Ana Sayfa Blog Sayfa 3635

Avrupa Yeşillerinden Yunan anlaşmasına sert tepki

euro greensAvrupa Yeşiller Partisi eş sözcüleri Monica Frassoni ve Reinhard Bütikofer Yunanistan ile AB – Euro group arasında yapılan müzakerelerin ardından varılan uzlaşmaya dair görüşlerini dile getirdiler. Anlaşmaya sert bir şekilde tepki gösteren Avrupa Yeşilleri geçtiğimiz hafta Avrupa için kara bir hafta oldu görüşü dile getiriliyor.

Frassoni ve Bütikofer’in açıklamasında  “En kötü sonuç olan Grexit (Yunanistan’ın Euro bölgesinden çıkartılması ) gerçekleşmedi ama sağlanan anlaşma adil olmak bir yana, zayıf bir uzlaşma oldu. Aslında ortaya çıkan tam bir dayatmadır” deniliyor. Yunanistan’ın Euro bölgesini terk veya himaye altında bir devlet olma arasında tercihte bulunma dayatmasına maruz kaldığı belirtiliyor. Bütikofer ve Frassoni’ye göre bu anlaşma sonucunda ne Yunanlıları kolay günler bekliyor, ne de tünelin ucunda bir ışık belirtisi var.

Açıklamada sürecin AB’nin 28 eşit ülke idealinden uzaklaşıp bir gücün hakimiyetine doğru gidişin başlangıcı olduğuna  dikkat çekilerek sonuçtan en az Merkel, Alman Maliye Bakanı Schaüble ve  SPD lideri Gabriel kadar Fransız ve İtalyan yetkililerin de sorumlu olduğu hatırlatılıyor. Yunan tarafının son 5 aydır yaptığı yanlışların bu denli aşağılamaya neden olmaması gereği vurgulanıyor.

Avrupa Yeşiller Partisinin açıklamasının sonu şöyle:

“Avrupa Yeşilleri kemer sıkma politikalarına son veren, ciddi bir borç silinmesini,  Yunan ekonomisinin sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlayacak gerekli reformları ve yatırımları canlandıran adil bir anlaşmayı savunmaktadır. Eurogroup müzakereleri bu şartların en az üçbuçuğunu da kapsamamaktadır. Çipras’ın vurguladığı gibi eğer elde edilen en iyi sonuç buysa,  Avrupa için umut, özsaygı ve bütünleşmeyi büyütme hedefinin çok uzağındayız. Bu Avrupa için kara bir hafta oldu. Başka bir Avrupa için mücadele etmeye devam edeceğiz.  “

Cem Özdemir de AB’yi eleştirerek Yunanistan’a destek verdi

Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı ve Federal Meclis üyesi Cem Özdemir ise bir açıklama yaparak, borç krizindeki Yunanistan’ın her şekilde desteklenmesi gerektiğini savundu.

Cem Özdemir, “Avrupa Birliği bütçesinin yüzde 2,5’ini temsil eden bir ülkeden söz ediyoruz. AB bu sorunu çözemezse dünyada diğer sorunları nasıl çözecek? Güçlü, güçsüzü ezerse AB içinde bir güvence kalmaz.” diye konuştu.

Yeşil Gazete

Raj Patel: “Gıdayı piyasa ilişkileriyle dağıtmak, açlığı garanti altına almaktır.”

İngiliz akademisyen-aktivist, gıda egemenliği savunucusu Raj Patel geçtiğimiz ay Ekümenik Patrikhane ve Southern New Hampshire Üniversitesi tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen “Teoloji, Ekoloji ve Söz” başlıklı Halki zirvesinin konuşmacıları arasındaydı. Raj Patel ile, konuşmasının ardından zirvenin yapıldığı Heybeliada’da bir röportaj yaptım.

Raj Patel
Raj Patel

Wikipedia’da “sosyal adalet hareketinin rock starı” olarak tanımlanan Raj Patel, 1972’de İngiltere’de doğdu. Annesi Kenyalı, babası Fijili olan Patel’in hayatı İngiltere’nin yanı sıra Güney Afrika, Zimbabwe, ABD gibi ülkelerde geçti. Oxford, LSE ve Cornell Üniversitesi’nden felsefe, ekonomi ve politika dereceleri aldı. 1999’da Seattle‘da yapılan ve alternatif küreselleşme hareketlerinin başlangıcı sayılan eylemlere katılan ve uluslararası çiftçi hareketi Via Campesina içinde aktif olarak çalışan Raj Patel, politik ekoloji, gıdanın ekonomi politiği, gıda egemenliği gibi alanlarda çalışıyor ve halen Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesi‘nde ders veriyor.

Raj Patel’in Value of Nothing (Hiçin Değeri) ve Stuffed and Starved (Tıkabasa ve Açlıktan Kırılan) adlı iki kitabı bulunuyor.

Röportajın Açık Radyo’da Ömer Madra ile birlikte yaptığımız Açık Yeşil programında Özde Çakmak’ın Türkçesiyle çevirili olarak yayımlanan kaydını aşağıdan dinleyebilirsiniz:

Röportajın İngilizce orjinalini de aşağıdan dinleyebilirsiniz:

Raj Patel bizimle birlikte, Açık Radyo’nun röportaj teklifini kabul ettiğiniz için teşekkürler. Konuşmanızda yeşil devrimden sözettiniz ve günümüzde daha çok ürün yetiştirilmesine rağmen aynı zamanda açlığın da arttığını söylediniz. Ayrıca yaygın bir iddia olan dünyadaki mevcut açlık nedeniyle daha fazla tarımsal ürüne ihtiyacımız olduğu görüşünden bahsettiniz. Bu görüşün neden doğru olmadığını anlatabilir misiniz?

Demek istediğim şu: Birleşik Devletler’e bakın. Amerika’da açlık tehdidi altında yaşayan elli milyon insan var. Bu da bu insanların yoksulluk nedeniyle yılın belli bir anında bir sonraki öğünlerini nereden bulacaklarını bilmedikleri anlamına geliyor. Bu durum da elbette Amerika’nın, elinde ne yapacağını bilemediği kadar çok ürün mevcut olduğu halde oluyor. Amerika’nın başlıca tarımsal ürünleri mısır ve soyadır, bunların yanında tabii buğday ve pamuk da. Bu durumda hiç kimse çıkıp “Amerika! Açlarını beslemek için daha çok ürün yetiştirmelisin” demeyecektir, çünkü yığınla ürünümüz var. Asıl sorun, yoksulluk. Yeşil devrimin hikayesi de hem tarımsal ilişkileri hem de tüketim ilişkilerini dönüştürmenin bir yolu olarak ortaya çıkmasıdır. Gıdaya piyasa aracılığıyla erişiyoruz ve piyasa aracılığıyla dağıtıyoruz. Dolayısıyla iki çok basit kural uygulanıyor. Bir: yeterli paraya sahipsen dünyanın neresinde olursan ol yemek yiyebilirsin. Ve iki, yeteri kadar paran yoksa, açlıktan kıvranırsın. Piyasayı gıdayı dağıtmak için bir mekanizma olarak sunduğunuzda, giderek daha fazla besin yetiştirebilirsiniz, fakat fiyat sıfır olmadığı için her zaman aç insanlar olacaktır. Piyasa ilişkilerini gıdayı dağıtmak için kullandığınızda aslen açlığı garanti altına almanın tarifini yaratıyorsunuz.

Aynı zamanda yeşil devrim bazı ülkelere ihtiyaç duymadıkları şeyleri üretmeyi de dayattı, değil mi? Ya da ihtiyaçları olandan farklı ürünler yetiştirmeyi.

İnsanlar yeşil devrimin ülkelere istediklerini vermekle ilgili olduğunu düşünüyor. Oysa yeşil devrim 1940’larda Meksika’da başladı. Ve deneye tabii tuttukları ürün çoğu Meksikalının yediği şey değildi. Çoğu Meksikalı tortilla yer, ki bu da mısırdan yapılır. Fakat yeşil devrim için buğdayı denediler ve buğdayı seçmelerinin nedeni de ticari çiftçileri tarımsal büyümenin motoru olarak görmeleriydi. Buğdayı yoksul köylüler için değil, şehirdeki insanların ekmek bulması, buğday unundan yapılan tortillaları alabilmesi için yetiştiriyorlardı. Yani yeşil devrim fikri kırsal açlığı bitirmek için değil, kent nüfusuna açlıktan ölmeyecek kadar gıda sağlayarak onları yatıştırmak ve ayaklanmalarını önlemek içindi. Bu yüzden de adı yeşil devrimdi. Çünkü Sovyetler’de olduğu gibi bir kızıl devrim değildi. İnsanlar genellikle yeşil devrimin rüzgar enerjisi veya kenevirle ilgili olduğunu sanıyorlar, ama yeşil devrim aslında, siyasal kontrol mekanizmalarıyla, kısırlaştırmayla, doğum kontrolüyle, sübvansiyonlarla, sulamayla, tohum ıslahıyla ve tarım kimyasallarıyla ilgilidir.

