Artık, despotizm alameti – Ali Yurttagül

Bugünlerde şehirlerimizin ana meydanlarını ‘Akkuyu Nükleer’ reklam panoları süslüyor.

Güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi’. Nedense ‘Yeni Türkiye’nin güçlü enerjisi’ demekten kaçınmışlar. Kırmızı, mavi ve yeşilin etkin olduğu resimde bisikletli, mutlu çocuklar ve uçan kuşlar görüyoruz. ‘Akkuyu’da’ mutluluğun merkezi bir milli park havası var. Resimde görünür tek ‘teknik’ veri bir bisiklet. Nükleer ile ilişkisi, tabii yok. Önemli de değil. Reklamda -bu terim aslında uymuyor- propaganda tekniğinin kaba metotları kullanılmış. Cepheye giden ‘mutlu’ asker resimleri kullanıldığı gibi. Çernobil, Fukuşima felaketleri, nükleer artıkların nesiller boyu oluşturacağı zehir depoları, nükleerin savaş malzemesi olması kimsenin aklına gelmesin isteniyor. ‘Akkuyu Nükleer’ toplumun kaygılarını tabii biliyor. Amaç, nükleer enerjinin tehlikeli, kirli ve pahalı olduğu gündeme girmesin, yeşillikler içerisinde, bisikletli, mutlu çocuklar ile özdeşleşsin isteniyor. Bu propaganda Türkiye’de tutmaz. Demokrasinin etkin olduğu hiçbir ülkede tutmaz. Bu naif, nükleer teknolojiyi ‘güç’ ile ilişkilendiren propaganda tekniği Kuzey Kore’de, İran’da tutar.

Dünyamızda yapım sürecinde olan nükleer santrallerin haritası despotizmin simgesi gibidir. Demokrasinin etkin olduğu ülkeler Çernobil felaketinden sonra nükleer enerjiye yatırımlarını durdurdular. Nükleer teknolojinin en güçlü ülkesi ABD’de 40 yıldır enerji devi firmalar bile nükleer enerjiye yatırım yapmıyor. Yüzlerce santral yapıldı, devreye giren tek bir nükleer santral yok. Finlandiya’da yapımı yıllardır süren bir santral dışında Avrupa’da da yeni nükleer santral yatırımları yok. Reagan ve Bush döneminde öngörülen devlet desteği de firmaların tutumunu değiştirmedi. ABD’de enerji sektörünün nükleer enerjiye uzak durması, bu ülkede çevre hareketinin etkinliğinden kaynaklanmıyor. Tek gerekçe, nükleer teknolojide yaşanan risk ve nükleer artıklar meselesinin çözülmemiş olması.

Batı’da Çernobil ile nükleer enerjiye yatırım durmuş, ama kurulu nükleer santrallere dokunulmamıştı. Çernobil kazasının, ihmal ve teknik geri kalmışlıktan kaynaklandığını iddia eden sektör, Almanya, Fransa gibi ülkelerde benzer bir kazanın olmayacağını savunuyordu. Hatta Almanya, Fukuşima kazasından birkaç ay önce santrallerin daha uzun çalışmasına izin veren bir kanun kabul etmişti. Fukuşima ile Japonya gibi teknolojide lider bir ülkenin yaşadığı felaket, dengeleri tümden değiştirdi. Almanya, Belçika, İsviçre, Japonya gibi ülkeler nükleer enerjiden çıkma politikalarını takvime bağladılar. Bunlar arasında enerji üretiminin % 20’sini bu teknolojiden karşılayan Almanya, en radikal takvimi kabul etti. Bu ülke, 150 milyar Euro değerinde nükleer parkını 2022 yılına kadar devre dışı bırakıyor. Bu rakam devre dışı kalan santrallerin henüz rakamları bilinmeyen söküm ve depolama bütçesini kapsamıyor.

Nükleer enerji yatırımlarının bugünkü haritası ise bir nevi diktatörler veya geri kalmışlık listesi gibi: Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Hindistan, Pakistan, Türkiye vs. Bu ülkelerin “risk” algısı oldukça farklı. “Akkuyu Nükleer” bunun tipik bir örneği. Akkuyu Nükleer, olası bir kaza, sızıntı hatta Fukuşima veya Çernobil gibi bir felaket halinde 700 milyon dolar gibi gülünç bir tazminat yükümlülüğü üstlenmiş bulunuyor. Yani tüm risk, santralin teknik denetiminde pek söz sahibi olmayan Türkiye devletinin sırtında. Bu İran, Rusya, Kuzey Kore’de de böyle. ABD, Almanya’da veya hiçbir demokratik ülkede mümkün değil.

Peki Almanya gibi ülkeler milyarlarca kaybı göze alarak terk ettikleri bir teknolojiye Türkiye veya İran niçin yatırım yapıyor? Almanlar, Amerikalılar geri zekâlı mı? Bu soruyu irdelediğimizde de “Akkuyu Nükleer’in” reklamında da göze çarpan “güçlü” kelimesi ile karşılaşıyoruz. “Güç” arayışı biliyorsunuz “korku” zaafının etkin olduğu, despotlara özgü bir düzende yaygındır. İran, bunun tipik örneği. Gaz ve petrol üstünde yüzen bu ülkenin nükleer teknolojiye yatırımı enerji ihtiyacından kaynaklanmıyor. Türkiye, ne yazık ki güneş, rüzgâr gibi tabii kaynaklarına yatırım yapacağına, İran örneğinin izinde, “güç” arayışında…

Ali Yurttagül – Zaman

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR