Ana Sayfa Blog Sayfa 3735

Af Örgütü 2014’ü tarif etti, “İnsan haklarının en kara yılı”

Geçen yılı insan hakları açısından tam bir felaket ilan eden Uluslararası Af Örgütü, dünya genelinde yaşanan kitlesel kıyıma engel olamayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne de bir çağrıda bulundu.

6

Dünyanın en büyük insan hakları örgütlerinden olan Uluslararası Af Örgütü’nün sunduğu 2014 raporu uluslararası toplumun, insan haklarını savunma konusunda ne denli başarısız olduğunu gösteren bir karne niteliği taşıyor.

Raporda uluslararası toplumun insan hakları konusunda sadece son derece başarısız olmakla kalmayıp, günümüzde yaşanan en acil sorunları çözebilecek durumda dahi olmadığı ifade edildi. Raporun devamında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kurum olarak başarısız olduğu, Avrupa Birliği’nin de Akdeniz’de yaşanan kaçak mülteci dramı karşısında başını kuma gömdüğü belirtiliyor.

Steve Crawshaw
Steve Crawshaw

Raporlarımızda her sene ağır insan hakları ihlallerini belgeliyoruz ancak 2014 özellikle korkunç bir yıl oldu. Nijerya’dan Suriye’ye, Gazze’den Ukrayna’ya kadar, hem hükümetler hem de devlet dışı silahlı örgütlerin sorumlu oldukları feci şiddet olaylarına tanık olduk diyen Uluslararası Af Örgütü çalışanlarından Steve Crawshaw, İnsan hakları ihlalleri azalmanın aksine giderek arttığını belirtti.

Dünya çapında silahlı örgütler tarafından ortaya konan dehşetin her zamankinden daha fazla olduğunu vurgulayan Crawshaw, özellikle Suriye ve Irak’ta durumun gelecek adına hiç de umut verici olmadığını belirtti. Uluslararası toplumun yerkürenin herhangi bir yerinde yaşanan bir sorun karşısında tepki göstermekte çok geç kaldığını savunan Crawshaw, Uluslararası Af Örgütü olarak, kitlesel şiddet olaylarının ve ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı durumlarda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelerinin veto hakkının kaldırılmasını talep ettiklerini ifade etti.

Türkiye’deki insan hakları durumunun da değerlendirildiği raporda, 2013 yılındaki Gezi protestoları ve hükümetin Gülen cemaatinden kopmasından ardından ülkede daha otoriter bir anlayışın egemen olduğuna dikkat çekildi. İnternetteki özgürlüklere karşı kısıtlamaların arttığı kaydedilen raporda, barışçıl gösterilerde polisin aşırı güç kullandığı, terörle mücadele yasaları kapsamında haksız soruşturmalar yapıldığı ifade edildi. Uzun tutukluluk sürelerini de eleştiren örgüt, vicdani retçilerin, biseksüellerin ve eşcinsellerin haklarının ise gözardı edildiğine dikkat çekti.

(DW Türkçe)

İklim inkarcılarının gözde bilim insanı bilin bakalım kimden geçiniyor

Ortaya yeni çıkan belgeler iklim değişikliğine olan insan etkisini inkar eden önde gelen bilim insanı Dr. Wei-Hock Soon‘un fosil yakıt endüstrisinden 1,2 milyon dolardan fazla para kabul ettiğini gözler önüne serdi.

3

Willie olarak da bilinen Wei-Hock Soon, Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi‘nde uzay mühendisi olarak çalışıyor ve güneşin dünya iklimine olan etkisinin insanların fosil yakıt kullanımından kaynaklanan ısınmayı gölgede bıraktığını savunan makaleleri bulunuyor. Araştırmaları geçen yüzyılın sıcaklığı ve kutup ayılarının Kuzey Kutup bölgesindeki ısınmadan olumsuz olarak etkilenip etkilenmediği konularında şüphe doğuruyor. Soon ayrıca güneşin iklim üzerine olan etkisinin sera gazı salımlarının neden olduğu ısınmayı gölgede bıraktığını savunuyor.

Soon’un maddi destekçilerini gösteren belgeler Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası vasıtasıyla Greenpeace ve İklim Soruşturma Merkezi (Climate Investigation Center) tarafından elde edildi ve çevrimiçi paylaşıldı.  Bazı belgelerde Soon’un kendisine finansman sağlayan şirketlerle iletişim kurarken bilimsel makalelerden ‘teslim edilmesi gereken ürün’ olarak bahsettiği görülüyor. Soon’a maddi destek sağlayan kömür kaynaklı enerji üretim şirketi Southern Company‘nin Soon ve Harvard-Smithsonian ile yaptığı anlaşma sayesinde bilimsel makaleleri gözden geçirme ve yayınlanmadan önce değişiklik önerilerinde bulunma hakkı elde ettiği dikkat çekiyor. New York Times, Soon’un 2008’den beri yayınlanan en az 11 makalesinin mali destek kaynağını açıklamadığını ve bunların en az sekizinde etik kodları ihlal ettiğini belirtiyor.