Oysa gıda krizi hakkındaki söylem ihtiyacın sonsuz olduğunu söylüyor. Şu anda zengin ülkelerin ihtiyacı ve arzuları için üretin Çin gibi ülkelere kayıyor. Siz de konuşmanızda Çin’in karbon salımının bu yüzden büyüdüğünü söylediniz, çünkü Batı’nın ya da daha zengin ülkelerin ihtiyaçlarını karşılamak zorundalar. Dolayısıyla sorun iklim değişikliği ile de bağıntılı. İklim değişikliğinin genellikle kuraklık ve su krizi vs. sebebiyle gıda üretimiyle çok ilgili olduğunu düşünürüz. Fakat bu hikâyenin diğer yanı sanırım.

Doğru, tarım iklim değişikliğinin hem kurbanı, hem de faili. Dünyada gıda üretimi yapılan yerlerin haritalarına bakarsanız, iklim değişikliği sorununda hiçbir suçu olmayan dünyanın en yoksul bazı ülkelerinin iklim değişikliğinden en çok çekenler olacağını görürsünüz. Aynı zamanda tarım ve özellikle de daha fazla etle beslenme de, iklim değişikliğinin hız kazanmasının ana sebeplerinden biridir. Artan et tüketimi ve konsantre hayvan yemi işletmeciliğinin artışı, büyük sorun kaynağıdır. Geviş getiren koyun ve ineklerin karbon salımının büyük bir bölümünden sorumlu olduklarını biliyoruz, çünkü normal çiftçilikte, geleneksel sistemlerde ya da sofistike agro-ekolojik tarımsal sistemlerde hayvanlar, atıklarının da toprağın bir parçası olduğu bir manzaranın parçalarıdırlar. Yani karbon döngüsünün bir parçası olabilirler. Hayvanları bu manzaradan çekip çıkarmaya başladığınızda ve fabrikalara doldurduğunuzda, ki yeni işletme biçimi budur, büyük miktarlarda metan ve karbon dioksit üretimine başlamış olursunuz. Bu sistemde emisyonu dengelemenin, karbonu toprağa gömmenin bir yolu da yoktur. Ve elbette insanlar giderek daha çok et yedikçe, insanlardan ziyade hayvanları beslemek için daha çok toprağa ihtiyaç duyarız. Elbette, kuş gribinden tutun da etin işlenmesinden doğan tuhaf hastalıklara, depresyondan bu sektörde çalışanların maruz kaldığı mesleki hastalıklara kadar tarımsal sistemin parçası olan diğer facialarla birlikte, bu tesislerden çıkan atıklar da muazzam sorunlar yaratır. İklim değişikliğine geldiğimizde, giderek daha fazla teşvik edilen endüstriyel beslenme ile iklim değişikliğinin sonuçları ve nedenleri arasında çok net bir bağlantı olduğunu söyleyebiliriz.

Konuşmanızda gıda endüstrisinin ürettiği kârdan daha fazla çevresel sorun yaratan tek sektör olduğunu da söylediniz…

Evet, bir muhasebe grubu olan KPMG’nin bu raporunu öğrendiğimde ben de şaşırdım. Bir dizi endüstriye bakarsanız, fosil yakıt endüstrileri de dahil, verdikleri çevresel zararın, ürettikleri kârın yaklaşık %30u olduğunu görürsünüz. Tabii onların çok çok büyük kârları var, bu yüzden de tabii çok büyük bir çevresel ayak izi oluşturuyorlar. Ama gerçek şu ki, KPMG’nin raporu gıda endüstrisinin çevresel zararının ihtiyatlı bir varsayımla, kârının %224’ü olduğunu ortaya çıkarıyor. Yani gıda sanayii, yarattığı kârın iki katından fazla çevresel zarara neden oluyor. Muazzam, muazzam bir sorun bu. Gıda endüstrine dönüp sorduğunuzda, daha az araba kullandıklarını veya işçilerin, sistemin doğurduğu çevresel zararın %1’den az kesimini oluşturan davranış biçimlerinin daha iyi olduğunu söylerler. Bu günümüzün dünyasıyla ilgili çok derin bir problem. Gıda endüstrisinden birileri sürdürülebilirlik modelleri uyguladıklarını söylediklerinde de çok ama çok şüpheci olmak gerekir. Sonuç olarak bütün veriler gösteriyor ki, gıda işletmelerini oluşturan bu konsantre hayvan besleme işlemleri, gübreleri ve monokültürü kapsayan mevcut endüstriyel gıda üretim biçimleri son derece sürdürülemezdir.

Peki, çözümlere gelecek olursak… Çözümü aşçılık olarak tanımlıyorsunuz aslında. Yemek yapmaktan, paylaşmaktan ve onu neşeli bir deneyim haline getirmekten söz ediyorsunuz. Doğru bulur musunuz bilmiyorum ama, ben bunı şöyle anladım: Gıda deneyimini sosyal değişim için kullanmak. Ivan IIIich buna muhtemelen şenliklilik derdi, öyle değil mi?

Evet.

Neşeli paylaşımla aynı kavram aslında, biraz bundan bahseder misiniz?

Malawi’deki toprak, gıda ve sağlık topluluklarıyla ilgili bu hikayede ilginç olan şey, öncelikle endüstriyel monokültüre karşı alternatiflerle ortaya çıkarak bilimsel topluluklar yaratmış olmaları. Monokültür, bir ürünü büyük tarlalarda tekrar tekrar yetiştirmektir. Fakat bu bilim insanları, deney yapan köylüler olarak toprağı ıslah etmek, buğdayı korumak ve haşerelerle sevdikleri ürünler arasında bir denge sağlamak istediler. Daha çok protein üretmek istediler ve bunu dışarıdan bir pestisit ya da herbisit kullanmadan başarmak istediler. Böyle bir deney yapmaları gerekince de, fikir alışverişinde bulundular ve müthiş fikirler geliştirdiler. Bu konuda çok bilimseldiler. Ve daha fazla besin üretebileceklerini, ama bu arada ev içindeki dinamikleri kadınlarla erkeklerin benzer miktarda iş yapacakları şekilde değiştirmezlerse, yine ellerinde aç çocuklarla kalakalacaklarını, yani bunun da adaletsizlikle sonuçlanacağını fark ettiler. Bu yüzden de bu şenlikli yemek tarifi günlerini yarattılar. Bu günlerde herkes bir araya gelmeye, eşitlik içinde tartışmaya başladılar. Ama tabii bu kadar keyifli olmayan şeyler de vardır ve bence adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı koyup koymadığınızın farkına varmanız önemlidir. Bu da çok eğlenceli olmasa da yapmak zorunda olduğunuz bir şeydir. Eşitsizlik hakkında, zorlu, çetin konuşmalar yapılan bu alanları yaratmaları da hikâyenin bir parçasıdır. Daha sonra da eşitsizliğin geri gelmediğinden emin olmak için sürekli örgütlü olmak gerekir.

Sanırım bu agro-ekoloji konseptinden biraz fazla bir şey değil mi, daha topluluk temelli bir şey…

Evet, agro-ekoloji fikri, tarımla etrafını çevreleyen ekolojinin birbiriyle uyumlu olmasıyla ilgilidir. Fakat işin dağıtım kısmı, gıda egemenliği denen şeyle ilgilidir ve herkesin yemek yiyebilmesini sağlamak için bütün toplumun içinde yer aldığı bir tartışmayı gerekli kılar. Uluslararası çiftçi grubu La Via Campesina’dan gelen bu gıda egemenliği fikri, yarınki yemek yeme şeklimizin son derece önemli bir parçasıdır. Sadece topraktan bir şeyler elde etmenin yeni yollarına değil, aynı zamanda herkesin daha iyi beslenmesini sağlayan yeni politikalara da ihtiyacımız var.

Bunun hakkında bir belgeseliniz var, değil mi?

Evet, önümüzdeki yıl gösterime girecek olan “Generation Food” adlı belgesel filmde bu politikaları ve çiftçilik sistemlerinin bazılarını inceliyoruz.

Son sorum, bizim geleneksel sorumuz. Dünya nereye gidiyor desem ne dersiniz?

