Ana Sayfa Blog Sayfa 3624

En son umut ölür

Saat 5:30 alarmının hatırlattığı tavukları düşünerek kalkıyorum yataktan. Üstüme kalın bir şey alıp aydınlanmaya başlayan güne dalıyorum gözüm yarı açık, dönüşte yeniden uyuyacağım kararı ile. Oysa gece yatarken 8’e kadar bir şeyler okumaya karar vermiştim. Uyku ağır basıyor, karar değişiyor. Önceki sabahlarda yaptığım gibi önce ıslak yemleri belirli yerlere döküyorum ve kümes kapısının önünde bekleşen tavukların sesi yükselirken iyiden iyiye, kapıyı açıyorum. Evin yemek artıklarını almaya mutfağa dönüyorum ve suyun altını açıyorum; nane kaynatacağım. Üç gün sonra verilmek üzere ıslak yem hazırlıyorum ve hazırlıklar bittikten sonra elimde nane çayı tavukları izlemeye başlıyorum bu defa verdiğim kuru yemi yiyorlar. Aralarına almadıkları bir tavuk var kaç gündür. İzin vermiyorlar yem yemesine, neden acaba diye düşünüyorum. Gizliden yem vermenin planları içerisindeyim. Horoz iş başında gözüne kestirdiklerinin üstüne çıkıyor 5 saniye kadar. Tavuk işin ardından silkeleniyor ve yemeye devam ediyor. Bu işi bu kadar kısa sürede halletmesine şaşırıyorum. Şimdilik keyiflerin yerinde  olduğuna kanaat getirip eve dönüyorum. Uyku kokuyor ev. Sessizlik. Parmaklarımın ucundan yürüyerek yatağa geliyorum. Gün ışıdı iyice. Saat 6.30. Ayıldım da üstelik. Yine de üstümdekileri atıp çıplak giriyorum çarşafın altına. 1.5 saat daha uyuyacağım.

IMG_0651
Fotoğraf: Zeliha Yıldırım

Pan’ın havlaması ile uyanıyorum, saat 8. Evin dışına duvar örecek ustalar gelmiş anlaşılan. Bu havlama muhakkak onlara. Pan’ı uzaklaştırmak için bir şeyler söylüyorum ve az daha uyusam olur diyerek uzanıyorum yeniden yatağa. Rüyanın hatırladığım kadarını gözden geçiriyorum bir yandan. Etkisi devam eden mutlu bir rüya. Şeker pembesi, umut dolu bir duygu yerleşiyor rüyayı hatırlayınca. Bir an sadece bir an bir şey hatırlar gibi oluyorum. Bir aydır hiç bir sabah yaşamadığım mutsuz sabahlarımı hatırlıyorum şehirde geçirdiğim. Kalkmak için bir sebep aradığım en sonunda değer verdiğim bir abinin sabah programını dinlemek için kalktığım işe gitme sabahları. Şevkle yaşamak için hiç bir sebep bulamadığım o sabahlar geliyor aklıma ilk kez. Aradan bir ay geçti ve uyandığım mutlu, anlamlı sabahları şimdi görüyorum karşımda. Bir gün var yaşayacağım; birlikte çalışıp var ettiğimiz  bir oluşumun devamını sağlayacak bir gün. Ve bugün güzel bir kahvaltı ile başlayacak.

Çay için su koyuyorum. Kahvaltılıkları çıkarıyorum;zeytin, yağ, reçel. Arkadaş çiftliğinden peynir. Geçen senenin domateslerinden yapılmış sosu görünce onu da pişiriyorum. Ekmeği kesiyorum, iki gün önce kuzine sobada pişirdiğimiz, benim yoğurduğum ekmek. Tabakları çatalları sayarak hazırlıyorum. 5 kişiyiz bugün. Verandaya taşıyorum. Çayı demliyorum. Uyanmaya başlıyor ev. Oturuyorum sofraya. Tabağıma alıyorum bir iki parça bir şey. Çay koyuyorum. Tavuklara bakıyorum bir yandan. Onlar ile aynı bahçede olan sürüden ayrılan koça bakıyorum. Sıkıntı yok. Pan ilerden görünüyor, girmemesi gereken her yerde dolaşıyor. Uzaklaştırmak için bir şeyler söylüyorum, anlar gibi yapıyor. Gidiyor şimdilik. Tamam sana da yemeğini vereceğim az sonra diyorum içimden. Tabağıma bakıyorum. Yağ sürdüğüm ekmeğime. Duygulanıyorum. Tüm o tanıdığım insanlar ve hayvanlar içerisinde yoğun ağır bir mutluluk ile sarmalanmış olarak ekmekten bir ısırık alıyorum. Koça bakmaya giden dost dönüyor sofraya. Nedensiz sarılıyorum. Anlamıyor ama O da karşılık veriyor. 2-3 saniye sarılmak dindiriyor ağırlığını mutluluğumun.

Kahvaltıdan sonra Pan’a yemeğini veriyorum. Yerken seviyorum onu. Su içişini izliyorum. Alerji gibi bir şeyi var iki gündür. Hapşırıp duruyor. Meraklanıyorum. Tavuk yemlerini karıştırıyorum. Öğle ezanına kadar tavuklarla işim yok. Kulağım onlarda sadece. Yumurta sayısını tutturuyorum iki gündür bu seslerden. Bugünde öyle olsun istiyorum. İş planıma bakıyorum. Gurka yatan ısrarcı bir tavuğun altına yumurta eklenecek ve ona biraz daha konunaklı bir yer yapılacak, nane toplanacak, elma toplanacak, erik toplanacak, sarımsak örülecek, elma kuruları kavanozlanacak, gerisi rutin işler.

