Ana Sayfa Blog Sayfa 3733

Hekim örgütleri uyarıyor, “Kömürlü termik santraller ölümcül”

Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) de aralarında olduğu hekim örgütleri, Türkiye’de son birkaç yıldır hızlanan kömürlü termik santral yatırımları ve kentlerde hava kirliliğindeki endişe verici artış dolayısıyla ortak basın açıklaması yaptı.

4TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Bayazıt İlhan

Sağlık ve Çevre Birliği HEAL’in girişimi ile hazırlanan kısa broşür, Türkiye’den beş hekim ve tıbbi uzmanlık kuruluşunun işbirliği ile yayımlandı. Türk Tabipleri Birliği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği, Türk Toraks Derneği, Türk Solunum Araştırmaları Derneği ve İş ve Meslek Hastalıkları Uzmanları Derneği ortak basın açıklaması yaparak, broşürü kamuoyu ile paylaştı.

Basın açıklamasında yer verilenlere göre, Türkiye Avrupa’da hava kirliliğinden kaynaklı erken ölüm oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Güncel araştırmalara göre, Türkiye’de sadece 2010 yılında, dış ortamda partikül madde (PM) ve ozona maruz kalma sonucu 28 924 kişinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.

“Hükümetin kömüre dayalı enerji talebini endişeyle izliyoruz”

TTB Merkez Konseyi Başkanı Dr. Bayazıt İlhan, konuyla ilgili olarak “Kirli havanın solunması pek çok sağlık sorununu tetiklemektedir. Kentlerde daha temiz bir havanın sağlanması, halk sağlığını da büyük ölçüde iyileştirecektir. Ancak çoğu zaman hava kalitesinin sağlığa yapacağı katkı görmezden geliniyor” dedi.

Kömürün hava kirliliğine katkısının ciddi boyutlarda olduğunu belirten Dr. Bayazıt İlhan, “Hükümetin gelecekteki enerji talebini kömürle karşılamayı seçen politikalarını endişe ile izliyoruz. TTB ve ilgili uzman hekimlik dernekleri olarak, hükümeti, ülkenin enerji üretimi ve arzıyla ilgili tartışma ve kararlarda, özellikle kömürlü termik santrallerin arttırılması yönünde karar alırken, bu kararlarının getireceği sağlık etkilerini ve maliyetleri de hesaba katmaya çağırıyoruz” diye konuştu.

(Yeşil Gazete)

13 dakika ötemizde Asuri-Süryaniler katlediliyor, biz ise seyrediyoruz! – Nurcan Baysal

DİYARBAKIR

Geçen Ağustos ayından beri gözyaşımız dinmedi. Az önce evde tam çayımı demlemiş, Selahattin Demirtaş’ı izlemek için kendimi hazırlamışken, Asuri arkadaşlarımdan gelen bir telefon nispeten sakin geçireceğimi umduğum bir akşamı tekrar gözyaşlarına boğdu.

Haseke’nin Habur nehri kıyısındaki 35 Asuri-Süryani köyüne IŞİD saldırmış, 8-10 köyün IŞİD’in eline geçtiği söyleniyor. Gözyaşlarıyla anlatan arkadaşımı sakinleştirerek, bilgileri tek tek almaya çalışıyorum. Uluslararası kanallarda verilen 90 Asuri-Süryani’nin IŞİD’in eline geçtiği rakamının doğru olmadığını, muhtemelen 90 ailenin IŞİD’in eline geçtiğini öğreniyorum. Henüz tüm rakamlar teyitli değil. Haseke’den gelen bilgiler doğrultusunda teyit ettirdiğim rakamlar şunlar:

Tal Jazira  köyünden 82, Tal Fayda’dan  5, Tal Kouran’dan 21, Tal Hermiz’den 11, Tal Shaameram köyünden ise 51 kişinin IŞİD tarafından kaçırıldığı, ama henüz haber alınamayan köylerle aşağı yukarı IŞİD’in eline geçen Asuri-Süryanilerin 350 civarında olabileceği söyleniyor. Bunların çoğunun kadın ve çocuklar olduğunu tahmin etmek zor değil. Köyleri korumak için kurulan yerel Asuri-Süryani birliklerinden 30 genç savaşçı da bu kadın ve çocuklarla birlikte kaçırılmış durumda, savaşçıların öldürüleceği bilgisi ulaşmış.

IŞİD’in eline geçen ailelerin isim listelerine baktığımda, soyadlarının hiç de yabancı olmadığını görüyorum. Tüm gece konuştuğum Asuri-Süryani arkadaşlarım açıklıyor durumu: Nedeni bu insanların yüzyılın başında Hakkari ve Şırnak Bölgesinden göç eden Asuri-Süryaniler olması. 1915’te Ermenilerle birlikte katliam gören  Asuri-Süryaniler Hakkari-Şırnak Bölgesinden ayrılıp Irak’ta Simera Bölgesine göç ediyorlar. Arap yönetiminin yaptığı 1933 Simera katliamı sonrası, Simera’daki 65 Asuri-Süryani köyü boşaltılıyor. Katliam sonrası azalan Asuri-Süryaniler, bu sefer Habur nehri kıyısına gelip 35 köy kuruyorlar ve bu köylerde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Şimdi de IŞİD saldırıları ile yine katliam, yine göç…
IŞİD her zaman yaptığı gibi insanlar uykudayken,  sabah 5 gibi köylere saldırıyor. Uykuda yakalanan köylüler üstlerindeki kıyafetlerle kaçıyorlar. YPG ve yerel Asuri-Süryani birliklerinin yardımı ile Haseke merkeze ve oradan da bulunan otobüs, pikaplarla Kamışlı’ya yönlendiriliyorlar. Bölgede bulunan kiliselere de yerleştiriliyorlar. Sanırım YPG’den de ölenler var, ama henüz teyitli değil.

Alo: Ben Devlet-i İslam
Görüştüğüm dostlarım ulaşamadıkları akrabalarını aradıklarını, ama cep telefonlarına IŞİD’çilerin çıktığı ve “Ben Devlet-i İslam” diye telefonları cevapladıklarını anlatıyor.

3000 Asuri-Süryani şu an biz sıcak evlerimizde uyurken yollardalar. Bir bilinmeze gidiyorlar. Haseke ve Kamışlı’ya hemen gıda, kıyafet, battaniye ulaştırmak lazım. 1 saat bile değil Kamışlı, haritaya bakıyorum, Nusaybin’den sadece 13 dakika. 13 dakika ötemizde oluyor bütün bunlar, sadece 13 dakika…

Görüştüğüm Asuri-Süryani kadınlar, tüm kadınları onlarla direnmeye çağırıyorlar.

Sonra bunları yazarken nasıl yazabildiğimi düşünüyorum. Ben size bu gece vakti bunları sıcak evimden yazarken onlar muhtemelen katlediliyor ve ben sadece yazabiliyorum. Çok öfkeliyim, çok kızgınım, çünkü sadece yazabiliyorum… Yüzyılın başında, büyük umutlarla yerleştikleri Habur kıyısında da artık köyler yıkık, ocaklar yanmıyor, beşikler boş… Ve ben sadece yazabiliyorum.

Yapabileceğimiz daha çok şey olmalıydı…

Nurcan Baysal – t24.com.tr

Hepimiz buradaydık; bu toplum, bu hayat biçimi yoğrulurken hepimiz buradaydık! – Hürrem Sönmez

Özgecan Aslan cinayetiyle birlikte memlekete bir şey oldu.

