Ana Sayfa Blog Sayfa 3691

Sinema sektörü sansüre karşı birleşti: Uçan Süpürge Jürisi de festivalden çekildi

18.Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali “5 Dakikada 18’ Kısa Film Yarışması” jürisi, yarışmaya başvuran tüm filmleri “kazanan” ilan etti ve görevden çekilme kararı aldığını açıkladı.

22

Son dönemde film festivallerinde gösterime girememiş ve giremeyecek filmlerle dayanışmak için çekilme kararı aldığını açıklayan jüri üyeleri, “Umuyoruz ki yaşanan sıkıntılar boşa gitmeyecek, engelleyici değil destekleyici yasalarla her şeye rağmen sinema sanatı ve festivaller devam edecek” dedi.

Berrin Balay, Eren Yüksel, Andreas Treske, Pelin Anılan (Genç Kurul Üyesi) ve İdil Kandil’in (Genç Kurul Üyesi) yer aldığı jürinin açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

“Daha önce bu yarışmaya başvurmuş olan filmleri ve tüm kısa film ve belgeselcileri; Festival’ler dışında hiçbir gösterim şansı bulamadıkları halde,  hala bu ülkede film yapmaya devam ettikleri için ‘kazanan’ ilan ediyoruz.”

34. İstanbul Film Festivali’nde Ertuğrul Mavioğlu ile Çayan Demirel’in Bir Gerilla Belgeseli Bakur/Kuzey adlı belgeselinin gösterimi, belgeselin Eser İşletim Belgesi olmadığı gerekçesiyle, planlanan gösterim tarihinden bir gün önce engellenmiş. Bu engellenme üzerine sinemacılar filmlerini festivalden çekmiş ve tüm yarışmalar da iptal edilmişti.

(Bianet)

‘Türk Einstein’ diye bilinen Oktay Sinanoğlu hayatını kaybetti

Türkçe’ye yaptığı katkılarla tanınan, ‘Türk Einstein’ lakaplı kimya ve moleküler biyoloji uzmanı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, 80 yaşında ABD’nin Miami kentinde hayatını kaybetti.

21.oktay sinanoğlu

Kuantum kimyası ve moleküler biyoloji alanlarında dünya çapında bilinen bilimsel çalışmalarının yanı sıra Türkçeye katkıları ile de tanınan Sinanoğlu, 1 Nisan’dan bu yana solunum cihazına bağlı yattığı hastanede Pazartesi günü saat 03.00 civarında yaşamını yitirdi.

Twitter hesabı üzerinden haberi duyuran Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Prof. Oktay Sinanoğlu’na Allah’tan rahmet diliyorum. Cenazesinin ülkemize nakli için Miami Başkonsolosluğumuz gereken işlemleri takip ediyor” dedi.

1939’da İtalya’da doğan Oktay Sinanoğlu, 2011’de hayatını kaybeden ünlü sanatçı Esin Afşar’ın da ağabeyiydi.

Sinanoğlu iki kez kimya dalında Nobel ödülüne aday gösterildi.

Akademik kariyeri ve ödülleri

1956’da burs kazanarak gittiği ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitiren Sinanoğlu, 1957’de başladığı Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi oldu.

1960’ta Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu. 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında ‘tam profesör’ unvanı alan bilim insanı, 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu unvanı kazanan en genç öğretim üyesidir.

Sinanoğlu 1973’te Almanya’nın en yüksek ‘Aleksander von Humboldt’ bilim ödülünü ilk kazanan kişi oldu.

1975’de Japonya’nın ‘Uluslararası Seçkin Bilimci’ ödülünü kazanan Sinanoğlu, aynı yıl özel bir kanunla Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı aldı.

1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atan Sinanoğlu, Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi’nin ilk ve tek Türk üyesidir.

Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri olan Oktay Sinanoğlu, Meksika hükümeti tarafından da yüksek bilim ödülü ‘Elena Moshinsky’ ile ödüllendirildi.

(Al Jazeera)

 

Kıbrıslı nükleer karşıtlarının Akkuyu’ya santral yapılmasın kararlılığı sürüyor

Kıbrıs’a sadece 90 km uzaklıktaki Akkuyu Nükleer Santrali projesinin Nükleer Deniz Yapıları temelinin TC Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın da katıldığı törenle atılmasının ardından Kıbrıslı nükleer karşıtları konu ile ilgili açıklamalarda bulundu.

20.akkuyuKıbrıs Postası Gazetesi’nden Filiz Nalbantoğlu’nun haberine göre Nükleer santrale karşı uzun süredir mücadele veren TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’ndan Baran Bozoğlu “Şu an kaybettiğimiz bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu sadece inşaat için deniz aşaması… Sadece Akkuyu değil Sinop’ta da bir süreç var” dedi.

Kıbrıs Türk Çevre Mühendisleri Odası Başkanı ve Nükleer Hayır Platformu üyesi Nilden Bektaş ise Baran Bozoğlu ile paralel düşündüğünü deniz temelinin atılmasının her şey bitti anlamına gelmediğini belirterek Kıbrıs’ın karar verme sürecine dâhil olmayışını büyük bir haksızlık olarak niteledi.

“Bu beklenen bir şeydi” diyen Bektaş santral yapımının 10 yıl devam edecek bir süreç olduğunu ve bunu önlemek için uzun bir zaman olduğunu ifade etti. Platform olarak büyük bir mücadele içinde olduklarını söyleyen Bektaş, Ocak ayında yapılan panele atıfta bulunarak, nükleer santral kurulması durumunda ciddi sıkıntılar yaşanacağını söyledi.

Akkuyu ile ilgili hazırlanan ÇED raporundan da bahseden Bektaş “ÇED raporunda yapılan sahtekarlıklar ortaya çıktı. Raporu inceleyen uzmanlar bilimsellikten uzak olduğunu savunurken arkasından da sahte imzalar ortaya çıktı” dedi.

25 nisanda Çernobil’in yıldönümü nedeniyle saat 14.00’te Selimiye Meydanı’nda etkin katılımlı ‘nükleere hayır’ etkinliği düzenleneceğini söyleyen Bektaş, burada bir kez daha nükleere neden hayır denileceğinin de anlatılacağını söyledi.