Şimdi vakit “akşam ezanına az kalmış” vakitleri. Sabahki nane suyunu buz ile serinleterek geçirdiğim sıcak, nemli bir gün oldu. Hala da “bir dereye mi atsam kendimi sıcaklığı” devam ediyor. Ülke savaşa gidiyor, ortalık toz bulutu. Mutluluk eritici bir gündem. En son umut ölür derler. Anımsayıp devam etmeli ne yapılıyorsa. Şimdi yemek yenecek, üstüne çay içilecek ve bugün geceye emanet edilecek. Dolunay var. Ve bir dolu da yıldız. Yaşadığım şu güne şükrediyorum.

Hayat ne getirirse getirsin bugün ve önceki günlerde yaşadığım anın verdiği mutluluğu unutturamayacak. Tertemiz duygularla huzurla anacağım. Umarım yıllarım bahçe kenarındaki (araba yoluna doğru giden) yolda yürürken ve o yola bakarken hissettiğim o ait olma hissini ve belki anlamsız ama o yolun orda olmasına duyduğum şükran duygusunu duyarak geçer. Bir de Ağustos 20 gibi doğacak 8 civciv var belki onlar daha da şenlendirir hayatı, bilinmez.

(Yeşil Gazete)

Av, avcı, insan – Karin Karakaşlı

Öyle günler vardır ki, bir an bir ömre mal olur. Zaman hem göz kırpımlık bir dem, hem de sonsuzluktur. İnsan acıdan zeminsiz, bağlamsız hisseder. Savaş mağduru çocuklara park, kütüphane kurmak, onlara oyuncaklarla ve özel atölyelerle çocuk olduklarını yeniden anımsatmak için Kobanê’ye gitmek üzere yola çıkan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (SGDF) üyeleri, Suruç’ta basın açıklaması yaparken canlı bombanın intihar saldırısıyla katledildiğinde, 32 genç hayatını kaybettiğinde, 76 kişi yaralandığında, umut ve dayanışma kana bulandığında, böyle hissettim. Uyuşturan bir öfke, infial ettiren bir keder, çok fazla isyan.

Bir erken seçimi mümkün kılmak uğruna, insan canı üzerinden oyun kuran devlet geleneği, maalesef çok köklü. Buna bir de on yılı geçkin iktidar sonrasında tek kişilik hâkimiyet sevdasında bir Cumhurbaşkanı Erdoğan unsuru eklenince, çözüm süreci, Suriye denklemleri dahil her şey gökten düşen bir savaş karesine evriliverdi.

İnsan donakalıyor, dakikadan dakikaya ne kadar felaket haberi birbirini izleyebilir? Bu zembereğinden boşalma halini mümkün kılan incelikli mekanizma nedir? Biz saf saf kendi küçük dünyamızda bir şeylerin mücadelesini verir, sevinir, kederlenir, umutlanırken, birilerinin eşzamanlı olarak bir sonraki ölümcül tezgâhı hazırladığını bilmek ve bu bilgiyle hiçbir şey olmamışçasına hayata devam etmek mümkün müdür? Bu soruya yanıtı hayır olanlar, o yıkıcı milatları bir çentik gibi tenlerinde taşırlar. Yine birtakım sevgili ölülere sözler verilir; devam edilecektir. Öte türlüsü ihanet olur.

Sonra ayrıntıları öğrendik, parçalar âdeta mıknatısla çekilir gibi birleşti. İntihar bombacısı seçim öncesinde HDP’nin Diyarbakır Mitingi’nde bombayı patlatan kişiyle bağlantılıydı. HDP’nin il merkezlerine yapılan saldırılar, organize bir gücü işaret ediyordu. Türkiye’nin geleneksel refleksi, PYD’nin siyasi, YPG ve YPJ’nin de askerî olarak IŞİD’e karşı Kobanê’deki direnişini, Suriye’nin kuzeyinde birleşen, farklı bir yönetim ve yaşayışın mümkün olduğunu gösteren kantonlar gerçeğini hazmedemedi. Keza, aynı dönemde barajı yıkan ve 80 milletvekili ile Meclis’e gelen HDP ve Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganlı Erdoğan karşıtı mücadelesi, sistemi fena ürküttü. Sonrası, gelsin o bildik devlet tezgâhları.

Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde iki polis öldürüldü. Suriye’de IŞİD’in kontrolünde olan bölgeden Kilis’e ateş açıldı bir astsubay öldü, dört asker yaralandı. TSK, IŞİD mevzilerine ateş açtı. Diyarbekir’in merkezinde silahlar konuştu. İstanbul’da IŞİD kisvesi altında  DHKP/C, PKK ve PKK’nin gençlik yapılanması YDG/H’ye operasyonlar düzenlendi.  İncirlik Üssü’nün ABD tarafından kullanılmasına karar verildi. PKK kampları bombalandı.

Siyasette savaş tamtamları çalındı. Bir siyasi parti, MHP’nin lideri Devlet Bahçeli, bir diğer siyasi parti HDP için “Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı teröristlere övgüler düzen ve terörle arasına mesafe koyamayan Kandil siyasetçileri hakkında hemen devreye girmeli” diyebildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Parti kapatmayı doğru bulmuyorum, suç işleyen yöneticiler bedelini öder” diyerek, Selahattin Demirtaş’ı doğrudan hedef gösterdi. Bunun üzerine HDP’li 80 milletvekili, dokunulmazlıklarının kaldırılması için TBMM Başkanlığı’na dilekçe verdi. Görünen o ki, bu akıllara ziyan durum daha da tırmandırılacak. Daha ödetilecek ne bedellerin göze alındığını da yaşayarak göreceğiz.