Toplumsal olayların etkilerini doğru okuyabilmek biraz zaman gerektirir; bu nedenle şu an için, ‘Başımıza bir felaket geldi ve arkasından iyi bir şey oldu’ diyemediğimiz gibi ‘Çok kötü bir şey oldu daha kötüsü yolda’ da diyemiyoruz. Ama hepimiz buradayız ve görüyoruz; ‘memlekete bir şey oldu.’

‘Uzun soluklu bir gerçekle yüzleşme dönemi’
Bir yandan ülkenin farklı yerlerinden kadın cinayeti haberleri gelmeye devam ederken, diğer yandan kadınlar konuşmaya başladı. Zembereğinden boşalmış gibi, taciz, tecavüz, şiddet, ayrımcılık hikayeleri akın ediyor hayatımıza.

Kadınlar (ve erkekler) bugüne kadar bilinçli veya bilinçsiz unuttukları, üstünü örttükleri, gizledikleri, içlerine gömdükleri, sustukları her ne varsa yüksek sesle anlatmaya başladı. Memleketten bir çığlık yükseliyor. Küllenmiş hikayeler, kirli çamaşırlar, halı altına süpürülmüş tozlar, yok farz edilen her ne varsa bir bir ortaya dökülüyor.

Gelecekte bir gün tarih yazıcıları belki yaşadığımız şu günleri ‘uzun soluklu bir gerçekle yüzleşme dönemi’ olarak anlatır. Bilmiyorum.

Çığlık çığlık anlatmaya başlayan kadınlara, ‘Kapayın çenenizi’ ya da ‘Psikoloğa gidin’ diyenleri ciddiye dahi almıyorum.  Çünkü onlar sahibinin sesi olmakta beis görmeyen, bunu da gizlemeyen kirli işbirlikçiler. Tek kaygıları da gerçeklerin konuşulmasının tapındıkları ‘erk’e zarar vermesi.

Bugüne kadar Patagonya’da mı yaşıyordunuz?
Ancak bütün bu olan bitene karşı tüm iyiniyetiyle şaşırarak tepki gösterenler, bugüne kadar Patagonya’da yaşıyormuşcasına ‘Ayy nereden başımıza geldi bunca musibet’ diye ahlanıp vahlananlar var ya işte onlara diyecek sözüm var hâlâ.

Kendilerine ‘iyi kalpli şaşıranlar’ diyebileceğimiz, derya içinde olup deryaya yabancı bu kitlenin bir kısmı şimdi telaş içinde ve yine kendi az gelişmişliği dahilinde çözüm üretmeye çalışıyor, eksik siyasi ve toplumsal okumayle bulabildikleri yegâne çözüm topu devlete atıp ‘Cezalar ağırlaşsın’, ‘İdam cezası geri gelsin’ diye bas bas bağırmak.

Üstelik o ilkel ve bânâl fikirleri yüzyılın en önemli siyasi keşfiymiş gibi bir özgüven içindeler. Irkçılık, ilkellik, şiddet övgüsü ülkemizde bir ata sporu olduğundan kimse bir insaniyet ve aklıselim süzgecine ihtiyaç duymuyor fikir üretirken. Daha yapıcı bir yerden bakmaya çalışanlar ise ‘eğitimsizlik’ tespitine bağlıyor konuyu, bu da doğru elbette ‘eğitim şart.’

Başımıza gelen bunca felaketin müsebbibi  cezaların yetersiz olması, kötü siyasi iktidarlar, adaletin işlememesi ve ‘eğitimsiz insanlar’ dedik ve sorunu çözdük, hallettik öyle mi? Hatta ‘Şu AKP belâsını bir savuştursak memleket yeniden cennet olacak’ değil mi?

Meseleyi sosyal ve ekonomik köklerinden koparıp da işi hukuk ve siyasete havale ettiğimizde masumiyetimize hâlel gelmeyecek, elimiz kirlenmeyecek, ‘Biz neden böyle olduk?’ sorusunu kendimize sormayacağız, mutlu mesut devam edeceğiz hayatımıza. Kadın erkek ilişkilerinin neden bu ülkede hastalıklı yaşandığını da düşünmemiz gerekmeyecek. Hangi toplumsal arazlarla malûl olduğumuzu da.

Bu kötülük iklimi AKP’yle başlamadı
Adaletin işlemediği tespitine itirazı olacak en son insanım; ne yazık ki hukukçuyum, eh siyaset ve kötü yönetim konusunda da ne düşündüğüm sır değil. Hani hep alıntılıyoruz, ‘Hukuk iktidarların fahişesidir’ diyoruz ya, doğru. Son günlerde çok daha yüksek sesle dile getiriyoruz, ‘Kadın cinayetleri politiktir’ diye, bu da doğru…

İtirazım şurada: Ne o iktidarların fahişesi olan hukuk, ne kadın cinayetlerine zemin oluşturan siyasi ve sosyal yapı bir uzay aracıyla, başka bir gezegenden iniş yaptı hayatımızın orta yerine. Günden güne artan bu kötülük iklimi AKP iktidarıyla başlamadı ülkede.

Devletin henüz AKP’nin baba mülkü olmadığı günlerde de devlet ve toplum yapısını eleştirenler ‘marjinal’ ilan edilirdi, AKP gelene kadar ‘Allah devlete zeval vermesin’ diyerek geçirdiniz bir bütün ömrünüzü. Polis şiddetini eleştirenlere karşı ‘Polise uzanan eller kırılsın’ deyip tempo tuttunuz. Mahallenizde yargısız infaz yapıldı, ‘Bu hukuka uygun mudur’ diye hiç düşünmeden kahramanları alkışladınız. Tayyip Erdoğan daha ortada yoktu ama polisimiz o vakitler de destan yazıyordu aslında.

Memleketinizde insanlar asit kuyularına atılıyorken sizin bundan haberiniz bile olmuyordu. ‘Tek vatan tek bayraaaak’ diye nutuk atanlara oy veriyordunuz. Bir halkın çocukları silahlanıp dağa çıkıyordu, siz ne oluyor da bu çocuklar dağa çıkıyor diye hiç düşünmeden ‘terörün kökünün kazınacağı’ saadet dolu günlerin hayalini kuruyordunuz. Biraz daha insaflıysanız ‘Bizi bölmek isteyenler tarafından beyni yıkanmış, yazık’ diyordunuz.

Bu arada toplumsal yapı değişiyordu adım adım. Savaş olan bir ülke aynı kalır mı? Şiddet normalleşiyor, kanıksanıyor, köyler yakılıyor, yakılan köylerin çocukları dağa çıkmaya devam ediyor, memleketinizin bir tarafında çok kirli işler yaşanıyor, siz hala ‘Bayraaaakkk Vataaaaann’ diye bağırıyordunuz. ‘Ölü ele geçirilen terörist’ haberine sevinip şehit haberine üzülüyordunuz.

Erkek egemen toplum ve erkek egemen devlet yapısı, feodal düzen ve kanıksanmış şiddet dili üzerine gram kafa yormayıp eleştirel konuşanlara ‘Yav bunlar da böyle feminist /komünist/bölücü/entel’ filan diye bakıp ti’ye alıyordunuz.

Bir sabah kendinizi marjinal buldunuz
Devlet ne zaman ki AKP oldu, ‘Bir sabah kendinizi marjinal buldunuz.’ Gregor Samsa’nın bir sabah kendini böceğe dönüşmüş olarak bulması gibi, devlet aynı devletti de sahibi biraz değişmişti oysa, size ‘ellerin olmuş’ gbi gelse de. Bir sabah topluca ‘marjinal’ oluverdiniz. Halbuki marjinal dediğin ‘kadın hakları, insan hakları, eşitlik, adalet, sömürü düzeni’ adı altında ‘zararlı fikirlerle bu toplumun milli ve manevi değerlerini hedef alan kişiler’di; siz nasıl olur da marjinal olurdunuz bu vatanseverlikle.