Belgelere göre Soon fosil yakıtlara dayalı enerji üretimi yapan ExxonMobil, the American Petroleum Institute, Southern Company ve diğer fosil yakıt sektörüne bağlı gruplardan yüzbinlerce dolar kaynak sağladı. Bunlardan bazıları:

  • $409,000 Southern Company: Kömürlü termik santralleri ABD’deki en yüksek sera gazı salımına sahip tesislerin başını çeken büyük kamu hizmeti şirketi
  • $274,000 the American Petroleum Institute: ABD’nin ana petrol ve doğalgaz lobicisi
  • $335,000 ExxonMobil: 2010 yılında Soon’a maddi destek vermeyi kesen dev petrol şirketi
  • $230,000 the Charles G. Koch Foundation: petrole dayalı üretimden kazanç sağlayan bir milyarderin kurduğu vakıf
  • $324,000 DonorsTrust vasıtasıyla anonim bağışlar. DonorsTrust iklim bilimi inkarını destekleyen the Heartland Institute and Americans for Prosperity gibi gruplara Koch Brothers ve diğer muhafazakar gruplardan kaynak aktarılması için kurulan bir fondur.

Soon yeni ortaya çıkan bilgiler hakkında henüz yorumda bulunmadı.

 

(Yeşil Gazete, Think Progress, Upi)

Çevrecilerin büyük zaferi: Obama’dan Keystone projesine veto

ABD’de doğuracağı sonuçlar açısından çevreci grupların büyük tepkisini çeken Keystone XL boru hattının yapımı başkan Obama tarafından veto edildi.

2keystonea veto

Keystone XL boru hattı ile  Kanada’nın Alberta eyaletindeki Hardisty şehrinden ABD’nin Nebraska eyaletindeki Steele city’ye katarn kumullarını taşınması planlanıyordu. Var olan boru hatlarına ilave olarak düşünülen KeysoneXL projesine çevreciler ve  Kanadalı yerli gruplar karşı çıkıyordu. Çevreci gruplar taşıma sırasında olası kazaların doğuracağı tahribata dikkat çekiyor, Kanadalı yerli kabileler ise boru hattının çevresel etkilerinin yanında kutsal mekanlarına yapılmış bir saldırı olarak görüyorlardı.

Katran kumullarının konvansiyonel petrole oranla %17 daha fazla karbon salımına yol açtığı da biliniyor.

ABD Başkanı Obama, ABD Kongresi ve Senatosu tarafından onaylanan Keystone XL petrol boru hattının yapımını veto etti. Başkan Obama, bu kararıyla  veto yetkisini son 5 yıl içinde ilk kez kullanmış oldu.

Başkan Obama’nın Keystone XL projesine karşı olduğunu defalarca açıklamasına rağmen veto konusunda nasıl bir tutum alacağı merakla bekleniyordu. Obama, veto gerekçesinde “emniyet, güven ve çevre gibi ABD ulusal çıkarları” noktalarına vurgu yaptı.

Keystone XL projesi ABD çevre mücadeleleri açısından sembolik bir öneme sahipti. Bu doğrultuda yıllardır kampanyalar yürüten çevreci gruplar Obama’nın veto kararı ile büyük bir kazanım elde etmiş oldular. Çevreciler mücadelenin henüz bitmediğini, fosil yakıtlara karşı yürütülen mücadelenin kararlılıkla yürütüleceğini, şimdi Başkan Obama’dan Keystone projesinin aktif olan mevcut hatlarıyla birlikyte tamamen iptal etmesini beklediklerini belirtiyorlar.

Yeşil Gazete

Struma kurbanları için anma töreni

Holokost’tan kaçarak 12 Aralık 1941’de Romanya’nın Köstence limanından Struma gemisine binen ve 72 gün boyunca İstanbul’da bekledikten sonra, 24 Şubat 1942 Şile açıklarında geminin batırılması sonucu hayatını kaybeden 768 Yahudiyi anmak için ilk kez resmi tören düzenlendi.

2

Sarayburnu Sepetçiler Kasrı’nda düzenlenen anmaya, Hahambaşı İshak Haleva, Kültür ve Turizim Bakanı Ömer Çelik, İstanbul Valisi Vasip Şahin, Dışişleri Bakanlığı bürokratları, Musevi Lisesi öğrencileri ve Musevi cemaatinden çok sayıda kişi katıldı.

Saygı duruşunun ardından konuşan Türk Musevi Cemaati Başkan Vekili Moris Levi, Struma’da terk edilen insanlara değindi ve “Struma’dan sadece bir gemi gibi, 768 kişi de sanki rakam gibi bahsediyoruz. Ama Struma insanlarla dolu idi, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, çaresiz yalnız ama ümitle yaşamak isteyen insanlarla doluydu.” diye konuştu.