Aynı günlerde gazete sayfalarını ve ekranı Afrika’nın sembol aslanı Cecil’in öldürüldüğü haberi kapladı. Zimbabve’nin Hwange Ulusal Parkı’nda yaşayan 13 yaşındaki Cecil’in oraya kadar sürüklenen bir hayvan ölüsüyle kandırılıp kaçak avcılar tarafından park sınırlarının dışına çıkarılarak öldürüldüğü ortaya çıktı. Simsiyah yelesi, gri bedeni ve asil duruşuyla insanı büyüleyen Cecil’in öldürüldükten sonra başı kesilmiş ve derisi yüzülmüş. Tüm bunları yapanın da  Minnesotalı Diş Hekimi Walter James Palmer olduğu, kendisine yardım eden kişilere 50 bin dolar ödediği öğrenildi. Bembeyaz önlüğü ve pırıl pırıl gülümseyişiyle temiz ve güvenilir bilim insanı Palmer, iş ava geldiğinde öldürdüğü hayvanların üzerine binen bir katile dönüşüyordu.

Beyaz adam en karanlık yüzüyle karşımızda. Çünkü hegemonya kurma şehveti sınırsız tatminsizlikten beslenir. Ve muktedir olmak öldürmeyi içerir. Çünkü yaşatmak, çoğaltmak, güçlülerin işidir. Muktedirler ve kifayetsiz muhterisler, gölgelerinden korkar hale geldikleri suçlarını, ancak yok ederek saklayacaklarını düşünürler. Oysa hayat, büyük bir kayıt tutucudur. Avı da, avcıyı da, insanı da kaydeder. Kayaları ufaltan zaman, gün gelir onları da unufak eder.

Karin Karakaşlı – AGOS

 

 

İyiyim, daha da iyi olacağım, lütfen iyi olun! – Emre Ertegün

5 emre ertegün...Bir vakitler yazmıştım ki ” ‘Eğer Roboski’de en çok kim üzüldü?’ diye bir yarışma yapılsa kesin derece yapar, en kötü mansiyon falan alırdım.” Durum gerçekten de buydu. Acıları tüm ağırlığıyla sırtlanmaktan kendimi alamıyordum. Sırtlanırsam, gerçekten çok üzülürsem, hayattan keyif almazsam, en azından o kişiler o acıları çekerken umursamazlık yapmamış olur, acılarını paylaşırım diye düşünüyordum herhalde.

Şu sıralar “iyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın” diyen çok sevgili arkadaşlarım da benim bir zamanlar hissettiğim gibi hissediyor olsalar gerek. Enseyi karartalım, her gün bu acı(lar)la yaşayalım, “katil devlet” diyelim, “kahrolsunlar” diyelim, bela okuyalım, nefret edelim, tiksinelim…

Peki ya ne yapmalı? Unutmalı mı? Bu yaşananlar yaşanmamış gibi mi davranmalı? Kafamızı çevirip başka yöne mi bakmalı?

Elbette hayır ama bir çeşit denge kurmadan olmayacak gibi geliyor bana. Bir taraftan yasımızı tutalım, bu tip olayların tekrarlanmaması için elimizden geleni yapalım, sokağa çıkalım, bir olalım, sesimizi yükseltelim. Ama sakince, nefret etmeden, nefretin kendisi olmadan. Ayrıca kurumsal da olmadan… Partiler, sendikalar, sivil toplum örgütleri… Aynı cümleler, benzer kınamalar, lanetlemeler, “katil devlet hesap verecek”ler. Vermiyor işte hocam, vermiyor. Diğer devletler bir yana, sadece bizimkinin son 100 yılda yaptıklarına bi’ baksanıza. Ne zaman durmuş ki canavarlık yapmadan? Ve durmayacak; doğası bu, yapacak bir şey yok. Yani ona sövüp saymak pek de bir şey değiştirmiyor sanki, hımm?

Diğer taraftan da artık kutlayalım hayatı, bu güzel gezegeni, meyve veren ağacı, yumurtlayan tavuğu, omzunda ağladığımız dostun varlığını… Kutlayalım geceyi, gündüzü, toprağı, ateşi, havayı, suyu… Kutlayalım organlarımızın uyumlu çalışmasını, kanı temizleyen ve tüm vücuda dağıtan kalbimizi, olan biteni algılamamızı sağlayan ve vücudu yöneten beynimizi, bu yazıyı yazmamızı ve okumamızı sağlayan gözlerimizi… Kutlayalım müziği, dansı, oyunları, konuşmayı, susmayı, kahkahayı, göz yaşını… Kutlayalım mümkün olduğunu bildiğimiz “başka bir dünya”yı, ütopyaları. Kutlayalım ki inanalım, inanalım ki uygulayalım, uygulayalım ki gerçekten yaşamaya, iyi olmaya başlayalım!

Bu kadar az gülünen, bu kadar az dans edilen, bu kadar az sevişilen, bu kadar az oyun oynanan bir dünyada nasıl iyi olabiliriz ki?..

