdüğü için

KİM?
İsteyen her kişi, firma, armağan ekonomisiyle ilişkilenebilir ve bunu uygulayabilir. Büyük firmalar için bunu uygulamanın daha zor ve kullanışsız olabileceği varsayılabilir, zira her müşteriyle “ilişki” kurmak o kadar kolay olmayacaktır. Ancak yine de müşteriye samimiyetini aktardığı, onunla birebir ilişki kurmayı başardığı takdirde, onlar için bile mümkün olabilir.

Ancak bireyler arasında ve küçük firmalarla olan alışverişlerde bunun uygulanması şüphesiz ki daha kolay ve olasıdır.

Bu yazı icimdensohbetler.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

Emre Ertegün

 

Emre Ertegün

[email protected]

Önce yandı, sonra ranta açıldı

Muğla’nın Milas İlçesi’ndeki, 7 yıl önce çıkan yangınla 238 hektarlık ormanlık alanın kül olduğu Güvercinlik Koyu’nda 1000 yatak kapasiteli ikinci otel inşaatına başlandı. Denize yaklaşık 50 metre uzaklıka inşa edilecek ve 60 milyona mal olacak otelin 2017 yılında tamamlanması planlanıyor.

011020141024591847080_2
Milas’ın Meşelik Mahallesi sınırları içerisinde yer alan, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından ‘Güvercinlik Turizm Merkezi’ olarak belirlenen ormanlık alan 2006 yılında turistik tesis yapılması amacıyla 3 ayrı şirkete 85, 80 ve 95 dönüm olarak tahsis edildi. Tahsis ardından bu bölgede, 15 Temmuz 2007 tarihinde, 3 ayrı noktada birden büyük yangın çıktı. Yangında koruma altındaki Halep çamlarının da yer aldığı 238 hektarlık ormanlık alan kül oldu. Yangından sonra ormanın turistik tesis kurmak için kasten yakıldığı iddialarını gündeme getiren Yurtsever Cephe Bodrum İnisiyatifi, tahsislerin kaldırılması için girişimlerde bulundu. Ancak, bu girişimler sonuçsuz kaldı. 2008 yılında MNG tarafından otel inşaatı çalışmalarına başlanıp, denize dolgu yapıldı.

İlk otel inşaatının büyük bölümünün tamamlanması ardından bölgede ikinci otel için çalışma başlatıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Meşelik Mahallesi Güvercinlik Koyu Mevkii’nde yer alan, Güvercinlik Turizm Merkezi olarak tahsis edilen 4 numaralı parsel üzerindeki 78 bin 791 metrekarelik arazi üzerinde Güvercinlik Turizm Ticaret Anonim Şirketi tarafından otel yapılması için çalışma başlatıldı. Milas- Bodrum bölgesine, gelen yerli ve yabancı gruplara konaklama, toplantı, spor, eğlence, dinlenme olanaklarını sağlamak amacıyla 1000 yatak ve 490 oda kapasiteli olarak inşa edilecek olan otelin, proje yatırım tutarının 60 milyon lira olduğu belirtildi.

Denize yaklaşık 50 metre mesafede inşa edilen ve 2017 yılında tamamlanması planlanan, tesiste ayrıca 1000 kişilik restoran, açık yüzme havuzu, kapalı yüzme havuzu, jakuzi, fitness center, hamam, buhar odası, masaj odaları, sauna, gece kulübü, 200 kişilik konferans salonu, lobi bar, pastane, panoramik asansörler, servis asansörleri, misafir çalışma ofisi, doktor odası, bavul odası, kapalı otopark, erkek ve kadır kuaförü üniteleri yer alacağı açıklandı.

Tesis tamamlandığında yaz aylarında 400 personel çalıştırılacağı, bu sayının kışın talebe göre azaltılacağı da öğrenildi. Proje kapsamında, ilerleyen süreçte tesise deniz kıyısı kesiminde iskele yapılması da planlandığı ifade edildi. Milas Belediyesi mücavir alanları içerisinde yer alan tesisin, proje alanına ait imar planı Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından hazırlanacak.

(DHA)

Tarih Vakfında Perşembe konuşmaları :1915’ten 2015’e

Tarih Vakfının düzenlediği ve artık gelenekselleşen Perşembe Konuşmaları, bu dönem 1915’in 100. yılının arifesinde Ermeni Soykırımı’na odaklanıyor.