Konuşmanın ardından Strumu’da hayatını kaybedenler için Hahambaşı İzhak Haleva, Kadiş duasını okudu.

Hahambaşı Haleva’nın duasının ardından konuşan Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik de hükümet adına taziyelerini bildirdi.

(Agos)

Şakran’da çocuk tecavüzüne Adalet Bakanlığı göz yummuş

Şakran Cezaevi’nde kalan çocuk mahkûmların birbirine uyguladığı taciz, işkence ve cinsel saldırılar için CHP’li Sezgin Tanrıkulu’nun geçen yıl verdiği soru önergesini Adalet Bakanlığı ’24 saat izliyoruz öyle bir şey yok’ diye yanıtladığı ortaya çıktı.

1

Radikal’den İsmail Saymaz’ın özel haberine göre Şakran Çocuk Cezaevi’nde mahkum çocuklarının birbirlerine karşı uyguladığı taciz ve tecavüzlerin cezaevi müdürü tarafından kaleme alınan bir iç yazışma ile resmi olarak teyid edilmesinin hemen akabinde yeni ve daha büyük bir skandala da Adalet Bakanlığının imza attığı ortaya çıktı.

Adalet Bakan Bekir Bozdağ’ın, Şakran Cezaevi’ne yönelik suçlamalara ilişkin CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun bir sene önce yönelttiği soru önergesine karşılık, cinsel istismar ve işkence iddialarının asılsız olduğunu ve cezaevinin 288 kamerayla 24 saat boyunca izlendiğini söylediği anlaşıldı.

Tanrıkulu 13 ay önce 17 Ocak 2014’de Adalet Bakanlığı’nın yanıtlaması talebi ile sunduğu soru önergesinde, İzmir Çocuk ve Gençlik Kapalı İnfaz Kurumu hakkındaki iddiaları yönelterek, şu soruların yanıtlanmasını istemişti;

– Şakran Çocuk ve Gençlik Ceza İnfaz Kurumunda çocuklara ve gençlere uyku ilacı yerine doktor önerisi ve reçete dışında “Şizofreni, manik depresif, majör depresyon” ilacı verildiği iddiaları doğru mu?

– İlaçların çocuk ve gençlere verilmesi kimlerin talimatı ve onaylarıyla gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir?

– Şakran Çocuk ve Gençlik Ceza İnfaz Kurumunda çocuklara 60 güne varan hücre cezaları verildiği iddiaları doğru mudur?

– Şakran Çocuk ve Gençlik Ceza İnfaz Kurumunda cinsel istismar ve tecavüze uğrayan çocuklar bulunmakta mıdır?

– Çocuklara yapılan kötü muameleler ve işkencelerin ortaya çıkmaması için kamera kayıtlarının silindiği iddiaları doğru mudur?

– Şakran Çocuk ve Gençlik Ceza İnfaz Kurumunda “Mavi Oda” uygulaması gerçek midir?

– Mavi Oda’da çocuk ve gençlerin 3 gün boyunca yataksız olarak kalmaya zorlandıkları iddiası doğru mudur?

– Görevli yöneticilerin çocukları hortumlarla dövdükleri ve diğer çocukları da dövmeye zorladıkları iddiası doğru mudur?

– Müşahede odasında 3,5 ay kalan çocuklara, 5 gün kalmış gibi kağıt imzalatıldığı, bu süre zarfında günde sadece 1 saat havalandırmaya çıkmalarına izin verildiği doğru mudur?

– Mavi Oda ve Müşahede Odasında kamera bulunmadığı ve çocukların bu odalara götürülerek dövüldükleri iddiası doğru mudur?”

(Radikal)

Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, İngiltere’de Yeşiller – George Monbiot

the Guardian‘da George Monbiot imzası ile yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Eray Uygur‘un çevirisi ile paylaşıyoruz

* * *

Neoliberal görüş birliğinin ani çöküşüyle birlikte taktiksel oy kullanmayı bir kenara bırakıp istediğimizi seçmenin vakti geldi.

Siyasetin ilk kuralı şudur : İstediğine oy vermezsen kazanamazsın. Bize her seçimde bütün olumsuzluklara kulak tıkamamız, yetersizlikleri ve ihanetleri bir kenara bırakıp daha kötünün korkusuyla İşçi Partisi’ne oy vermemiz söylendi. Ve elbette gelecekte de hep daha kötü bir şeyler olacak. Peki biz ne zaman piyasa köktendinciliğinin (dini imanı para olanların) iki versiyonundan birini seçmekten vazgeçip istediğimize oy vermeliyiz? Bu yüzyılda mı yoksa bir sonrakinde mi? Kulak tıkayıcıların tavsiyelerini dinlersek sonsuza dek Bermuda İşçi Partisi Üçgeni’nde kaybolacağız.