Her yeni anda, her yeni günde hayatımızı ve dünyayı nasıl şekillendireceğimize karar veriyoruz. Tekrar tekrar, hiç durmadan… Yaptığımız ve yapmadığımız işlerle, yediğimiz ve yemediğimiz yemeklerle, yaşadığımız yerle, okuduğumuz kitaplarla, paramızı akıttığımız yerlerle…

Hiçbir zaman, hiçbir şey için geç değil. Hiçbir zaman, hiçbir şey için erken de değil. Her an, her şeyin tam sırası. Her neye karar veriyorsak…

Şimdi ne yapacaksınız? Asık suratlı, kaygılı, sömüren ve sömürülen hayatlarınıza devam mı edeceksiniz, yoksa bir yerlerden başlayacak mısınız?

—————————————–

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz’undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda “çalışmak”tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında “para eden” şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi’takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki…

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman “doğrudan” getirmiyor. Hep bi’takım dolambaçlı yollar… Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: [email protected] adresinden bana ulaşır mısın?

Emre Ertegün

Foklar bizi terk etmeden…

Nesli tükenmekte olan Akdeniz foklarını kıyılarımızda bekleyen tehlikelere dikkat çekmek için Nisan ayında Çanakkale’de yapılan Kuzey Ege ve Marmara Denizi’nde Akdeniz Fokunun Güncel Durumu ve Tehditler Çalıştayı‘nın Karabiga kıyılarındaki saha çalışmasında fokların yaşam alanlarına yerleştirilen fotokapandan ilk görüntüler geldi.  İncelenen video ve kamera kayıtlarında, dişi bir bireyin mağarayı aktif olarak kullandığı tespit edildi. Akdeniz foklarının yaşaması ve çoğalması için elverişli mağaraların yer aldığı, öte yandan türün yok sayılarak  neredeyse her koyda bir termik santralin planlandığı Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Karabiga kıyılarında, fokların varlığı bu çalışmayla bir kez daha kanıtlandı.

fok-e1438233766891

Çalışmayı yürüten ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü akademisyenleri için yeni görüntülerdeki Akdeniz foku hiç yabancı değil. Akdeniz fokunun Marmara Denizi’ndeki yaşamının izlenmesi için başlatılan ve türün izlerine Karabiga kıyılarında rastlanılan farklı araştırmalarda, 8-10 bireyin bölgede yaşadığı kayıtlara geçmişti. O zaman henüz bir buçuk metre uzunluğunda ve bir yaşına basmamış yavru bir birey olarak izlenen fok büyüdü, Marmara Denizi’nin Karabiga sularında yaşamaya devam ediyor. Üstelik üzerinde çiftleşme izleri var ki bu da fokun hamile olabileceği anlamına geliyor. Eğer tahminler doğruysa, Ağustos – Eylül aylarında Karabiga’nın yeni bir yavru foku olacak. Denizde bu yüz güldürücü gelişme yaşanırken, bir yandan inşaatı devam eden ve planlanan yeni termik santral projeleri tüm canlıların sağlığı ve geleceği için endişe yaratıyor. Bölgede çalışan bilim insanları, termik santrallerden vazgeçilmezse, Karabiga’da doğup büyüyen bu dişi bireyin yavrusuyla birlikte bir gün Karabiga’yı ve Marmara Denizi’ni terk edeceğini söylüyor.

Fokları kimse görmüyor

Dünyada 600 civarında kaldığı tahmin edilen ve nesli tükenme tehlikesi altındaki türlerin kırmızı listesinde olan Akdeniz fokları için Karabiga’daki tehdit her geçen gün büyüyor. Akdeniz foklarının bölgedeki varlığını gösteren fok simgesinin, Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin Ölçekli Çevre Düzeni Planı haritasından çıkarılması, Karabiga’nın el değmemiş kıyılarının, koylarının termik santral cehennemine dönmesinin önündeki bir engel daha kaldırdı. Öyle ki, altı kilometrelik hatta dört termik santral planlanıyor.  Bilimsel araştırmaların Karabiga’nın Akdeniz foklarının yaşam alanı olduğunu göstermesine, kamu kuruluşlarının itirazlarına ve balıkçıların tanıklıklarına rağmen ÇED raporunda “Proje sahası ve çevresinde Bern Sözleşmesi gereği koruma altına alınmış alan bulunmamaktadır.” diyen Alarko ve Cengiz İnşaat ortaklığındaki Cengiz Elektrik AŞ’nin termik santral inşaatı hızla sürüyor. 1320 Megawatt kurulu gücündeki ithal kömüre dayalı Cenal Termik  Santrali’nin fok mağaralarının hemen yanında inşa ettiği liman tamamlanmak üzereyken karaya da termik santral bacası yerleştirildi. Bölgede çekilen son fotoğraflar, Parion Antik Kentinin, mavi bayraklı plajın  ve yerleşim yerlerinin hemen yanında devam eden inşaatın çevreyi nasıl yok ettiğini gözler önüne seriyor.