Hmm, ben aklın kötümserliğine ve iradenin iyimserliğine inanıyorum. Karbondioksit rakamlarına bakarsanız, eşitsizlik rakamlarına bakarsanız, çevresel açıdan çok kötü bir yöne doğru gittiğimize işaret eden bir dizi rakama bakarsanız, hikaye iyiye gitmiyor. Fakat özellikle Birleşik Devletler’de yaşayan benim gibi biri için bu gidişten öfke duyan bunca halk hareketinin birbiriyle bir araya geldiğini ve kesiştiğini görmek oldukça ilginç. Bu insanlar sadece yeşil sorunlarla ilgileniyor demek değil bu, aynı zamanda ırksal sorunlarla, yoksullukla, açlıkla ve çevresel sorunlarla ilgileniyorlar, bir araya geliyorlar, bu hareketler kesişiyor ve bundan dolayı çok heyecanlıyım. Gerçekleşse de gerçekleşmese de, umuda yer varsa eğer, bu yaşanan, bize daha iyi bir dünya sağlayabilecek olan politikaların etrafında gelişen hareketlerin birleşmesidir. Daha az özel mülkiyete sahip olduğumuz bir dünya, çoğumuzun daha az tükettiği, ama daha çok eğlendiğimiz bir dünya. Bu bana göre iyimser olmak için bir neden.

Teşekkürler Raj Patel.

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Çeviren: Özde Çakmak – Yeşil Gazete

YSGP’den Hükümete : Bu yol iyi yol değil!

YSGPKaradeniz’de protestolara neden olan Yeşil Yol projesine yönelik devlet şiddeti, ve Artvin Cerrattepe’de altın madenlerine karşı yürütülen mücadele geçtiğimiz haftanın gündeminden hiç düşmedi. Hükümetin doğaya ve insana yönelik saldırılarına karşı Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi bir açıklama yayınlayarak yaşam alanlarını savunan halkın yanında yer aldıklarını açıkladı.

YSGP eşsözcüleri Sevil Turan ve Naci Sönmez imzasıyla yayınlanan açıklama şöyle:

 

Tuttuğunuz yol, yol değildir!

7 Haziran seçimleri öncesi ara verilen doğaya saldırılar kaldığı yerden devam ediyor. Seçimler öncesinde halkın öfkesinden çekinerek projelerini bir süreliğine rafa kaldıran AKP Hükümeti seçimlerde halktan aldığı ihtarı anlamamışa benziyor. Doğayı sorumsuz kalkınma politikasının gereği olarak sonsuz bir hammadde deposu olarak gören AKP yeni hükümet çalışmalarının sonucunu beklemeye gerek görmeden doğaya ve yaşam alanlarını savunan halka saldırmaya başladı.

İstanbul’un kuzey ormanlarından, Akkuyu’ya, Sinop’tan Çanakkale’ye,  Munzur’dan Artvin’e tüm yurdu sadece şirketlerin karına kar katmak uğruna lüzumsuz projelere açan AKP hukuk tanımamakta inat ediyor. Doğanın haklarını yok sayarak yapılacak hiç bir madencilik, enerji, inşaat projesi halkın da yararına değildir. Bu nedenle yaşamın sürdürülebilirliğini tehdit eden bu projeler doğayla uyum içinde yaşamı paradan daha önemli gören halktan kabul görmüyor.

Halkın itirazlarını dinlemeyen AKP sandıkta yaşadığı hüsranın acısını meşru protesto hakkını kullanan halktan çıkartmaya çalışıyor. Devlet’in jandarmasını, savcısını, valisini halkın üzerine saldırtmakta sakınca görmüyor.

Hükümetin doğaya yönelik saldırılarını barışçı yollarla durdurmaya çalışan ve yaşam alanlarını savunan Karadenizliler “Hükümete tuttuğunuz yol, yol değildir” diye uyarıda bulundu. Karadeniz’den yükselen bu haklı isyana biz de sonuna kadar destek vermeyi sürdüreceğiz.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak biz de Hükümet’e sesleniyoruz: Tuttuğunuz bu yol iyi bir yol değil!

Sevil Turan – Naci Sönmez

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüleri

 

Sakin ol ve kadınlara atfettiğin sıfatları yavaşça yere bırak – Deniz Bayram – Bilge Güler

“Kesinlikle istemiyoruz. Benim çocukluğum, gençliğim buralarda geçti. Mahkeme kimdir? Devlet kimdir? Mahkeme biziz? Halkız biz? Vali kimdir? Kaymakam kimdir? Mahkeme olanlar buralarda yatanlardır. Biziz” diyerek, kendi hayatını, çocukluğunu, gençliğini, yaşamını referans vererek, Karadeniz’de sekiz yaylanın birleştirilmesine engel olurken, doğanın savunusu açısının kendi yaşama alanı mücadelesine dönüşümünü, bir tür “yerinden etme” plan ve projelerine karşı “buradayım” deme halini bir kenara bırakıp ona “ana” diyerek “başının tacı” ilan eden herkes; bu yazı size.

Biz Rabia Özcan’a “ana” demiyoruz. Dozerlerin önünde bedeni ile doğrudan eyleyen bu kadınlar direnişlerin öznesidir. Bu özneleri analığın “cenneti ayakları altına alan kutsallığı” içinde eritmeye pek niyetimiz de yok.rabia özcan

Türkiye’de ve dünyada, makro ölçekli planlamalar ve tepeden inmeci uygulamalar, doğayı ve taşradaki üretimi, yaşam alanlarını hedef alırken, kadınların yaşamında da sarsıcı ve yıkıcı izler bırakıyor. Bu makro ekonomik yatırım plan-projeleri kapsamında devletlerin teşvikleri, anlaşmaları ile sermayenin gerçekleştirdiği toprak gaspları bir süredir kadınlara karşı makro ekonomik düzeyde şiddet olarak tanımlanıyor. Evlerinin, tarlalarının yakınında kurulan termik santrallerin, endüstriyel, enerji projelerinin yarattığı kirlilik hane içini hasta ederken hastalıklar nedeni ile oluşan bakım emeğini kim veriyor? Yaşadıkları mekanlarda, kapılarının önlerine kadar dev projeler ile gelen “iş-inşaat-işletme sahası” ve alanı sadece erkeklere açan sektör kimin hayatını daha çok katmanlı olarak daraltıyor? “Bu santral buraya kurulalı beri, bu kamyonlar her gün burada, her gün onlarcası gelir gider. Ben de o gün beri o taraftaki tarlamıza gidemem, nasıl gideyim bu kalabalıkta, şantiyenin orda, kamyonların orada?” (2)

Bu makro ekonomik şiddete karşı kadınlar tabandan bir ses çıkarma ile kadın mücadelesini kendi yaşama alanında örgütlüyor. Şili’de agroekolojik yöntemler ile tarım yapan kadınlar, tarım şirketlerinin kullandığı pestisid nedeni ile hasta olurken dev şirketlerin gasplarına karşı mücadele eden bu kadınların motivasyonuyla, Türkiye’de termik santralin külüne, havasına isyan eden, sokaklara çıkan kadınların iradesi bibirinin aynısı.

Termik santraller, yeşil yollar, IŞİD cihatçılığı, tarım alanlarının, zeytinliklerinin, yaylaların, derelerin ve ormanların yok edilmesi, yerel halkların göçe ve endüstride çalışmaya zorlanması anlamına da geliyor.  Göç ve proleterleştirme ve hatta kent yoksulluğuna mahkum edilme eğilimi, kadınlar ve çocuklar üzerinde daha yıkıcı olan bir durum. Yaylalarından, köylerinden şehirlere göçe zorlanan kadınların, kentlerin cinsiyetçi yaşam örgüsü içinde var olma/olabilme hali/ihtimali erkeklerinki ile eşit de değil.

Özne olmak

Sermayenin yıkıcılığına karşı ekolojik direniş ve direnişte kadınların ön saflarda olması, gündelik alışkanlık ve “görev”lerinin dışına çıkmaları ve özneleşmeleri anlamına da geliyor. Yerel ekoloji direnişi, kadınlar için aynı zamanda kalıpların dışına taşma, kopuş ve radikalleşme demek. Bu bağlamda kent alanında Gezi direnişindeki kadınlar ve Bergama’da altın madenine karşı çıkarken, Yırca’da zeytin ağaçlarını korurken, Karadeniz’de HES karşıtı mücadeleye kendini adarken kadınların radikallik ortaklığı, yaşam alanını otoriteye, devlete, sermayeye karşı korumak zemininde özdeştir. Ne var ki, bu yaşadıkları, nefes aldıkları alan, sadece devlet ve sermaye ortaklığına karşı bir duruş değil, erkeklere karşı da aynı savununun verilmesidir. Yırcalı kadınların, zeytin ağaçları önünde kendini siper etmelerinin nedenine bir bakın: “Bu ağaçlar benim değil tabii ya. Benim değil ama bu ağaçlarda toplayıcılık yapmaya geliyorum. Zeytin toplayıp üç beş para kazanıyorum, para biriktiriyorum. Evden kaçıp diğer kadınlarla bir araya gelip, dertleşiyoruz. Tapu benim değil başkasının ama bu zeytin ağaçlarının aralamasında, zeytinlerin toplanmasında emeğim var.”
Yaşam alanı gaspına direnişten kasıt, ister kadına gündelik yaşamında nefes aldırmayan aile kurumu ve toplumsal cinsiyet rolleri, ister özgürce gezip dolaşabildiği yaylalara ve su kaynaklarına el konma harekatı olsun, kadınlar için kritik ve yaşamsaldır. Direniş, ister aile içi şiddete karşı, ister sokakta dolaşabilme özgürlüğü için, isterse de bir ormanın varlığını korumak için olsun, sınır çeker, iradidir, özgürlükçüdür. Kırda kadınların o alanı koruması, erkeklerin nedenlerinden birçok noktada ayrılır. Kadınlar için o alanlar, evden, aile içinde sıkıştırılımışlıktan, çoğu zaman ev içindeki şiddetten kaçıp, nefes alması ile eştir.