Ama devletin yeni sahipleri size düpedüz ‘Bizden değilsin’ diyordu işte. Vatanını milletini seven, askerliğini yapmış, evlenip çoluk çocuğa karışmış, ramazanda orucunu tutup akşam iki tek rakısını içen, elhamdülillah müslüman ama Atatürk’e bağlı, bayrağını kutsal gören, Kürtlerle et tırnak olduğunu düşünen, ‘Hepimiz kardeşiz’ diyen, ‘Kadınlar çiçektir’ diyen ‘iyi kalpli’ insanlardınız.

Hem tüm kalbinizle sevdiğiniz için ne günahlar işlediğini asla görmediğiniz bu devlet, bugüne kadar sizindi. Türk insanı misafirperverdi, tarihi kahramanlıklarla doluydu, Atatürk’ün Türkiye’si çağdaş muasır bir medeniyetti.

Şimdi sokaklarınızda çatır çatır kadın öldürülüyordu ya, muhtemelen şu AKP iktidarı ‘az gelişmiş’ bazı ülkelerden ‘eğitimsiz cahiller’ ithal etmişti bu suçları işlesinler diye, yoksa Türk insanı en hassas duyguların insanıydı, kültürümüzde yoktu şiddet filan.

Şimdi diyorsunuz ki…
Yaşadığınız ülkede AKP gelene kadar, ne sosyal adaletsizlik üstüne kafa yordunuz ne yerleşik muhafazakarlık ve erkek hakim toplum yapısı ne de devletin şiddet yüklü diline. Kendiniz bu ‘boş işler’le meşgul olmadığınız gibi kafa yormaya çalışan, emek veren, kitap okuyan, eyleme giden, toplantı tertip eden, kendince debelenen insanlara da müstehzi bakmaktan geri durmadınız. Hatta Gezi olaylarına kadar ‘barışçıl gösteri’ değil ‘anarşik faaliyet’ti bunlar.

Şimdi diyorsunuz ki, ‘Kadınları öldüren bu canavarlar nereden çıktı?’

Şimdi diyorsunuz ki, ‘Bu ülke niye adaletsiz?’

Şimdi diyorsunuz ki, ‘Bu rant düzeni nasıl kuruldu, bu insanlar neden böyle cahil ve cahiller nasıl da bu kadar egemen olabildi?’

O zaman yanıt verin bakalım…

En son ne zaman, sadece kendiniz için değil başkaları için de ‘gerçekten adalet’ talep ettiniz?

En son ne zaman başkalarının hakkını savundunuz?

En son ne zaman bir başkası için özgürlük talep ettiniz?

Çocuğunuza kendini ezdirmemeyi öğretirken, başkasını ezmemeyi de öğrettiniz mi?

Meselenin özü
Üniversite diploması sahibi olmak aydınlanmaya, yaşadığınız ülkeyi bilmeye ‘farkında olmaya’ yeter sandınız. Hâlâ da sanmaya devam ediyorsunuz.

Meselenin özü şu: Bu ülkede baskın çoğunluk daima kendinden ve kendi yakınlarından, parasından, pulundan, zevkinden, safasından başka şeyle âlâkadar olmayan ve olmadığı gibi, daha iyi bir dünya üstüne emek harcayan ‘idealist’ insanlara ‘loser/kıt akıllı/hayalperest/boş işler insanı’ muamelesi yapan bir kitledir. En kötü ve en vasatın iktidarında artık kendini marjinal ve dışlanmış hisseden bu kitle şimdi kendince bu pisliğe ve kötücül tabloya şaşırarak bakıyor, sadece sonucu görüp kendisi o pisliğin bileşeni değilmiş gibi davranarak.

Hepimiz buradaydık kardeşim, bu empati yoksunu toplum, bu diğerkâmlıktan zerrece nasibini almamış hayat biçimi yoğurulurken hepimiz buradaydık.

 

Hürrem Sönmez – Diken.com.tr

Nükleer santral mağduru Fukuşima’nın Balıkçıları şokta! “TEPCO güvenimizi suistimal etti! “

Fukuşima nükleer santralinin işletmecisi olan Tokyo Elektrik Şirketi’ni (TEPCO), devam eden soruşturma çerçevesinde 10 ay boyunca yaşanan radyoaktif sızıntıyı sakladığını kabul etmek zorunda kaldı. Daha önce  Yeşil Gazete’de yayımladığımız sızıntının detaylarını içeren  habere buradan  ulaşabilirsiniz.

Salı günü nükleer santralin 2 no’lu reaktörünün çatısındaki oluktan Mayıs ayından itibaren yağmur yağdıkça denize akarak  çok yüksek oranda sezyum içeren radyoaktif  su birikintisinin olduğu radyoaktif sızıntının  Mayıs 2014 ‘ten beri devam ettiği ortaya çıkarılmıştı.

Televizyona çıkan ve durum hakkında açıklama yapan bir TEPCO yetkilisinin şu sözleri balıkçılar arasında şaşkınlık yarattı: “Bu bizim araştırmalarımız çerçevesinde ortaya çıktı, drenaj sisteminin denize akmasından mütevellit böyle bir durum yaşadık, olumsuz bir durum farkedince hemen raporladık

TEPCO sözcüsü, çevrede ve denizde yaptıkları ölçümlerde herhangi bir olumsuzluğun daha önceden tespit edilmediğini bu sebeple durumu o zaman raporlamadıklarını belirtti. Ne zamanki reaktörün çatısındaki radyoaktif suyun 1 litresinde 23000 bekerel radyoaktivite ölçüldü ki bu miktar çatının diğer noktalarında yapılan ölçümlerinin 10 katıydı, o zaman daha gerçekçi bir çözüm bulana kadar kum torbalarıyla sızıntıyı durdurmaya çalıştıklarını söyledi.

Bu açıklama 2011’den beri nükleer santral alanında temiz yaptıklarını ,bu çalışmalara desteği ve onayı aranan balıkçılar arasında tam anlamıyla “şok etkisi” yarattı.

yaşlı balıkçı

 

 

“TEPCO’nun durumdan haberdar olmasına rağmen neden sessiz kaldığını anlamıyorum. Balıkçılar tamamen şokta” ifadeleriyle açıkladı Balıkçılar Kooperatifi Başkanı  Masazuku Yabuki ve TEPCO’dan bir toplantı talep etti.

“Krizi bir an önce çözebilmek için balıkçılarla orta yol bulmam gerektiğini düşündüm, ben TEPCO’ ya güvenmiştim.” “Fakat  onlar ise hepimizi kandırdı” dedi.

Fukuşima’daki nükleer felaketten sonra Balıkçılar,  santralin işletmecisi olan  güvenlerini suistimal etmekle suçluyor. TEPCO geçen hafta Çarşamba günü meydana çıkarılan radyoaktif oluk suyunun denize aktığını üstelik bunun Pasifik okyanusuna akmasını önlemek için aylar boyunca herhangi bir girişimde bulunmadığını da kabul etti.

Bu olay tam da  balıkçılar TEPCO’ ya tankerlerdeki kontamine su seviyesini düşürülmesi ve yeraltı suyunun okyanusa pompalanması için  onay verdikten sonra oldu. Fakat TEPCO’nun balıkçılardan onay almasını gerektirecek daha bir çok aksiyon var ve bu son vaka bu onayın alınmasını zorlaştıracak.