cenal son
“Termik santralden vazgeçmeli”
Akdeniz foklarının Karabiga’daki varlığının ispatlanmasında ve onların yaşamının devam edebilmesi ve termik santral inşaatından vazgeçilmesi için hukuki sürecin başlamasında önemli çalışmaları olan Dr. Özgür Emek İnanmaz, fok çalıştayıyla ve bir mağaraya fotokapan yerleştirilmesiyle başlayan sürecin sıradaki aşamasının, Kapıdağ yarımadası, adalar ve Karabiga’nın kuzey kıyılarına kadar olan tüm bölgedeki mağaraların benzer şekilde izlenmesi, Marmara’daki Akdeniz Foku sayısının net olarak belirlenmesi ve popülasyonun takibi olduğunu söyledi ve uyardı:  “Marmara denizinin Karabiga kıyılarını ve ekosistemi talan eden termik santrallere rağmen orada yaşamaya çalışan fokları yakın takipteyiz. Fotokapandan elde ettiğimiz görüntülerin 18 günlük kısmını incelediğimizde dişi Akdeniz fokunun 23 kez mağaraya giriş çıkış yaptığını tespit ettik. Fok mağarayı aktif olarak kullanıyor ve eğer yavrusu olursa orada doğuracak ve yaşamaya devam edecekler. Tabii termik santral yüzünden bir gün terk edene dek. Limanın inşaat aşamasında denize kazıkların çakılmasından, ses kirliliğine, termik santralin faaliyete geçmesi, soğutma suyunun denize deşarj edilmesi halinde ortaya çıkacak sonuçlara kadar her şey foklar için tehdit oluşturuyor. Bölgede karada da denizde de biyolojik çeşitlilik çok zengin. Üstelik Akdeniz foklarının varlığı, bir bölgedeki ekosistemin düzgün çalıştığının göstergesidir. Yani Akdeniz foklarını korumak, Marmara Denizi’ni ve Akdeniz’i de korumak demek. Karabiga kıyıları Marmara Denizi’nin el değmemiş tek bölgesi. Bu bölgedeki termik santral projelerinden vazgeçilmeli, santral yapılması illa da zorunluysa ihtiyacı olan bir yere yapılmalı ve bunu yaparken de çevreye en az zararlı teknolojilere yönelmeli. Fokların yaşamak için başka şansı yok.”
Haber: Güneş Dermenci – Yeşil Gazete

 

 

 

#BirKadınOlarakSusmayacağız

TBMM’nin terör konusuyla yapılan olağanüstü oturumunda hükümet adına konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, HDP’li Nursel Aydoğan’a “Hanımefendi sus, bir kadın olarak sus” dedi.

bulent-arinc-tan-hdp-li-aydogan-a-bir-kadin-olarak-sus-60418-5

TBMM’nin terör konulu olağanüstü toplantısında zaman zaman gerilim yükseldi. Hükümet adına sataşma olduğu gerekçesiyle söz alan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Osman Baydemir’i geçmişten tanıyorum. Kendisinin çözüm süreci konusunda da çatışmaların bitmesi konusunda iyi ve samimi dileklerine katılırım. Ancak onun bugün konuşması büyük bir talihsizliktir. Eğer kadın milletvekili ve eşbaşkan konuşmuş olsaydı, biz sırtımızı PKK ’ya PYD’ye yasladık diyebilecekti. Veya erkek sayın eşbaşkan konuşmuş olsaydı silahlanın, bu hükümetten hesabınızı görün diyecekti” deyince HDP sıralarından tepki geldi.

Konuşmasına devam eden Arınç şöyle konuştu: “Hiç telaşlanmayın, dinlemesini bilin. Bakınız, iki tane polisimiz ensesinden vurularak öldürüldü. PKK’nın örgütü bunu üstlendi. PKK’nın yayınladığı bildiri, ‘HPG’li gençler polislere cezasını verdi.’”

HDP sıralarından tekrar tepkiler yükselince HDP’li Nursel Aydoğan’a seslenen Arınç, “Hanımefendi sus, bir kadın olarak sus” diye konuştu.

Bunun üzerine HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan söz alarak, Bülent Arınç’ın Nursel Aydoğan’dan ve bütün kadınlardan özür dilemesini istedi.

Arınç’ın sözleri sosyal medyada büyük tepki çekti. Kadınlar, #BirKadınOlarakSusmayacağız hashtag’iyle kampanya başlattı.

Bülent Arınç 8 Temmuz 2014 tarihinde de AKP Bursa teşkilatının düzenlediği bayramlaşma töreninde,“Kadın iffetli olacak. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak.” demişti.

 

(Yeşil Gazete, Radikal)

Kentsel müşterekler dönüştürücü potansiyele sahip ve bu yalnızca kent bahçelerinden ibaret değil

Justin McGuirk tarafından The Guardian‘da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Serdar Güneri‘nin çevirisiyle sunuyoruz.

***

Müşterek alan ve hizmetlerdeki artış, özel kentsel gelişime katılımcı bir alternatif yaratarak kentin kamu yararına iadesinin istenmesi anlamına geliyor. Fakat bu durumun bahçe projelerinin ötesine geçmesi nasıl mümkün olabilir?

Paris  varoşlarındaki Agrocité projesi. Fotoğraf: Atelier d’Architecture Autogérée
Paris varoşlarındaki The Agrocité Projesi. Fotoğraf: Atelier d’Architecture Autogérée

“Kentsel müşterekler” tabiri son zamanlarda daha fazla duyulur oldu ve bunun sebebi çok açık. Geleneksel “kamu” anlayışımız değişiyor: kamu hizmetleri kemer sıkma politikalarının kurbanı oldu, kamu konutları tasfiye edilmiş durumda ve gitgide kamusal alan diye bir şey kalmıyor. Bu acımasız neoliberal dünyada müşterekler kamu-özel savaşına bir alternatif sunuyor. Ortaklaşa sahip olunan ve yönetilen alan ve hizmet fikri, 21 yüzyıl anlayışının katılımcı vatandaşlık ve denkler arası üretimine tekabül ediyor. Müşterekler, hiç olmazsa teoride birçok köklü değişikliği ortaya çıkaracak potansiyele sahip.