Bektaş son olarak sözlerini şöyle tamamladı; “Biz burada sivil toplum olarak çok fazla şey yaptık ama gerek hükümetin gerek cumhurbaşkanının bize sahip çıkması adım atması gerekiyor. Yetkili mercilerin anlattığımız bu bilimsel veriler ışığında adım atması gerekiyordu. KOP sürecinde bile bu kadar etkin olunabildiyse bu süreçte de olunabilir”

(Kıbrıs Postası)

 

23 Nisan’da #İklimiçin Caddebostan’da uçurtma uçurmaya ne dersiniz?

Bir soğuyup bir ısınan havaların bu acayipliğinin nedenini merak eden, ormanda keşfe çıkıp hayvanlarla sohbet etmek, uçurtmasını rüzgâra bırakıp gökyüzünü renklendirmek isteyen bütün çocuklar (ve çocuk kalanlar) İklim İçin hareketinin 23 Nisan Şenliği’nde buluşuyor.

19

 

Caddebostan Migros’un arkasındaki yeşilliklerde 23 Nisan Perşembe günü yapılacak şenlik, saat 14.00’te başlayacak.

Etkinlik sırasında hep beraber oynanacak oyunlardan bazıları şu şekilde:
Ormanlar gezegenin akciğeri
Gezgin’in karşılaştığı acayip havalar
Uçurtma ve rüzgar gülü atölyesi
Jonglörler
Palyaçolar…

Yer: Caddebostan Migros’un arkasındaki yeşillikler
Tarih: 23 Nisan Çocuk Bayramı
Saat: 14’ten itibaren

Etkinliğin facebook sayfasına buradan erişebilirsiniz.

 

Haber: Pelin Atakan

(Yeşil Gazete, İklim İçin.org)

Çevre Savaş’ı!.. – Serdar Kızık

Toplumun bir bölümü, iktidarın hazırladığı yalanlarla dolu nükleer santralreklamlarından sonra Akkuyu’yu öğrendi.
17Oysa 20 yılı aşkın gündemde olan bir konu.
ANAP’tan bu yana hükümetler Akkuyu ve Sinop’a santral yapımına girişti.
Almanlar, Japonlar, Fransızlar, Ruslar, çokuluslu şirketlerle anlaşmalar imzalandı.
TBMM’den çeşitli yasalar çıkarıldı.
Ama başaramadılar. 1994’te bir avuç çevreci, ekolojist, “yeşil”in başlattığı nükleer karşıtı eylem ve direniş dalga dalga büyüdü.
Nükleerciler vazgeçmek zorunda kaldı…

***

Şimdi, AKP zorluyor… Kullanan ülkelerin terk etmeye başladığı bir süreçte dünyanın baş belası santralları, ölüm makinelerini Türkiye’ye sokuyor. Canavarı başımıza musallat ediyor.
Buna karşın direniş de sürüyor.
Hafta sonu TÜYAP İzmir kitap Fuarı’nın açılışında bir grup nükleer karşıtı genç bildiri dağıtıyordu:
“Ne Akkuyu ne Sinop, nükleer santrallara hayır…”
Sloganlar arasında yürüdüm.
O anda Karaburun Seyrenyüzü’nde, Ege’nin mavi sularına doğru sonsuzluk uykusuna yatan Savaş Emek’i anımsadım.
Türkiye’nin çevre, ekoloji hareketinin, Yeşiller Partisi’nin öncülerinden, devrimci, yurtsever Savaş’ı. SOS Akdeniz standında Kitap Fuarı’nın gediklisini…
Tükenmek bilmeyen enerjisiyle ne kadar çok eylem örgütlemişti:
Tuzla Kuşcenneti, Çamaltı Tuzlası ve Nif Çayı kampanyasını.
Aliağa termik santralına karşı ülkenin en büyük çevre hareketi sayılan İzmir’denAliağa’ya insan zincirini.
Yeşiller Partisi bünyesinde SOS Akdeniz Çalışma Grubu’nu.
Tepeli pelikanlarla ilgili Didim imece dayanışmasını.
Akdenizfoklarını koruma kampanyasını.
Gökova termik santralına karşı eylemleri.
Bitmedi…
İlk sayısı “Nükleer balayı” başlığıyla çıkan ülkenin ilk ekolojisi dergisi Ağaçkakan’ı.
Foça’da barış, dostluk, ekoloji kampını.
1993’te Ankara’daki nükleer karşıtı kongreyi.
1994’te Akkuyu nükleer santralı karşıtı bir dizi eylemi.
Kardak krizinde Akdenizfoklarının “silahla girilmez” etkinliğini.
Datça ve Karaburun ütopyalar buluşmasını…

***

Fuarda Cumhuriyet standında imza günündeyim.
Dağarcık Türkiye’nin kurucusu, ütopyalar toplantısını sürdüren Enis Musluoğluelindeki kitabı uzattı.
Karşımda, Savaş Emek. Şaşırdım… Uyumuyormuş demek ki…
Dalgın bakışlarıyla kapakta gülümsüyor. Gökyüzüne “Havadan Sudan” baloncuklar gönderiyor. “Allah Allah, havayı suyu kim becerdi?” diyor..
Zaman makinesi durdu. Uyumuyormuş demek ki…
DT Yayınevi’nin ilk kitabı. Antiemperyalist ekoloji mücadelesinin bir kesiti.
Eşi Semra’nın bulduğu, Savaş’ın bilgisayarından çıkan yazılar.
Çalışma arkadaşı Aylin Musluoğlu önsözde diyor ki:
“… Verdiği mesajlarla güncelliğini koruyan yazılar, hem Türkiye’deki yeşil ve ekoloji hareketinin öyküsünü, tartışmalarını aktarmakta; hem de içinde bulunduğumuz koşulları ve dünyayı yeniden sorgulamamıza neden olmaktadır… Akkuyureklamlarının caddelerimizi, sokaklarımızı daha çok enerji kölesine sahip olmak adına esir aldığı şu günlerde, Savaş Emek’in deyimiyle Nükleer Arama Kurtarma Derneği NAKUT’un da artık kurulma zamanı gelmiştir.”

