20 Temmuz’da Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (SGDF) Kobane’ye yardım amacıyla Suruç’ta düzenlediği basın açıklaması sırasında canlı bomba patlaması sonucunda 32 kişinin hayatını kaybettiği katliam ve sonrasında yaşanan olaylar ülkenin hızla savaş ortamına sürüklendiğini gösteriyor. 7 Haziran seçimleri sonrasında kurulacak hükümet için koalisyon görüşmeleri bu kaos ortamında devam ederken parti liderlerinin ve Cumhurbaşkanı’nın HDP’ye yönelik söylemleri sonrasında açıklama yapması beklenen HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Radikal gazetesi yazarı Ezgi Başaran’ın çözüm sürecinin geldiği nokta ve son günlerde yaşanan olaylarla ilgili sorularını yanıtladı.
Dolmabahçe mutabakatı öncesinde yaşananlar
Yapılan röportajda 28 Şubat’ta yapılan Dolmabahçe mutabakatına giden yolda İmralı görüşmelerinde verilen sözlerden biri olan PKK’nin Türkiye’den çekilmesini sağlayacak yasanın çıkmamasının geri çekilme sürecini uzattığını buna rağmen yine de geri çekilmenin başladığını ancak hükümet yetkililerinin söylemlerinin ve baraj, kalekol yapımlarının güvensizlik yarattığını ve sonrasında Gezi direnişinde hükümetin tutumunun güvensizliği arttırdığını belirtirken mutabakat metni ile ilgili de anlaşmazlık yaşandığını Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mutabakat sonrasında “Dolmabahçe mutabakatını doğru bulmuyorum” sözlerinin ise AKP oylarının azalmasını durdurmaya yönelik bir manevra olduğunu belirtiyor.
“Şu anda yer yüzünde Ankara-Kandil ve İmralı ile görüşebilen tek siyasi parti biziz”
Demirtaş HDP’nin pozisyonuna yönelik olarak sorulan soruya verdiği cevapta yer yüzünde Ankara-Kandil ve İmralı ile görüşebilen tek siyasi parti olduklarını ve çatışan tarafları uzlaştırmak için aracı olarak işlevsel bir rol üstlendiklerini ayrıca Öcalan’ın barış konusunda çok büyük rolü olduğunu ancak görüşmelerin sonlandıran hükümetin müzakerelere sahip çıkmadığını belirtiyor.
“Hiç kimsenin ölmemesi lazım”
Başaran’ın “Diyarbakır ve Adıyaman’daki polisler niye öldürüldü? “ sorusuna ise Demirtaş şu şekilde yanıt veriyor;
Savaşın ve çatışmanın bizim gibi sivillerin anlayamayacağı bir iç mantığı vardır. Biz savaşın bize acı ve anlamsız gelen iç mantığına müdahale edemezsek ölümleri de engelleyemeyiz. Sivil siyasetle uğraşan bir insan olarak niye öldürüldü sorusunu cevaplandıramam. Öldürülmemeleri lazımdı. Hiç kimsenin ölmemesi lazım. Bizim iç mantığımızda sivil siyaset dünyamızda böyle birşeyi açıklayamazsınız ki. Gerekçesini bulamam
“Bizim desteğe ihtiyacımız var”
HDP’nin son yaşananlarla ilgili duruşunu açıklarken savaşın faturasını bütün Türkiye’nin ödediğini, çatışan taraflara acilen dur çağrısı yapılması gerektiğini belirten Demirtaş medyanın da savaş ayarlarına dönmemesi gerektiğini belirtiyor. Barış için destek çağrısını ise şu sözlerle yapıyor: “Bizim açıklamalarımızı PKK’yi korumak, hükümete vurmak şeklinde yorumlamamak lazım. Bizim desteğe ihtiyacımız var. AKP içinde bir çok kişinin de barışı çok istediğini biliyoruz. Onlar da sesini çıkarsın”.
Bunca hızla değişen gündemde kaç kişi duydu, kaç kişi üzerinde durdu bilinmez, ama geçtiğimiz günlerde, bir ilçe belediyesinin TOKİ’ye karşı yıllardır yılmadan sürdürdüğü mücadelede önemli bir zafer elde edildi. Süreç henüz sonuçlanmadı, ama umudumuz odur ki tüm bu kazanımlar mutlak bir yenginin adımları olsun. Bu yazıda, TOKİ adındaki, yıldan yıla gayrımeşru yasal düzenlemelerle yetkisini giderek arttırmış bu kurum-irisine karşı ilmek ilmek bir mücadelenin nasıl örüldüğünü dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışacağız, ki yenilmez sanılanların da gün gelip alt edilebildiğinin ufak da olsa bir kaydı düşülsün….
TOKİ’den Mersin’e kentsel dönüşüm projesi
Herşey 2008 yılında TOKİ’nin Mersin’e “artık Mersin de çağdaş bir görünüm kazanacak”, “siz istediniz biz geldik” sloganlarıyla bir kentsel dönüşüm projesi yapacağını duyurmasıyla başladı. Sözkonusu proje, kentin merkezdeki dört ilçesinden en doğuda ve en yoksul olan, “HDP’nin Bölge dışındaki tek Belediyesi” niteliğindeki Akdeniz ilçesinin, zorunlu göçle oluşmuş onlarca mahallesinden üçünü, Çay-Çilek-Özgürlük mahallelerini kapsıyordu. O dönemde CHP’nin elinde olan Akdeniz Belediyesi ile Büyükşehir Belediyesi (CHP) ve TOKİ arasında “Mersin Akdeniz Kentsel Yenileme (Gecekondu Dönüşüm) Projesi” adını taşıyan bir önprotokol imzalandı. Protokol metninde “gecekondu ve çarpık yapılaşma alanlarının tasfiye edilerek” TOKİ tarafından konut yapımı yolu ile çağdaş standartlarda kentsel bir alan oluşturulmasının amaçlandığı belirtiliyordu. (Bu “gecekondu” lafzına burada mim koyalım, aşağıda değineceğiz.) Protokolün kentte yarattığı çok çeşitli tepkileri daha iyi anlayabilmek için, seçilen bölgeye yakından bakalım.
Akdeniz ilçesi Mersin’in tarihi kent merkezini, liman, Serbest Bölge ve irili ufaklı çoğu sanayi tesisini de içine alan, bilhassa 90lardaki zorunlu göç sonrasında hızla doğu istikamete doğru genişlemiş ve güneydeki tarihsel olarak çoğunlukla Arap Alevi nüfusun ikamet ettiği tarımsal bölgeyi de kapsayan bir merkez ilçesidir. Kentsel yenilemeye konu olan üç mahalle, ilçenin (ve şehrin) Adana çıkışının iki tarafında yer alır; ağırlıklı olarak emekçi Kürt nüfusu barındırır, kentin Batı ilçelerindeki yüksek katlı yapılaşmanın aksine 2-3 katlı müstakil yapılara ve zengin bir sosyal hayata (tandırlar, taziye evleri, sokak düğünleri…) evsahipliği yapar. Protokolün imzalanmasının ardından, bazı kesimler bu gelişmeyi kentin bu “gelişmemiş”, “çarpık”, “göçle gelen ve bir türlü kent hayatına entegre olamayan nüfusu”nun ikamet ettiği bölgesinin nihayet “modern” bir çehreye kavuşmasının işareti olarak selamlarken, iş çevreleri de ekonomik gelişmenin önünün açılması olarak yorumluyordu. Gelişmeden rahatsızlık duyan kesimlerin hissiyatı ise kaynağını iki nedenden alıyordu: Bir kesim projenin bariz bir rant kaygısı taşıdığını düşünüyor, ekonomik çıkar uğruna insanların yerinden edilmesine karşı çıkarken, Kürt çevreleri projenin görünüşteki modernleşme ve ekonomik çıkar kaygılarının ardında yatan esas gerekçenin siyasi olduğunu, amacın bölgedeki Kürt nüfus yoğunluğunu dağıtmak olduğunu söylüyordu. Nitekim Akdeniz Göç-Der açıklamalarında, bu yapılanın zorunlu göç sürecini yaşamış bir halkın ikinci bir zorunlu göçe maruz bırakılması olduğunu ve bu ikinci yerinden edilmeye Kürt halkının kesinlikle boyun eğmeyeceğini duyuruyordu.
Bir Yerinde Kalma Mücadelesi: Çay, Çilek, Özgürlük
(Sürecin 2012’ye kadarki kısmı Cihan Uzunçarşılı Baysal’ın Haziran 2012’de Express dergisine yazdığı “Bir Yerinde Kalma Mücadelesi: Çay, Çilek, Özgürlük” başlıklı yazısından uzun uzun okunabilir. Gönül isterdi ki, Cihan’ın “Akdeniz Belediyesi, markalaşma yarışından başını kaldırıp, insana baktığı için bir alternatif yaratabilmiştir; yaşama geçirilmesi başka bir kentin mümkünatı olacaktır. Rastgele!” diyerek bitirdiği yazısından sonraki süreçte bu mümkünata bugün çok daha yaklaştığımızı aynı dergide müjdelemek kısmet olsun. Maalesef artık Express yok, lakin umalım ki kısa bir nefes molası olsun bu.)
2009’da Belediye yönetimi DTP’ye (kapatılma sonrası BDP) geçti, ki halen de oradadır. Önce, 2010 yılında TOKİ ile bir ek protokol imzalandı ve tarihi kent merkezinde yıpranmış tarihi yapı stoğunu da büyük ölçüde barındıran mahallelerden biri olan (ve bir kentsel yenilemeye çok daha fazla ihtiyacı bulunan) Kiremithane’nin proje kapsamına alınması sağlandı, bir yandan da TOKİ’nin projesine itirazlar sürdürüldü ve Belediye bu amaçla başka fazlaca örneğini görmediğimiz, yıllar sürecek bir faaliyetler dizisine girişti. Halkın beklentilerini anlamaya dönük anket çalışması, mahallelerde bilgilendirme toplantıları, kitapçık dağıtımı, kentsel sağlıklaştırma çalıştayı, kentsel dönüşüme alternatif yaklaşımlar paneli, TOKİ’ye alternatif proje hazırlanması ve kent kamuoyuna sunumu, bir sokağın bu alternatif kentsel yenileme doğrultusunda düzenlenmeye tabi tutulması… Bu faaliyetler, yarattıkları somut çıktılardan bağımsız olarak, bir bölgenin sakinlerinin kendi yaşam alanlarını ilgilendiren bir konuda bilgilendirilmesi ve fikir beyan edebilmesinin sağlanması, konunun geniş bir uzmanlar ve ilgililer grubunun görüşlerine açılması, yerinde dönüşümü öne çıkaran bir alternatifi tüm teknik detaylarıyla dile getirmesi ve yargı yolunu sürekli olarak zorlaması, bir diğer deyişle meydanı hiç boş bırakmaması nedenleriyle, çok büyük önem taşımaktadır.