TEPCO yetkilileri hakkında Eylül ayından itibaren soruşturma yürütülüyor olsa da, Fukuşima Valisi  Masao Uchibori ise   bu durumu“çok pişmanlık verici”olarak niteledi ve bu olayda “bilginin hızlı paylaşımı, farkındalığın önemi– bu iki şey  yok sayıldı ” dedi

Fukuşima felaketinin üstünden 4 yıl geçmiş olmasına rağmen problemler devam ediyor ve farklı stratejiler denenerek radyoaktif yayılımın engellenmesine çalışılıyor. İnsanların yine eskisi gibi Fukuşima’ya dönüp, topraklarını işlemesine olanak verecek, hayatlarına devam edebilmelerini sağlayacak bir temizlik,  milyonlarca dolar, hükümet desteği  ve  tüm bunlar sağlanıyor olsa bile on yılların geçmesini gerektiriyor.

 

 

(RT, Yeşil Gazete)

 

 

 

 

 

Dünyayı yemek yiyerek kurtarmak [2]

Yazı dizisinin ilk yazısı için tıklayınız

Yediğim herkese yetecek mi?”

20.yy ortasında yaşanan ”kimyasal tarım” devriminin (ki ironik biçimde Yeşil Devrim – Green Revolution diye adlandırılmıştır) güvenirliği kamuoyunda

Durukan Dudu
Durukan Dudu

tartışmalı hale dönüşürken, bir yandan da, kimya-tabanlı tarımın temel iddiası olan ”Dünyayı ancak ben doyurabilirim!” önermesi de ciddi bir çöküş yaşıyor. Bunun nedenlerini biliyoruz: Kimya-tabanlı tarım, avcı-otcul-bitki-toprak döngüsünün yüzbinlerce yılda yarattığı devasa toprak besin (soil nutrient) bereketinin, aynı ilişkinin milyonlarca yılda yarattığı yeraltı enerji birikiminin (fosil yakıtlar, özellikle de doğalgaz ve petrol) son derece verimsiz1 şekilde kullanımıyla, aynı bir madenden cevher çıkartır gibi hortumlanması işlemidir. Ve hunharca hortumlanan, bir noktada tükenir.

ABD’nin 35. Başkanı John F. Kennedy, 1963 yılında Dünya Gıda Kongresi’nin açılışında “Geçtiğimiz 20 yılda devrimvari gelişmeler yaşadık. Ortalama bir ABD çiftçisi 1945’te ürettiğinin 3 katı gıda üretebiliyor artık […]İlk defa herkesi doyuracak kadar gıdayı nasıl üretebileceğimizi biliyoruz […] Yaşam süremiz içinde Dünya’da açlığı tamamen yok etmemiz mümkün”2 dediğinden bu yana 52 yıl geçti ama açlık ortadan kalkmadı. Üretim artışları, (pek tabi sonsuz olmayan) fosil yakıt tabanlı girdiler arttırılsa da durdu, topraklardaki organik madde ve diğer besinler “bitti”3.

“Kurumsal gıda” savunucusu bir tanıdığınız “Tamam da sizin dediğiniz gibi tarım dünyayı doyurur mu?” diye bıyık altından gülerek sorduğunda, “%99 ihtimalle, 10 milyardan fazla insanı doyurabilir, evet. Ondan daha kesin olan ise konvansiyonel üretimin 7 milyar insanı bile doyuramadığı ve doyuramayacağı” gibi bir cevabı gönül rahatlığıyla verebilirsiniz; gıda üretiminin yarattığı ‘miktar olarak çok yemeye rağmen yetersiz beslenme’, obezite, kanser vakalarındaki artış vb. konulara girmeye vakit bulamasanız bile.

Tarım sistemlerini devamlılık kapasiteleri açısından sıraladığımızda karşımıza “Tüketici tarım – sürdürülebilir tarım – onarıcı tarım” gibi bir skala çıkıyor. Yeşil Devrim’in ürünü olan tüketici tarımın miadının dolmuş olması, “petrol zirvesi”4yle de paralellik gösteriyor. Sürdürülebilir tarımın sembolü olan anaakım/indirgenmiş organik tarımın ise adil destek mekanizmaları ve yeterli yaygınlaştırma çabasıyla mevcut nüfusu ve fazlasını doyurabileceği biliniyor5.

Onarıcı tarımın ise normal koşullarda konvansiyonel üretimden biraz yüksek çıktılara ulaştığı belirtiliyor; iklim değişikliği nedeniyle ”norm” haline gelen kuraklık, sel ve olağanüstü hava koşulları koşullarında ise konvansiyonelin 3’te 1’i maliyetle, toplamda iki katı ve üstünde hasat miktarlarına ulaştığı raporlanıyor6. Bu süreçte toprağın ve ekolojik sermayenin korunmanın ötesinde güçleniyor, su, mineral ve karbon döngüsünün ve biyolojik çeşitliliğin zenginleşiyor olması, yani doğal sermayenin bereketlenmesi de giderek artan bir gıda güvenliği ve güvencesi, gerçek sürdürülebilirlik demek.

Onarıcı tarım dendiğinde akla gelen çok-kuşaklı çiftliklerden biri de Amerika'daki Polyface. Sadece otla beslenen hayvancılık ve doğrudan müşteriye satış konularında çığır açan çiftliğin kurucusu Joel Salatın, çiftçiliğin aynı zamanda ünlü bir gıda aktivisti. Salatın, yaratıcı ve basit çözümleriyle de ünlü. Foto: Polyface'den %100 otla beslenen mobil tavuk kümesleri
Onarıcı tarım dendiğinde akla gelen çok-kuşaklı çiftliklerden biri de Amerika’daki Polyface. Sadece otla beslenen hayvancılık ve doğrudan müşteriye satış konularında çığır açan çiftliğin kurucusu Joel Salatın, çiftçiliğin aynı zamanda ünlü bir gıda aktivisti. Salatın, yaratıcı ve basit çözümleriyle de ünlü. Foto: Polyface’den “pasture-raised” yumurta tavukları ve mobil kümes. GÜNCELLEME: Mart 2016

Yediğim çevreye ne edecek?”

Bütüncül Yönetim 7’in 4 temel bulgusundan birinden alıntılayalım, “Doğa (ve haliyle tarım) bütünler halinde işler.” Onarıcı tarımın getirdiği temel paradigma değişimlerinden biri olan bu gözlemin bir yansıması da, ”doğru” tarımın hem ekonomi, hem sağlık, hem toplum, hem de ekoloji ve çevre için korumanın ötesinde onarıcı etkide bulunduğu.

Çevresel etkiyi, etkinin fiziksel alanını, derinliği/büyüklüğü ve süresiyle çarparak buluruz. Bu noktada tarım insanlığın elindeki en güçlü araç, ve bu aracı uzun yıllardır oldukça kötü, yokedici kullanıyoruz. Son 75 yılda iyice ağırlaşan bir yanlış/kötü kullanım, evet – ama öncesi de “safi güzellik” değil. Organik tarımın indirgenmeye çalışıldığı ”zehirsiz – sentetik gübresiz tarım”, bugüne dek onlarca medeniyetin çökmesine neden olacak felaketler yaratabildi. Mezopotamya’yı çölleştirererek kendi çöküşlerine neden olan Sümerler, tanım itibariyle organik tarım yapıyordu. Maya uygarlığının çöküşüne giden yolda, zehirsiz ve sentetik gübresiz tarımın yarattığı çevresel yıkım önemli rol oynadı. Anadolu mera ve bozkırlarının çoraklaşıp verimsizleşme süreci 50 yıl önce değil, en az 2000 yıl önce başladı.