***

Kitabın bir bölümünde Akkuyu mücadelesini anlatıyor Savaş:
“Akkuyu şenliği bir örgütlenmenin sonucuydu. Tabii ki örgütlenebildiğimiz kadar yapabildik… İnsanlar Taşucu’ndan Akkuyu’ya kadar sokaklara, yollara dökülürse bu hükümet de, gelecek olanlar da nükleer santral kurmaya cesaret edemezler…”
Haksız mı Savaş?
Direnilirse, halk istemezse AKP iktidarının ömrü, Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurmaya yetmeyecek. Tıpkı diğer iktidarların gücünün yetmediği gibi…

Bu yazı cumhuriyet.com.tr/ den alınmıştır.

18.serdar kızık

 

 

Serdar Kızık

Bir nükleer santral neden reklam yapar – Pelin Cengiz

Mersin Akkuyu’ya nükleer santral inşa edip işletecek olan Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’de kurduğu Akkuyu NGS şirketinin kent kent, cadde cadde, kanal kanal gezen reklamlarını gördüğümden beri kafamda şu sorular dolaşıyor: Bir nükleer santral şirketi neden reklam yapma ihtiyacı duyar? Nükleer santral reklamının ana öznesi olarak neden çocuk masumiyeti kullanılır? Neden reklamın görselini hiçbir enerjiye ihtiyacı olmadan tamamen insan gücüyle çalışabilen bisiklet süsler? Siz de mi aynı sorulardan muzdaripsiniz, o halde başlayalım.

16

Siz aslında hikâyeyi biliyorsunuz, Türkiye’nin hem Mersin’e hem de Sinop’a nükleer santral kurma macerası ile birlikte daha da aşinasınız. Ancak, hafıza tazelemek için söze şu girizgâhla başlamak isterim.

Takvimler, 26 Nisan 1986’yı gösterdiğinde Sovyetler Birliği sınırları içinde yer alan Ukrayna’nın başkenti Kiev’in 140 kilometre kuzeyindeki Çernobil nükleer santralinde meydana gelen kaza, bugüne kadar dünyanın gördüğü en büyük, en dehşetli ve en acı kaza olarak kayıtlara geçti. Kazanın ana nedeninin santralin dördüncü ünitesi bakıma alınmadan önce olası bir elektrik kesintisi durumunda güvenlik işlemlerinin nasıl ilerleyeceği üzerine yapılan bir deneyin sebep olduğu ortaya çıktı.

Yangın ve patlama sonucu önemli miktarda radyoaktif madde atmosfere yayıldı, ancak olup bitenden dünyanın 30 Nisan 1986 günü haberi oldu. Gerçek anlamda panik, İsveç’te yapılan ölçümlerde yüksek radyasyon tespit edilmesinin ardından Rusya’dan resmi açıklama istemesiyle başladı. Rusya’da ise hükümet, felaketi bir süre hem kendi kamuoyundan hem de dünyadan sakladığı gibi, halkı üstlerine radyasyon yağarken, 1 Mayıs kutlamalarına katılmaya zorlamakla meşguldü.

Santralin yakınındaki, devletin gücünü ve ihtişamını göstermek için inşa edilmiş Pripyat kentinde, korunmasız pek çok insan yüksek seviyede radyasyona maruz kalarak ya can verdi ya da çok ciddi sağlık sorunlarıyla baş etmek zorunda kaldı. Kaç kişinin bu şekilde öldüğü tam olarak bilinmiyor zira patlama sonrasında pek çok itfaiyeci ve asker, santraldeki radyoaktif kirliliği temizlemekle görevlendirilmişti.

Pripyat’tan geriye kalan dönme dolap

Şimdilerde, binlerce kişinin tahliye edildiği Pripyat, zaman tünelinde donup kalmış görüntüsünde. 1986 yılının 26 Nisan gününü yaşayan kent, şimdi bir hayalet kent. Terk edilmiş parklar, okullar, apartman daireleri… Ağır radyasyona maruz kalmış binalar, sinemalar, yüzme havuzları, futbol sahaları, otomobiller, eşyalar, oyuncaklar, bisikletler, hepsi orada sahiplerini bekliyor gibi. Hatta apartmanların birinden bir çocuk çıkıp evin önüne attığı o bisikletine binip sokak aralarında kaybolup gidecekmiş gibi.

Çernobil felaketi sonrası, Pripyat’a dair hafızalara en fazla kazınmış olan fotoğraf ise şüphesiz hiç dönememiş olan dönme dolap… Çernobil faciası yaşanmamış olsaydı bir hafta sonra açılışı yapılacak olan lunaparkta çocuklar dönme dolaba, çarpışan otomobillere binecekti. Hiç kullanılamayan lunapark ağır radyasyon altında yıllar içinde çürüyüp gitti, pek çok çocuğun hayalleriyle birlikte…

29 yıl sonra bugün, Çernobil nükleer santralini inşa etmiş olan Rosatom, Mersin Akkuyu’da nükleer santral inşa ediyor. Bir süredir gözümüze sokulan, hatta Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan’ın Çanakkale’de kaldırttığı dev billboardları gülümseyen çocukların yer aldığı Akkuyu nükleer santral reklamlarını bir de bu gözle yeniden düşünmek gerek. Son bir ay içinde bulunduğum hem Mersin’de hem de Adana’da sadece billboardlar değil, apartmanların duvarları, çeşitli kamu binalarının yüzeyleri de bu reklamla kaplıydı.

Ne kadar çok göze sokarsak, o kadar iyi etki yaratırız diye düşünmüş olmalılar ki, bu kadar fütursuzlar. Dikkat edilecek olursa, nükleer santrali çağrıştıran en ufak bir görüntünün olmaması bir yana hem çocuk istismarı hem de kamuoyunu yanıltma eylemi bir arada gerçekleşiyor.

Birkaç versiyonda TV’lerde dönen reklam filmlerindeki “Güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” söylemi de hükümetin Yeni Türkiye ağzıyla uyumlu. Üstelik burada sadece sloganla da yetinilmemiş, reklam filmlerini izlemeye doyamadım diyorsanız, filmleri http://www.gucluturkiyeninyenienerjisi.com/sitesinden izlemeye devam edebilirsiniz.