Türkiye’de ekoloji mücadelesinin öznesi olan kadınlar, kadınların tarih boyunca öznesi olageldiği özgürlük ve toplumsal dönüşüm mücadelesinden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla kırda ekoloji mücadelesinde direnen kadınlar yekun bir kadın mücadelesinin parçası ve bu nedenle söylemlerinde toplumsal cinsiyet rollerinin yıkımına ve güçlenmeye de işaret eden birçok örnek bulunuyor. Bergama’da eyleme gitmeyen kocaları ile sevişmeyen kadınlar. Gerze’de elele tutuşup gece yarısı iş makinelerinin önüne oturan kadınlar. Yırca’da çocukların içinde olduğu öğrenci servisini durdurup, “Bu devletin okuluna gitmeyecekler, ellerine silah alıp, dağa çıkacaklar” diyen kadınlar…

Yine Yırca’da kadınlar, kendilerini alandan çıkarmaya çalışan özel güvenlik görevlilerine karşı “Şimdi üzerimi soyunuyorum, şimdi çıplak kalacağım sen de bana bakarak taciz yapmış olacaksın, burası benim tarlam, rahat hareket etmek istiyorum, senin ne işin var burda?” derken bedeni ile direnişinde, köydeki “anne”, “bacı”, “teyze” olarak bu kadınlar kendisinden beklenmeyen her eylemliliğin de öznesidir. Oysa, direnen, “ana”, “teyze” bilinen kadınlara yönelik bu imleme, kendisini kadın bedeninin öteki ilan edilmesi ile gösteriyor evet. “Ne yani 70 yaşında kadına, ‘ana’ neden demeyeyim, başka ne diyebilirim? Niye rahatsız oluyorsunuz, sanki erkekler yetmiş yaşında ninelere, analara nasıl bir gözle baksın yahu başka?” diye tepki gösterenlerin, aslında kadınlara, “ana”dan, “teyze”den gayrı birşey demekten “çekinirken”, kadınlara cinsellikten ayrı düşünemediklerinde kadın diyebilecekleri bir girdabın içinde olduklarını söylemeden de geçmeyeceğiz burada evet.

Şimdi o sıfatları sessizce yere bırak

Bazılarımız, mücadeleci kadınları imlerken neden ana, bacı ve teyze diye hitap etmekten kendilerini alamıyorlar? Kırda ana bacı teyzeyken, kentte “kırmızılı”, “siyahlı” kadın olarak anılmamız, tehlikeli bir ayrıma, karikatürleştirmeye, özneliğin gölgelenmesine, sözün irtifasının düşürülmesine, dolayısıyla kadınların pek çok yönüyle ortak olan mücadelesinin, münferit şeyler olarak görülerek, ikincilleştirilmesine ve göçe zorlanmanın, talanın, daraltılan alanlarda kadınların sıkıştırılmışlığının farklı boyutlarının ve sonuçlarının kadınlara yüklediği diğer yaşam yüklerinin de görmezden gelinmesine neden oluyor.

Neden kadınları, direnişlerin “kurumsallaşması” sırasında karar verenler, öne çıkanlar olarak göremiyoruz? (2) Bu eylemlilikten hareket içinde karar alım süreçlerine geçişte genelde erkekler ön saflarda iken bize kalan neden hep semboller oluyor? Ya da başka bir deyişle, neden bizim rolümüz, “ana”, “kırmızılı”, “siyahlı” olup bir şekilde direnişin “görünürleştirilen” zaman zaman “teyzelerimizi, analarımızı yerlerde sürüklediler” kıvamında “araçsallaştırılan” roller? Neden kadınların bedenleri ile cephe almaları, söylem ve eylem düzeyinde sembolleştirmeden öteye gidemiyor? Neden, yaşadığı alanları koruyan yüce analarımızın, direnişte bile yüklendikleri ev içi emek ve bakım emeği bu alanlarda hiç tartışılmaz?

Rabia Özcan bir röportajında “Hengameden Havva anlaşıldı sanırım adım. Soyadım da Bekar değil Özcan aslında. Ancak burada herkes beni Bekar diye tanır. Çünkü yıllarca evliydim ve soyadım Bekar’dı. Ama o kocamın soyadı, onu da şutladım. İşin özü şimdi Özcanım. Ama kızım bunların hiçbiri sorun değil. Direnen onlarca teyzeden biri diye yazın. Rabia’nın Havva’nın önemi yok.” Derken aslında, sembol olmaya bir itirazını, direnen bütün kadınlardan biri olduğunu söyleyerek de tekilleştirilmeye karşı çıkmıyor mu?

Sembolleştirme ve kahramanlaştırma adı altında savunulan bu ağız alışkanlığı, kadınlar için karikatürize edilme ve asıl derdin ikincilleşmesi yönünde işlerken, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretilerek, aslında bu rollerin de hazırlayıcısı olduğu toplumsal düzenin sorgulanmasını engelleyici işlev görüyor. Oysa ki, dozer önünde devlete “kafa tutmaktan”, tecavüzcüyü ve katili olacak erkeği ondan erken davranıp öldürmeye (özsavunma pratiği), tacizin kol gezdiği sokaklarda, sokaklar ve geceler bizim diye bağırmaktan, aile dışındaki hayata işaret etmeye, söylem ve eylem düzeyindeki tüm kadın mücadelelerinin ve kurulan sözün, özgürleşme ve alan savunma, çizgiyi çekme iradesinin ortaklığı, açıkça mücadelenin radikalliğini gösterir. Analık, bacılık, yaşa ve dış görünüme dayalı kategorizasyon gibi imleme, sıfat verme ve sembolleştirme yöntemleri, aslında bu radikalliğin boyutunu, bu çıkışın ortaklığını ve politik önemini görmezden gelme alışkanlığıdır.

Kadınlar elbette annelik üzerinden politik söz üretir, mücadele örgütler. “kadınlara anne demeyin” demek değil derdimiz. Örneğin, “Cumartesi Anneleri”nin bir tarihselliği var. Oğulları, kocaları, yakınları zorla kaybettirilmiş, işkence çektirilmiş kadınların bu ilişkileri üzerinden kişisel hikayelerinin bir politikası var. Bu kadınlar, “kayıpları” olan ve diğer herşeyin yanında “kayıpları” üzerinden de devlet şiddetini deneyimleyen kadınlar. Ege’de, Karandeniz’de toprakları, mekanları ile aidiyetlik ilişkisi kuran kadınlar ise bu mekanları korumak, bırakmamak için, kendi çocukluğu, gençliği, kendi gündeliği üzerinden hikayesini kuruyor. Kesimine engel olamadığı ağaçların yasını tutarken, her gün çatır çatır sesini duyuyorum derken, annelik bu acının neresinde? Bu noktada direnen kadınların mücadele nedenlerini annelikleri, üzerinden kurmak istemediği açık. Bu yerleri, çocuklarıma, torunlarıma bırkmak istiyorum derken de hala kendi yaşamı ile mekanlar arasında kurduğu bağa işaret ediyor söyledikleri.

Devam eden bir kadın isyanı var, hatta bu isyan aile içinde, kadınların en yakınındaki erkekler tarafından erkek şiddeti ile bastırılıyor Bu bastırma kadınların öldürülmeleri ile sonuçlanıyor çoğunlukla. Kadın katillerinin eğilimleri, aldıkları indirimler son derece ortak ama kadınların karşı çıkma biçimlerinin toplamda bir kadın direnişi olduğu gerçeği bir türlü kabul görmüyor. Kabul görmeyen ne? Mesela “Evet öldürdüm, çünkü boşanmak istedi, evden kaçtı” diyen erkeğe haksız tahrik indirimi yapan mahkemeler nezdinde kadınların aile dışında da var olabileceği kabul görmeyen. Tıpkı dozer önüne geçip oturmayı göze almış bir kadının analığı bacılığı dışında bir yerde var olabileceğinin, başka bir maddi manevi aidiyeti olabileceğinin kabul görmemesi gibi.