Belki bir zamanlar bu çaresizlik tavsiyeleri kulağa mantıklı geliyordu. Ama artık sökmez. Bütün Avrupa aydınlanıyor. Güney Amerika’da olduğu gibi, sadece birkaç yıl önce imkansız görünen siyasi değişimler şimdi tüm kıtayı sallıyor. Başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyorduk ve şimdi görünüşe göre o bir başka dünya yanı başımızda: Neoliberal fikir birliğinin ani ölümü. Sol cenaha yakın olduğunu iddia eden ama bunu idrak edememiş tüm partiler artık bitmiştir.

Syriza, Podemos, Sinn Fein ve SNP’den sonra şimdi İngiltere’de de Yeşiller’in İşçi Partisi’nin neredeyse söndürdüğü radikal alevi canlandırmasıyla parlak bir ışık yanıyor. Yeşiller’in İngiltere ve Galler’deki üye sayısı 50.000’i geçti. Bir sene önce bu sayı 15.000’in altındaydı. voteforpolicies.org.uk internet sitesinin 500.000 bin kişiyle yaptığı ve partilerin siyasi pozisyonlarının sorulduğu araştırmaya göre Yeşiller Partisi politikaları diğer tüm partilerden daha bilinir ve popüler. İnsanlar istedikleri partilere oy verselerdi, hükümeti oluşturan parti Yeşiller olurdu.

İlustrasyon: Sebastien Thibault
İlustrasyon: Sebastien Thibault

Bu ani yükselişin birçok sebebi var ama bunlardan biri diğer hepsinden önde geliyor. Yeşiller Partisi’nin politikaları demokratik bir şekilde belirleniyor. Tartışmalarla ortaya çıkan gelişmelere çoğunlukla genç üyeler önderlik ediyor. Diğer büyük partiler 1980’lerde takılıp kalmış gibi görünürken bu gençler zamanlarının hakkını veriyorlar.

Size Yeşiller Partisi’nin gerçekleştirmeyi amaçladığı siyasi dönüşümden biraz bahsedeyim. Bugün bildiğimiz anlayışta bir başbakan ya da bakanlar olmayacak. Bunun yerine parlamento başkanlarını sırayla atayacak idare komiteleri seçecek. Aynı zamanda parlamento başkanlar komitesine başkanlık edecek Birinci Başkan’ı da seçecek. Bir başka deyişle, parlamento kraliyet ayrıcalıklarına sahip bir başbakanın suistimallerine tabi olmak yerine egemen olacak. Liderler parlamentonun tüm öğeleri tarafından seçilecek ve parlamentoyu oluşturan farklı pozisyondaki partiler uzun yıllar süren gönülsüz birliktelikler yerine birlikte çalışmakla yükümlü olacaklar.

Yerel yönetimler kendi vergilerini kendileri belirleyecekler. Birçok geri kalmış bölgede dönüştürücü etkileri kanıtlanmış (bkn. Bernard Lietaer’ın The Future of Money (Para’nın Geleceği) kitabı) yerel para birimleri tedavülü zorunlu para birimi olacak. Özel bankalar daha fazla para yaratamayacaklar (bankalar şu an bizim paramızın %97’sini borç adı altında bize satıyor). Limited şirket çalışanlarının etkin bir oylama sonucunda ve ulusal bir yatırım bankası desteği ile şirketi satın almak ve kooperatif kurmak için yasal hakkı olacak.  Korkunç derecede adaletsiz olan vergi sistemi arazi vergilendirmesi ile değiştirilecek. Böylece şu an sadece az sayıda kişi tarafından tekelleştirilmiş kuramsal kazançlardan herkes faydalanabilecek. Tüm vatandaşlar güvensizliğe, korkuya ve hak sahiplerini neredeyse birer köleye dönüştüren sosyal yardımlara iliştirilmiş cezai yaptırımlara son verecek bir temel gelir sahibi olacak.

Bu umut vizyonunu İşçi Partisi’nin korku politikaları ile karşılaştırın. City ve Daily Mail tarafından büyülenmiş, Tory kesintilerini ‘on yıllarca önceden’ sağlamayı ve ‘Başbakan’ın beceremediği görevi (bütçe açığını ortadan kaldırmayı) bitirmeyi’ söz vermiş parti ile karşılaştırın.

Çok geç olmakla birlikte, eski bir İşçi Partisi bakanı olan Peter Hain bütçenin ne kadar dengelenmesi gerekse de bunun sonu gelmeyen kesintiler yerine bir finansal işlem vergisi ve ulusal sigorta düzenlemesi ile halledilebileceğini itiraf etti. Bu fırsatlar 2008’den beri İşçi Partisi’nin gözünün önünde duruyordu ama bankaları ve büyük şirketlerin gazetelerini yatıştırmak milyonların acılarını ve sıkıntılarını önlemekten daha önemli addedildiği için bu önlemler alınmadı. Hain, kemer sıkma politikasının bir dolandırıcılık, ortak zenginliğimizi elitlerin tasarrufuna sunan sosyal düzenlemenin bir yeniden yazımı olduğunu belli ki daha yeni fark etmiş. Bakanların kimseyi dinledikleri yok.