Öyleyse kentsel müştereklerin ifadesi olarak neden hep halk bahçeleri kullanılıyor? Nasıl oluyor da yeni kentsel politikaların öncülerini hep kıvırcık lahana ve kuzukulağı yetiştirirken görüyoruz? Müşterekleştirme konut, enerji kullanımı, gıda dağıtımı ve temiz hava gibi büyükşehirin işleyişini etkileyecek konulara da dokunabilir mi? Bir başka deyişle, kent bir müşterek olarak yeniden düşünülebilir mi yoksa müşterekleştirme yalnızca özerklik ve direniş pratiklerine dair küçük çabalar olarak mı ortaya çıkar?

İngiltere’de özel olarak bir müşterekleştirme tarihi bulunuyor ki bu halen Londra’nın dokusuna işlenir durumda. Wimbledon, Clapham ve Ealing’in ortak bir yönü var: buralar bir zamanlar yerel halkın hayvanlarını otlatma hakkına sahip oldukları yerler. Fakat 18. yüzyıldaki çitlemeler* ortak toprakları pazarlanabilir kaynak haline getirip topraksız işçi sınıfı yaratarak büyük ölçüde özel kişilere tahsis etti. Günümüzde müştereklerin sorunu onu hala bir ortak kaynak olarak görmemiz. Okyanus ve ırmakların balık stokları olarak görülmesi gibi.

Orijinal kent müştereklerinden biri: güney Londra'daki Clapham Common. Fotoğraf: Martin Godwin, the Guardian
Orijinal kent müştereklerinden biri: güney Londra’daki Clapham Common. Fotoğraf: Martin Godwin, the Guardian

Bu bir yanlış anlaşılma. Çünkü ortak bir kaynağı idare edebilecek ortak bir stratejiye sahip olmadan ona sahip olamayız. Elinor Ostrom ortak alanların bir takım kurallar gerektirdiğini söyler. Ostrom, kontrol ve denge sisteminin yürürlükte olması şartıyla bu kaynakların “kamusal mülkiyet trajedisi”nin (birilerinin payına düşenden fazlasını almasıyla ortaya çıkan sömürü şekli) kurbanı olmayabileceğini kanıtlayarak ekonomi alanında Nobel ödülü almıştır. Müşterekler bir kaynaktan ziyade bir süreçtir, bir grup insanın sorumluluk paylaştığı bir sosyal ilişki alanıdır. Bu bir bahçe ya da mahallenin yönetimi de olabilir. Tarihçi Peter Linebaugh’un dediği gibi müşterekler en iyi eylem olarak anlaşılabilir.

Müşterekler fikrinin günümüzde bu kadar popüler olması, bir ölçüde internet ve ağ araçlarının büyük grupların kendi kendilerini örgütlemelerini mümkün kılmasıyla ilgilidir. Açık kaynak yazılım, Wikipedia, creative commons ve sosyal medya, müşterekliği olası kılarak bir yandan da yatay örgütlenme ortamını yaratıyor. Kentsel şartlarda müşterekler sık olarak terkedilen bölgelerde veya açıklıklarda yapılan bahçeler olarak karşımıza çıkıyor. Bunun sebebi de alanın sınırlı olması ve bahçelerin diğer pratiklerle karşılaştırıldığında daha düşük masraf ve çabayla oluşturulabilmesi. Fakat bu bahçe inisiyatifleri bile sürekli tehdit altında. 90’ların sonunda New York belediye başkanı Rudy Giuliani 100’den fazla müşterek bahçeyi satmaya kalkıştı. Berlin’de de kapatılan havaalanı Tempelhof’un bahçelerini kurtarmak için mücadele verildi.

Gezi Parkı protestolarından. İstanbul, Haziran 2013. Fotoğraf: Ozan Kose/AFP/Getty Images
Gezi Parkı protestolarından. İstanbul, Haziran 2013. Fotoğraf: Ozan Kose/AFP/Getty Images

Aslında müşterekleştirme fikri en çok kriz zamanlarında kendisini gösterir. Kahire Tahrir Meydanı’nda, İstanbul Gezi Parkı’nda ve New York Zucotti Park’ta yaşanan protesto gösterileri, devletin sahip olduğu kamusal alanları (Zuccotti Park hariç) kitle örgütlenmesi sayesinde geçici müşterek alanlara çevirdi. Benzer bir şekilde Yunanistan’daki ekonomik krizler Atina’da müşterekleştirmenin yeniden doğmasına sebep oldu. Belediyenin ihmal ettiği parklar buraların sakinleri tarafından sahiplenildi. Müşterekleştirmeye örnek olarak Brezilya varoşlarındaki halkın çevrelerini birlikte yaratıp idare etmesi de gösterilebilir.

Buradaki soru şu: tüm politik yanıyla müşterekler bir taraftan aşırı ihtiyaçların ve sembolik direnişin öbür taraftan da masum lokal inisiyatiflerin ötesine geçebilir mi? Bu noktada umut verici örnekler bulunuyor. Paris banliyösü olan Colombes’deki hırslı ve karmaşık müştereklik deneyimi bunlardan biri. Atelier d’Architecture Autogérée (Kendi Kendini Yöneten Mimari Atölyesi) 2012’den beri yardımcı direktörü Doina Petrescou’nun tanımıyla “aşağıdan yukarıya dirençli düzelme stratejisi” geliştiriyor ve bu sıradan bir kentsel tarım inisiyatifinin ötesine geçmiş durumda. Kolektif kullanım için bir mikro çiftliğin bulunduğu doğru fakat bu üç merkezden sadece biri. Diğerlerini bir mini yeniden dönüşüm tesisi ve kooperatif eko konutlar oluşturuyor. Projenin 5000 metrekareyi beraberce idare eden, yiyecek, enerji ve ev üreten, aktif olarak atığı ve su kullanımını azaltmaya çalışan 400 vatandaşı bulunuyor. Bu şimdiden alternatif kentsel yaşam için Avrupa standartlarında büyük çaplı bir deney. Fakat buradaki amaç, gelecek 5 yılda 5 merkez daha oluşturarak bunu müşterek bir kent hareketine dönüştürmek.