Bugünün ve geleceğin tarımını tasarlarken unutma ya da görmezden gelme lüksüne sahip olmadığımız olgular bunlar. İnsanlık tarihi ve özellikle de gıda üretimi, binlerce yıldır süregelen kolektif bir deney ve bizden önceki her deneyimden yararlanarak daha iyisini yapmamız gerekiyor.

“İnsan aktiviteleri doğa için kötüdür” önermesi Sanayi Devrimi’nden bu yana (ve haklı sebeplerle), hikmetinden sual olunmaz bir hakikat halini aldı. “Ekonomi mi – doğa mı?” tercih(ler)inin sıfır toplamlı bir oyun8 olduğu da bu kemikleşmiş varsayımın bir parçasıydı. Bunun tarımdaki yansıması da, “yapabileceğimizin en iyisi, ayakizimizi mümkün olduğunca azaltmak olacaktır (çünkü ayakizimiz kötü)” algısı oldu.

Ve ama geçmişin tarımı, yokedici uygulamalar kadar Zai çukurları, İnka teraslaması, Amazonlarda toprak verimini arttırıcı biyo-kömür (bio-char) uygulamaları, Kuzey Amerika yerlilerinin doğal ormanları devasa gıda ormanlarına dönüştürmek gibi onarıcı tarım yoluyla doğayı onarıcı biçimde “idare” ederek bereketlendirdikleri örnekleri de barındırıyor.

İklim değişikliğiyle mücadele etmede onarıcı tarım büyük rol oynayabilir. Foto: Anadolu Meraları
İklim değişikliğiyle mücadele etmede onarıcı tarım büyük rol oynayabilir. Foto: Anadolu Meraları

Onarıcı tarım, ekolojistlerde (biraz da haklı olarak) yaygın olan mizantrop (insanı zararlı gören) anlayışın tersinin mümkün olabileceğini göstererek, hatta insan olarak doğadaki rolümüzün “doğru yönetim/idare” olduğunu yukarıdaki tarihsel örneklerle de destekleyerek kritik önemde bir paradigma değişimi yaratıyor. Ve hatta, iklim değişikliğinin sebebi olan seragazı salımlarının en büyük kaynaklarından biri olan mevcut tarım sisteminin, onarıcı tarım sayesinde, iklim değişikliğini durdurup tersine çevirmenin tek yolu olduğunu da gösteriyor.

Bir insanın yıllık gıda ihtiyacı yaklaşık yarım ton. Konvansiyonel (yani, kimya-tabanlı ve doğal kaynakları sömürücü) tarım sisteminde, bu yarım ton gıda üretimi için yaklaşık 10 ton toprak verimsiz hale getiriliyor, öldürülüyor. Bu aynı zamanda toprakta ”organik madde” yani bereketin yapıtaşı olan karbonun atmosfere karışarak karbondioksit haline gelmesi, yani iklim değişikliğini hızlandırması demek. Toprağın içindeki toplam karbon miktarı, toprağın üstündeki (ormanlar, hayvanlar, vs.) karbonun 4 katı, atmosferin tamamındaki karbonun ise 3 katı. Dünyanın mera ve bozkırlarındaki organik maddenin ortalama %1 arttırılması halinde, ki bu gıda üretiminde ve toprağın su tutma kapasitesinde – yani kuraklık ve selleri engellemede- önemli bir bereket artışı anlamına geliyor, atmosferdeki karbondioksit seviyesinin Sanayi Devrimi öncesi seviyelere düşmesi, yani iklim değişikliğinin sona ermesi anlamına geliyor.

Bu %1’lik artışı, Bütüncül Yönetim sayesinde düşük maliyetli hayvancılık da yaparak, zemin bitkileri ekimi ve pulluksuz tarımla çok-çeşitli bütüncül planlı otlatmalı otcul hayvan entegrasyonları gibi onarıcı tarım yöntemleriyle, oldukça kötümser bir hesapla 10 yılda gerçekleştirmek işten bile değil9.

Diğer bir deyişle, yüksek masraflarla (ve yoğun devlet destekleriyle!) kötü gıda üreterek Dünya’yı yoketmeye mahkum değiliz: Onarıcı tarımla düşük masraflarla kaliteli gıda tüketerek Dünya’yı kurtarabiliriz.

Topluluk destekli tarım uygulamaları giderek yaygınlaşıyor. Foro: Ormanevi Kolektifi
Topluluk destekli tarım uygulamaları giderek yaygınlaşıyor. Foro: Ormanevi Kolektifi

 

Ben sadece tüketici miyim?”

Gıda konusunda mevcut durumun bu kadar yanlış olduğu ve ama bir o kadar da umut dolu bir çağda, en anlamlı sorulardan biri de ”Şehirli ben ne yapabilirim?” olsa gerek. Gıdanın üretim ve dağıtım sürecinde ”gıda zincirleri” yerine ”gıda ağları” modelinin hakim olmasının ne kadar önemli olduğunu önceki bölümlerde tartışmıştık.

Peki bu ağlar nasıl kurulacak? İyi gıdaya özgür biçimde ulaşmak, kolektif bir gelecek tahayyülünün inşasına birebir dahil olmak, nesne değil özne – edilgen değil etken olmak isteyenler neler yapabilir?

Gıda ağları konusunda son on yılın önemli gelişmesi Topluluk Destekli Tarım -TDT (Community-Supported Ağrıculture) modelleri oldu (bizler şimdi çıtayı “Topluluk Destekli Onarıcı Tarım” diyerek yükseltmeyi öneriyoruz). Bunlara örnek olarak Ankara civarındaki Doğal Besin Bilinçli Beslenme (DBB) grubu gibi nispeten oturmuş grupların yanısıra, Batı İzmirTopluluk Destekli Tarım grubu (BİTOT) benzeri yeni oluşumlar da var. Ayrıca Buğday Derneği’nin Çanakkale’de yürüttüğü bir TDT araştırma projesinin bir çıktısı olan ÇAYEK gibi çoğaltılabilir örnekler yaratmaya çalışan gruplar var.

Bunların yanısıra, üretici-tüketici bağını doğrudan kurmanın farklı yollarını arayan ve deneyen niyetli topluluklar var. Bunlardan bazıları gıda ağlarındaki hanelere düzenli haftalık koli/kargo gönderimiyle gıda gönderimi yaparken, Ormanevi örneğinde şehirde ”türeticibaşları”10 temelli mikro-ağlar oluşturma süreci deneniyor. Bütün bu örneklerde internetin ve diğer iletişim araçlarının etkin kullanımı, ortak bir özellik. Yine bir çok örnekte, özellikle niyetli-topluluklar ve çiftlikler arasında yerel para birimleri kullanılıyor, ürün ve hizmet takası yapılabiliyor.11

İsveç'te yeni kurulan Ridgedale Permakültür Çiftliği'nin havadan görünüşü
İsveç’te yeni kurulan Ridgedale Permakültür Çiftliği’nin havadan görünüşü

TDT modellerinin Türkiye’de henüz tam anlamıyla işlemeyen önemli bir bileşeni ise, gıda topluluğunun, gıda topluluğunun üreticisi olan çiftçiyle üretimden önce anlaşarak üretim miktarı, şekli, zamanlaması ve dağıtımı konularına birlikte karar vermesi ve üretim maliyetlerinin bir kısmını önceden karşılaması. Böylelikle hem üretici hem de tüketici bilinmezlikten kurtularak sağlıklı bir planlama yapabiliyor, güvene ve karşılıklı kontrole dayalı gıda ağları oluşuyor. Bu modeller, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da hızla yayılıyor. Avrupa örneğinde, özellikle Kuzey Avrupa gibi nüfusun düşük olduğu kırsal bölgelerde yükselişte olan ”yerel ekonomi” kavramıyla gıda özgürlüğü ve etkin gıda ağları meselesi el ele yürüyor.12 ABD’de Joel Salatin’in Polyface Farms’i gibi onarıcı tarımla yaratıcı girişimcilik ve işbirliği modellerini birleştiren çiftlikler, doğrudan tüketiciye ulaşmak ve yeni onarıcı çiftçiler yetiştirmek için çok önemli işlevler görüyorlar.