Genel seçimleri kazansın ya da kaybetsin, İşçi Partisi bitmiştir. Partilerinin değerlerini yerle bir eden Blair ve Brown’a izin veren şakşakçıları değiştirmek için yeni bir jenerasyon gerekiyor. O zamana kadar da tarih olacaklardır. Eğer İşçi Partisi Mayıs’ta kazanırsa kemer sıkma politikasına devam edilmesiyle birlikte, kendilerini, kaybetmeleri durumundan çok daha hızlı bir şekilde yok edeceklerdir. Avrupa’dan aldığımız ders budur.

Korkuyla yönlendirilen seçimler tüm siyasetin yönünü sağa doğru kaydırıyor. Tony Blair’in kurumsal güçlere boyun eğmesi koalisyonun şimdi sürdürdüğü kötü ve yıkıcı politikalara yol açtı. Aynı miras muhalefetteki İşçi Partisi’ni de susturuyor ve karşı durmaları gereken politikaların birçoğuna öncülük ediyorlar. Bunun nedeni bizim zamanında kulaklarımızı tıkamamızdı ve şimdi sıkıntı daha da büyüyor. Peki bu korku atmosferi yüzünden Tory politikasının sulandırılmış versiyonuna oy vermeye devam edecek miyiz? Yoksa gerçekten istediğimiz partiye oy vermeye başlayacak mıyız? Bu ulusun insanları yüzyıl önce korkudan medet umanlara kulak asmış olsaydı, biz hala Liberal Parti’nin evrensel sağlık hizmetlerini ve refah devletini tesis etmesini bekliyor olurduk.

Toplum çerçevesinin sınırlarından hareket eder, merkezinden değil. Değişim isteyenler kendilerini sınırda olan ve taşın altına elini sokmak zorunda olan insanlar olarak görmelidirler. Öncü hareket hemen başarılı olamayabilir ama en nihayetinde köklü değişiklikleri başlatacaktır. Onlara oy vermediğimiz sürece, bize ihanet eden partilerin alternatiflerini yaratmaya da başlayamayız. Yürümeye başlıyor muyuz yoksa bir gün çıkacağımız yolculuk hakkında konuşmaya devam mı edelim?

Güç şu an son derece önemli. Bu seçimleri hangi büyük parti kazanırsa kazansın, kimsenin istemediği politikaları devam ettirerek kendini yok etmesi işten bile değil. Evet, bir beş sıkıntılı yıl daha geçirebiliriz ama hızlı dünyamızda bunun o kadar süreceğinden  de şüpheliyim. Ardından önümüz açık. İşte bunun için gayret göstermeliyiz. Mayıs ayında, taktiksel değerlendirmelerden bağımsız olarak, bize samimi bir alternatif sunan partilere oyumuzu vererek başlayacağımız bir süreç bu. Değişim sağlam ve samimi bir inançtan doğar. Korkuyla oy vermeyi bırakın. Umut için oy vermeye başlayın.

 

George Monbiot

Yazının İngilizce Orjinali

Yazar: George Monbiot

Yeşil Gazete için çeviren: Eray Uygur

(Yeşil Gazete, Guardian)

Erdoğan partisi ve sultanizm – Ahmet İnsel

Önümüzdeki üç ay boyunca sabah akşam duyacağımız tema belli oldu. Seçmenlerden emrine 400 milletvekili vermesini isteyen ‘Milli Lider’ adayı, lafı evirip çevirmeden, harbi konuştu. Pazar esnafı gibi, “400’ü verin yeni Türkiye kuralım, 400’ü verin yeni anayasa yapalım, 400’ü verin başkanlık sistemini kuralım, 400’ü verin çözüm sürecine koşalım” diye bağırmaya başladı. Görünen o ki, seçimlere kadar her gün ve belki günde birkaç kez cumhurbaşkanı anayasayı açıkça ve kasıtlı biçimde bu yolla ihlal edecek. Cumhurbaşkanının yürürlükteki anayasaya göre yetkilerini suiistimal ettiğini ısrarla ve bıkmadan söylemekten geri durmamak gerekiyor. Cumhurbaşkanının kime oy verilmesini talep ettiğini belirtmediği için tarafsızlık ilkesini çiğnemediği iddiası gibi bir dalavere, bugün cumhurbaşkanı etrafında kenetlenmiş güruhun gelecekte arzuladıkları rejim kurulursa neler yapabileceklerini, nelere hangi kılıfları geçirebileceklerini gösteriyor.