2011 yılının sonlarında, TOKİ’nin -muhtemelen gördüğü muhalefet nedeniyle- hızlı hareket etmemesi nedeniyle sürecin sürüncemeye girdiğini gören Valilik TOKİ’ye bir dilekçeyle başvurarak şöyle dedi: “gerçekleşen yoğun göçün oluşturduğu sanayi, konut, turizm ve tarım alanlarının düzensiz bir şekilde iç içe geçtiği, mülkiyet sorunlarının bulunduğu, sahadaki mühendislik hizmetleri ile desteklenmemiş çarpık, niteliksiz, depreme dayanıksız ve çoğu ruhsatsız olan yapıların yanı sıra otopark alanlarının bulunmaması nedeniyle olası yangın, acil hastalık, kaza, deprem gibi durumlarda ilk yardım araçlarının giremeyeceği dar sokaklardan oluşan yapılaşmanın giderilerek, sağlıklı kentleşmenin sağlanmasına yönelik çalışmaların ivedilikle yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır” ve TOKİ’yi 775 Sayılı Gecekondu Kanunu kapsamında hareket etmeye davet etti. TOKİ de, ivedilikle hareket ederek, “projenin devamının sağlanması amacıyla 5609 sayılı Kanun ile değişik 775 sayılı Gecekondu Kanunu kapsamında 111.2 hektarlık 3 adet bölgenin Gecekondu Önleme Bölgesi olarak ilanına karar verdi. Hemen ardından da, 29 Aralık 2012 tarihinde Bakanlar Kurulu Çay-Çilek-Özgürlük mahallelerine dair 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesine göre “acele kamulaştırma” kararı alındı.
TOKİ’nin yeni kartı: ATAŞ rafinerisinin arazisi
Bu yeni durumda TOKİ yeni bir kartı oyuna sokmuş oluyordu: Büyükşehir ve Akdeniz Belediyelerine bir yazı göndererek acele kamulaştırmanın mahalleleri değil, eski ATAŞ rafinerisinin arazisini kapsadığını açıkladı. Buna göre TOKİ, acele kamulaştırma sürecinde mülkiyetini devraldığı ATAŞ’ın kuzey kesiminde yer alan lojmanlar bölgesinde rezerv niteliğinde konut üretecek, konutlar tamamlandıktan sonra sözkonusu üç mahallenin boşaltılması için çalışmalara başlayacaktı; yani ürettiği konutlara yıkılacak bölgedeki hak sahiplerini naklettikten sonra eski yapıları yıkarak yeni konut üretimine geçecekti. 1950lerin özgün mimarisiyle yapılmış olan ATAŞ lojmanlar bölgesi, 2000’li yılların ortalarından bu yana atıl durumda ve kentin doğusunda dev bir yeşil alanın duvarlar arkasına çürümeye terkedilmesi vaziyetinde. Nazım İmar Planı’nda sosyal ve kültürel tesis olarak işaretlenmiş olmasına karşın alanın TOKİ’ye devrinin ardından bu kurum alandaki yapıların tehlike arzettiği gerekçesiyle yıkımlarının elzem olduğunu ileri sürmüş ve projesinde burayı rezerv alanı olarak belirlemiştir. Akdeniz Belediyesi, 2012 yılı içerisinde bir yandan gecekondu önleme bölgesi ilanına ve acele kamulaştırma kararına karşı hızla yürütmeyi durdurma ve iptal davaları açtı, diğer yandan da ATAŞ’ın kültürel miras olarak tescillenmesi için başvuruda bulundu. Bu arada da TOKİ ile yapılmış olan protokolleri “aradan geçen uzun süreye rağmen, TOKİ tarafından, hazırlanan öneri ve projelere ilişkin olarak olumlu ya da olumsuz herhangi bir dönüş ve değerlendirme yapılmaması … sürecin, mahalle sakinleri, belediye yetkilileri ve meslek odalarının katılım ve görüşleri alınmadan, söz hakkı olmadan sürdürülmesi … uyarılara rağmen yanlışta ısrar edilmesi, toptan yıkım yerine geliştirilen ‘yerinde iyileştirme’ projesinin dikkate alınmaması, amacına uygun gelişme ve sonuç kaydetmemesi ve özellikle kamu yararı gözetilmediğinden dolayı” 2013 yılının Şubat ayında tek taraflı olarak feshettiğini duyurdu.
Gelelim kazanılan zaferlere
Akdeniz Belediyesi, Gecekondu Önleme Bölgesi ilanına açmış olduğu iptal davasında yerel mahkemenin aleyhte kararı üzerine davayı Danıştay’a taşımıştı; Danıştay, mahkemenin kararını bozdu ve TOKİ’nin dayatmacı edimlerine karşı verilen mücadele açısından örnek oluşturacak bir kararla, Çay-Çilek-Özgürlük mahallelerinde gecekondu önleme bölgesi olarak ilan edilen kısımların gecekondu olmadığına, buraların planlı alanlardan oluştuğuna hükmetti ve “Bu alanlardaki yapıların bir kısmının ruhsatlı olduğu, büyük bir kısmının ise kişilerin kendilerine ait arsalar üzerinde yaptıkları ruhsatsız yapılar olduğu dikkate alındığında, söz konusu alanın gecekondu önleme bölgesi olarak nitelendirilmesine olanak yoktur” dedi. Daha da önemlisi, Danıştay gerekçeli kararında, Gecekondu Kanunu’nun belediye sınırları ile mücavir alanlardaki tatbikatı için TOKİ Başkanlığı’na verilen hak, yetki ve görevlerin ilgili belediyelere devredildiğini, belediyelerin de bu hak, yetki ve görevleri yetkili organları eliyle kullandıklarını belirterek, Büyükşehirlerde bu kanunun tatbikinin, Büyükşehir belediyelerinin koordinatörlüğünde ilçe belediyelerince yapılacağı yönündeki hükme dikkat çekti, bir başka deyişle TOKİ’nin bir bölgeyi gecekondu dönüşüm alanı olarak ilan etmeye yetkisi bulunmadığını gösterdi.
Buna ilaveten, Belediye ATAŞ yerleşkesinin Kentsel Sit olarak tescillenmesi yönündeki mücadelesinden de kazanımla çıktı: rezerv alanı ilanını takiben yıkım işlemlerine başlayan TOKİ’ye Belediye itiraz ederek alanın tescili için Adana Kültür Varlıklarını Koruma Kuruluna müracaat etmiş, ancak Kurul bu itirazı reddederek sözkonusu yerleşkenin kültür varlığı ya da sit alanı olamayacağı yönünde bir karar vermiş ve yıkıma cevaz vermişti. Belediye de 2013 yılında Adana Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu aleyhine İdare Mahkemesinde dava açmıştı. Akdeniz Belediyesi tarafından İdare Mahkemesi nezdinde açılan dava çerçevesinde alanı inceleyen bilirkişiler, ATAŞ Yerleşkesinin “Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı” bakımından kentsel sit özelliği taşıdığına ve 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında tescil edilmesi gerektiği görüşüne vardı ve Mersin 2. İdare Mahkemesi de aldığı kararla yerleşkenin yıkılmasına olanak tanıyan kurul kararını iptal etti.
…
Kazanımları odağına alan bu yazıda bu uzun süreçte Belediye içinde ve etrafında oluşan çatlak sesleri, rant baskılarını, halkın zaman zaman kapıldığı yılgınlığı çok fazla ele almak istemedik, ancak önümüzdeki dönemde de, tıpkı 2008’den bu yana olduğu gibi, mücadele zorlu olacak. Nitekim, Akdeniz Belediyesi yetkilileri bu kazanımları ilan etmek amacıyla düzenledikleri basın toplantısında katılımcılara kendi hazırladıkları alternatif projeyi de takdim ederken, mücadelenin bundan sonraki kısmının en az öncesi kadar yoğun geçeceğini de ilan etmiş oluyordu, zira yargının aleyhte karar alma olasılığı halen mevcut ve TOKİ ile rant çevresinin bu defa hangi kartı oynayacakları meçhul. Ancak, eğer Belediye’nin ve mahalle sakinlerinin TOKİ’yle mücadelesi mutlak bir zaferle sonuçlanırsa, o zaman, Belediye yetkililerinin dediği gibi, “önce duvarlar yıkılacak” ve ATAŞ lojman alanı hazırlanan alternatif proje doğrultusunda muazzam bir sosyal ve kültürel bir donatı alanına dönüşecek. Mevcut yapılar korunacak, bağ-bahçe, seracılık, süs bitkiciliği gibi kurslar başta olmak üzere kadınlara, çocuklara ve gençlere yönelik eğitsel amaçlarla kullanılacak, devasa yeşil alanıyla halkın kullanımına sunulacak. O zaman, kentin batısındaki koca beton yığınlarına çağdaşlık vehmedenler bir ağaç gölgesine sığınmaya doğuya gidecek belki. Işık yine doğudan yükselecek.
Dünyanın büyük kısmında terk edilmiş fabrikalar, konutlar, mahalleler, yakılan köyler oldukça yaygın ancak Japonya’nın bu terk edilme konusunda büyük ihtimalle daha önce hiç duymadığınız bir sorunu daha var. Terk edilmiş golf sahaları.
Kullanılabilir arazi konusunda oldukça sorunlu, nüfusu da hayli kalabalık bir ülkede golf sahası kadar müsrif bir arazi kullanımı ve hatta bu alanların bir süre sonra terk edilmiş olmaları insana garip geliyor. Ayrıca verimlilik ve kalite yönetimi gibi konuları dünyaya tanıtan bir toplum için çelişkiyle de dolu bir durum bu. Bir golf sahası ortalama olarak yılda 1 milyon litre su tüketmekte. Bunun yanında hektarlarca arazideki çim alanı yeşil tutmak için kullanılan böcek zehirleri ve kimyasal gübreleri sanırım söylemeye gerek bile yok.