Bu noktada sormak hakkımız: bizi neden aile dışında bir aidiyette hiçkimse düşünemiyor?

Diğer yandan, ekoloji mücadelesindeki erkeklerle bu tarz bir “kültürel samimiyet” ilişkisi kurulmaz. Kazım Delal, Kazım Dayı’dan ziyade “Yurttaş Kazım”dır. Bergama mücadelesinin öznelerinden Bergamalı Asteriks’e kimse babamız dememiştir. Yırcalı muhtar, kimsenin kardeşi, ağabeyi, babası olmamıştır. Gönüllerin muhtarı olmuştur. Tüm bunlar, toplumsal cinsiyet kalıplarının mücadele içindeki ve onun sözcülüğünü de yapmayı üstlenen birçok muhalif ve örgütlü bireyin de diline sirayet ettiği ve arka plandaki çifte standardın, ikiyüzlülüğün görülmediği bir sistematiğe işaret ediyor.  Bu çifte standart ve ikiyüzlülük, feministler tarafından dillendirildiği anda, aynı sistematik içinde, feministleri de marjinal ve “gereksiz duyar kasanlar” olarak yaftalayan reaksiyonlar üretiliyor. Yaşam alanı mücadelesi veren bir kadını aile dışında düşünememek bir kalıba ve sistemsel bütünlüğüne işaret ediyor. Hal böyleyken kadınlar aile içinde “analar” olarak öldürülürken böyle bir “samimi ve sahiplenici” dil niye kurulmuyor?  Rabia Özcan örneğinde, Rabia Özcan’ın herkesin anası olduğuna kim, ne ara, nasıl karar verdi? Mücadele içinde yer alan kadının annelik vasfına yaşından, giydiğinden, şivesinden, “naifliğinden” karar veren zihin, aynı kodla, kadınların kategorize edilerek sözlerinin ikincilleştirilme ve mücadelelerin münferit yüzeyselliğe indirgenme riskine karşı çıkan kadını “marjinal, yabancılaşmış ve hatta karşı devrimci” ilan edip linç edebiliyor. Hatta feminist sözün, kadın mücadelesi sözünün tarihi de bu örneklerle doludur.

Prototipleştirme ve karikatürleştirme, niyetten bağımsız olarak bile olsa, kişiliği ve özneliği bir yana koyan bir söylem eğilimidir ve ortaklaştırma değildir. Sözgelimi, şiddet mücadelesinde kadın hareketinin kazanımlarından biri, şiddete uğrayan bir kadının kendi bireysel şiddetten uzaklaşma ve özgürleşme mücadelesini, diğer kadınlarla benzer bir yönde ve benzer bir hedefe karşı, farklı yoğunlukta ve farklı güçlenme düzeylerinde verdiğinin kabul edilmesidir. Dolayısıyla mücadele öz ve yön itibariyle ortakken, şiddetle mücadele içindeki kadın (ki şiddet ortamından uzaklaşmamış da olsa her kadın şiddet başladığı anda şiddetle mücadele halindedir) öncelikle bir kişiliğe ve kendini tanımladığı kimliğe sahiptir. Dolayısıyla halihazırda yaşamını değiştirme ve savunma, güçlenme aşamasında olan ve o noktada özneliğini eline alan bir kadın, kadın özgürleşme mücadelesinin bir parçası haline gelir ve mücadele ettiği ataerkil şiddet ortak ve sistematik olduğundan, münferit bir mücadele değildir, aslında tüm kadınların farklı yoğunluk ve formlarda karşılaştığı şiddet mücadelesiyle aynı yönlü ve özdeştir. Bu yapı içinde kadının kişiliği, deneyimi ve güçlenme hikayesi kendine özgü, biricik ama diğer kadınlarınkiyle tam da prototip/karikatür (yani özneleşmemiş, olgunlaşmamış, tek boyutlu) olmamak yönüyle ortaktır.

Öldürülen kadınlar da, direnen kadınlar da istatistik veya ana-bacı, çilekeş, cefakar karikatürü değildir. Tıpkı sokakta direnen kentli feminist kadının bir marjinal, aykırı ve ayrıksı kadın karikatürü olmadığı gibi. Eril tanımlı “masumiyetler”, “ana yüceliği, kutsallığı” ve yine erkek egemen tanımlı “iffetsizlikler” kategorizasyonunun artık pek de gizleyemediği bir söz ortaklığı, radikallik arayışı, yaşam savunusu, ister kabul edin, ister etmeyin kadınların ortak gündemi. Bunu Çilem Doğan’ın isyanına, söylemine, giysisinde yazan yazıya sirayet eden öznelik ve politikada herkes görebilir, görmek istiyorsa. Rabia Özcan’ın aslında ilk soyadını kullanmasına vurgu yaparken, “kocamı şutladım” demesinde de görebilir, eğer görmek istiyorsa.  Her kadın yaşamı, ataerkil sistemin, hiyerarşinin, yaşam alanı gaspının ve bedensel sömürünün altında yatan “fethetme” yoğunluğunun bu denli ağır olduğu bir ortamda, bir direniş hikayesidir. Bu hikayede kadınların mücadele ettiği bazen erkek şiddeti bazen devlet şiddeti, bazen devlet ve sermaye ortaklığında kurulan makro ekonomik şiddettir, bazen hepsi birden. Bunu bir feminist kadın söylediğinde marjinal oluyor (ki feministler oy hakkı için direnirken de “marjinal”di, tarihimiz çeşit çeşit marjinalliklerle dolu, çok tuhaf ve tanıdık bir biçimde) ama hayat ve mücadele kendini yerleşik basiretin ötesinde dayattıkça kabul edeceğiniz bir şey var: bu bir kadın isyanı ve kadınların ortak öfkesi ve mücadelesi.

Şimdi sakin olun ve kadınlara atfedilen her türlü tali ve bağlam dışı sıfatı yavaşça yere bırakın.

Deniz Bayram – Bilge Güler – Bianet.org

(1) Yırcalı bir kadının, köyüne çok yakın termik santral hakkında konuşması.

(2) Ekososyalist Bir Feminizm: Bergaam

Yeşil Yol’da mahkemeden ağaç kesimine veto

Karadeniz Bölgesi’nde 8 ilin yaylalarını birbirine bağlayacak olan 2 bin 600 kilometre uzunluğundaki Yeşil Yol projesi, Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde protesto edildi. Kaymakamlık önünde toplanan yüzlerce kişi, ‘Adı yeşil özü kara’ benzetmesi yapılan Yeşil Yol projesinin durdurulmasını istedi. Etkinliğe katılan CHP’nin Karadeniz illeri milletvekilleri de, projeye tepkilerini dile getirdi. Öte yandan Fırtına İnsiyatifi grubunun Rize İdare Mahkemesi’nde açtığı davada mahkeme, idarenin savunmasını almaya gerek görmeden, ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi.

Havva Ana adıyla Yeşil Yol mücadelesinin simgesi haline gelen 63 yaşındaki Rabiye Bekar’da grubun önünde yer aldı
Havva Ana adıyla Yeşil Yol mücadelesinin simgesi haline gelen 63 yaşındaki Rabiye Bekar’da grubun önünde yer aldı

Kaymakamlık önünde düzenlenen eyleme, Fırtına İnsiyatifi grubu üyeleri ile Yeşil Yol bağlantısının yapılacağı Yukarı Kavrun ve Samistal yaylalarında yaşayan vatandaşların yanısıra CHP Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen, Giresun Milletvekili Bülent Yener Bektaşoğlu, Samsun Milletvekilleri Barış Karadeniz ve Kemal Zeybek, Ordu Milletvekilleri Seyit Turan ve Mustafa Adıgüzel ile ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş, HDP’li Selda Karafazlı ve Halk Evleri temsilcileri de katıldı.  ‘Susma haykır, Yeşil Yola hayır’ sloganları atılan eylemde, ‘Yeşil Yol istemiyoruz’ pankartları açıldı. Havva Ana adıyla Yeşil Yol mücadelesinin simgesi haline gelen 63 yaşındaki Rabiye Bekar’da grubun önünde yer aldı.