Çernobil’in çocuklara mirası radyasyon

Tam bu noktada, geçmişte radyasyona maruz kalan çocuklarla ilgili birkaç araştırmadan da bahsetmek isterim. Bu çalışmalar arasında en dikkat çekici olanı Dr. Alfred Körblein’in yaptığı araştırmadır. Körblein’in, Almanya Federal Radyasyondan Korunma Ofisi (BfS) ve Alman Çocukluk Çağı Kanserleri Kayıt Dairesi (GCCR) tarafından desteklenen çalışmasının sonuçlarına göre, nükleer santraller kanser vakalarındaki yüzde 80’e yakın artışın temel nedeni.

Körblein’in 1980 ile 2003 yılları arasında 24 yıl boyunca yürüttüğü nükleer santraller yakınındaki çocukluk çağı kanserleriyle ilgili araştırmasının sonuçlarına göre, incelemeye alınan 1592 çocukluk çağı kanseriyle 4735 kontrolde, 593 lösemi vakası ile 1766 kontrolde odds oranında (etki büyüklüğü ölçüsü) anlamlı bir negatif mesafe trendi bulunmuş. 5 kilometre çapında bir bölgedeki görece risk, tüm kanserlerde 1,6, lösemide ise 2,2 çıkmış. Radyasyonun geç etkileri ise yıllar sonra ortaya çıkıyor. Çernobil’den dört yıl sonra tiroid kanserine yakalanma oranı yüz kat artmış.

Yine Birleşmiş Milletler tarafından 2011 yılında yayımlanan bir rapor, Çernobil ve bölgesinde 6000 kadar çocuğun tiroid kanserine yakalandığını ortaya koydu.

Diğer yandan, Türk Tabipler Birliği’nin geçmiş yıllarda yaptığı bir araştırma, Türkiye’de de Çernobil’den yayılan radyasyon nedeniyle kanser vakalarında artış olduğunu, nükleer felaketten en ağır şekilde etkilenen Karadeniz Bölgesi’ndeki Hopa’da ölümlerin yüzde 47,9’unun kansere bağlı olduğunu gösterdi. Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları ve Pediatri Ana Bilim Dalları’nda yapılan çalışmaya göre, lösemi vakaları 1986 öncesinde yüzde 0,7 iken 1986 sonrasında yüzde 2’ye yükseldi.

Fukushimalı çocukların durumu farklı değil

Dört yıl önce dünyanın gördüğü ikinci en büyük nükleer faciasının yaşandığı Japonya’nın Fukushima kentindeki çocuklarda da tiroit vakaları artıyor. İlk taramada bölgedeki 368 bin çocuk/gençten 86’sında kanser tespit edilmiş, 23’ünden ise şüphelenilmişti. 100 binde 30 gibi bir oran, kaza yerinden uzak bölgelerdeki oranın nerdeyse 20 katı. Daha sonrasında bu çocuklardan 75 bini üzerinde ikinci bir tarama yapıldı. İlk aramada “temiz” çıkan çocuklardan sekizinin kansere yakalandığı ortaya çıktı. Ayrıca, 441 çocukta da de artık hastalık şüphesi var.

Reklamın çekiciliği, hatta kimi zaman eğlendirici öğesi çocuklar. Avrupa ülkelerinin pek çoğunda çocuğun reklamlarda kullanımına ilişkin keskin sınırlandırmalar var. Sınırlandırma ya da yasakların en önemli ölçütü ise şüphesiz ahlak. Avrupa Sınırötesi Televizyon Sözleşmesinin 11. maddesinin 2. bendinde, “Çocuklara yönelik ve içinde çocukların kullanıldığı reklamlarda, onların çıkarlarına zarar verecek unsurlar bulunmayacak ve çocukların özel duygulan göz önünde tutulacaktır” deniyor.

Yasayla belirlenmiş, “Çocuklara kendilerinin doğrudan kullanamayacakları, yararlanamayacakları ürün ve hizmet reklamlarında reklam mesajı iletme görevi verilemez” şeklindeki kuralı yasa koyucu da unutmuş olsa gerek.

Dayatılan enerjinin dayatılan reklamları

Türkiye’de durum böyle kuralsız işliyor, peki ya dünyada nasıl diye baktığımızda, nükleer santral inşa eden ve işleten kuruluşların zaman zaman gerek gazete gerek TV reklamları verdiğini görmek mümkün. Nükleerin kararttığı hayatları, yarattığı faciaları anlatan pek çok tanıtım filminin yanı sıra genel olarak nükleer enerjinin “nimetlerinin” anlatıldığı pek çok reklam filmi mevcut.

Nükleer enerji alanında faaliyet gösteren çeşitli sektörel kuruluşlarınki özetle daha çok “nükleer temizdir, nükleeri iyi bir seçenektir, nükleere hayır diyerek yoksa elektriksiz mi kalmak istiyorsunuz” minvalinde ilerliyor. Son dönem yapılan reklam filmlerindeki vurgu genellikle nükleer enerjinin çevreyle olan “uyumu” üzerine olması ilginç. İklim değişikliğiyle mücadelede duyarlı olduğu söylenen nükleer santraller genellikle kömür, petrol gibi fosil yakıt enerjileriyle kıyaslanıyor. Dolayısıyla, “temizlik” vurgusu ön planda. Kimse, her şeyin yolunda gittiğini düşünsek bile ortalama ömrü 40 yıl olan santrallerin yüzbinlerce yıl doğada kalacak atıklarından bahsetmiyor haliyle…

Avrupa’nın en büyük nükleer santral işleticisi büyük çoğunluğu Fransız devletine ait Areva’nın Funky Town konseptli, animasyonlu reklam filmleri serisi var. Areva, Japon Mitsibushi Heavy Industries şirketi ile birlikte Sinop’ta nükleer santral inşa edecek şirket olması açısından önemli.

Reklam filminin bir örneği şurada…
https://www.youtube.com/watch?v=GgZsamFWyBI

Mersin’de Rus ruleti, festivalde Atomic Ivan

Mersin’deki nükleer santrali inşa edecek ve işletecek Rus devlet şirketi Rosatom bu işlerin epey eskilerinden… Reklam alanında da kurumsal olarak sürekli varolan bir şirket. Kendi yatırımlarını anlattığı filmlerin yanı sıra nükleer enerjinin dünyada 60’ıncı yılının “kutlandığı” prestij reklam filmleri de mevcut. Fikir vermesi açısından birer örnek link hemen şurada:

https://www.youtube.com/watch?v=b4vSWsMUkPA

https://www.youtube.com/watch?v=D4fGYzDjlR4

Ancak, kendi faaliyetlerini anlatan filmler Rosatom’u kesmemiş olacak ki, Atomic Ivan isimli filme sponsor olmuş. Film, geçen yıl The International Uranium Film Festival’inde ödül almış. Evet yanlış duymadınız, dört yıldır Uluslararası Uranyum Film Festivali yapılıyor. Bu yıl 15-25 Nisan tarihlerinde Quebec’te gerçekleşeşcek. Amaç, nükleeri hem savunanları hem de nükleere karşı olanları bir arada göstermekmiş.

Atomic Ivan, Rosatom’un epey övünç kaynağı bir film. Bizim açımızdan önemli. Zira, Mersin Akkuyu’da yapılacak nükleer santralin bir benzeri olan Kalininskaya nükleer santrali ilk kez bir sinema filminin platosu olmuş. Bazı bölümler ise Leningrad nükleer santralinde çekilmiş. Film, özetle nükleer santralde çalışan iki gencin aşk hikayesini anlatıyor. Ama algı oyununu, yaratılmak istenen imajın ne olduğu çok belli.

Sizce bütün bu işlerde bir tuhaflık yok mu?

Emin olun, iş bununla bitmeyecek. Gerek Mersin’de gerekse Sinop’ta nükleer santral yatırımlarıyla birlikte gelecek aylar ve yıllar boyunca ciddi bir nükleer enerji kampanyasına maruz kalacağız. Nükleer enerjinin nasıl farklı endüstrilere katkı sağladığı, istihdam yarattığı, ucuz ve temiz bir enerji olduğu, iklim değişikliğiyle mücadeleye uyumluluğu, yerli enerji vurgusu gibi pek çok argümanla karşı karşıya kalacağız.

Türkiye, yeni dönemde özellikle Fukushima sonrasında nükleerden ağzı yanmış ülkelerde artık propaganda, kampanya, reklam yapamayan nükleer endüstrinin ve lobilerin yeni kalesi oluyor. Denetim, şeffaflık ve hesap verebilirlik süreçlerinin hiçbirinin işletilmediği, hukuksal mevzuatının olmadığı, atık ve kaza risklerinin neredeyse hiç konuşulmadığı bir süreç işliyor.

Türkiye’de çevre ve yaşam alanları mücadelesi verenlerin bu yeni nükleer PR faaliyetine şimdiden hazırlıklı olmasında ve safları sıklaştırmasında fayda var.

Bu yazı platform24.org/ dan alınmıştır

15.pelin cengiz

 

 

Pelin Cengiz

Gökçeada feribotundan tahliye çalışmalarına başlandı

Pazar günü saat 16:00 sıralarında Çanakkale’de karaya oturan Kabatepe-Gökçeada seferini yapan feribotta bulunan yolcuların tahliye çalışmalarına saat 6.00 gibi başlandı. Saat 7.00 itibarıyla 80 kişi kurtarıldı. Çalışmaların 8.00 gibi tamamlanması bekleniyor. Olumsuz hava koşulları nedeniyle feribottaki 188 yolcunun tahliyesine dün akşam başlanamamıştı.

11.gökçeada-feribot

Edinilen bilgiye göre, Pazar günü Eceabat ilçesindeki Kabatepe Limanı’ndan ayrılıp, Gökçeada’ya hareket eden “Gökçeada-1” adlı feribot, henüz belirlenemeyen bir nedenle rotasından çıktı. İçerisinde 188 yolcu ve 35 aracın bulunduğu feribot sürüklenerek saat 16.00 sıralarında Kuzu Limanı açıklarında karaya oturdu.

Olayla ilgili açıklama yapan Çanakkale Valisi Ahmet Çınar, şu an için tehlikeli bir durumun söz konusu olmadığını söyledi. Tahliye çalışmalarının Ssaat 6.00 gibi başlandı. Saat 7.00 itibarıyla 80 kisi kurtarıldı. Çalışmaların 8.00 gibi tamamlanması bekleniyor. Hava şartları müsait. Yolcular ilçe belediyelere sevkedilecek. Dün gece erzak yardımı için feribota ulaşılmıştı

(Yeşil Gazete)

Kıbrıs’ta seçim: Akıncı, Toplumcu Kıbrıs’ta güneşli günler

Kuzey Kıbrıs bugün (19 Nisan) Cumhurbaşkanlığı seçimlerini gerçekleştirdi.

22.kıbrısta seçim

Adaylar Derviş Eroğlu (Ulusal Birlik Partisi), Sibel Siber (Cumhuriyetçi Türk Partisi), ve Bağımsız adaylar: Mustafa Akıncı, Kudret Özersay, Mustafa Onurer (Kıbrıs Sosyalist Partisi), Arif Salih Kırdağ, Mustafa Ulaş .

Toplumcu Demokrasi Partisi Genel Başkanı Mustafa Akıncı
Toplumcu Demokrasi Partisi Genel Başkanı Mustafa Akıncı

Geçen dönemin Cumhurbaşkanı Derviş Eroğluna karşı bağımsız olarak adaylığını koyan Bağımsız aday Mustafa Akıncı, Nazım Hikmet’in “Nikbinlik” şiirinden Edip Akbayram’ın bestelediği sözler ile halka hitap etmiş ve

“Güzel günler göreceğiz çocuklar
Motorları maviliklere süreceğiz
Çocuklar inanın inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz,  güneşli günler…” şeklinde Kıbrıslılara seslenmişti.

Seçimlerin resmi olmayan sonuçlarına göre bugün yapılan 1. Tur sonucunda  %50’yi geçemeyen adaylardan en çok oyu alan Eroğlu ve Akıncı 2. Tura kaldılar. Muhalefet  partisi Cumhuriyetçi Türk Parti adayı Sibel Siber ise seçimlerde 3. sırada yer alıyor.