Paris varoşlarındaki The Agrocité Projesi. Bir mini çiftliği, geri dönüşüm merkezini ve kooperatif eko-barınma ünitelerini içeriyor. Fotoğraf: Atelier d’Architecture Autogérée
Paris varoşlarındaki The Agrocité Projesi bir mini çiftlik, geri dönüşüm tesisi ve kooperatif eko konutları içeriyor. Fotoğraf: Atelier d’Architecture Autogérée

Bu yalnızca yüzlerce sade vatandaşın (aktivistlerin değil) nasıl alternatif kentsel ekonomi yarattığına dair bir örnek çalışma. Fakat müştereklerle ilgili ortaya her zaman şu soru ortaya çıkıyor: buna kimler dahil? Otoritenin herkesin yararına kontrol ettiği kamusal alanın aksine müşterek alanlar dışarıya kapatılabilir. Bu da genellikle alanla coğrafi bağı olan belirli sayıda kişi tarafından belirlenir. Peki ya yabancılar müşterek denilen alanlarda hak iddia ederse?

Mekansal politika konusunda uzmanlaşmış olan Yunan akademisyen Stavros Stavrides’e göre müşterek alanların açık bir topluluk olabilmesi için yeni gelenleri de kapsaması gerekir. Geçtiğimiz ay Londra’da müştereklerle ilgi bir seminerde konuşan Stavrides şöyle diyor: “Müşterekler birlikle değil farklılıkla ilgilidir. Herkesin katılımına açık olmadır”

Topluluk büyüdükçe sosyal ilişkiler de karmaşık bir hal alır. Fakat bu bir engel değildir. Daha zorlu olan, müştereğin topluluğa yük olmadan sürdürülüp sürdürülemeyeceğidir. Son yıllardaki en ilham verici girişimlerden biri, Madrid’de terkedilmiş bir alan olan Campo de Cebada’nın mimarlar ve yerel halk tarafından bir halka açık bir alan ve kültürel mekana çevirilmesidir. Fakat Zuloark kolektifi üyeleri, geçtiğimiz günlerde yorulduklarını itiraf etti. Dolayısıyla müşterekleştirme sisteminin sürdürülebilir olması gerekir; aksi takdirde onun idealist potansiyeli, yapılması gerekenlerin yerine getirilmesindeki romantik küçümseme nedeniyle azalır.

Madrid'deki Campo de Cebada
Madrid’deki Campo de Cebada kültür alanı

Son dönemdeki politik söylem rutin hatta alaycı bir şekilde bu hatayı yaptı. İngiltere Muhafazakar Partisi’nin “Big Society” planını iptal etmesi, yerel yönetim bütçe kesintileri üzerine muğlak bir gönüllülük yarattı. Avrupa’nın en uzun mesaisine sahip olan İngiliz çalışanlar kendi topluluklarını kuracak zamanı nereden bulacaklar? Müşterekleştirme fikrinin öne çıkması için ödül ekonomisinin garip kavramlarının ötesine geçmemiz ve sistematik bir yeniden yapılanmaya dahil olmamız gerekiyor.

Stavridas müşterekleştirmenin daha yaygın hale gelmesi için yeni kurumlara, özellikle politik kurumlara ihtiyaç olduğu görüşünde. Şimdiye kadar politik ilham hep Avrupa’nın dışından geldi: Cochabamba’daki müşterek su sistemleri, Bolivya Chiapas’taki Zapatistalar ve son olarak da Kobane’de Suriyeli Kürtler. Fakat bu değişiyor olabilir. Barcelona en Comú (Müşterek Barselona) hareketinin içinden gelen Ada Colau’nun Barselona belediye başkanı olarak seçilmesiyle müşterek temelli yönetişim en sonunda büyük bir Avrupa şehrinde vücut buldu. Barcelona en Comú gibi hareketler katılımcı bir politikayı kurumsallaştırabilirse, müşterekler bizim vatandaşlık ve sürdürülebilirlik kavramlarımızı yeniden şekillendirebilir ve konuyu bahçeciliğin ötesine taşıyabilir.

*Çitleme, ya da toprağın çitlerle çevrilmesi hareketi, İngiltere’de 18. yüzyıla kadar devam eden toprağın ticarileşmesi olayıdır. Parlamento’nun çıkardığı tarım yasasıyla küçük çiftçilerin kullanımında olan devlet toprakları, büyük toprak sahipleri tarafından ele geçirilmiştir. (Ç.N.)

Yazının İngilizce Orijinali

Yazı: Justin McGuirk

Yeşil Gazete için Çeviren: Serdar  Güneri

HDP’den dokunulmazlıklar kaldırılsın dilekçesi, CHP’den destek

HDP Parti grubundan alınan bilgiye göre, 80 milletvekilinin imzasını taşıyan ve bu milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması talebini içeren dilekçe Meclis Başkanlığına verildi.

hdp

Cumhurbaşkanı Erdoğan, önceki gün yaptığı açıklamada HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması çağrısında bulunmuş, Erdoğan’ın bu çağrısının hemen ardından HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, TBMM’ye kendileri başvurarak dokunulmazlıklarının kaldırılmasını talep edeceklerini açıklamıştı.