Sahaların terk edilmeleri yeni bir durum ancak ülkenin birçok yerine inşaları endüstriyel patlamanın yaşandığı 1980’lerde yaşanmış durumda fakat ülkede spor yapanların sayısının bir hayli azaldığını sayılar gösteriyor. Güneş gücü için arazi arayışında olan Japonya içinse bu gibi terk edilmiş bölgeler gölgeleme yapacak ağaçların olmaması ve sahanın önceden kısmi olarak engebesiz hale getirilmesi sebebiyle biçilmiş kaftan.
Bu durumu bir fırsata çevirmek isteyen Kyocera isimli şirket de Kyoto ilinde eski bir golf sahasını 23 MW’lık bir güneş santraline çevirmeye başladı. Yılda 26,312 MWh enerji üretecek tesis yaklaşık bölgedeki 8100 haneye elektrik sağlayacak. Santralin 2017 yılında devreye girmesi planlanmakta. Bu şirket daha önceden Yeşil Gazete’nin haberleştirdiği üzere Japonya içlerinde suni ya da yapay göllerde su üstü güneş santralleri inşa etmeye başlamıştı.
Aslında bu konudaki ilk girişim bu değil. Takara Leben Nakagawa’da geçen yılın sonunda yine eski bir golf sahasında yaklaşık 21,000 MWh enerji üretecek bir tesisin inşasına başlamıştı. Pacifico Enerji ise 42 MW’lık başka bir santrali bir başka golf sahası üzerine inşa ediyor.
2011 yılında meydana gelen Fukushima kazası ardından 2030 yılına kadar yenilenebilir enerji üretimini kabaca iki katına çıkarmayı stratejik hedef olarak belirleyen Japonya’nın uzun vadede ise başka hedefler bulunmakta. Kogoshima ilinde yaklaşık 30 yıl önce golf sahası olması için tahsis edilmiş ve arazi çalışması yapılmış (yani ağaçları kesilip, üzerindeki yaşam öldürülmüş) bir alanda 92 MW’lık başka bir güneş santrali inşası planlanmakta. Okayama ilinde bir başka 32 MW’lık santralin daha yine bir golf sahasına yapılması düşünülüyor.
Golf sahaları için çözüm düşünen tek ülkenin Japonya olduğunu sanmayın. Amerika Birleşik Devletleri’nde de New York, Minnesota, Florida, Utah ve Kansas’ta golf sahalarının enerji üretmek de dahil başka amaçlarla kullanıma tahsis edilmesi gündemde. Belki hatırlayanlar vardır, Türkiye’de de Sorgun ormanını yok edip golf sahası yapmak bir zamanlar gündemdeydi.
Diyarbakır – Lice’de güçlükle söndürülen orman yangınlarının çıkış nedenleri ve söndürme çalışmalarının engellendiği iddialarıyla ilgili bir açıklama yayınlayan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi güvenlik politikaları ve askeri gerekçelerle ekosistemin bütüncüllüğünü bozan ve bozulmasına izin veren, doğal yaşamı yok eden uygulamaları protesto etti.
YSGP açıklaması şöyle:
Doğayla, Halklarla Barış!
Diyarbakır Lice ilçesinde ormanlık alanda önceki gün başlayan yangın bölge halkının ve belediyenin çabaları ile bugün kontrol altına alındı.
Bu felaket ile 200 hektara yakın alanda büyük bir ekosistem içindeki canlı türleri ile kül oldu, birçok yerleşim yeri yangından zarar gördü ve bir köy yandı.
Şüpheli şekilde başlayan ve birçok noktadan büyüyen yangında başta Orman ve Su İşleri Bakanlığı olmak üzere sorumlu kamu kurumları güvenlik gerekçesi ile yangının söndürülmesi için gerekli girişimde bulunmadı, yangın söndürme helikopterleri devreye sokulmadı.
Bu tablo daha önce Cudi Dağı’nda yaşanan yangının bir benzeridir, şayet soruşturulmazsa ileride daha başka olaylara da yol açabilecektir.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak, orman yangınları, barajlar gibi güvenlik politikaları ve askeri gerekçelerle ekosistemin bütüncüllüğünü bozan ve bozulmasına izin veren, doğal yaşamı yok eden uygulamaları kabul edilemez buluyoruz. Binlerce yıllık bir ekosistemin parçası, binlerce canlı türünün ortak yaşam alanı olan ormanların varlığı, doğa hakları kapsamında bir hak öznesi olarak görülmeli ve gelecek kuşaklara dair sorumluluk ilkesi kapsamında koruma altına alınmalıdır.
Bu kapsamda Cudi Dağı ve Lice’deki orman yangının başlamasında, büyümesinde ve söndürülmemesinde sorumluluğu olan kişiler ve kamu görevlileri hakkında soruşturma açılmalıdır.
Yangın sonucunda tahrip olan orman alanı ve canlı türleri için bir tespit raporunun hazırlanmalıdır.
Bölgede ekosistemi tahrip eden güvenlik politikalarından derhal vazgeçilmelidir. Ekosistemin bütünlüğünü bozan ve doğal yaşamı yok eden uygulamalara son verilmelidir.
Savaş değil, halklarla ve doğayla barış istiyoruz.
Süleyman Yılmaz’ın Sürdürülebilir Tarım Mümkün mü? başlıklı kitabı Yeni İnsan Yayınevi’nin Yeşil Kitaplar dizisinde yayımlandı.
Süleyman Yılmaz
Kitabın yazarı üniversite yıllarından beri yakın arkadaşım olduğu için röportaj yapmak da ayrı bir keyif oldu. Kitabı vesilesiyle Süleyman’la yıllardır tartışıp durduğumuz, ama bugünlerde bir yaşam biçimi olarak iyice gündeme oturan konuları, biz yine politika üzerinden konuştuk.
Çünkü organik tarım, permakültür vb. konular bir gelişmişlik ya da kaliteli hayat göstergesi olmaktan çıkmalı. Yoksulluktan ekolojik krize, iklim değişikliğinden savaşlara kadar başımızdaki büyük belalar endüstriyel tarımla doğrudan bağlantılı. Yani çözüm bütün dünyaya dayatılan mevcut gıda üretim düzeni yerine endüstriyel olmayan tarım ve gıda sistemini kurmak. Bu dönüşümün mümkün olmadığını söyleyenler de zaten bu dayatmayı yapanlar.
Süleyman Yılmaz‘ın mesleği tıp doktorluğu, ama daha önce tarım okumuş, yıllardır da hem politik hem de pratik olarak tarımla yakında ilgilenmiş bir isim. Eski Yeşiller Partisi‘nde uzun süre gıda ve tarım politikaları koordinatörlüğünü yürüten ve parti programındaki tarımla ilgili politikaları yazan isimlerden biri olan Süleyman Yılmaz, bu el kitabıyla yeşil politikanın tarım boyutuna dair özlü bir kılavuz hazırlamış oldu.
…
İlk sorum doğrudan kitabın kapağından alınsın: Peki, sürdürülebilir tarım gerçekten mümkün mü?
Sürdürülebilir tarım mümkün. Dünyadaki yedi milyar insanı sürdürülebilir tarımla beslemek mümkün mü diye konuşacaksak, evet mümkün. Bu kadar kaynak var mı, daha fazla insanı da besleyebilir mi? Evet, o da mümkün. Sürdürülebilir olmayan ise modern tarım, endüstriyel tarım. Çünkü bu yolda devam edersek modern tarımın giderek artan nüfusu beslemesi mümkün değil. Bu çok uzak değil, yakın gelecekte, bizim de görebileceğimiz dönemde gerçekleşecek. Küresel ölçekte ciddi bir kıtlıkla karşı karşıya kalabiliriz.
Sürdürülebilir tarımdan kastın organik tarım mı?
Hayır.
Nedir aradaki fark? Çünkü biz hemen organik tarım olarak anlıyoruz.
Organik tarım da endüstriyel olabilir. Birkaç bin dönüm üzerinde piyasa koşullarına bağlı olarak, özellikle Türkiye gibi ülkelerde veya daha zenginleşmiş ülkelerde gelir düzeyi yüksek olan kesimlerin talepleri doğrultusunda organik tarım yapabilirsiniz. Benim bahsettiğim bu değil. Benim bahsettiğim şey şu: Biz sonuçta sınırlı bir kürenin içinde yaşıyoruz, sınırlı kaynakları var dünyanın, belirli toprağı, belirli suyu var, ekilebilir alanlar belli. Bu kadar ekilebilir alanda sağlıklı, temiz, besleyici özellikleri olan, insanları yedikleri zaman mutlu eden gıdalar yetiştirilerek, günümüzde, on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, yüz yıl sonra insanlar beslenmeye devam edebilir mi? Yoksa sertifikalı ürünlerden ya da piyasanın dayattığı ürünlerden bahsetmiyorum. Şu anda bir bolluk içinde yaşıyoruz, evet markete gittiğimiz zaman değil Türkiye’de yetişen ürünler, Şili’den gelen elma, Güney Amerika’dan gelen çilek ve Avustralya’dan gelen şarap, bunların hepsi var. Sanki hiçbir zaman yeryüzünde bir kıtlık olmayacakmış gibi bir algı oluşuyor modern toplumda. Fakat halihazırda dünyanın en az yedide biri açlık çekiyor, çok daha fazla insan kıtlık içinde yaşıyor. Benim bahsettiğim şey, endüstriyel tarım yöntemleri ile devam edersek bu durumdan bütün dünyanın etkileneceği ve bizi yakın gelecekte bir kıtlığın beklediği.
Endüstriyel tarımla sürdürülebilir tarım arasında ne fark var? En basit şekilde nasıl özetleyebilirsin?
Endüstriyel tarım sadece kalitesiz gıda üretmiyor, aynı zamanda toprağı, suyu tüketiyor. Toprakların gittikçe verimsizleşmesine sebep oluyor, suyu kirletiyor. Aynı zamanda havayı kirleten, iklim değişikliğine sebep olan bir üretim biçimi. İlk soruna geri dönecek olursak, sürdürülebilir tarım mümkün mü, evet ama bir koşulu var: İklimin stabil olması gerekiyor. Modern insan, otuz bin yıl önce de vardı, ama tarımı sadece on bin yıl önce keşfedebildiler, bunun sebebi iklimin on bin yıldır aşağı yukarı stabil olması, buzul çağının bitmiş olması. 1900’lu yıllar itibariyle insan eliyle iklimi değiştirmeye başladık. Sanayi, ulaşım, madencilik faaliyetleri ile iklimi değiştiriyoruz.
Yani iklim değişikliğini durdurmamız ve bununla birlikte sürdürülebilir tarım faaliyetlerine geçmemiz gerekiyor.