Resmi olmayan sonuçlara göre, Derviş Eroğlu, geçerli oyların yüzde 29,33’ünü, Mustafa Akıncı, yüzde 26,27’sini, Sibel Siber, yüzde 22,73’ünü, Kudret Özersay da yüzde 20,56’sını aldı.

4. sıraya yerleşen Doç.Dr. Kudret Özersay ise büyük bir başarıya imza attı. Bağımsız aday Özersay yitirilen toplumsal özgüvene vurgu yaptı ve gönüllü halk örgütlenmesi ile parti bütçesi olmaksızın %20 gibi büyük bir oranda oy aldı.

İkinci tur seçimleri ise hemen bir hafta sonra 26 Nisan Pazar günü gerçekleşecek.

Bugünkü seçimlerden sonra yaptığı basın açıklaması ile Akıncı, ikinci tur seçim öncesinde CTP- BG adayı Sibel Siber’i, CTP-BG Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu’nu ve Bağımsız Aday Kudret Özersay’ı ziyaret edeceğini ve destek isteyeceğini açıkladı.

Haber: Yelda Çubukçu

(Yeşil Gazete)

1915: Yok hükmündedir insanlığınız – Güven Gürkan Öztan

Aradan bir asır geçmesine rağmen Türkiye’de 1915 üzerine konuşmak ve tartışmak halen çok zor.  Resmi anlatının çerçevesi dışına çıkan her akademik çalışma, her yorum ve her vicdani ve siyasi duruş, ülkenin sosyo-politik ikliminde “vatana ihanet” ile özdeş kılınmaya devam ediyor. Bu konuda saldırgan ve reaksiyoner bir hat benimseyenler sadece Türk milliyetçileri de değil; ülkenin İslamcısı, muhafazakârı hatta kendini solda tanımlayanları dahi derhal kervana katılıyor. 1915 en hafiften deşilmemesi gereken bir yara ya da kurcalanmaması gereken bir acı olay olarak tanımlanıyor ve sıradanlaştırılmaya çalışılıyor. Bu davranış kalıbıyla uluslararası platformda sonuç elde edemeyince de öfke patlamaları ve tehditler peşi sıra geliyor. Papa’nın soykırım sözcüğünü telaffuz etmesi ve ardından Avrupa Parlamentosunun (AP) 1987’dekini hatırlatan 1915 kararı Türkiye’de yeniden benzer nitelikte şoven bir rüzgarın esmesine yol açtı. Peşinen söyleyeyim AP dahil parlamentolardan soykırım kararı geçirmenin Türkiye’nin 1915 ile yüzleşmesine bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu başka bir tartışma konusu. Aslen ülke içindeki tepkilere odaklanmak niyetim. AP kararı için bizzat ülkenin cumhurbaşkanı “bir kulağımızdan girer diğerinden” çıkar diye açıklama yaptı; AKP, CHP ve MHP ortak basın açıklamasıyla mevzubahis olan karar için “yok hükmünde” dedi. Ortak açıklamada, savaş koşullarında acı çeken diğer halklara duyarsız kalındığı ve sadece Ermenilerin acılarının yüceltildiği gibi bir ifade dahi mevcut. I. Dünya Savaşı sırasında İttihatçılar Müslüman kıyımı da yapmış haberimiz mi yok? Kastedilen savaş esnasında işgal kuvvetlerinin ve Ermeni çetelerinin yaptıklarıysa, bir devletin kendi vatandaşlarını sürgüne göndermesi ve katledilmesine yol açması ile düşman askerlerinin ya da çetelerin saldırıları arasında kategorik bir fark olduğunu görmemek sadece izan değil aynı zamanda da vicdan sorunudur. Uzağa gitmeye gerek yok, 1915 öncesinde ve sonrasında Anadolu’daki Ermeni nüfusa karşılaştırmalı bakmak dahi başlı başına yeterli.

UNUTMAKTAN İNKÂRA 

1915’in konuşulması ve tartışılması hiçbir zaman Türkiye’nin kendi içindeki dinamiklerle mümkün olmadı maalesef. Cumhuriyet kurulduktan sonraki süreçte 1915’in mağdurları dışında kalan herkes Ermeni kıyımını unutmayı tercih etti. Yeni devlet büyük ölçüde Müslümanlaştırılmış bir Anadolu coğrafyası üzerine inşa edilmişti. Ülkede kalan Ermenilerin 1915’in hesabını soracak ne güçleri vardı ne de araçları. Halbuki bu ülkede doğmuş fakat Türkiye’nin dışında yaşamaya mecbur kalmış Ermenilerin hatıralarında 1915 çok taze, çok canlıydı. Akrabalarını, dostlarını, evlerini, kısacası tüm yaşanmışlıklarını yitirmişler ve bilmedikleri toprak parçalarına sığınmışlardı. Bir kuşak diasporada hayata gözlerini açtı ve ailelerinden 1915’in acı anılarını dinledi. Onların hatıralarında ne Anadolu’da Müslüman halkla geçen iyi günler ne de memleket hasreti vardı. Yakınlarını kaybeden ilk kuşak yas tutmayı, ikinci kuşak ise daha çok hesap sormayı tercih etmişti. İki kuşağın arasında tüm bu farka rağmen ortak olan koskocaman bir keder kuyusuydu. Diaspora Ermenilerinin bir bölümü, 1915’te yaşanan büyük kıyımı unutmamak, unutturmamak için harekete geçtiğinde Türkiye’de 1915’e dair kolektif hafıza boş bir levhaya benziyordu. Türkiye’deki yeni kuşaklar, bir nevi seçimli amnesia ile malul atalarının aksine 1915’e dair derin bir bilgisizliğe sahipti. Hatırlayıp unutacakları bir şeye de sahip değildiler! Köylerindeki yıkık kiliseleri, mezar taşlarını bir yere koyamıyorlardı; daha da beteri çoğu zaman merak dahi etmiyorlardı. Yaşlılar Müslümanlaştırılmış Ermenileri tanıyor ancak gençler onların ne olup da Müslümanlaştırıldığını bilmiyorlardı. Soykırımın 50. Yılı gelip çattığında Türkiye’deki kamuoyunun, yurtdışındaki anmalar karşısında yaşadığı şaşkınlık bundan ileri gelir. Ne sivil ve askeri bürokrasi ne de sıradan yurttaşlar neyin anıldığını idrak edecek düzeyde değildir. Ermeni soykırımının başına “sözde” iliştirme hastalığı o günlerde başlar; sözde dendiğinde sanki 1915’te olup bitenler de hiç yaşanılmamış olacaktır. 50. Yıl anmalarının gerçekleştiği merkezler Lübnan dışında genellikle Batı ülkelerindedir ve ilk o günlerde anmalara izin verildiği için Batılı ülkeleri suçlanmaya başlar. Türkiye’de kimsenin 1915 ile yüzleşme gibi bir çabası yokken “dışarıdan” gelen bu baskı, defansif-reaksiyoner tutumları inkarcı bir süreklilik çizgisinin alameti farikasına dönüştürür.