Tayyip Erdoğan hafta sonunda ağzındaki esas baklayı çıkardı. Liderlik sistemini, başkanlık sistemini savunurken, bunun “bizim kadim devlet geleneğimizdeki sistem” olduğunu söyleyiverdi. Bu bir dil sürçmesi değildi, ertesi günü bunu daha açarak işledi. “Bizim tarihimizde, genlerimizde, geleneğimizde başkanlık sistemi, liderlik sistemi var,” dedi.

Üzerinde durulması gereken bir iddia bu. Erdoğan’ın tarif ettiği liderlik sisteminin tarihimizdeki adı sultanlıktır. Max Weber’den beri siyaset bilimi yazınında “sultanizm” olarak tanımlanan rejimdir. Mülkün hukuken ya da fiilen sahibi konumunda olan hükümdarın yönetimin tüm alan ve kademelerinde güç sahibi olduğu bir rejimdir. Sultanlık rejimi tarihi olarak İslam toplumları için kullanılır ama 20. yüzyılda seküler modern rejimlerin bazılarını da kapsayan yeni bir boyut kazandı. Sultanizm, hükümdar/Lider/Şef konumunda olan kişinin ülkedeki bütün kişi ve kurumlara, önceden belirlenmeyen koşullarda müdahale etme, istediğini dayatma yetkisine sahip olduğu rejimleri tanımlar. Parti, şefin iktidar aygıtıdır. Şef, partiden de özerktir. Otoriter rejimler konusundaki çalışmalarıyla tanınan Juan Linz’e göre, sultanizm Haiti’de Duvalier, Kuzey Kore’de Kim İl Sung, Filipinler’de Marcos yönetimlerini tarif eder. Elbette bunlar bariz diktatörlüğün hüküm sürdüğü uç örneklerdir. Bunlardan daha ılımlı olan cumhuriyetçi sultanlık rejimlerinde egemen kişi her alana doğrudan müdahale etmez. İktisat veya toplumsal hayat kendi devinimi içinde kısmen veya bütünüyle dönebilir. Ama her durumda, siyasal alan, hükümran gücün tekelinde ya da çoğulcu görünüm altında, çok yakın denetiminde olmalıdır. Hükümran gücün diğer alanlara istediği zaman doğrudan müdahale etme yetkisi saklıdır. Böylece bütün yönetim tek elden yürütülür ve tek sesli olarak işler.

Latin Amerika’da yaygın olan Şeflik (Caudillo) sistemi bunun bir alt versiyonudur. Ama Tayyip Erdoğan ve çevresinin esas özendiği model Malezya’da Mahatmir Muhammed veya Güney Kore’de Park Chung-Hee’nin yönetimidir. Muhafazakar-popülist kalkınmacı bir Başkan/Lider olmaktır. Bütün şeflik rejimi savunucuları, Erdoğan gibi, mevcut sistemin tıkandığını, daha ileri gidilemediğini iddia ederler. “Patinaj yapıyoruz” derler. “Aynı güçle, aynı imkanla çok daha hızla ilerleyeceğiz” vaadinde bulunurlar. Çünkü herkes için en iyisini, en doğrusunu bilen Lider ya da Çoban sürüyü en iyi otlağa ve en kestirme yoldan götürme konusunda serbest bırakılmalıdır. Buradan en iyi ihtimalle otoriter demokrasi çıkar ve genellikle o da zaman içinde bozulup otokrasiye dönüşür.

Gelgelelim Türkiye’de iki yüzyıllık siyasal mücadele geleneği, sultanlık rejimine karşı direnişin de hikayesi değil midir? Osmanlı modernleşmesini savunan yöneticiler, düşün insanları sadece değil, muhafazakar dünyadan insanlar da Osmanlı döneminde belli bir güç dengesine dayalı meşruti yönetim talebini ısrarla dile getirmemişler midir? Erdoğan’ın genlerimizde, tarihimizde yer aldığını söylediği kadim gelenek ya 19. yüzyıldan da öncesine giden mutlakıyet rejimidir, ya da İttihat ve Terakki’den günümüze kadar devam eden pozitivist öncü zümre tahakkümüdür.

Türkiye’de muhafazakar düşünce ve siyaset geleneğinin en fazla karşı çıktığı, karşısında mücadele verdiği ve birçok kez darbeler aracılığıyla ağır tokat yediği gelenektir bu. Mustafa Kemal’e karşı oluşan meclis içindeki grubun endişesi meşruti monarşi yerine cumhuriyetin gelmesi değil, cumhuriyet kisvesi altında Mustafa Kemal’in bir liderlik/şeflik/başkanlık sistemini getirecek olmasıdır. Nitekim Mustafa Kemal 1923 ile 1938 arasında fiilen cumhuriyetçi sultan konumuna sahipti. Bazı Kemalist tarihçiler yıllarca Tek Adam sistemini tarihimizin derinlerinden gelen öz be öz yönetim sistemi olarak savundular. Bugün AKP, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının, Serbest Fırkanın, Demokrat Partinin değil, “Türk tipi başkanlık yani liderlik sistemi” adı altında faşizan Kemalist düşünürlerin, siyasetçilerin geçmişte savunduğunu dile getiriyor.