Yaptığın tarımın toprağı zenginleştirmesi gerekiyor. Tarımın aslında çok potansiyelleri var, biz hep kendi aldığımıza bakıyoruz. Doğadan biz insan olarak ne alabiliriz, toprağın bağrından ne söküp alabiliriz, onu düşünüyoruz. Hâlbuki yaptığımız faaliyetler toprağı zenginleştiriyor olabilir. Toprağı öyle bir yöntemle ekersin, öyle bir tohum atarsın ki, toprağın organik maddesi artar. Çünkü artık biliyoruz, en iyi verim kum, çakıl ya da killi toprakta değil, humuslu topraktan yani organik madde açısından zengin topraktan alınır. Yaptığımız tarımın bunu artırması, su tutma kapasitesini iyileştirmesi lazım. İnsan eliyle yapılan faaliyetlerin toprağı tüketen değil zenginleştiren şeyler olması lazım.
Peki makinalı tarımla ya da tarım ilacı kullanarak bu mümkün mü?
Hayır, bunlarla mümkün değil. Modern insan hep verimlilik artışına bakıyor, ama modern zamanlar öncesinde doğanın dinamiklere göre tarım yapıyorlardı ve bu toprağa çok zarar vermiyordu.
Bunun nüfusla da alakası var mı?
Çok ilgisi var. Bugün en büyük sorun olarak gözüken şeylerden biri, eskiden toprağa çok büyük bir zenginlik katıyordu: insanın kendisi. Daha fazla toprakta daha fazla insan olması, insan emeğinin olması aslında toprağı koruyan şeylerden biriydi.
Nasıl oluyordu o?
Mesela yabancı otlarla mücadeleyi bugün nasıl yapıyoruz? Makinalarla ya da ilaçlarla. Ama geçmişte insanlar giriyorlardı ve elleriyle söküyorlardı yabancı otları. En tipik tahıl olan buğdayın ot mücadelesi için bugün biz herbisit denilen böcek öldürücüyü atıyoruz, hâlbuki eskiden insanlar imece usulü giriyorlardı tarlaya, temizliyorlardı, çünkü insan vardı kırsal alanda. En büyük zenginlik insanların toprakların üzerinde olmasıydı.
Toprağı çiğnemek diyorsun yani.
Çok insan olması problemmiş gibi geliyor bize, ama hayır, kırsal alanda insanın çok olması aslında toprağın bir kazancıdır. İnsanı oradan çıkartıp kente yığdığın zaman insan enerjisi yerine inanılmaz bir enerji bulduk diyorsun.
Fosil yakıtlar…
Ucuz, bedava, kolay, bir maliyeti olmayan ve hala çok ucuz olan petrol. Tarlada kömürle çalışan bir araçla o insan enerjisini ikame edemezsin, ancak petrol gibi enerjinin en yoğunlaşmış haliyle ediliyor.
Zaten gübrelerin ve tarım ilaçlarının kaynağı da petrol değil mi?
Çoğu zaman evet, ama esas mesele insan emeği yerine fosil yakıtlardan gelen enerjinin ikame edilmesi.
Bu şeye benziyor, iklim değişikliğini anlatırken de bundan bahsedilir, köle emeğinin yerine fosil yakıt geçti ve aslında sanayi toplumu da böyle mümkün oldu. Fosil yakıt da 20. yüzyılda petrolle beraber asıl yaygınlığını sağladı.
Bu kitabı yazarken birçok başka şeyler de düşündüm tabii, mesela tarihte okuruz, ordular savaşa gider, bir kenti kuşatır, orayı almaya çalışır ve bazen bunun için günlerce, aylarca yol giderler. Bunları okurken hep toprak alma üzerinden düşünürdük aslında. Ama orada alınmaya gidilen, gitmeye değer olan şey aslında insan, insan emeği.
Nüfus katıyor kendine.
Kulları ile övünüyor imparatorlar, zenginliği onlar aslında. Vergi alırken de topraktan almıyor aslında, hane başından ya da kelle başından alıyor, kelle vergisi diyor, öküz vergisi diyor Osmanlı örneğinden gidersek. Buna insanın metalaştırılması gibi de bakılabilir tabii ama orada değer olan insan; toprak değil. Toprak zaten aylardır yürüdüğü yol. O toprağa ihtiyacı olsa orayı ekerdi zaten. O toprağı ekecek insana ihtiyacı vardı, insan emeği çok değerliydi. Bugün ise o insanlar kentlere geldiler, dünyada kentli nüfusun kırsal nüfusu geçtiğini biliyoruz ve bu insanları çalıştıracak yer yok, bu emeğe ihtiyaç da yok. Bir insan fazlası ortaya çıktı. Türkiye’de işsizlik oranı yüzde on, genç işsizlik oranı yüzde yirmi.
Mümkün olduğunu söylediğin sürdürülebilir tarımda, bugünkü endüstriyel sistemden daha fazla insan emeğine dayalı olan, zehirlerin kullanılmadığı bir tarımdan bahsediyorsun. Bu sadece tarım politikalarının değil, ekonomi politikalarının, kalkınma anlayışının ya da toplumsal anlayışın değiştirilmesini gerektiriyor. Yani bir anlamda terse, “geriye” gidiş, kırsala dönüş. İnsanların yeniden üretici olmaları için kırsala dönmeleri gerektiğini ve bunun mümkün olduğunu söylüyorsun.
Bunun birçok yolu var. Biz hep büyük bir kentte, on beş milyonluk bir şehirde yaşadığımız için bunları çok fazla düşünemiyoruz, ama İstanbul gibi kent dünyada çok az. Birçok insan kasabada yaşıyor. Dünyada modern toplumun içinde bile Almanya, İngiltere, Fransa örneğinde olduğu gibi… Şöyle düşünelim, günde 8 saat çalışan kentli bunun 3-4 saatini tarımsal faaliyetlere ayırsa, kalan zamanda standart işini yapsa, bu inanılmaz bir değişim olmaz mı? Ama toprakla ilişki kuracağı bir yer olması lazım, İstanbul gibi bir yerde bu zor tabii.
Mesela Amasya’da mümkün olabilir ama değil mi?
Amasya’da, Tokat’ta, bir sürü yerde mümkün olabilir.
Mesela bir bilgisayar mühendisi, bir grafiker, bir mimar, 1-2 gün evde oturup işini yapıp, ertesi iki gün yan tarafta bir meyve bahçesinde çapa yapabilir demek istiyorsun, değil mi?
Evet, insanlar doğaya dönünce gıdanın değerli bir şey olduğunu, sadece parayla alınan satılan bir şeyin ötesinde, yaşamasını sağlayan en önemli şey olduğunu anlar. Yoksa parayı ver süpermarketten al. Kalitesine, niteliğine bakmadan tükettiğin bir gıda yerine elinin dokunduğun bir gıdayı tüketmenin getirdiği bir haz da bu işin içinde.
Türkiye örneğinde sürdürülebilir tarım, aynı zamanda Türkiye’nin üretimindeki tarımın payının artırılması anlamına da gelir mi? Çünkü Türkiye’de tarımın payı düşüyor giderek. Bunu bir siyasi partinin ekonomi programı açısından soruyorum. Çünkü biliyorsun ilerleme sanayinin artması anlamına gelir her yerde, öyle anlaşılır.
Tarımsal üretimde bir artışa sebep olacağını ve toplam gelirde bir azalmaya sebep olacağını kabul ediyorum. Trendlere bakarsak sanayiden yaptığı üretimden kazandığın para daha fazla.
Katma değer olarak.
Evet ve trendler hala sanayinin lehine gidiyor. Bizim gibi hızlı kalkınmaya çalışan ülkelerde ekolojik çöküşün bir sebebi de bu. Sanayi daha fazla para getirdiği için HES’lerde olduğu gibi sulara saldırmak mesela. Politika üretenler de tercihlerini bu taraftan yana kullanıyorlar.
Bu anlamda çubuğu tarıma doğru bükmek gibi bir şansı var mı Türkiye’nin?
Günümüzün politik anlayışı çerçevesinde soruyorsan, bu şans pek gözükmüyor.
Sen politika olarak bunu önerir misin?
Ülkenin kısa vadeli çıkarları açısından bakarsak zor görünüyor, ama orta ve uzun vadeli baktığımız zaman böyle olması gerekiyor ve böyle olması zorunlu. Türkiye nüfusu artarken tarımsal üretim düşüyor, yirmi beş tonlardan on dokuz milyon tonlara düştü tahıl üretimi.
Türkiye Bu farkı nasıl kapatıyor?
Türkiye’de tarımsal ürünlerin fiyatları son birkaç yıldır artıyor kuraklık gibi nedenlerle, ama dünyadaki trendlerde tarımsal ürünler hala ucuz. Ucuz olduğu için, Türkiye’de zengin bir ülke olduğu için, bunları rahatlıkla ithal edebiliyor. Ama yirmi beş otuz yıl sonra dünyada da tarımsal üretim düştüğünde, piyasaya çıktığın zaman paran olsa da alacak ürün bulamayacaksın. Politikacının görevi bir tek bugünü mü düşünmektir? Kendi kendine yeterli bir ülke olmak az önemli bir şey mi küresel ısınma çağında? Sadece para üzerinden mi bakacağız bunlara. Gelir azabilir ama daha fazla insanı istihdam edebilirsin. Gelir adaletini sağlayabilirsin.
Peki bunu yapabilen ülke var mı? Yani tarıma verdiği ağırlığı artıran ülke var mı ya da kırsala dönüş politikası izleyen, daha fazla insanı toprakta çalışmaya yönlendiren?
Ekolojisini korumaya çalışan ülkeler var, uç örnekler olmakla birlikte, Bhutan gibi, Kosta Rika gibi. Üretimde organik payını artırmaya çalışan ülkeler var, Finlandiya, Norveç, İsveç gibi.
Çin?
Çin’de ciddi bir sanayi üretimi olmasına rağmen nüfus piramidinde üst tarafta sanayi olsa da, altta halen yedi yüz-sekiz yüz milyon köylüsü var. Bu aslında sağlıklı bir yapıyı oluşturuyor. Çin sanayisi krize girdiği zaman bile kolaylıkla tarıma insan kaydırabilir veya ihtiyacı olduğunda tarımdan insan çekebilir. Benim kafamdaki ideal toplumda ya da daha dengeli bir toplumda üçte bir gibi bir kentsel nüfus üçte iki kırsal nüfus var.
Türkiye’nin 80 öncesi nüfus yapısı daha makul bir yapıydı diyorsun.