1970’li yılların ikinci yarısında ASALA Türk diplomatlarına saldırmaya başlayınca ve bunu da 1915’in tanınması talebinin bir aracı olarak sununca Türkiye’deki inkârcı tavır çok daha kolay bir biçimde kendini meşrulaştırdı. Artık “Ermeni meselesi” bir “güvenlik” meselesidir; 1915 ile yüzleşmemek de ulusal güvenliğin gereği! Diplomatlar ve yakınları katledilirken Türkiye kamuoyunda oluşan haklı tepki, devlet ve milliyetçi odaklar tarafından manipüle edilerek 1915’in konuşulmaması ya da Ermenilerle terörün birlikte anılmasına yol açtı. Böylesi bir ortamda cesaretle konu üzerine resmi tezler dışında akademik çalışma yapacak birine rastlamak mümkün değildi.  Müesses siyasetin aktörleri tıpkı bugün olduğu gibi o gün de “dayanışma” içinde soykırımın tanınması taleplerine karşı safları sıkılaştırıyordu. Ancak bugün bildiğimiz haliyle inkârcılığın tam teşekküllü hale gelmesi 12 Eylül askeri yönetimi sırasında gerçekleşmiştir. Devlet kurumlarının yeniden yapılanmasında “Ermeni meselesi” ile baş etmek birincil amaç haline gelmişti. Dışişleri’nden Milli Eğitim Bakanlığına, YÖK’ten yargıya yeni düzen 1915’in inkârı üzerine kuruldu. Türklerin asıl mağdur olduğuna dair resmi anlatı gözden geçirildi, eklemeler yapıldı ve akabinde dört bir yandan kamuoyuna servis edildi. Artık 1915 özelinde bilmeme değil, devletin istediğini bilme aşamasına geçilmişti. Müfredata 1915 zorunlu savaş tedbiri olarak giriyor, üniversitelerde mecburi kılınan İnkılap Tarihi derslerinde “Ermenilerin yaptığı zulümler” anlatılıyordu. Dışişleri tüm diplomatik hamlelerini 1915’in tanınmasının önüne geçmeye adamışken MGK süpervizör pozisyonunda devlet kurumları arasındaki eşgüdümü sağlıyordu. 2000’lerde artık bu eşgüdüm sivil toplumu da kapsamıştı.

MEDENİYETİMİZDE YOK!

Türkiye’de 1990’larda resmi anlatının bu şablonunun dışına çıkanlar epey eziyet çektiler. Ancak onların açtığı kapıdan 2000’lerin ilk onbeş senesinde bir çok genç akademisyen geçti ve öncesi sonrasıyla 1915’te ne yaşandığına dair çok önemli çalışmalar yaptılar, yapıyorlar. Ancak resmi makamlar, sadece kendi “tarihçilerini” ve “tetikçilerini” dikkate almakta ısrarlı. Koskocaman kurumlar inkârcılığın fabrikasına dönüştürüldü. AKP ise bu konuda kendinden önce üretilen inkârın epistemolojik haznesini yeni Osmanlıcı, İslamcı bir ambalaja sokmaktan öteye geçmedi. Devlet katında eskiden Türkler soykırım yapmaz denirken şimdiler Müslümanlar yapmaz klişesi muteber. Hatırlayın Erdoğan 2009’da Darfur’daki soykırım iddialarına dair “bir Müslüman soykırım yapamaz” diyordu. 2010’da ise 1915 tartışmalarını hedef alacak bir biçimde “Bizim medeniyetimizde öldürmek, katletmek, soykırıma uğratmak yoktur. Bizim medeniyetimiz sevgi medeniyetidir, bizim medeniyetimiz hoşgörü ve kardeşlik medeniyetidir” dedi. 2014 taziyesi ile 100. Yıl öncesinde suların durulmasını sağlayacağını uman devlet aklı, 2015’te Çanakkale anmalarını 24 Nisan’a çekerek inkarcı perspektifin devamlılığını bir kez daha kanıtladı; hem de Sarkisyan’a davet göndererek! Bugün gelinen noktada Y. Akdoğan, AP’yi “goygoyculuk yapmakla” itham ederken; Erdoğan Türkiye’ye çalışmaya gelen Ermeni vatandaşları “deporte etmek” ile tehdit ediyor. Buyurunuz medeniyete!

Tarihçilere konuyu havale etmek ya da arşiv açmak değil mesele. Bugün 1915’te neler yaşandığına dair gerçekler büyük oranda su yüzüne çıkmış durumda. Arşivden çıkan bir belge ile 1915’te yaşananları normalleştirmek, sıradanlaştırmak artık mümkün değil. Bu gerçek savaşta Ermeniler dışındaki halkların da acı çektiği gerçeğini gölgelemiyor. Sadece Ermenilere uygulanan şiddet ile diğerleri arasında kategorik bir fark olduğuna işaret ediyor. Şimdi soru şu; inkâr etmeye ve sadece Müslümanları mazlum ve mağdur göstermeye devam mı edeceğiz yoksa tüm bu acıların bir daha yaşanmaması için tarihle yüzleşecek miyiz? Bugün Türkiye Cumhuriyetinde yaşayanlar soykırımın faili olarak itham edilemez elbette. Ancak inkâr ettikçe şimdiki kuşaklar da o büyük suçun ortağı haline gelir. Ölenler bir kez daha öldürülür, hatıralar bir kez daha kirletilir. Siyasette, toplumsal yaşamda, sorunlarımızla baş etme biçimimizde hep şikayetçisi olduğumuz yüzleşmeme, gerçekleri kabul etmeme davranışının köklerini görmek bu kadar kolayken, 1915 ile yüzleşmeye direnmek önce yaşamını yitirenlere sonra da bu topluma ve insanlığa yapılan büyük bir hakarettir.