YEŞİL YOL: ADI YEŞİL, ÖZÜ KARA

Fırtına İnsiyatifi adına açıklama yapan Deniz Demirci, Fırtına Vadisi’nin ülkenin en büyük doğal SİT alanı ve Milli Park olduğunu belirterek, dünyada ender kalmış bozulmamış alanların önünde geldiğini söyledi. Yeşil Yol adı verilen ve turizm için yapılacağı söylenen yolun vadiyi tehdit ettiğini belirten Demirci, şunları söyledi:

“Adı yeşil ama özü kara olan bu yolun vadimize felaket getireceğini görüyoruz. Yeşil yolun bir ihtiyaç olmadığı gerçeğini biliyoruz. Fırtına Vadisi’nde her yaylanın yolu vardır ve yeni yola gerek yoktur. Yeni açılacak yollara araç trafiğini artıracağı ve doğal ekosistemi parçalayacağı için karşıyız. Dağda, Milli Park’ta, doğal SİT alanlarında, 3 bin metrede çift şeritli yol olmaz. Vadide daha fazla yol, bağlantı yolları ve yol genişletmeleri Fırtına Vadisine onarılmaz zararlar verecektir. Arazi vitesli araçlarla tozu dumanı katarak giden ve günde 5 yayla gören turisti, mangal ateşi ile çöpleri, meraları ele geçirmiş otelcileri yaylalarımızda ve meralarımızda, yani yaşam alanlarımızda kesinlikle görmek istemiyoruz.

MAHKEME YEŞİL YOLDA ORMAN KESİMİ İZNİNİ DURDURDU

Bu arada, Yeşil Yol projesinin geçeceği Ausor yaylasında Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 16 dönümlük alanda orman kesim izni vermesini ağaç katliamına yol açacağı gerekçesiyle mahkemeye taşıyan Fırtına İnsiyatifi grubunun Rize İdare Mahkemesi’nde açtığı davada mahkeme, idarenin savunmasını almaya gerek görmeden, ‘yürütmeyi durdurma’ kararı verdi.

(Hürriyet)

Çevre Avukatları: Yeşilyol’a karşıyız, çünkü…

yeşil yolTürkiye’nin farklı bölgelerinden çok sayıda ekolojist avukat ve hukukçunun, ekolojik sorunlara müdahale etmek, insanın hegemonyasında bulunan dünyada, kuşların, çiçeklerin, böceklerin, ayıların, kısacası canlı cansız tüm doğanın sesini duyurmak ve haklarını savunmak için bir araya geldiği, gönüllü bir topluluk olan Çevre ve Ekoloji Hareketleri Avukatları Grubu (ÇEHAV) bugün bir açıklama yayınlayarak Yeşilyol projesine neden  itiraz ettiklerini açıkladılar.

ÇEHAV’ın açıklaması şöyle:

YEŞİL YOLA NEDEN KARŞIYIZ? ÇÜNKÜ;

Yeşilyol ismi ile dayatılan ve yaylaların yollarla birbirine bağlanmasını amaçlayan projenin, Fırtına Vadisi’nde, orman ve mera alanlarında, Doğal Sit ve Milli Park alanlarında yapılması planlanmaktadır, yol çalışması halkın tepkisine rağmen devam etmektedir. Bu proje yasa dışı ve meşruiyeti olmadan inşa edilmektedir. “Yeşil Yol” projesi; Çamlıhemşinli olsun/olmasın doğayı seven insanlar tarafından kabul edilmemekte ve protesto edilmektedir.

Anayasasının 17. maddesinde, herkesin, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu, 56. maddesinde ise; herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yasama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir.

Yeşilyol adlı proje hayata geçirilirken Çevre Kanunu gereğince çevresel etkilerin ve havzanın özellikleri, alanın orman vasfı, yörenin meteorolojik özellikleri, jeolojik olarak uygunluğu, heyelanlı sahalar ve bu sahalarda alınması gereken ek önlemler, sanat yapıları DEĞERLENDİRİLMEMİŞTİR.

Bu yoldan çıkacak hafriyatın ne şekilde bertaraf edileceği, ağaç kesimi ve patlatmalarla ortaya çıkacak sorunlar, ormanlık alanına yapılacak müdahalenin orman ekosistemi üzerindeki etkileri, çalışma alanlarının yeniden ağaçlandırılmasının mümkün olup olmayacağı, Alpin çayırlık alanlarında yapılacak müdahalenin ortaya çıkaracağı sonuçlar ve rehabilite edilmesine dönük alınan tedbirler bakımından da DEĞERLENDİRME YAPILMAMIŞTIR.

Valiliğin işlem ve beyanları ile bu yolun inşa edilmesindeki amacın yayla turizmini geliştirmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu amacın söz konusu yolların inşa edilmesi ile ne şekilde gelişeceği, yayla turizmine olumlu ya da olumsuz etkileri bakımından yolun yapılmasının zaruri olup olmadığı soruları CEVAPLANMAMIŞTIR.

Diğer yandan,

– Araçlarla günübirlik gezmelerin yerel ekonomiye ve yayla turizmine herhangi bir 
katkısının olamayacağı,

– Gelenlerin yaylaları izlemesinin yayla turizmi anlamına gelmediği,

– Ekoturizmin ekonomiye ciddi katkısı olduğu ve eski patika yolların yeniden 
kullanılmaya başlandığı,

– Araç trafiğinin ekoturizmi benimseyen halkın bu yönelimini de ortadan kaldıracağı,

– Diğer yandan yapılacak yolların doğa koruma anlayışı ile hiç uyuşmayan kitle 
turizmine yol açacağı, bunun sonucunda yaylaların da Uzungöl ve Ayder Yaylası 
benzeri hızla yapılaşacağı,

– Yerel halkın rekabet edemeyeceği lüks otellerin ya da kaçak yapıların 2000-3000 
metre kotlarında hızla yaygınlaşacağı,

– Meraların parçalanıp, yaban hayatının, biyolojik çeşitliliğin zarar göreceği,

– Yöre insanının yaylalara ulaşmada herhangi bir ulaşım sorunu olmadığı,

– Yola dair herhangi bir imar planının olmaması,

– Herhangi bir çevresel etki değerlendirmesi de içermemesi,

– 2500 -3000 metre kotlarında Alpin çayırlar üzerinde piknikçilerin görüntüleri, 
atıkları, denetimsizliklerin oluşturacağı,

– Doğu Karadeniz dağlarının bozayıları, vaşakları, karacaları, dağ keçilerinin hareket 
alanlarının, baraj gölleri ve HES inşaatları nedeniyle zaten yeterince daralmış 
durumda olduğu,

– Bir de “yeşil” yol yapılırsa küçük küçük canlı gruplarının çok dar alanlara 
hapsolacağı ve zamanla nesilleri tükeneceği,
hep birlikte düşünüldüğünde, açılacak yollar Fırtına Vadisi Havzası gibi çok değerli 
ekosistemleri iç içe barındıran bir vadinin çok yanlış bir planlama ile ve üstelik yayla turizmi ile hiç bağdaştırılamayacak bir sürecin sonunda üstelik geri dönüşü olamayacak biçimde yok yere kirletilip zarar görmesine NEDEN OLACAKTIR.

BU GERÇEKLİK KARŞISINDA YEŞİL YOLA EVET DEMEMİZ MÜMKÜN DEĞİLDİR. 


 

Yeşil Gazete

Demirtaş’tan KCK’nın ateşkes bitti açıklamasına değerlendirme

selahattin demirtaşHDP Eşbaşkanı SelahattinDemirtaş, KCK’nın ateşkesin bittiğine dair açıklamasını değerlendirdi

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gündeme dair sorulara cevap verdi.

İşte Demirtaş’ın açıklamalarından satır başları:

Ateşkes bitti mi?

Yapılan açıklamaları biz de izliyoruz. 2,5 yıldır devam eden süreç boyunca gelinen en gerilimli aşamadayız. Biz çözüm sürecinin bir an önce kaldığı yerden değil, daha ileri aşlamadan başlaması sonuçlanması gerektiğini düşünüyoruz hep.

Fakat süreç yoktur, taraflar yoktur, masa yoktur diyen biz değiliz. Bu ülkenin cumhurbaşkanı bunu söylemiştir. Şimdi süreç var mı, ateşkes var mı onun kararını HDP olarak biz vermiyoruz.

KCK’nin yaptığı açıklamadan da biz şunu anladık. Tümüyle ateşkesin bitmesi durumundan söz etmiyorlar bu açıklamada. Fakat ateşkes karşılıklı olmalıdır. İhlal eden askeri baraj yol yapımları durması gerektiği, durmazsa misilleme yapacağı diye okuduk biz.

Ateşin askerler tarafından açıldığı konusunda ciddi bulgular var

Ardahan’da yaşanan olay kaygı verici. Yaşamını yitiren amcamıza Allah’tan rahmet diliyorum.

Olayın medyanın yazdığı gibi gelişmediğini biliyoruz. Raporlara bakacağız.