Dünyayı yemek yiyerek kurtaracağız

Gıda meselesinin hayatın her yanına sirayet eden, politikayı, devlet ve ticaret sistemlerini dahi kökten şekillendiren devasa etkisi, daha iyi bir dünya tahayyülümüzün temeline ve başlangıcına ”gıdayla ilişkimizi” koymamızı gerekli kılıyor. Bu yazıda paylaşmaya çalıştığım boyutlar meselenin bir kısmı sadece: Son kanun değişiklikleriyle ve toplulaştırma süreciyle yine gündemde olan tarım arazileri ölçeğinden son onyıllarda artan devasa boyutlarda ulus-ötesi ”toprak gaspı”13 sorununa, tarım arazilerinin mülkiyet değiştirmesinden Topraksızlar hareketine, vejetaryenlik ve veganlıkla paralel olarak tahıl-temelli üretimin cilalanmasının gerçek anlamından birbiriyle ciddi anlamda çelişen farklı diyet ve beslenme formüllerine, gıdada denetimden çiğ süt sorusuna, kilo vermek/almak konusunda yıllardır dayatılan ve hikmetinden sual olunmaz gerçek halini almış aldatmacalara, şehir bahçeciliğinden kırsala gidiş akımlarına kadar bir çok kilit konu daha var.

Öyle ki, safi gıdayla ve toprakla olan etkileşimimizi değiştirerek, tüm medeniyeti, tüm sistemi baştan yaratabiliriz. ”Yapılması gerekenler”,” yapılması mümkün olanlar” ve ”yaparken keyif alıp hayatın anlamını bulacağımız şeyler kümeleri”, tarihte ilk defa bu kadar net biçimde kesişiyor, üst üste biniyor, keyifle kucaklaşıyor.

Yaşamı hep beraber ve lezzetli kılma çağına hoş geldik.

Yazı dizisinin ilk yazısı için tıklayınız

Durukan Dudu – Yeşil Gazete

SON.

Resistance: "Direniş"
Resistance: “Direniş”

Dipnotlar:

1 Bu vesileyle, hasat edilen ürün ”miktarıyla” ”verimlilik” arasındaki farkın da altını çizelim. Türkiye’de bazen kasıtlı bazense bilmeyerek yanlış kullanılıyor bu kavramlar. Hasat miktarı, toplam çıktıya işaret ediyor, örneğin, ”dönümde 600 kg pirinç”. Verimlilik ise hasat edilen miktarın (çıktı) süreçte tüketilen enerjiye (girdi) bölünmesiyle bulunur. Konvansiyonel tarımda toplam ürün optimum şartlarda yüksek gözükse de verimlilik çok düşüktür, tüketilen her 5-6 kaloriye karşılık 1 kalori gıda üretilir. Tüketilen enerjinin de petrol gibi sonu olan bir kaynak olması da cabası.

2 Konuşmanın tam metni için (ingilizce): http://www.presidency.ucsb.edu/ws/?pid=9249

3 2014 Ekim’inde Independent gazetesinde yer alan haberde, bilim insanlarının Birleşik Krallık topraklarında 100 hasatlık besin kaldığını belirttikleri yazıyordu: http://www.independent.co.uk/news/uk/home-news/britain-facing-agricultural-crisis-as-scientists-warn-there-are-only-100-harvests-left-in-our-farm-soil-9806353.html

4 İngilizce ”peak oil”. Küresel günlük petrol üretim miktarının, fiziksel koşullar çervesinde ulaşabileceği zirve noktasına ulaşması ve bu noktadan sonra giderek azalması olayına denir. Dünyayı baştan aşağı değiştirecek güçte bir dinamik olduğu genel kabul görür. Kimilerine göre 2007’de yaşanmış, kimilerine göre ise önümüzdeki on yılda yaşanacaktır.

5 Bu konudaki farklı modelleme, araştırma ve istatistiklerin iyi bir derlemesi 2006 yılında Worldwatch Enstitüsü tarafından yapılmış – http://www.worldwatch.org/node/4060

6 Bu durumun örnekleri için Facebook’ta Regrarians adındaki grubundaki paylaşımları, http://www.savoryinstitute.com/evidence/case-studies/ adresindeki vaka çalışmalarını inceleyebilirsiniz. Joel Salatın’ın Polyface Çiftliği’nde yarattığı örnek model ve Gabe Brown’ın tahıl üretimi ve hayvancılıkta ulaştığı oranlar da dudak uçuklatıcı cinsten.

7 Zimbabveli biyolog Allan Savory tarafından geliştirilen ve 1980’lerden beri uygulanan onarıcı tarım pratiği ve doğa/tarım gibi karmaşık (complex) yapılarda karar verme algorıtması. Ekim 2014’te Anadolu Meraları’nın davetlisi olarak İstanbul’a gelen Allan Savory’nin dünyada büyük yankı uyandıran TED konuşması için: http://www.ted.com/talks/allan_savory_how_to_green_the_world_s_deşerts_and_reverse_climate_change?language=tr Anadolu Meraları’nın web sayfası ve Savory’nin Türkiye ziyaretinden başına yansıyanlar için: www.anadolumera.com

8 Sıfır-toplamlı oyun, sürecin sonunda (herhangi bir aktörün veya durum tarafından) elde edilen kazanımlarla kayıpların eşit olması halidir. Örneğin kumar, sıfır toplamlı bir oyundur. Matematikte oyun teorisinin ve Nash denkleminin çıktılarından biri olan tanım, ”kazan-kazan” (win-win) kavramıyla birlikte uluslararası ilişkiler teorilerinde sıkça kullanılır.

9 Bu konuda daha fazla kaynağa ve okumaya Bütüncül Yönetim’in kurucusu Allan Savory’nin TED konuşmasında ve Savory Enstitüsü web sayfasında ulaşılabilir. Avusturalyalı toprak bilimci Christine Jones’un websitesinde de önemli veriler var: http://www.amazıngcarbon.com/ . Kanadalı gazeteci-yazar Judith Schwartz’in henüz Türkçe’ye çevrilmemiş ”Çows Save The Planet” kitabı da iyi bir derleme. Yine Savory Enstitüsü’nün Ağustos 2014’de Londra’da düzenlediği konferansın video kayıtlarına enstitünün Youtube kanalından ulaşılabilir, özellikle Dr, Elaine İngham’ın konuşmalarında çok önemli bulgular var. Son olarak, Rodale Enstitüsü’nün 2014’te yayımladığı ”Onarıcı Organik Tarım ve İklim Değişikliği” bu konuda çok önemli bir derleme sunuyor: http://rodaleinstitute.org/assets/RegenOrgAgricultureAndClimateChange_20140418.pdf

10 Türetici, yeni bir kavram. Anonim ürünü, süreçten kopuk olarak tüketen ”tüketici” modeli yerine, üretim sürecine bilgi, haberleşme ve etkileme anlamında dahil olarak süreci beraber üreten, ürünü de tüketen ”türetici” modeli (prosümer), yeni gıda ağları modellerinde sıkça kullanılıyor.