Güven Gürkan – Öztan Birgün

 

 

 

Artık, despotizm alameti – Ali Yurttagül

Bugünlerde şehirlerimizin ana meydanlarını ‘Akkuyu Nükleer’ reklam panoları süslüyor.

Güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi’. Nedense ‘Yeni Türkiye’nin güçlü enerjisi’ demekten kaçınmışlar. Kırmızı, mavi ve yeşilin etkin olduğu resimde bisikletli, mutlu çocuklar ve uçan kuşlar görüyoruz. ‘Akkuyu’da’ mutluluğun merkezi bir milli park havası var. Resimde görünür tek ‘teknik’ veri bir bisiklet. Nükleer ile ilişkisi, tabii yok. Önemli de değil. Reklamda -bu terim aslında uymuyor- propaganda tekniğinin kaba metotları kullanılmış. Cepheye giden ‘mutlu’ asker resimleri kullanıldığı gibi. Çernobil, Fukuşima felaketleri, nükleer artıkların nesiller boyu oluşturacağı zehir depoları, nükleerin savaş malzemesi olması kimsenin aklına gelmesin isteniyor. ‘Akkuyu Nükleer’ toplumun kaygılarını tabii biliyor. Amaç, nükleer enerjinin tehlikeli, kirli ve pahalı olduğu gündeme girmesin, yeşillikler içerisinde, bisikletli, mutlu çocuklar ile özdeşleşsin isteniyor. Bu propaganda Türkiye’de tutmaz. Demokrasinin etkin olduğu hiçbir ülkede tutmaz. Bu naif, nükleer teknolojiyi ‘güç’ ile ilişkilendiren propaganda tekniği Kuzey Kore’de, İran’da tutar.

Dünyamızda yapım sürecinde olan nükleer santrallerin haritası despotizmin simgesi gibidir. Demokrasinin etkin olduğu ülkeler Çernobil felaketinden sonra nükleer enerjiye yatırımlarını durdurdular. Nükleer teknolojinin en güçlü ülkesi ABD’de 40 yıldır enerji devi firmalar bile nükleer enerjiye yatırım yapmıyor. Yüzlerce santral yapıldı, devreye giren tek bir nükleer santral yok. Finlandiya’da yapımı yıllardır süren bir santral dışında Avrupa’da da yeni nükleer santral yatırımları yok. Reagan ve Bush döneminde öngörülen devlet desteği de firmaların tutumunu değiştirmedi. ABD’de enerji sektörünün nükleer enerjiye uzak durması, bu ülkede çevre hareketinin etkinliğinden kaynaklanmıyor. Tek gerekçe, nükleer teknolojide yaşanan risk ve nükleer artıklar meselesinin çözülmemiş olması.

Batı’da Çernobil ile nükleer enerjiye yatırım durmuş, ama kurulu nükleer santrallere dokunulmamıştı. Çernobil kazasının, ihmal ve teknik geri kalmışlıktan kaynaklandığını iddia eden sektör, Almanya, Fransa gibi ülkelerde benzer bir kazanın olmayacağını savunuyordu. Hatta Almanya, Fukuşima kazasından birkaç ay önce santrallerin daha uzun çalışmasına izin veren bir kanun kabul etmişti. Fukuşima ile Japonya gibi teknolojide lider bir ülkenin yaşadığı felaket, dengeleri tümden değiştirdi. Almanya, Belçika, İsviçre, Japonya gibi ülkeler nükleer enerjiden çıkma politikalarını takvime bağladılar. Bunlar arasında enerji üretiminin % 20’sini bu teknolojiden karşılayan Almanya, en radikal takvimi kabul etti. Bu ülke, 150 milyar Euro değerinde nükleer parkını 2022 yılına kadar devre dışı bırakıyor. Bu rakam devre dışı kalan santrallerin henüz rakamları bilinmeyen söküm ve depolama bütçesini kapsamıyor.

Nükleer enerji yatırımlarının bugünkü haritası ise bir nevi diktatörler veya geri kalmışlık listesi gibi: Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Hindistan, Pakistan, Türkiye vs. Bu ülkelerin “risk” algısı oldukça farklı. “Akkuyu Nükleer” bunun tipik bir örneği. Akkuyu Nükleer, olası bir kaza, sızıntı hatta Fukuşima veya Çernobil gibi bir felaket halinde 700 milyon dolar gibi gülünç bir tazminat yükümlülüğü üstlenmiş bulunuyor. Yani tüm risk, santralin teknik denetiminde pek söz sahibi olmayan Türkiye devletinin sırtında. Bu İran, Rusya, Kuzey Kore’de de böyle. ABD, Almanya’da veya hiçbir demokratik ülkede mümkün değil.

Peki Almanya gibi ülkeler milyarlarca kaybı göze alarak terk ettikleri bir teknolojiye Türkiye veya İran niçin yatırım yapıyor? Almanlar, Amerikalılar geri zekâlı mı? Bu soruyu irdelediğimizde de “Akkuyu Nükleer’in” reklamında da göze çarpan “güçlü” kelimesi ile karşılaşıyoruz. “Güç” arayışı biliyorsunuz “korku” zaafının etkin olduğu, despotlara özgü bir düzende yaygındır. İran, bunun tipik örneği. Gaz ve petrol üstünde yüzen bu ülkenin nükleer teknolojiye yatırımı enerji ihtiyacından kaynaklanmıyor. Türkiye, ne yazık ki güneş, rüzgâr gibi tabii kaynaklarına yatırım yapacağına, İran örneğinin izinde, “güç” arayışında…

Ali Yurttagül – Zaman