Ateşin askerler tarafından açıldığı konusunda ciddi bulgular var, bunları da paylaşacağız.

İmralı kendisi bir tecrittir. Kendisiyle istediğiniz kişilerin istediği kadar görüşmesine izin veriyorsunuz. Bunun adına da müzakere diyorsunuz. Bu olmaz. Ben Öcalan’ın çözüm sürecine ciddi katkı sunabilecek durumda olduğunu düşünüyorum. Bunun yolu sadece HDP heyetinin gitmesiyle olmaz. Güvene dayalı müzakere süreci başlaması lazım.

 

Kaynak: Turnusol.biz

Erken seçimden önce HDP’ye operasyon planı – Oya Baydar

Başlık, bir Fuat Avni tweeti tadında oldu. Ama sanmayın ki özel istihbaratım ya da devletin derinlilerinden, Saray külliyesinden  (yoksa külliye Sarayı mı?) haber veren minik kuşlarım var. Erdoğan AKP’sinin ve artık büyük ölçüde hâkim oldukları anlaşılan derin devletin neler planladıklarını, hangi melanetler peşinde olduklarını anlamak için 7 Haziran seçimlerinden bu yana iktidar çevresindekilerin söylediklerine, yaptıklarına dikkatli bir gözle bakmak yeterli.

AKP ve Erdoğan 7 Haziran’da çoğunluğu alıp tek başına iktidar olamamalarının, böylece de Tayyip Bey’in psikiatrik-patalojik krize dönüşmüş başkanlık tutkusunu tatmin edememesinin suçunu vebalini barajı geçip 80 milletvekili çıkaran HDP’ye yüklüyorlar. Haksız da değiller. “HDP’nin barajın altında kalması süper olur” diyerek siyasal bilinç altlarını açığa vuran Yalçın Akdoğan, geçende yüzde 41 oyla çoğunluk kazandırmayan seçim sisteminden şikâyet ediyordu yana yakıla. 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde AKP’nin yüzde 34,63 oyla 363 milletvekili kazandığını unutmuş gibiydi. AKP cenahından her ağzını açan kendi üslubunca, HDP’nin barajı aşmasının Meclis çoğunluğunu elde etmelerine nasıl set çektiğini, HDP’ye verilen oyların Erdoğan’a karşı nefret oyları olduğunu söyleyip ağlaşırken, Parti’nin “akım derken kakam” demesiyle ünlü ağır abisi Arınç, “AK Parti’ye koalisyon ortağı olmak yakışmaz……AK Parti iktidar olmaya mahkûm ve mecburdur; bu iktidarı halledeceğiz” diyerek, durumu açıklığa kavuşturdu. Çoğunluğu yitirme nedeni olarak da yine HDP’nin barajı geçmesini gösterdi ve Kürt siyasal hareketine verdi veriştirdi.

Bu milli iradeyi beğenmedim, yenisini getirin!

“Milli irade” dedikçe ağızlarından bal akanlar, milli iradeyi  sadece kendilerine oy verenlerin iradesi olarak anlayanlar, 7 Haziran’da sandıktan çıkan sonuçlardan hiç memnun kalmadılar. Milli irade yanılmıştı; üst akıllara, vatan hainlerine, paralellere, bölücülere, Gezicilere kanmış Tayyip Bey’e kelek yapmıştı. Seçim sonuçları belli olduğu andan itibaren Tayyip Erdoğan, beğenmediği milli irade tecellisini değiştireceğini umduğu yeni bir seçim peşine düştü. Erken seçim değil, tekrar seçim demesi, sınavda çakan milli iradeyi bütünleme sınavına sokma niyetinin açık ifadesiydi. Davutoğlu, bu seçeneğe çok yatkın olmasa bile, boynu kıldan ince, eli mahkûmdu. Nafile koalisyon turları sonucunda erken seçimin kaçınılmaz olması veya MHP ile cilveleşmeyle kayıkçı dövüşü arasında gidip gelen atışmaları unutmuş görünüp Bahçeli ile “vatanın milletin yüce menfaatleri” tekerlemesiyle kurulacak erken seçim ortaklığı, onun da kaderiydi.

Peki, Arınç’ın ifadesiyle koalisyonun yakışmadığı, mutlaka tek başına iktidar olması gereken AKP, yine onun deyişiyle “iktidarı halletmek” için  mesela Kasım’da yapılacak bir erken seçimde oyunu nasıl arttıracak? Uzaydan seçmen ithal edemeyeceğine göre, bunun tek yolu 7 Haziranda HDP’ye yönelen Kürt oylarını, bir ölçüde de MHP’ye gitmiş şoven milliyetçi oyları geri almak… İyi de, HDP’den nasıl oy kopartılacak? Bunun çözümünü, kafalarında on tilki değil on yılan dolaşanlar biliyorlar. Artık büyük ölçüde sahibi oldukları, tasmasından tuttukları derin veya sığ devlet de biliyor, üstelik bu konuda onlarca yıllık deneyimi, en az otuz yıllık kanlı bilançosu da var. Siz doğuda güneydoğuda işlenen cinayetlerin faillerinin yargılandığı davaların şu günlerde art arda beraatle sonuçlanmasının ya da birer birer zaman aşımına uğramasının rastlandı olduğunu mu sanıyordunuz yoksa!

Lafı uzatmadan söyleyelim, bir erken seçime kadar geçecek sürede kılı kırk yararak hesaplar yapılacak. Nerede kaç oyla milletvekilliği kaybedilmiş, oralarda kaç oy çalmak veye satın almak gerekli, nerede hangi adayları yeniden seçime girmekten alakoyacak ne türden önlemler gerek, nereye derinlere bağlı atamalar yapılacak, vb., vb. Ama tabii en önemlisi, HDP seçmen nezdinde nasıl itibarsızlaştırılacak, nasıl geriletilecek, nasıl küçültülecek? Seçim kampanyaları boyunca epeyce yol aldığıTürkiye partisi olma iddiasından nasıl uzaklaştırılacak?

Operasyon KCK kullanılarak mı yapılacak?

KCK’nin önceki günkü açıklamalarını duyduğum anda, aklıma gelenlerin başımıza geleceğini düşünüp gerçek anlamda korktum. Samimi olduğuna inandığım barışçı uzlaşmacı söylemlerine kulak asmadan, hiçbir somut dayanağı olmadan HDP’yi terörist ilan edenler; seçim kampanyası boyunca her türlü devlet şiddetine, milliyetçi mukaddesatçı çetelerin saldırılarına maruz bırakıldığı gerçeğini görmezden gelenler; adalet duygusu olan herkesi isyan ettiren yalan haberlerle, gerçekleri çarpıtarak, kendi cinayetlerini Kürt siyasî hareketine yüklemekten çekinmeyenler; devletin ve devletin kullandığı maşaların terörünü yok sayıp biteviye “terörle arana mesafa koy” diye tekrarlayanlar, KCK’nin ateşkesin sona erdiği açıklamasına mal bulmuş Mağribî gibi sarılacaklar şimdi.

“KCK tüm barajların yapımını durdurma ve bunun için gerilla güçleri dahil her türlü imkânı seferber etme kararı almıştır. Bundan sonra tüm barajlar ve baraj yapımında kullanılan araçlar gerilla güçlerinin hedefinde olacaktır” ve “Her tutuklama artık bir misilleme nedeni olacaktır” türünden açıklamalar yaşamda karşılığını bulursa, doğacak ortamın tam da devletin ve Erdoğan AKP’sinin hesaplarına uygun olacağını; böyle bir ortamdan en fazla HDP’nin ve Kürt halkının zarar göreceğini; HDP’yi ülkede barış, demokrasi, kardeşlik umudunun ışığı olarak selamlamış, oy vermiş, kanat germeye çalışmış olanları nasıl zorda bırakacağını KCK kurmayları görmüyor, görmek istemiyor olabilirler, ya da belki HDP onları fazla ilgilendirmiyordur. KCK’nin hesaplarını bilemem. Tek bildiğim, erken seçim vb. yoluyla 7 Haziran’da kaçırdığı mutlak iktidarı kazanmak için ülkede-bölgede şiddetin tırmanmasını en fazla isteyen ve körükleyenlerin Erdoğan AKP’si ve derin devlet olduğudur. KCK’nin açıklamaları -eğer doğruysa- Erdoğan’a altın tepside sunulmuş bir nimettir. Şimdi dört bir yandan HDP’ye saldırılacak, “arana mesafe koy” zorlaması yapılacak ve çıkacak her olaydan Kürtmer ve HDP sorumlu tutulacaktır.