11 Türkiye’deki bu örnekleri derleyen güncel bir çalışma henüz yok. Ancak Ormanevi Kolektifi ve Ormanevi Kırsalda Sürdürülebilir Gelecek Derneği’nin 2015’in ikinci yarısında bu konuda bir derleme yaparak yayınlama planı var.

12 İsveç’in Jämtland bölgesindeki yerel aktörlerin bu konudaki çalışmaları hakkında 2012’de yazdığım yüksek lisans tezine http://stud.epsilon.slu.se/5118/1/düdü_d_121206.pdf adresinden ulaşılabilir.

13 Başlı başına bir konudur. Özellikle Afrika ülkelerinde devasa büyüklükteki arazilerin, devletler veya ulus-aşırı firmalar tarafından çok uzun dönemler için kiralanması durumu yaygınlık kazanıyor. Afrika kıtasında Çin bu konuda oldukça başat rol oynuyor, Türkiye de Sudan’dan arazi kiralayarak sürece dahil oldu. Meselenin büyüklüğüne bir örnek: Güney Koreli Daewoo’nun Madağascar’da 9.000 km2 tarım arazisi kiralamasının ardından ülkede hükümet düştü, yeni hükümet planları iptal etti.

Afşin-Elbistan için Katar ve Japonya işbirliği

Türkiye’nin en büyük termik santrali projelerinden biri olacağı öne sürülen Afşin-Elbistan’a yatırım yapmaya hazırlanan Katar Hükümeti, Japonlarla işbirliği kararı aldı.

15afşin elbistan termik santrali

14 milyar dolara planlanan yatırım için Katarlı şirket Nebras’ın, Japon firmalarla ön mutabakat anlaşması (MoU) imzaladığı belirtildi. Yeni ortaklıkla Katar Hükümeti’ne ait Nebras şirketi ile Japon devleri Mitsubishi Corp, Marubeni ve Chubu Electric Power firmalarıyla konsorsiyum kurulmasına karar verildiği öğrenildi.

Qatar Tribune Business gazetesinin manşetinden duyurduğu habere göre Ekonomi Bakanı al Thani ön mutabakat anlaşmasın Tokyo’da imzaladı.

Bölgedeki habitatı kökünden değiştiren, tarımı yok eden Afşin-Elbistan’daki kömürlü termik santrallerin yol açtığı yıkımı kendi tanıklığı ile gazetemizden de paylaştığımız “Nerede benim yeşil mendillerim, mor sümbüllü bağlarım, al yanaklı bebeklerim” yazısı ile Göknur Yazıcı kaleme almıştı.

Hayvan hakları aktivistleri bu Cumartesi, Kısırkaya’ya karşı İBB önünde

Hayvan hakları aktivistleri 28 Şubat Cumartesi günü İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) önünde buluşarak Sarıyer Kısırkaya geçici hatvan bakım merkezi ve Pendik’te de inşa edileceği duyurulan dev tesisi protesto edecek.

7kısırkaya kampına karşı ibbye

Birkaç hafta önce Kısırkaya’da gerçekleştirilen eylemde bu tesislerin işler hale gelmesi ile artacak olan sokak hayvanlarına yönelik sistematik şiddet, imha; doğanın işgali ve kentin talanını, rant projelerinin hayata geçmesine izin vermeyeceklerini ortaya koyan aktivistler İBB önündeki eyleme için de “Sokak hayvanlarının rant uğruna soykırıma tâbi tutulacağı, mevzuat sayesinde denek, hammadde olarak kullanılabileceği yasal bir sürece girdiğimiz bu dönemde lütfen sesimize ses katın; hayvanları yalnız bırakmayın!” çağrısıyla herkesi davet ediyor.

28 Şubat 2015 Cumartesi günü saat 13:00’de Vezneciler Metro İstasyonu çıkışı, Saraçhane’deki İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlık binası önünde başlayacak ve çağrıcılığını BAĞIMSIZ HAYVAN ÖZGÜRLÜĞÜ AKTİVİSTLERİ,  DÖRT AYAKLI ŞEHİRSARIYER KENT DAYANIŞMASIİSTANBUL KENT SAVUNMASI, KISIRKAYALILAR DERNEĞİ , KUZEY ORMANLARI SAVUNMASI ve YERYÜZÜNE ÖZGÜRLÜK DERNEĞİ‘nin yaptığı eylem ile ilgili çağrı metni şu şekilde;

KISIRKAYA VE PENDİK ÖLÜM KAMPLARINA KARŞI 28 ŞUBAT CUMARTESİ İBB ÖNÜNDE BULUŞUYORUZ.

Kısırkaya’nın ne kadar büyük bir toplama kampı olduğunu, sokak hayvanları için nasıl bir tecrit merkezi olacağını 31 Ocak’taki eylemde hep birlikte kendi gözlerimizle gördük. Doğal yaşam alanları, insanlar tarafından, beton yığınlarla yıllar önce ellerinden alınmış bu hayvanlara, sokaklarımızdaki kuytu köşeler bile iktidar tarafından çok görülüyor. Bizler, daha yanı başımızdayken, sokaktaki hayvanların her türlü şiddete, taciz, tecavüz, işkenceye maruz kalmasına, alınıp satılıp, dövüştürülmesine, hamisi tarafından terk edilmesine, ormana atılarak öldürülmesine engel olmaya yetişemezken, onları, gözden ırak olan bu toplama kampında, idaresindeki barınaklarda hak ihlali, öldürme, işkence, ormana atma sicili hayli kabarık olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden nasıl koruyacağız?

6kısırkaya kampına karşı ibbyeMevzuatın işaret ettiğinin aksine, sert rüzgârlara açık, kaygan toprak üzerine, uçurumun kenarına inşa edilmiş, 20.000 hayvanın şehirden kopartılarak kapatılacağı Kısırkaya’da hayvanlar, gönüllülerin erişiminden uzak, onlarla nasıl ilişkileneceğini dahi bilmeyen çalışanların insafına bırakılacak. Devletin rant, tecrit ve itlaf mantığıyla kurulan bu toplama kampında kimse duymadan, bilmeden katledilebilecekler. Üstelik Kısırkaya’daki toplama kampı, İBB Başkanı Kadir Topbaş’ın bizzat açıkladığı üzere İstanbul’daki sokak hayvanlarının tek cehennemi olmayacak: Anadolu yakasının da bir Kısırkayası olacak. Pendik’te inşasına kısa bir süre sonra başlanacağı “müjdelenen” merkezde, Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyeleri tarafından, ranta, imara, talana açılan İstanbul’un doğu ve güneydoğusundaki ormanlara terk edilmiş binlerce hayvan da önce tecride, sonra sistematik itlafa maruz kalacak.

Böylece şehrin en kadim sakinlerinden olan sokak hayvanları, kentsel dönüşümle, mega projelerle, şehir içi mahallî yerleşimlerin şehrin dışına doğru sürgününe kılıf sağlayan afet yasalarıyla ve 3. köprü, 3. havalimanı inşaatlarıyla devasa bir şantiye alanına dönen şehir alanından tamamen silinmiş olacak. Hayvan katliamlarını öngören bu mega yapılar ve projeler tamamlandıktan sonra ise, söz konusu alanlar ranta açılacak. Sokakları, ormanları ve hayvanları katledilmiş İstanbul, küresel kapitalizme entegrasyonunda bir adım daha ilerlemiş, kendisini bekleyen felaketlere, çığırından çıkmış toplumsal şiddet ve kötülük sarmalına ve topyekûn imhaya bir adım daha yaklaşmış olacak.