Türk sağ geleneği içinde çoğunlukçu bir güçlü lider özlemi Tayyip Erdoğan’la ortaya çıkmadı. Zamanında Demirel de, Özal da başkanlık sistemini savundular. Bu sistemi, liderliğini subayların yaptığı laikçi ve otoriter asker-sivil bloğuna karşı, toplumun sosyolojik çoğunluğunun desteğini almak ihtiyacı içinde yaptılar. AKP’ye gelene kadar her seferinde Türk sağı bu bloktan darbe yedi. Şimdi Türk sağının hegemonik partisi AKP’nin şefi, yaptığını, söylediğini eleştiren herkese “sen kimsin ya, sen kimsin” diye gürlüyor. Bastırılmış aşağılık kompleksini dışa vuruyor. Ve dikkat ederseniz AKP’nin içinde bu liderlik sistemi için öyle büyük bir heyecan yükselmiyor. AKP’nin güçlü tarihsel simaları bu konuda yutkunmakla meşguller. Avuçlarını patlatırcasına bu esip gürlemeyi alkışlayanlar, AKP’nin değil, Erdoğan partisinin yandaşları. Birçoğu yeni ihtida etmiş olmanın şevk ve azmiyle davranıyor. AKP’nin gücünün Erdoğansız hiçbir şey olduğunu haykırıp, “bu toprakların insanı güçlü, karizmatik ve tek adamı seviyor, çünkü bu bizim genlerimizde var” iddiasını utanmadan, sıkılmadan dile getiriyorlar. Toplumu ve ondan önce AKP seçmenini aşağılıyorlar.

Toplumların geni yoktur. Toplumların geni olduğu iddiası ırkçı bir inançtır. Toplumların ortak hafızaları, ortak değerleri vardır ve bunlar zaman içinde değişir. Bugün AKP’nin değil, Erdoğan partisinin borazanları kendi genlerinde var olan nitelikleri topluma mal ediyorlar. Aynı zamanda muhafazakar siyasal düşün geleneğini de iğfal ediyorlar. Erdoğan partisine herkesten önce gerçek muhafazakarların “yeter” demesi gerekmiyor mu?

Ahmet İnsel – Radikal

Validebağ Korusu raporu açıklandı

Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, Mimarlar Odası İstanbul Şubesi ve Validebağ Gönüllüleri Derneği, Validebağ Korusu’ndaki atık su tehdidi, incelemeler sonucu elde ettikleri rapor ve dava sürecine ilişkin Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde basın toplantısı düzenledi.

13validebağ korusu raporu

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı C. Sami Yılmaztürk, TMMOB’un avukatı Can Atalay, Validebağ gönüllülerinden Arif Belgin ve Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Sekreteri Cevahir Efe Akçelik’in katıldığı toplantıda, kadınlar üzerinde Validebağ yazan tişörtler giyerek “Biz biz biz, bir aradayız; bir arada koruyu koruyacağız” sloganı attı.

Toplantıda rapor hakkında açıklama yapan, Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Sekreteri Cevahir Efe Akçelik, “Validebağ Korusu Deresi’ni incelediğimizde atıksuyun kaynak noktasına doğru yaklaşıldığında kirletici konsantrasyonlarn artmakta olduğu; çökebilir katkı maddelerinin atıksuyu taşıyan kanalette, kanalet boyunca ve koru içindeki derede yatak boyunca çöktüğü görülmüştür” dedi.

Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Sami Yılmaztürk ise, Validebağ Korusu ve içerisinde bulunan dereye dair hazırlanmış olan koru ve derenin tarihi ve mahkeme ve mücadele süreçlerine dair bilgiler içeren slayt sunumunu yaptı. Yılmaztürk sunumunu şu şekilde akardı. “14 Temmuz 2009’da 1/5000 ölçekli plana karşı yargıya başvuruldu, tüm itirazlara karşı İstanbul 3’üncü İdare Mahkemesi 21 Ekim 2011’de kararını açıkladı. Mahkemenin, Validebağ Korusu 1. Derece Sit Alanı ve Çevresi Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ve Eklerine göre, ‘Dava konusu parselin plan onama sınırları dışarısına çıkarılarak, Validebağ Korusu ve çevresinin doğal değerlerinin korunması amacıyla bağdaşmadığı ve kamu yararına uygun olmadığı kararını vererek idari işlemin iptaline’ kararı verdi. Danıştay 6. Dairesi de 16 Aralık 2014’de bu kararı onayladığını duyurdu.”