Evet daha makul bir yapı olabilirdi. Ama tabii eğitim, sağlık vb tüm olanakları sağlamak kaydıyla. Bütün rantı kentli üretince, insanlar kente yağmaya devam etti tabii.
Yeşiller, ekolojistler arasında özellikle tarımda, köyde, kırsal alanda geleneksel bilgiye çok fazla vurgu yapılır. Atalık tohumlardan tut da, mesela Via Campesina’nın vurguladığı çeşitlilik, yerellik gibi şeylere , geçimlik tarıma, kırsalda yaşayan insanların geçimlerini kendi bahçelerinden topraklarından sağlamalarına kadar. Bir taraftan da kentlerde yaşayan daha sanayileşmiş topluma inanan bir kesim de bunları ütopik ve çağ dışı şeyler olarak görüyor. Sürdürülebilir tarım içerisinde bu dediğin geleneksel tarım yöntemlerinin, bilgeliklerin yeri var mı? Bunlar bizim için gelecekte kullanılabilir bir şey sunuyor mu, yoksa ütopik mi?
Kesinlikle sunuyor, çok değerli. Burada on bin yıllık bir birikimden bahsediyoruz. Modern tarım yöntemleri dediğimiz şeyler şurada sadece elli yüz yıldır var. Yeşil devrimler elli altmış yıllık. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış şeyler. Riski azaltmak üzerinden baktığın zaman mesela ben şöyle bir örnek veriyorum: Mükemmel bir tohum bile yaratsak genetiğini değiştirerek, her türlü şartlara, iklime, kuraklığa, soğuğa dayanıklı bile olsa, ona aklımıza gelmeyecek bir virüs bulaştığında bu tohum zarar görebilir ve dünyanın her yerinde bu ekiliyor olabilir. O zaman müthiş bir zarara uğrarsın. Ama çeşitlilik riski azaltmayı beraberinde getiriyor. Çünkü A tohumu hasta olsa, B tohumu var. Bütün bu çeşitliliğe ihtiyacımız var. Bütün gıda temelimizi dört çeşit tahıla yüklemiş durumdayız: pirinç, soya, buğday, mısır. Değil dört, çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Bir de bunları bırakıyoruz, mısırda bir tane mükemmel tohumun peşinde koşuyoruz ya da buğdayda, pirinçte.
Diyelim ki bin dönümlük bir arazide endüstriyel yöntemlerle tahıl üretiliyor, yanında pamuk üretiyor ve bir kişiye ait. Biz bu bin dönümü bölsek yüze ve yüz aileye onar dönümlük araziler versek ve o yüz aile sürdürülebilir yöntemlerle tarım yapsalar aynı sayıda insanı besleyebilir miyiz? Bu çok kritik bir soru çünkü sistemin bize dayattığı şey bunun mümkün olmadığı.
İdeal koşullarda aşağı yukarı aynı. Zor şartlarda, kuraklık ya da soğuk gibi, tohumlar çeşitli olacağı için bunu artırma durumu var. Çünkü insan gücü olacak orada. Yoğun insan emeği ile daha kaliteli ürün alma şansın var. Zor şartlarda insan emeği daha belirleyici.
Gerçi son zamanlarda bir toprağa dönüş akımı, en azından bazı çevrelerde var. Permakültür felsefesi yaygınlaşmaya başladı. Ama kültürel ve ekonomik olarak daha fazla insanın toprakla ilişki kurmasını sağlamayı, insanların tarımı köylülük diye algılamasını önlenmeyi mümkün görüyor musun? Ya da mümkün kılmak için ne yapmak lazım? İnsanları gerçek anlamda buna ikna etmek ve toprağa döndürmek için?
Biraz önce söylediğin şeyler belki biraz marjinal kalıyor, ama bunların hepsi çok değerli, çünkü çok değişik deneyimler var. Üretici tüketici birliklerinden tut, permakültürcülere, organik tarım denemelerine, komünler oluşturmaya, ekoköylere kadar. Bu çabaların arasında başarısız olanlar da olacak, ama orta ve uzun vadede başarılı olacak olanlar da bu tür şeyler. Bunlar tamamen insanların bireysel çabaları ile ya da küçük grupların kendi güçleri ile girdikleri çalışmalar. Herhangi bir devlet ya da kamusal destek yok bu konuda. Hatta köstek var. Bizim Tarım Bakanlığı’nın bütün desteği büyük çiftçilere. Tarım varsa destek olacak, bu dünyanın her yerinde böyle. Ucuz gıda yemek istiyorsak olmak zorunda. Ama o teşvik ve destekler de daha büyük ölçekli konvansiyonel tarım yapan işletmelere gidiyor.
Organik tarımda da onu da endüstriyel yapana veriyorlar değil mi?
Aynen, gidip öyle iki ineği on dönüm arazisi olan üreticilere vermiyorlar. Bugün Tarım Bakanlığı’nın bizim bu bahsettiğimiz şeylerle hiç ilgisi yok.
Kitabın hikâyesini de biraz anlatır mısın?
Yeşiller Partisi zamanında tarım politikaları ile ilgili bir broşür hazırlanması gündeme gelmişti fakat ben yazmaya başlayınca bayağı kalınca bir şey oldu, yüz sayfaya çıkınca da kitap haline getirdik. Broşürü yazarken de kitap haline getirirken de amacım şuydu: Ben sorunu ortaya koyayım, bunu okuyanlar da kendi reçetelerini kendileri üretebilsinler istedim.
Brattle Group danışmanlık firmasının 13 Temmuz’da yayımladığı, Colorado’da yer alan Xcel Energy isimli 300 MW kapasitede ortak ölçek olarak nitelendirilen bir tesiste yaptığı çalışmaya göre, bireysel kullanımda olan güneş panellerinin kurulumu şirketlere ait olan büyük ölçekli yatırımların 2019’da iki katı olacakmış. Duy da inanma. Şirketler ev yapımı elektrikten daha ucuz elektrik sağlayacaklar. Gerçi rapor sağlayacaklar demiyor, onlara maliyeti düşecek diyor. Artık tüketici açısından kısmet demek gerek sanırım.
Konu aslında şaşırtıcı değil. Çalışma kısmen Edison Elektrik Enstitüsü tarafından karşılanmış durumda. Enstitünün 2013’te yayımlanmış bir raporunda dağınık hale gelen güneş enerjisinden elektrik üretiminin gelirler üzerinde “yıkıcı” etkileri olduğu beyan ediliyordu. Enstitünün üyeleri de büyük ölçekli güneş enerjisi yatırımı olanlar ya da tüketiciye yüksek fiyatları dayatanlar. Sözün kısası bu kişiler küçük ölçekli güneş enerjisi kullanımını istemiyorlar. Yakın tarihli başka bir rapor ise Wal-Mart destekli First Solar’dan çıkma. Onlar da çatılardan sökün bunları karlara zarar veriyor diyorlar.
Bu iki sistemi kendi içinde biraz kıyaslayabiliriz. Güneş panelini çatıya koymak ya da Çin’in bu sıralar hırsla istediği gibi Gobi çölünü panelle doldurmak arasındaki farklardan söz ediyorum.
Mesela Clean Coalition’ın (Temiz Koalisyon) 2011 tarihli raporu büyük ölçekli güneş enerjisi yatırımlarının maliyetlerinin, enerji nakil hatlarına erişimi (çoğunlukla da yüksek maliyetlerle inşasını) gerektirdiği için düşmeyeceğini ifade ediyor. Ayrıca rapor yerinde üretimin büyük yatırımlar karşısında hatlardaki kayıplar, düşük dağıtım hattı bakim maliyetleri, tüketimde esneklik gibi avantajlarını da sıralıyor.
Örnek olarak enerjisinin 25%’sini yenilenebilirden, 7%’sini sadece güneşten karşılayan Almanya’ya bakılabilir. Güneş panellerinin yaklaşık olarak 70%’si 500 kW’tan düşük. Karşılaştırmayı derinleştirirsek Amerika’da 550 MW’lık Topaz Solar isimli güneş enerjisi santrali 7 yıl gibi bir sürede tasarlanıp inşa edilirken yaklaşık 8,000 MW’lık güneş paneli konutlara ve iş yerlerine kurulmuştu.
Küresel iklim değişimi ve sera gazı emisyonların azaltılması konusunda en büyük desteklerden biri güneş enerjisine veriliyor fakat birçok zaman gerçek bir sistem eleştirisi yapılmıyor. Bu da sıradan tüketiciyi dev santral projelerini desteklemek gibi hatalı bir noktaya sürüklüyor. Mesela Google dev sunucularını serin tutmak ve en çok tercih edilen arama motoru olarak kalmak için 1.5 milyar doları gözden çıkararak Texas’ta rüzgar çiftlikleri, Mojave Çölünde Ivnapah güneş santrali gibi dev ölçekli işlere girişiyor. Ayrıca SolarCity’ye 300 milyon $ destek olarak 25,000 konuta “leasing” usulü güneş paneli kurmak gibi çok büyük bir işe girişebiliyor.
Fortune 500 şirketleri için yenilenebilir enerji iştah kabartıcı yepyeni bir yatırım aracı haline gelmiş durumda. Müşterilerin az ya da çok şirketlerden sürdürülebilirlik beklentileri, yatırımlar için cazip teşvikler ve Fortune dergisine göre bu en büyük şirketlerin gezegenin kaderi konusunda kaygı duymaları bu yatırımların gerçekleşmelerinin başta gelen sebepleri. Gerçekte olansa kimileri zenginlemeyi hızla sürdürürken doğanın ve yoksulların buna tahammül etmelerini istemek.
Arzu edilenin 20 yüzyıl zihniyetindeki enerji tekelini üretici şirket ya da devlet destekli kurum ya da kuruluşların kaybetmek istememesi olduğu oldukça net görülebiliyor. Bundan ötürü de ölçek konusunun sürdürülebilirlikte bile artık ayarı kaçıyor.
Her gün sizi besleyen, vücudunuzun işlemesini sağlayan gıdalar vücudunuza zarara vermeye başlıyor. Salgı sistemi, hormon sistemimizi etkiliyor, kanser artıyor, obezite artıyor, alerji hastalıkları artıyor.
Tavuk eşittir ucuz protein kaynağı. Çok ucuz. Bir kilo domates fiyatına bir kilo tavuk. Geçen gün köşedeki peynirci satıyordu 30 yumurta 6 lira.
16 Temmuz 2015 tarihinde Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği (BESD-BİR) talebiyle Biyo-güvenlik kurulu yeni GDO’lu yemlere, mısır ve soyaya izin veriyor. GDO’lu 3 mısır çeşidi ve 2 soya çeşidine.