Eleştirel tarih anlayışlarına platform sağlayarak entelektüel tartışma mecrası oluşturmayı amaçlayan Tarih Vakfı, Perşembe Konuşmaları’nda bu dönem şu sorulardan yola çıkacak: Ermeni Soykırımı’nı milliyetçi önyargıları yeniden üretmeyen, tersine resmî tarih ve milliyetçi anlatılarla mücadele eden bir anlayışla tartışabilir miyiz? Meseleyi devlet ya da uluslararası hukuk düzlemlerinin ötesinde, tüm sosyal bilimleri de kavrayan sosyal tarih perspektifle incelemenin olanak ve koşulları neler olabilir? 1915’i bugün içinde yaşadığımız siyasal ve sosyal sistemin kurucu momenti olarak ele alıp imparatorluk ile cumhuriyet arasındaki süreklilikleri ve özellikle İttihatçı dönem ile tek-parti iktidarı arasındaki geçişleri hesaba katan bir perspektif değerlendirmek tarihsel anlayışımızı ne yönde geliştirir?

müge göçekPerşembe konuşmalarının bu dönem ilk konuğu Michigan Üniversitesi’nden sosyal bilimci Müge Göçek. “İnkârın Şiddeti: Ermenilere Yönelik Toplu Şiddet, 1789-2009” başlıklı konuşmasında Ermenilere yönelik toplu şiddetin inkârının ne kadar geriye gittiği, nasıl ve neden günümüze kadar uzandığı sorularına yanıt arayan Göçek, kendisine bu soruları sorduran süreci ve bu sürecin çalışmalarına ilham veren unsurlarını anlatacak. İnkârın tarihimizde hangi evrelerden geçerek katmanlaşıp kemikleştiğini son çalışması eşliğinde göstererek bu alandaki analiz çerçevelerine yeni bir boyut katacak olan Göçek, konuşmasının sonunda inkârın üstesinden nasıl gelineceğine dair önerilerini serimleyerek ufuk açıcı bir tartışma başlatacak.

2 Ekim 2014 Perşembe günü gerçekleşecek dönemin bu ilk konuşması, Tarih Vakfı Eminönü Binası’nda gerçekleşecek; devam eden konuşmalar eskiden olduğu gibi Galatasaray-Aynalıgeçit’te yapılacak.

Tezkere için CHP ve HDP’nin yanıtı, “Hayır”

CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin, hükümetin Meclis’e gönderdiği tezkere için ‘1 Mart tezkeresinden daha ağır’ değerlendirmesini yaptı. Tekin “Kişisel görüşüm, kabul etmemiz mümkün değil” dedi.

CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin, CHP’nin basına kapalı grup toplantısı öncesinde partisinin tezkereye ilişkin tavrıyla ilgili soruları yanıtladı. Tekin, 2 Ekim Perşembe günü görüşülecek Irak-Suriye tezkeresi için “1 Mart tezkeresinden daha ağır ve içeriği belirsiz” yorumunu yaptı. Tekin, “Kişisel görüşüm bu tezkereyi kabul etmemiz mümkün değil, bu torba tezkere” diye konuştu.

16 tbmm...

Tekin tezkerenin içeriğinin net ve anlaşılır olmadığını savundu; “Burada IŞİD ile mücadele değil, başka bir şeydir” dedi.

CHP olarak müzakere edeceklerini ifade eden Tekin daha önce Meclis’e gelen tezkerelerle ilgili muhalefete bilgi verildiğini hatırlattı ve “Muhalefete bilgi verilmemesi saygısızlık. Görüşülmesine 24 saat kala Meclis’e gönderiliyor” değerlendirmesini yaptı.

HDP ‘hayır’ diyecek

HDP’den yapılan açıklamada tezkereye ‘hayır’ denileceği belirtildi. Gerekçe ise şöyle açıklandı:

“Türkiye’nin bir işgal gücü gibi komşularının topraklarına girmesi, oralarda halkların iradesini çiğneyerek ‘güvenli bölge’ adı altında alanlar yaratması, o coğrafyada yaşayan halkların talebi de, çıkarı da değildir. Bu tezkere dili itibariyle de, bölgedeki insanlık dışı ortama karşı mücadele eden halklara el uzatmak, onlara yardımcı olmak zihniyetinde değildir.”

HDP açıklamasında tezkerede IŞİD vurgusu yapılmamasını eleştirdi. HDP, IŞİD’i dengelemek adına isimlendirmeden PYD’nin “terör grupları” arasında gösterildiğini savundu. “Bu tutum aynı zamanda Türkiye’nin IŞİD karşısında etkin bir tavır içerisinde olmayacağını ortaya koyuyor” denildi.