(Evrensel)

Tacizciye karşı sosyal medya birleşti, tacizci işten çıkarıldı

Facebook’ta bir kadının yemek sipariş ettikten sonra servis elemanı tarafından taciz edildiğine dair paylaşımın binlerce kişi tarafından hızlı bir şekilde yayılması üzerine Bambi Kuruyemiş tacizciyi işten çıkardı, kamuoyundan özür diledi.

11bambi kuruyemiş tacizciyi işten çıkardı

bianet’ten Elif Akgül’ün haberine göre Bambi yetkilileri tacizciyi işten çıkardıklarını ve hakkında suç duyurusunda bulunduklarını söyledi. Yemeksepeti ise müşterilerin bilgilerini paylaşmak hususundaki sorulara yanıt vermedi.

M. Ö. ‘nün Facebook üzerinden paylaştığı taciz olayı şu şekilde yaşandı. Yemeksepeti üzerinden Bambi Kuruyemiş’ten verdiği siparişin ödemesinde sıkıntı yaşandı. İki defa denemenin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine başka bir Bambi çalışanı M. Ö.’nün yaşadığı yere gelişinde ödeme gerçekleşti.

Olaydan birkaç saat sonra ödemeyi alan erkek çalışan, M. Ö.’ye taciz içerikli mesajlar atmaya başladı, taciz ve tehdit etti. M. Ö.’nün yaşadığı yeri ve telefonunu bildiğini belirterek tehdit ve tacizlerine devam etti.

M. Ö.’nün bu yazısı Facebook’ta 7 bin 454 defa paylaşıldı. Olayın üzerine Bambi Facebook sayfaları üzerinden bir özür notu paylaştı.

Paylaşımda tacizcinin sadece yedi gündür kendileri ile çalıştığını vurgulayan Bambi “kadına yönelik taciz ve şiddet olaylarının toplumumuzda onarılması güç yaralar açtığı böylesi bir dönemde bu üzücü olayın yaşanmasına sebep olan şahsın kurumumuzla olan ilişiğinin kesildiğini kamuoyunun bilgisine sunarız” ifadesi kullanıldı.

Bambi yetkilisi bianet’e olaya ilişkin üzüntü duyduklarını ve tacizci ile ilgili suç duyurusunda bulunduklarını söyledi.

(Bianet)

Okulda, işte, mecliste; LGBTİ’ler her yerde

Sosyal Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Derneği (SPoD) yaklaşan genel seçimler öncesinde “Okulda, işte, mecliste; LGBTİ’ler her yerde” başlıklı bir kampanya başlattı. LGBTİ’lerin karar alma ve siyaset üretme süreçlerinde etkin biçimde yer almaları için başlatılan kampanyanın ayrıntıları Cezayir Restoran’da bugün (24 Şubat 2015 Salı) düzenlenen basın toplantısında aktarıldı.

Clipboard01

Kaos GL’den Yıldız Tar’ın haberine göre kampanya kapsamında ilk olarak 12 şehirden LGBTİ aktivistlerinin katılımıyla “Siyaset Okulu” yapılacak. Okula aday adaylığını açıklayan LGBTİ’ler de katılacak. Okulun ardından başka LGBTİ aktivistlerinin de aday adaylığını açıklaması bekleniyor.

meclistelgbti.org adresinden kampanya süreci boyunca kamuoyunun da bilgilendirileceğini belirten SPoD LGBTİ kampanya ile koşut olarak bugün yayın hayatına başlayan websitesi aracılığıyla, milletvekili adaylarından, seçime katılan siyasi partilerden ve parti liderlerinden taleplerini de şu şekilde açıkladı:

8meclistelgbti
Kampanya bugün Cezayir Restoran’da yapılan basın açıklaması ile duyuruldu

* LGBTİ hak ve özgürlüklerine dair politika önerileri seçim kampanyalarında açıkça yer almalı.
* LGBTİlerin siyasete katılımının önündeki tüm engeller kaldırılmalı. LGBTİlerin siyasetin her kademesinde açık kimlikleriyle ayrımcılığa uğramadan yer alabilmeleri için gereken önlemler alınmalı.
* Hak temelli sosyal politikaların hayata geçirilmesi yönünde adımlar atılmalı. Eğitim, sağlık, barınma, istihdam, yaşlılık, emeklilik, gelir desteği ve diğer tüm sosyal politika alanlarının LGBTİ’lerin eşit biçimde faydalanacakları biçimde düzenleneceği seçim programlarında kamuoyuyla paylaşılmalı.
* Seçimlerden sonra başlaması planlanan yeni Anayasa yazım sürecinin şeffaf ve katılımcı olması için çalışacağını ve bu süreçte LGBTİlerin hakları da dahil olmak üzere tüm insan haklarının korunacağına ilişkin nasıl tavır alacağını kamuoyuna duyurmalı.
* LGBTİ haklarının hayata geçirilmesi yönünde atılacak adımlarda LGBTİ hareketi ile işbirliği sağlanmalı.

(Kaos GL)