Biyo-güvenlik Kurulu’nun internet sayfasında GDO’lu ürünlerin risk ve sosyo-ekonomik raporları var, sayfa sayfa.
Sosyo-ekonomik komitesi değerlendirme raporlarından bir tanesini açtım MON89034xNK603, bir mısır çeşidi için düzenlenmiş bu rapor, bu ithal edilmesi kabul edilmemiş, genetiği ile oynanmış bir mısır çeşidi; şunlar yazıyor:
“Halk sağlığını yakından ilgilendiren gıdanın; bol ve ucuz üretilmesi gerekmektedir. Özellikle hızla artan dünya nüfusuna paralel olarak ucuz, kaliteli ve sağlıklı yem ve gıda maddesine olan talep her geçen gün artış göstermektedir. Ancak; gıdanın bol ve ucuz olması yanında sağlıklı olması da büyük önem taşmaktadır. Özellikle ülkemiz ve tüm dünyada obezite, kanser, şeker ve kalp hastalıklarının görülme sıklığı hızla artmaktadır. Özellikle pancar şekerine (sakkaroz) göre çok ucuz olması nedeniyle tercih edilen nişasta bazlı şekerlerin üretiminin sınırlandırılması çeşitli hastalıkların oluşumunu tetikleyen obeziteyi önleme açısından büyük önem arz etmektedir. Ayrıca GD mısır çeşitlerinde kullanılan herbisitlerin kalıntılara bağlı olarak toksik yan etkilerinin görülmüş olması halk sağlığı açısından önemli bir risk olarak görülmektedir.”
Sonra bir de BESD-BİR tarafından artık tavuk yemlerinde kullanılacak mısır türlerinden biri olan MIR604 ile ilgili raporlara baktım. Aynı cümleler!
Sonuç olarak yazanlar:
“Sosyo-ekonomik değerlendirme komitesi, MIR604 Mısır Çeşidinin gıda olarak kullanımı amacıyla yapılan ithalat başvurusunun, gerekli bilimsel araştırma ve değerlendirmeler sonucunda uygun olmadığına karar vermiştir.” Bu artık tavuk üreticiler tarafında kullanılacak olan GDO’lu çeşitlerden bir tanesi.
Risk raporunda ise, yani uzun ismiyle Gıda Amaçlı Kullanılmak Üzere İthalatı İstenen Genetiği Değiştirilmiş MIR604 Mısır Çeşidi İçin Bilimsel Risk Değerlendirme Raporu’nda ise;
“Ülkemizde GD (genetiği değiştirilmiş) bitkilerin yetiştirilmesi kanunen yasak olduğundan çevresel risk değerlendirmeleri; MIR604 mısır çeşidinin kullanımı dikkate alınarak gıda ve yem olarak tüketimi sonrası sindirim sisteminden başlayıp dışkı ve gübre şeklinde indirekt şekilde maruz kalma, GD ürününü taşıma, depolama ve işleme esnasında kazayla çevreye yayılma riskleri ile sınırlı tutulmuştur.”
Raporlarda ayrıca bu genetiği değiştirilmiş organizmaların, hayvanların dışkısından toprağa ve suya karışacağı, uzun dönemde olumsuz etkilerinin görüleceği ile de oldukça detaylı paragraflar var.
Bu GDO’lu yemlerin, yani genetiği değiştirilerek haşere ve pestisitlere dayanıklı hale getirilen mısır ve soya cinslerine yediğiniz tavuk ve yumurtalarda yem olarak kullanılması talebine Biyogüvenlik Kurulu izin verdi… Yorumu size bırakıyorum.
Gene öte yandan, tarımda kullanılan ilaçların normal değerlerin kat kat üzerinde olduğu ile ilgili haberler okuduk, geçtiğimiz haftalarda. Görünüşü düzgün ürün, daha çok ürün almak için yapılan ilaçlama, maalesef haşere ve böceklerin artan dayanıklılığı yüzünden daha da arttırılıyor.
Peki ilaçlar haşereleri yok ediyor, o zaman iyi bir şey değil mi? Tabii ki değil. Ürünlerdeki ilaç kalıntıları öyle yıkamayla falan geçmiyor ki, bir de buna direkt olarak maruz kalan tarım işçilerini düşünün…
Ve her gün sizi besleyen, vücudunuzun işlemesini sağlayan gıdalar vücudunuza zarara vermeye başlıyor. Salgı sistemi, hormon sistemimizi etkiliyor, kanser artıyor, obezite artıyor, alerji hastalıkları artıyor. Arabanıza en iyi marka benzini alırken kendi vücudunuza işlesin diye koyduğunuz ürünler sizi hasta ediyor. Bunu ben söylemiyorum doktorlar söylüyor.
Bir de üzerine GDO’lu tohumları koy.
Meyve sebzedeki ilaç yetmezmiş gibi Tarım ve Köyişleri Bakanlığı büyük bir kara liste yayınladı gene geçtiğimiz günlerde. Yoğurdun içinde nişasta mı ararsın, bitkisel yağ mı, peynirler keza, o kendine şarküteri diyen pembe sosis ve salamlarda, sucuklarda, sakatat, at eti, kanatlı eti, bağırsak ne ararsan…
Ucuz gıda, kara liste gıda. Bazen ucuz bile değil ya kara listeye giren markalar…
Peki ne yiyeceğiz diye sormayın. Çiftçinizi tanıyın, ürünlerinin tohumları atalık tohum mu sorun, koca süper marketlerde mevsimsiz, tadı kağıt gibi sebze meyve yiyeceğinize pazarlara gidin, gidebiliyorsanız organik pazarlara gidin. İlaçsız, hormonsuz, antibiyotiksiz, normal boyutlarında büyümüş, birbirine benzemeyen, toprakla ilişkisini sürdüren çiftçilerin yetiştirdiği ürünlerden alın. Paranızı aracılara değil çiftçiye harcayın. Toprakla uğraşan insan güzel insandır, bakın yüzlerine anlayacaksınız ne demek istediğimi… O bir demet maydanozun kokusunu içinize çekin, buzdolabını açınca ne güzel havuç kokmuş dolap deyin, tadını alamadığınız için 3 şeftali yerine bir tane gerçek şeftali yiyin, gerçek gıdayı hatırlayın ve yeni nesile aktarın. Hani büyüdüğümüz gıdayı.
Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Diyarbakır’da büyük bir yangın çıktığını ancak Diyarbakır Valiliği’nin yangın söndürme araçlarının yangın bölgesine gitmesine izin vermediğini duyurdu.
DBP Amed’den yapılan yazılı açıklamada, “Lice ve Hani-Kocaköy ilçelerimizde çok büyük bir yangın çıkmış bulunmaktadır. Yangınlar rüzgârın etkisiyle gittikçe yayılmaktadır” denildi.
“Yangınların söndürülmesine ilişkin Diyarbakır Valiliği belediyelerin ve orman müdürlüğün yangın söndürme araçlarının yangın bölgesine gidip söndürmesine güvenlik gerekçesi ile izin vermemektedir.
“İtfaye araçlarının yangına müdahale yapması için yaptığımız tüm girişimler sonuçsuz kalmıştır.
“Diyarbakır Valiliği ve güvenlik kuvvetlerinin yangınların söndürülmesine ilişkin itfaye ve yangın söndürme araçlarına izin vermemesini kabul etmiyoruz.”
Açıklamada, “yangınları kendi imkanları ile söndürmek için” HDP Diyarbakır Milletvekillerinden Ziya Pir, Çağlar Demirel, Nimettulah Erdoğmuş, Sibel Yiğitalp, Edip Berk, Feleknas Uca, İmam Taşçıer ve DBP Amed İl Eş Başkanları Ali Şimşek, Hafize İpek, HDP Amed İl Eş Başkanları Ömer Önen, Gülşen Özer, DBP ve HDP’li çok sayıda yöneticinin Lice’ye doğru hareket ettiği de bildirildi.
Yardım çağrısı
DBP daha sonra bir çağrı yayınlayarak halkı yangın söndürme çalışmalarına yardıma çağırdı.
“Halkımızın kendi olanaklarını seferber ederek yangınların çıktığı bölgeye gelip yangın söndürme çalışmasına katılmasını bekliyoruz.
“Amed halkına bu çağrımızın hayati önemde olduğunu belirtirken vakit kaybetmeden herkesin kendi olanaklarını kullanarak yangın bölgesine derhal gelip söndürme çalışmasına katılmasını beklemekteyiz.
5 yıl doğa ananın kucağında, elektriksiz, internetsiz.. sadece can iletişimiyle yaşadılar etraflarındaki tüm canlılarla barış ve kardeşlik içinde.
Sonra şirketler geldi devletin azmettiriciliğinde ve senelerdir birlikte yaşadıkları canlıları katletmeye başladılar insafsızca.
Müdahele ettiler, direndiler ormanın ortasında iki can bu katliam ordusuna karşı.
Sonra dediler ki; “Sosyal medyadan duyurmalısınız mücadelenizi. Destek olunur. Böyle bir başınıza ne yapabilirsiniz ki?”
Tek bir ağacı kurtarmak için bile yapmayacakları fedakarlık yoktu.
Tüm yaşam alışkanlıklarını ve felsefelerini bir yana bırakıp edindiler hemen bir bilgisayar, bir fotoğraf makinası, internet bağlantısı ve bunların enerjisini karşılamak içinde küçük bir güneş paneli.. dostların yardımlarıyla.
Açtılar facebook, twitter, gmail, web sayfası.. ne gerekiyorsa işte günümüz insanı ile iletişim adına..
Ne oluyorsa etraflarında belgeleyip anında paylaştılar tüm katliamları ve yapanları, yol verenleri.. bu sosyal medya alanlarında..
Seneler geçti..
Duyarlılık, mücadele adına hiçbirşey değişmedi..
Tabiki de çok insan “takip” etti.
“Beğen”di, “Paylaş”tı..
Katliamın “medyatik” yönüne takılındı.
En çok “paylaş”ımları hep ‘medyatik’ olan haberler aldı.
En sonunda artık anlaşılsın diye “Doğada yaşam yoktur. Barikatta yaşam vardır.” dediler. Yine anlaşılmadı.
Enerji ve zamanlarını bu sosyal medya için harcadılar ‘belki 3~5 ağaç kurtulur’ diye..
Olmadı..
Devlet ve şirketin orantısız ve insafsız şiddetine maruz kaldılar en sonunda.