MHP kabul oyu verecek

MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın tezkereye “evet” oyu vereceklerini söyledi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Meclis açılışındaki konuşmasının ardından partisinin tezkereyla ilgili tavrına ilişkin ayrıntılı bir açıklama yapacak.

Hükümet, Irak ve Suriye’ye yönelik süresi bitecek olan tezkereleri tek tezkerede birleştirerek Meclis’e gönderdi. Hükümet bu kez daha kapsamlı bir tezkere hazırladı. Tezkere hem gerekli hallerde Suriye ve Irak’a asker göndermeyi kapsıyor, hem de yabancı ülke askerlerinin Türkiye’de bulunmasını. Tezkeredeki gerekçelerden biri “Irak ve Suriye’deki tüm terörist örgütlerden ülkemize yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek” olarak gösterildi. Ayrıca bu ülkelerden gelecek kitlesel göç riski de vurgulandı.

(Al Jazeraa)

“Termik Santrali özelleştirmeyin, kapatın”

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşiller/Sol) Bursa İl Örgütü, özelleştirilmesi için çalışmalar yürütülen Orhaneli Termik Santrali’nin sağlığı tehdit eden çevresel sorunlar nedeniyle tamamen kapatılmasını istedi.

Yeşiller/Sol Bursa İl Örgütü Eş Sözcüleri Yüksel Akgün ve Mediha Özdemir tarafından yapılan açıklamada, özelleştirilmesine karşı çıkılan Orhaneli Termik Santrali ile ilgili olarak, DOSAB’a termik santral girişiminin Bursa halkından, çeşitli siyasi parti, oda ve sivil toplum örgütlerinden tepki gördüğüne dikkat çekildi.

13 orhaneli termik santrali...

DOSAB’a kurulmak istenen termik santrale, kirli olan Bursa’nın havasını daha da kirleteceği, insan yaşamı ve doğaya zarar vereceği; hem de iklim değişikliğine etki edeceği gerekçesiyle karşı çıkıldığı hatırlatılan açıklamada, “Biz de Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak bu tepkilere aynen katıldığımızı, DOSAB Termik Santrali’ne karşı olduğumuzu bir kez daha ifade ediyoruz” denildi.

Son günlerde Bursa kamuoyunda Orhaneli Termik Santrali’nin özelleştirilmesi konusunun gündemde olduğu, bazı siyasi parti ve odaların konuyu “kamu kaynaklarının özelleştirilme yoluyla peşkeş çekilmesi” olarak gördükleri belirtilen açıklamada şöyle denildi:

YeşillerSol Bursa İl Eş Sözcüleri Mediha Özdemir ve Yüksel Akgün
YeşillerSol Bursa İl Eş Sözcüleri Mediha Özdemir ve Yüksel Akgün

“Özelleştirmeye karşı olduklarını söylüyorlar ve Orhaneli’yi savunmak için Bursa halkına çağrıda bulunuyorlar. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak kuşkusuz ki kamu kaynaklarının değerinin altında özelleştirilmesine ve bazı kesimlere kaynak aktarılması girişimlerine karşıyız. Ancak bu olayda sadece Orhaneli Termik Santrali’nin özelleştirilmesine karşı çıkmanın yeterli olmadığını düşünüyoruz. DOSAB Termik Santrali’ne hangi gerekçelerle karşı çıkıyorsak, Orhaneli veya diğer termik santrallere de aynı nedenlerle karşıyız. Bir termik santrale karşı çıkarken, bir başkasına ses çıkarmamanın doğru bir yaklaşım olmadığı görüşündeyiz.

Orhaneli Termik Santrali’nin özelleştirilmesi değil, kapatılarak tasfiyesini ve burada çalışan işçilerin diğer kamu kuruluşlarında istihdamının sağlanmasını, Orhaneli’nde tarım ve hayvancılığın teşvik edilmesini istiyoruz. Böylece hava kirliliğinden, kanserin yayılmasından ve tarım alanlarının zarar görmesinden şikayet eden Orhaneli halkı da yeniden temiz havaya, sağlıklı tarıma kavuşabilecektir.

Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından zengin olan ülkemizde hâlâ en kirli ve zararlı enerji kaynağı olan kömürden medet ummak kabul edilemez. Ölümü değil, yüzümüzü güneşe ve rüzgara dönerek insanı ve doğayı savunuyoruz.”

(Bursaport)