Sokaklarda hayvan olmamasının, modernliğin ve batılılaşmanın bir göstergesi olduğunu dilinden düşürmeyen iktidarın, batı medeniyetinin altında yatan katliam pratiklerine, soykırımla toplu imhalara öykündüğünü biliyoruz. Devletler için en çabuk gözden çıkarılabilir olanların, toplumsal ilişkiler ağının en çok ezilen, hakkı korunmayan, kanunun alanına girmeyen, adalet taleplerinde sesi duyulmayan hayvanlar olduğunu biliyoruz. Şehirler, insanlar, ormanlar yok edilirken, binlerce, milyonlarca hayvanı gözlerini kırpmadan yok edebileceklerini biliyoruz. Biliyoruz çünkü bu topraklardaki katliamları unutmadık: Devletin taammüden işlediği sayısız cinayeti, rant için yakılan ormanları, kâr uğruna öldürülen yüzlerce Soma maden işçisini; Kürtleri, Süryanileri, Rumları, tehcir ve soykırımla katledilen Ermenileri; Roboskî’yi unutmadığımız gibi, İBB’ye ait Hasdal Barınağı’nda bir gecede öldürülen 70’e yakın yavru köpeği, açlıktan, birbirlerini yiyerek ya da delirerek ölmeleri için ormana atılan binlerce hayvanı, üzerlerine bomba yağan katırları, eşekleri, koyunları, bütün hayvanları unutmadığımız gibi…

9Kısırkaya Barınağı gerçekleri
AKP iktidarının ve onun metropol bazlı en büyük kolu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katliam sicili bu kadar kabarıkken, Kısırkaya’da inşa edilen merkezin de iddia edildiği gibi, bir hizmet ya da düşkün hayvan bakım merkezi değil; daha önce eşi benzeri görülmemiş boyutta bir katliamı hedefleyen bir tecrit ve soykırım alanı olacağı açıktır. Üstelik hayvanlar katledildikçe, son 5 senede gidilen mevzuat değişiklikleriyle birlikte hızlanacak Kısırkaya-Gümüşdere bölgesindeki rant planlarının hayata geçirilmeye çalışılacağını da biliyoruz.

Birkaç hafta önce, çok sayıda kent, doğa ve yaşam suçu işlenen Kısırkaya tecrit merkezinin önündeydik; buranın nasıl sonuçlar doğuracağını kamuoyuna açıkladık. Aynı endişeleri taşıdığımızı; tek bir hayvanı, tek bir ağacı dâhi gözden çıkarmayacağımızı, bu rant ve soykırım projelerine karşı çıkacağımızı bir kez daha haykırmak için 28 Şubat Cumartesi günü saat 13:00’da, bu defa İBB’nin Saraçhane’deki başkanlık binası önüne yürüyeceğiz.

Rantsal dönüşüme, şehrin ve yaşamın talanına, ormanların ve şehir hayvanlarının topyekûn imhasına karşı çıkan, yaşamdan yana saf tutan herkesi hep birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

TARİH: 28 Şubat 2015 Cumartesi saat 13:00

BULUŞMA YERİ: Vezneciler Metro İstasyonu çıkışı
YER: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı önü, Saraçhane”

(Yeşil Gazete)

 

Ayşe Kocaoğlu’ya kürtaj yapıldı

Ayrılmak istediği erkek arkadaşı Gökhan A.’nın av tüfekli saldırısında annesi ölen, kendisi sol kolundan yaralanan 2 çocuk annesi 24 yaşındaki Ayşe Kocaoğlu’ya kürtaj yapıldı.

14ayşe kocaoğlu

Yaralı Ayşe Kocaoğlu’nun, müdahale sırasında 2 aylık hamile olduğu ortaya çıkmış. Daha sonra Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk edilen genç kadın, karnında bebeği olduğu için enfeksiyona karşı ilaç verilmediği, istemesine rağmen baba izni olmadığından kürtaj yapılmadığı öne sürülmüştü.

Fethiye İlçesi Karaçulha Mahallesi’nde 3 katlı apartmanın 1’inci katında, geçen 8 Şubat’ta meydana gelen olayda, Gökhan A., yaklaşık 5 aydır ilişki yaşadığı, kendisinden ayrılmak isteyen Ayşe Kocaoğlu ve annesi Şule Kocaoğlu ile tartıştı av tüfeğine sarıldı. Gökhan A.’nın av tüfeğinden çıkan saçmalarla Ayşe Kocaoğlu’yu sol omuzundan yaralandı annesi Şule Kocaoğlu ise yaşamını yitirdi.

CHP’den LGBTİ’ler için iş kanunu teklifi

Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) 10 vekil, çalışma hayatında LGBT’lere yönelik ayrımcılığın yasaklanması için kanun teklifinde bulundu. Kanun teklifiyle ayrımcılığa uğrayan işçinin talep edebileceği dört aylık ücret tutarındaki tazminat tutarının on iki aya kadar ücrete yükseltilmesi öneriliyor.

13

CHP’li 10 vekilin imzasıyla dün CHP Bursa Milletvekili Aykan Erdemir’in verdiği kanun teklifi ile devletin kamuda ve özel sektörde LGBT’lere (lezbiyen, gey, biseksüel, trans) yönelik ayrımcılığa karşı etkili koruma getirmesi isteniyor.

Kanun teklifinde istihdamda ayrımcılığın yoksullaşma, kamusal hayattan ve sosyal hayattan ötelenme ile sağlık, barınma ve şiddetten korunma haklarının kötüleşmesi gibi sonuçları olduğuna dikkat çekiliyor.

İş Kanunu, Ceza Kanunu, Devlet Memurları Kanunu ve Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu’nda değişiklikler getiren kanun teklifini CHP Milletvekilleri Aykan Erdemir, Binnaz Toprak, Sezgin Tanrıkulu, Rıza Türmen, Aytuğ Atıcı, Mahmut Tanal, Sedef Küçük, Musa Çam, Özgür Özel ve Melda Onur imzaladı.

(Kaos GL)

Akyürek, Hrant Dink cinayeti soruşturması kapsamında gözaltında

Emniyet İstihbarat eski Şube Başkanı Ramazan Akyürek’in Hrant Dink cinayeti soruşturması kapsamında Ankara’da gözaltına alındı.

11ramazan akyurek

Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından, İstanbul Savcılığının talimatı üzerine gözaltına alınan ve Ulus Devlet Hastanesinde sağlık kontrolünden geçirilen Akyürek’in, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğündeki işlemlerinin ardından İstanbul’a götürüleceği öğrenildi.

Ramazan Akyürek, Dink cinayetine ilişkin 2006 yılı Şubat ayında elde edilen bilgiyi, Trabzon İl Emniyeti Müdürü olduğu halde Trabzon Valisi’ne ve Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na bildirmemiş, ve Dink cinayetine ilişkin tasarı ve hazırlık içerisinde olan örgüte yönelik operasyon yapmamıştı. İstihbarat Daire Başkanı olduğu dönemde de örgüte yönelik operasyon yapılmasını ve Hrant Dink’e yönelik koruma tedbirleri alınmasını da organize etmedi.

(Agos)