Geçenlerde şirket ve orman memurları kapılarının önündeki asırlık meşe ağaçlarını işaretlediler ‘katletmek’ üzere, sırıtarak.. bu bir çift yüreğin senelerdir her sabah selamlaştığı o ulu ağaçları. O ulu ağaçların altındaki can dostları tilki yavrusu, kaplumbağa, tavşan ve o ağaçların dalındaki kuş, üzerindeki sincaplarla birlikte katletmek adına..
Sadece barışçıl bir mücadele ile yaşamı savunan bu canları provoke etmek adına..
İnsafsız, vicdansız rantları için daha büyük katliamlar yapabilmek ve ‘başka bir dünya mümkün’ü yaşayan bu yegane insanları ortadan kaldırmak adına..
Tabiki de sadece provokasyon amaçlı bu iğrenç katliamda her şey “kanuni” idi.
Şirket sırf bu organizasyon için Birhan&Tuğba’nın yaşam alanının etrafındaki arazileri şantiye şefi aracılığı ile faiş fiyatlara satın almış. İçindeki asırlık meşeleride “tapulu kesim” adı altında orman memurlarına işaretleterek bu korkunç ve iğrenç organizayona ve katliama ‘legal’ altyapı hazırlamış, şirketin bu oyununa tüm orman memurları bile bile ve gönüllü olarak ortak edilmişlerdir.
Tüm bu akıl almaz iğrençlikler olup giderken dahi sahip çıkılmadı Birhan&Tuğba’ya..
Sosyal medyadan “tepki” gösterildi elbet..
Çok “paylaş”ıldı yine..
Şirketlerin bile artık kale almadığı..
Başbaşa bırakıldılar tüm bu deccal ordusuna karşı..
Neyse..
Uzun lafın kısası.. bu iletişim yöntemi onlar için büyük hayal kırıklığı..
Baştan ilk senelerde niye yaşamlarına sokmadıklarının onlar için tekrar anlaşılması..
Onun için ayrıldılar bu sanal alemden..
Sanki tek iletişim yöntemiymiş gibi algılayanlar kızdılar bile..
Biraz fazlaca bencilce..
Kim neye kızmalıydı acaba?
Sonra yardım etmek için gelenler oldu. Zaten bir kaç saat, hadi bilemedin bir kaç gün sonra işlerine güçlerine dönmek zorunda olan..
Orada bir direniş vardı zaten. Hatta tüketmeyerek, üreterek, seneledir dürüstçe yaşayarak varolan tek barikat şu topraklarda.
Sadece bu direnişe destek yok şehirden, işin gözünden, merkezinden..
Onlar kendilerini ve etraflarındaki canlıları ellerinden geldiğince korur bu deccallardan..
Kapılarına kadar dayanan bu devlet~şirket terörünün kınanma yeri şehirlerdir, meydanlardır.. Alakır değil.
Birhan&Tuğba ya yapılanlar lanetlenmelidir eylemlerle, kampanyalarla, performanslarla..
Eğer sanal olarak değil de, gerçekten birşeyler yapılmak isteniyorsa..
Birhan&Tuğba’ya ve etrafındaki canlılara yönelik bu şiddeti yapanlar, yol verenler, organize edenler, destek olanlar… İfşa etmek ve doğru hedeflere doğru eylemlerle yönelmek adına;
1- Antalya Valiliği (Danıştayca onanarak kesinleşen Alakır’ın 1. Derecede Doğal SİT Alanı kararını 1 senedir yürürlüğe sokmayıp, tüm katliamlara onay vererek süreci tetikleyen, şirketlere yol veren azmettirici)
2- Kumluca Jandarma Komutanlığı (şirketlerin güvenlik birimi)
3- Metamar şirketi’nin sahibi Hasan Tığlı (katil)
4- Ado şirketi’nin sahibi Mustafa Sak ve genel müdürü Ender Çakmak (katil)
5- Şantiye şefi (Birhan&Tuğba’nın etrafındaki arazileri satın alan, içindeki ağaçları keserek provokasyon yapan, köylüleri onlara karşı kışkırtmak için binbir türlü yalan, dolan ve planı yürüten..) “Ali Süzen”
6- Birhan&Tuğba hakkında “yasadışı faaliyetler yürütüyorlar, ahlaksız yaşam sürüyorlar” diyerek bir dilekçeyle Kumluca Kaymakamlığına başvuran, “onları oradan çıkartacağız” diyen, desteğe gelenlerin yolunu kesip tehtid eden.. Kuzca köyü muhtarı “Ali Okur”
Alakır Nehri Kardeşliği, sanal bir birliktelik değil, hakiki can kardeşliğidir.
Şimdi laf değil, eylem zamanı.
İnsan hayatının ve onurunun söz konusu olduğu bir meselede güncel siyasal mevzilerden konuşmaya tepki gösteren İoanna Kuçuradi, ‘insanın yüzü siliniyor’ demişti. İnsanlıkla iktidar hesaplarının bağdaşmamasına karşı tuhaf bir tepki görülebilir bu. Bizi bir başkasına etik bağlarla bağlayan, ona karşı etik yükümlülüklerimizi devreye sokan insanın suretidir, diyordu Levinas.
AKP liderliği ve medyası ile MHP (ve Vatan Partisi) camiasını birleştiren Türk-İslamcı dünya görüşü, Suruç katliamında parçalanan bedenlerin suretlerine bakmayı, onların insanlığını korumayı reddediyor.
Medyada yapılan Suruç propagandasının etkilerini sokakta, toplu taşım araçlarında, bakkal dükkanlarında, ev sohbetlerinde görmek mümkün. Suruç katliamında yaşamını yitiren insanlarımızdan söz edildiğinde, aynı gün ölen başka genç insanlarımızın, polis memuru ve asker olarak damgalanan (bu da onların suretlerini inkar etmenin bir yolu olsa gerek) gençlerin kaybıyla karşılaştırılıyor, üzüntü belirtmek yerine ‘ya şehitlerimiz?’ deniyor. Bireysel düzeyde, ölçeği büyüdükçe ızdırabı redddetmenin de kolaylaştırıcı bir etkisi olmalı bunda, ama siyasal düzeyde başka hesaplar söz konusu.
Sadece ölen bedenlerin değil, bütün insanlığın yüzü siliniyor. Bir olağanüstü hal tekniği olarak katliamların ‘faili meçhul’ kalmasında da bunu görmek lazım.[1]
Matemin ve bir katliam karşısındaki insani geleneklerin kutupsallaşma konusu olması, ‘bizim tarafın ölümlerinin sizin tarafınızdaki ölümler’le yarıştırılması, siyasal bir tercihtir. Ölüm karşısındaki eşitliğimizin inkarında bir hesap vardır. Ama sizin hakkınızda siyasal tercihlerinizden daha fazlasını söyler, ve hayatınızı belirleyici kudreti olan bir tercihtir.
Başkalarının çocuklarının bedenlerinin parçalanması konusunda Türkiye’nin, ABD’nin ve İsrail’in siyasal tarihindeki tutarlı, birbirini tekrarlayan bu meş’um (post-modern diyen de olur) söylem, insanlık durumumuz üzerine çok şey söylüyor.
Siyasal katliam ve rekabet
Bu derin meseleler bir yana, ‘terörizm’ve ‘terörizmin kurbanları’ söylemlerinde tutarlılık beklemek için biraz geç kalmadık mı? Arınç ve Bahçeli’nin sözlerinde temsil edilen Türk-İslamcı gelenek, Maraş katliamı, Çorum katliamı, Lice katliamı, Bahçeli katliamı ya da Sivas katliamı konusunda nasıl tavır aldılar; bugün onların siyasal tarihlerinde bu katliamlar nerede duruyor?
‘Devlet dersinde’ Türk-İslam iktidarına ‘kurban’ verilen bedenler karşısında onlar katillerin safında değiller mi? Katilleri kahraman değil, ama mazlum ilan eden onlar değil mi? ‘Demokratik’ devletin usulleri, kanun ve nizam, işte burada fark getiriyor, toplu katliamları yapan katillere açıkça kahraman payesi verilemiyor, onun yerine bir mağduriyet tarihi yazılıyor: kahraman olamamaktan, ‘hakim millet’ olduğu topraklarda açıkça konuşamamaktan kaynaklanan bir mağduriyet. (En azından Alev Alatlı, Hrant Dink’in katillerini kavmi için savaşma hakkı adına savunma dürüstlüğünü göstermişti. Bu yüzden de Devlet Sanatçısı payesine kavuştu. Her ne kadar pekçok belagati gibi bu da Nazi literatüründen araklama olsa da…)
Cumhurbaşkanı, Suruç katliamını kabul etmek yerine ‘terör nereden gelirse gelsin’ derken, Arınç ve Bahçeli, ‘orada ne işleri vardı’, ‘amaçları halis ve ahlaki değildi’, hatta ‘HDP milletvekilleri neredeydi’ diyecekti. Gazze Flotillasında yapılan İsrail katliamına (o vak’a da ayrı saflarda bulunan) ulusalcıların verdiği tepkide olduğu gibi. Fügen Yüksekdağ, ‘peki sizin insanlığınız neredeydi’ derken, en temel soruyu sormuş oluyor sadece. Ama muhatabı orada olmayan bir sorudur bu.
Otuz iki canın parçalanmasını bir olgu olarak bile teslim etmeyi reddeden Bahçeli, aslında yaptığının sadece ‘seçmeni iyi okumak’ olduğunu söyleyerek kendini savunamaz mı? Ama Türk-İslamcılar, iktidar adına yaptıklarının sadece ‘siyaset’, yani iktidar hesabı olduğunu söyleyemezler. Çünkü kelimeyi sadece sathi anlamıyla anlamayı tercih eden, söz tüketen ve sözle harekete geçen bir kitleye hitab ettiklerini biliyorlar.[2]
Bahçeli, Suruç katliamı karşısında kelimelerini seçerken, AKP ile seçim rekabeti halinde olduğunu biliyor; Suruç konusunda sertlik yaparak AKP’den oy kapma telaşında. Böyle anlarda insanlık askıya alınabilir, ama böyle anlar hiç bitmiyor ve bunca vakit askıya aldığınız teferruat sizi terk edip gidiyor.
Teferruat, çünkü Bahçeli gerçekten de, en azından sosyal medyayı iyi okuyor: vicdansızlık yarışında bir adım öne geçme telaşında. Sosyal medyada Türk-İslam camiasının Suruç’ta ‘şenlik’ olduğunu ilan etmesinden feyz almasında, bunun oya tedavül edilebilir bir şey olduğunu tahayyül etmesinde şaşırtıcı olan, hikayeye ters düşen ne varki?