S.O.S. diye haykırıyorum. Dikkat, dikkat! Öyle kritik günlerdeyiz ki, herkesin çakmağını çakarken çevresine dikkat etmesi gerekiyor. Kimse çıkıp da “bunları yazıyorsun da, peki ya devletin, iktidarın tutumu?” demesin bana. Baştan beri anlatmaya çalıştığım, AKP ve devletin “Kürt siyasal hareketi belası!”ndan kurtulmak, hele de onun Türkiyelileşmesini engellemek için yapmayacağı melanetin olmadığı, ülkenin savaş alanına dönmesini umursamadığı, mutlak iktidar için provokasyonun dik âlâsına hazır olduğu ve planladığı gerçeği. Ve eğer HDP de bu gerçeği görüyorsa -ki bildiğim kadarıyla benden çok daha iyi görüyor, biliyor- şimdi doğru yerde kararlılık ve cesaretle durmak zorunda.

İnsanın kendi mahallesine karşı cesur olması düşmana karşı cesaretten çok daha zordur. Ve görülen doğruyu gerektiği anda dile getirmemek, geç kalmak insanı yanlışın parçası yapar.

İçinden bakılınca konunun ne kadar karmaşık, ne kadar zor olduğunu; benim gibi dışardan ahkâm kesmenin “dayanılmaz hafifliğini” bilmiyor değilim. Yine de düşündüğümü açık yüreklilikle, geç kalmadan söylemek istedim ki yarın yine bir yanlışa ortak olmayayım.

Oya Baydar – t24.com.tr

Mersin’de nükleere karşı yeryüzü sofrası

Mersin Nükleer Karşıtı Platformu (NKP) üyeleri, Akkuyu Nükleer Santrali projesi yöneticilerinin iftar organizasyonunu protesto etmek için 9 Temmuz Perşembe günü ‘Yeryüzü iftar sofrası’ kurdu.

24

Akkuyu NGS tarafından Mersin’in en lüks mekanlarından biri olan Hilton Oteli’nde özel bir davetli grubuna iftar yemeği verileceği bilgisini alan yaklaşık 200 kişi, tepki olarak otelin yaklaşık 100 metre uzağındaki kaldırıma iftar sofrası hazırladı.

Evlerinde hazırladıkları yemekleri kaldırıma getirerek birarada iftar yapan NKP üyeleri, basına kapalı olan ve Akkuyu NGS yöneticilerinin de katıldığı iftar programını eleştirdi. Her gelenin kendi evinde yaptığı yemekleri iftara katılanlarla paylaşan nükleer karşıtları, kaldırım üzerinde kurdukları sofrada birlik mesajı vererek nükleerin zararlarına dikkat çekti.

25

Etkinlikteki amaçlarının ‘Nükleere hayır’ demek olduğunu vurgulayan NKP Dönem Sözcüsü Gazi Düz, nükleer santral istemediklerine belirterek şunları söyledi:

“Şu anda Akkuyu Nükleer Santrali’ni yapan NGS firması Hilton Otel’de devlet erkanına, kentin önde gelen isimlerine ve zenginlerine iftar yemeği veriyor. Biz de halk olarak onların ‘Evet’ dediği santrale ‘Hayır’ diyoruz. O yüzden bizde Hilton Otel’in önünde bir yeryüzü sofrası kurduk. Biz Türkiye’de bu tip bir enerjiyle sermayeye girdi sağlanmasını istemiyoruz. Sağlanacak enerji ile halkın daha fazla sömürülmesine yol açılmasını istemiyoruz. Santralin yapılması ile doğanın talan ve yok edilmesine karşıyız. Nükleere karşı duran herkes şu an burada bulunuyor.”

(DHA)

Yol hâlâ yeşilken vazgeçin, bu yol iyi bir yere çıkmaz – Pelin Cengiz

Karadeniz’in üzerindeki karabasan bir türlü dağılmıyor. HES’lere karşı yıllardır mücadele sürdüren Karadenizli yurttaşlar taşocakları, madenler, nükleer santral derken bir de Yeşil Yol denen talan projesine direniyor. Yıllardır Karadeniz’in hareket hâlindeki tüm su varlığı, dereleri, nehirleri boru ve kanallarla kelepçelendi, bu su kaynaklarının bir kısmı yanlış ve plansız HES’lerle kurudu gitti. Dağları taşocaklarıyla, madenlerle delik deşik edildi, Karadeniz’e inen her vadide üç beş tane taşocağı olduğunu söylemek mümkün. Dünyada sayılı Türkiye’nin tek fiyorduna nükleer santral yapılmak isteniyor. Bunlar yetmiyormuş gibi Karadeniz’in yaylalarını ranta ve talana açan Yeşil Yol projesi, Karadeniz’in çevre mücadelesine yeni bir mücadele alanı daha kattı.

12

Karadeniz Bölgesi’nde Artvin’den başlayıp Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Gümüşhane, Bayburt veSamsun’a kadar uzanan sekiz ilin yaylalarını birbirine bağlamayı planlayan proje, 2600 kilometre uzunluğundaki bir otoban ağının yapılmasını içeriyor. Şu anda bu yaylalara ulaşım yok değil, hepsine çıkılabilen yollar mevcut. Karadeniz’e yapılan sahil yolu üzerinden yaylalara ulaşabiliyorsunuz. 2014’te resmen yürürlüğe giren ve 2000-2600 metrelik yükseklikten geçecek projeyi DOKAP (Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı) üstlenmiş. Bahanesi de Karadeniz’de yayla turizmini geliştirmek. Projenin master planına göre sekiz ilde 38 turizm merkezi yapılması planı var.

Doğu Karadeniz Bölgesi’ni de içine alan Kafkasya, WWF’in belirlediği 200 Küresel Ekolojik Bölge arasında. Bölge, yeryüzünün en zengin biyolojik çeşitliliğine sahip, ancak tehdit altındaki 35 “sıcak nokta”sından biri. Karadeniz’in sarp coğrafyasında yüzlerce kilometre uzunluğunda ve onlarca metre genişliğinde bir yol ağı açmak, devasa kazı ve dolgularla hektarlarca orman arazisi, mera ve binlerce ağacın yok olmasına neden olacak. Rize’deki Ayder Yaylası, Trabzon’daki Uzungöl ve bölgedeki HES projeleri için açılan yollar bunun en bilinen örnekleri. Gerek Uzungöl gerekse Ayder tamamen betonlaştırıldı, doğası tamamen tahrip edildi, bu hâliyle turist filan geldiği de yok.

Doğu Karadeniz Dağları ikisi küresel, 80’i Avrupa ve 214’ü ulusal ölçekte olmak üzere toplam 296 tehlike altındaki bitki türüne evsahipliği yapıyor. Küresel göç yolları üzerinde yer alan bölge aynı zamanda Önemli Kuş Alanı. Projenin yapılacağı alan Avrupa’da bulunan 100, Türkiye’de bulunan dokuz Sıcak Orman Noktası’ndan ikisini içeriyor.

Proje neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Hâliyle Karadeniz’de 2600 kilometrelik bir yolun geçeceği güzergâh üzerinde 1., 2. ve 3. derece doğal SİT alanları bulunuyor. Yolun neredeyse her adımı göllerden, meralardan, ormanlardan geçiyor. Bu sebeple koruma kurullarından pek çok izin alınması gerekli. ÇED süreci işletilmemiş, proje tamamen harita üzerinden yapılmış. Böyle bir yola ihtiyaç var mı, ekolojik dokuya etkisi nedir, turizme katkısı var mı bunların hiçbirini bilmiyoruz. Projenin etkilerinin bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekirken, her bir yol aşaması ayrı ayrı projelendirilip ÇED’den kaçırılıyor.

Bölgede yaşayan insanlarla konu paylaşılmış değil, şeffaflık, istişare hak getire. Yurttaşlar ayakta, nöbet tutuyor, komando eşliğinde iş makinelerinin girmeye çalıştığı yerlerde direniş var. Her yönüyle tipik bir AKP iktidarı oyunu sergileniyor.

Risk sadece doğal hayata verilecek zararla sınırlı da değil. Asfaltla kaplanıp genişletilecek yollar, 38 farklı noktada turistik tesis inşaatlarına ve beraberinde ciddi bir yapılaşmaya da yol açacak. Yeşil Yol için dökülecek beton ve asfalt yüzünden toprakla suyun ilişkisi kesileceğinden yağışların sele dönüşme riski artacak. Daha fazla beton ve asfalt, doğal olarak daha fazla yol, daha fazla otomobil, daha fazla tesis, daha fazla fosil yakıt ve daha fazla sera gazı emisyonu demek.

Durum böyleyken daha güçlü şekilde “Karadeniz’de yollar hâlâ yeşilken Yeşil Yol projesinden vazgeçin” demek gerekli.

Bu yazı taraf.com.tr/ den alınmıştır

23.Pelin Cengiz

 

Pelin Cengiz

[email protected]