Şimdi mesele şudur: Suruç katliamında hayatını kaybeden canların insanlığını, mateme değer olma niteliğini kim daha fazla reddedecek? Kim daha cüretkar, daha aşırı olacak. İşte bu yüzden kinini sükunetle, vakarla geçiştiremez, asgari bir insaniyet gösteremeyecektir.
Nitekim Arınç da, teessüfü bir yana bırakıp, kadim bir gelenek olan taziyeyi çok görüp derhal HDP’yi suçlamaya girişecekti; elini gördük ve arttırıyoruz.
‘Milleti hakime’nin kurucu bir unsuru olarak matemin reddi
Okullarda bize, ‘Türk-İslam medeniyeti’ meth edilirken (ya da inşa edilirken), burada bir insaniyet ve bu arada ölüye, mateme saygı, çocuğunu kaybetmiş anababalara merhamet ve saire olduğu da söylenirdi. ‘Devlet dersi’nde söylenen her şeye inanırdık.
Gelin görün ki, her şey bir yana, Kürt meselesinin 1990lar tarihinde asıl dersi alacaktık. Kürtlerin varlığını, katliamlarla ve parçalanan çocuk bedenleri karşısında azametli devlet lisanına maruz kalarak, dehşete düşerek öğrenecektik.
1990larda ‘Doğudaki’ jandarma karakollarında ölü bebek bedenlerinin altında ‘ölü ele geçirilen terörist’ diye kayıt düşüldüğünü görecektik sonra. O resimleri o karakollara giren, o karakollarda ‘vatan vazifesi’ yapan, o karakollara girip çıktıkları kayıt olan olağanüstü hal‘gazeteciler’i, binlerce insan evladı görmemiş miydi? O resimler ‘devlet dersi’nde bize ne öğretiyordu?
Roboski’de katırlarıyla mazot taşıyan köylülerin en son askeri teknolojiyle yakılıp parçalanması konusunda Erdoğan, ‘onlar zaten kaçakçıydı’ dediğinde, ona her konuda karşı olan ulusalcılar derhal ikna olacak, Türk sağı hep birlikte taziye belasının savuşturulmasında ferahlayacaklardı. Anlamasını bilene bunda mühim hisseler vardır.
Burada İttihat ve Terakki’nin ve onun ‘milleti hakime’ görüşünün mirası üzerinden bir iktidar mücadelesi, parçalanan bedenler üzerinden kurulan bir asabiyyet mevzuu bahistir. Başkalarının matemini reddetmek üzerinden bir millet, bir iktidar tabanı inşası söz konusudur.
Matem ve sükunet
Suruç katliamı karşısında matemi kabul etmek ve karşısında asgari bir sükunet göstermek de mümkündü. Türk-İslamcı cenahın partileri açısından bu, en azından siyasal bir tercih olabilirdi. Kadim insani hasletler bir yana, gerilimi düşürmek adına, medeniyet, adına, yurttaşlık bağlarını yeniden tesis etmek adına. Bu bize en azından, bir yurttaşlar topluluğu olma yanılsamasını, fikrini yeniden inşa etme şansı verirdi. Değerli bir yanılsamadır bu.
Fakat (söz gelimi) ilginç bir şekilde, CHP dışında sadece tam da ‘bölücü’ olmakla suçlanan HDP böyle bir kamusal duruşu sergilemekte. Örneğin PKK’nin üstlenmeyi münasip gördüğü iki polis memurunun, haklarında sadece orada ve korumasız bırakıldığından başka birşey bilmediğimiz o iki insan evladının katledilmesi karşısında, bu cinayetin acıların yarıştırılmasına vesile olmasını engelleyerek…
Fakat Türk-İslamcı zihniyet ve strateji, buna karşı tavır almalarında da kendini gösterecekti. Yok saymak. Çünkü HDP’nin bir kez daha katledilen asker ve polisler hakkında ortak insani değerle üzerinden konuşması ve taziye bildirmesinin üstü kapatılmalı, beyanın gücü beyan edene çevrilmeliydi. Bu hikayelerine ters düşüyor. Matemler paylaşılamaz,
Ama şu soruyu da sormak lazım? Türk-İslam camiası herhangi bir matem tutuyor mu? Matem, ölüm siyasetine, şehadet söylemine uygun mu?
Matemin cihat ruhu açısından caiz olup olmadığı tartışılagelsin, başkalarının matemlerini reddetmek, matemleri yarıştırmak karşımızda apaçık bir süreklilik gösteriyor. Hayır, ‘kurban’lar ‘bayrak’ haline, yani iktidar mücadelesinin gündelik teçhizatı haline getirilmiştir.
Sevdiklerinden ansızın kopartılan gencecik bir insanın ailesinin ızdırabına hürmet bir kenara bırakılıp, slogan atılacak, sessiz kalmanın adetten olduğu anlarda intikam yeminleri edilecektir. Matemi reddediyor ve öldürmeye yemin ediyoruz teşhirciliğinde, insanın yüzü, parçalanmış bedeni, yaşamış olduğu değildir söz konusu olan.
Asker ve polis cenazelerinin görüntülerine bakın: cenaze siyasetçilerinin, intikam teşhircilerinin anababaların, kardeşlerin, sevgililerin ızdıraplarıyla tezat teşkil etmek üzere, onların matemini inkar etmek üzere sahneledikleri gösteriye… Burada mevzu, Türk-İslamcı asabiyye halkalarını genişletmek için yapılan propagandadır. Bu sahnede savaş makinesine yeni Aslan Asker Şwayklar teçhiz edilir.
Bu sahnede yitirilen hayatın hikayesi yoktur. Belki hayatını yitiren o suret, bu sahneden hisse kapmaya gelenlerle hiçbir şey paylaşmamış, onlarla aynı yolda yürümemeye yeminli bir candı. Ama artık o bir hiçtir, kurtlar sofrasındadır bir kez daha. Çocuklarının neden ateşe atıldığını, neden muktedirlerin mahallelerine cepheden cenaze gelmediğini, ‘kardeş kavgası’nın neden durdurulmadığını haykırmaya kalkışan anababaların nasıl susturulduğunu hatırlayın.
Ve burada da, devlet adına konuşma tekelini ele geçirmiş olan hükümet adamlarının, iddiası olanların, azametli beyanlarında rakamların nasıl da yarıştırıldığı yüzümüze çarpacaktır. Asıl söylenen şudur: onlar suretler, canlar değil, rakamlardır. Onlardan kaç, bizden kaç kişinin öldürüldüğü söylenecektir. ‘Şehitlerimiz’ ile ‘ölü ele geçirilen teröristler’ mukayese edilecek, aslında onların artık bir suret olmaktan başka bir şey oldukları kayda düşülecektir.
Cenazenin ardından isimler unutulur, başkalarının çocukları istatistiki birer iktidar iddası olmanın ötesinde değer taşımazlar. Gerçekten nasıl kaybettiler hayatlarını? ‘Kanun ve nizam’ ölçülerinde kimler sorumludur bu ölümlerden?
O cana kan ve sevgiyle bağlı olanların yaralarının kapanması için bu bilgilere ihtiyaç vardır. Belki bir yurttaşlar topluluğu, bir toplum, medeniyet olmamız açısından da.
Ölüm siyaseti
İstatistiklerde asker veya polis olarak yer alan, ‘şehit’ olarak yer alan hiçbir suretin nasıl öldüğü tam olarak bilinmez. Kayıtları devlet sırrı. 13 yaşında ‘devlet dersi’nde öldürülen Uğur Kaymaz’ın yargılaması, neler bilebileceğimize bir misal olarak suratımıza çarpılmıştır. O kapısının önünde, ayaklarında terlikleriyle, babasıyla birlikte ‘ölü ele geçirilen bir terörist’ ise, daha bilmediğimiz neler vardır?
Türk yargısı, sanık devlet görevlilerinin beyanlarına sorgulamaksızın inanmayı tercih edecek, 2007’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi ve ardından Yargıtay, 13 yaşındaki Uğur’un terliklerine karşı olağanüstü halin son teknoloji silahlarının ve o silahların ucundaki insan suretlerinin ‘meşru müdafaa’sını sabit görecekti.[3]
Aslında dehşetin ‘meşru müdafaa’ olarak zarflanması, Hrant Dink’i öldüren Türk-İslamcı ‘tahrik olmuş’ vatandaşların ‘Türklüğü savunma’[4] bahanesinin kanun ve nizam lisanına tercümesi değil midir?
Ama Suruç katliamında da olduğu gibi, Uğur Kaymaz’ın öldürülmesinin dehşeti, binlerce ‘kayıp’tan, ABD ve İsrail güvenlik dilinden de çok iyi bildiğimiz, sayısız ‘munzam zarar’dan biri olması karşısında, kamusal alanda onun yüzünün de silinmesini engelleyemiyor. Ne Uğur’un öldürülmesinin ardından devlet adına ‘iki terörist öldürüldü’ diyen muktedirlerle ne de basınla hesaplaşmadan, ailelerin ve toplumun yaraları kapatılamaz.
Belki de amaç budur, çünkü hayata devam etmek için yaralarımızı, meselelerimizi kapatmak zorundayız, adaletin gereği ve işlevi budur.
[2] Bkz: “Bunlar genç çocuklar. Birisi sürükler, bunlar da arkasından gidebilir. Hem Koreli ile Çinliyi ayırt edecek özellik nedir? Çekik göz… Baktı ki ikisi de çekik göz… Fark eder mi efendim?”
[3] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2014 yılında, 10 yıl sonra verdiği kararında, Uğur’un yaşama hakkının ihlal edildiğini nihayet teslim ederken, temel vurgusu şuydu: ‘Biri on üç yaşında iki kişinin öldüğü bir olayda ulusal otoritelerin şüpheli polislerin boşluklar ve tutarsızlıklar ihtiva eden beyanlarını doğrudan esas almadan evvel, farklı ihtimalleri de hesaba katması gerekirdi’. Bu tespit, aynı zamanda dehşet karşısında hukukun zayıf dilini de parlatmaktadır.
[4] Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin Uğur Kaymaz davasındaki kararının ardından bu haberi veren bir sitedeki okur yorumlarından: ‘sizin gibi devleti her fırsatta suçlamaya hazır insanlar oldukça 13 yaşındaki teröristler de çoğalacak’; ‘Türkiye Türklerindir’.