Bugün ise HDP’li 80 vekil dokunulmazlıklarının kaldırılması için gerekli dilekçeyi TBMM’ye verdi.

Bu vesileyle konuşan HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, partilerinin kapatılması için MHP ile AKP’nin işbirliği yaptığını söyleyerek, “Cesaretiniz varsa tüm dokunulmazlıkları kaldıralım” dedi.

HDP’nin ardından CHP de dokunulmazlıklarının kaldırılması için TBMM’ye başvuruyor.

Yurt gazetesinin haberine göre MYK toplantısının ardından CHP, TBMM Başkanlığı’na başvurarak CHP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını isteyecek.

 

Kaynak: Radikal

Kandil: Çözüm süreci yeniden başlatılabilir, zor değil

Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleştirilen katliam ve Ceylanpınar’daki iki polisin öldürülmesi ardından yaşanan gelişmeler çözüm sürecinin fiilen bitişi olarak yorumlanıyor.

Hükümet, farklı yetkililerin ağzından IŞİD’in yanında PKK’ya yönelik operasyonların süreceğini belirtirken PKK da güvenlik güçlerine saldırılar gerçekleştiriyor.

BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlayan KCK Dış İlişkiler Sözcüsü Demhat Agit gelinen noktadan Türkiye hükümetini sorumlu tuttu.bbc

‘Polislere saldırıyı PKK gerçekleştirmedi’
Suruç saldırısı ardından Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi son sürecin en önemli gelişmelerinden biri olarak görülüyor.

Demhat Agit polislere yönelik saldırıyla ilgili soruları yanıtlarken saldırıyı PKK’nın yapmadığını söyledi:

“Bunlar PKK’den bağımsız birimler. Bize bağlı olmayan, kendi içlerinde örgütlenmiş olan yerel güçlerdir diye açıklandı. Bizim yaptığımız bir şeyi üstlenmekle ilgili çekincemiz yok . PKK/HPG olarak yapılan bir eylem varsa bunun izahatı, gerekirse özeleştirisi yapılır.”

Kamuoyunda, PKK’nın disiplinli bir örgüt olarak bilindiği, böylesi bir saldırının tamamen örgütün bilgisi ve inisiyatifi dışında yapılmasının zor görüldüğü hatırlatıldığında Agit şunları söyledi:

“Evet PKK disiplinli bir hareket. Ama halk nezdinde tümüyle yüzde yüz hakim olabileceğiniz bir durum söz konusu değildir.

“Öyle bir zemin oluştu ki bu zeminde her türlü olay gelişebilecek durumdadır. Eğer çatışma zemini yaratılırsa zaten çok basit olaylar bile büyük sonuçlara neden olabiliyor”.

“PKK’nın saldırıyı kınamasının söz konusu olup olmadığına” dair soruya Agit, “Bizim herhangi bir kınama durumumuz olmadı” cevabını veriyor.

‘Yaşananları Suruç ve polislerin ölümüne bağlamak yanlış’
Agit’e göre “son yaşanan süreci Suruç katliamı ve iki polisin öldürülmesine bağlamak yanlış”.

Agit, son süreçte şiddetin tırmanışına “AKP’nin baş aşağı inmesinin neden olduğunu” belirtiyor.

KCK sözcüsü özetle şunları söylüyor:

“Dolmabahçe mutabakatı üzerinde anlaşmaya varılacaktı ki Erdoğan sonrasında açıklamasıyla bütün her şeyi bitirdi. ‘Müzakere yoktur, Kürt sorunu yoktur’ diyerek zaten çözümü bitirmiş oldu.

“Bu süreçten sonra da seçimlere yönelik HDP’yi itibarsızlaştırmak, her yerde baskılamak; PKK’nin gerilla güçleri üzerine sürekli operasyon yaparak savaşı kışkırtmak istedi.

“Buna rağmen gerilla güçlerimizi en az düzeyde karşı karşıya gelebilecek bir duruma çekmeye çalıştık. Fakat sürekli Türk ordusu ve polisi halka, gerillaya yönelik operasyon girişimlerini devam ettirdi.

“Seçimlerde biz gerillalarımıza çağrı yaptık, ‘kesinlikle çatışma pozisyonuna girmeyin’ dedik. Fakat baktık ki bu suistimal edilerek, gerillanın çekilmeye çalıştığı, kendini çatışmadan sakındığı yerlere Türk ordusu güç yerleştirmeye başladı. Yeni karakollar, yeni yollar ve barajlar yapmaya başladı. ‘Taşları toplayın, köpekleri salın’ gibi bir pozisyon ortaya çıktı. Çözüm süreciyle elleri, kolları bağlanmaya çalışılan bir PKK, bir taraftan da üzerine sürülen bir ordu gerçeği var.”

Agit bunlara ek olarak ‘IŞİD konusunun da’ etkili olduğunu belirtiyor:

“DAİŞ’in (IŞİD) Irak ve Suriye’de gerilemesi Türkiye’nin aleyhine olmuştur. Kendisi DAİŞ’i desteklerken bu sefer DAİŞ’ten zarar gören bir konuma geldi. Bu sefer DAİŞ’ten yemiş olduğu darbelerin intikamını da bizzat PKK’den ve Kürt halkından almak istiyor.”

Kandil’e saldırılar ne kadar etkili oldu?
Türk savaş uçaklarının Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki PKK kamplarına yönelik hava saldırılarının sonuçları merak ediliyor.

“Medya savunma alanları diye nitelediğimiz, gerillalarımızın bulunduğu alanların hemen hemen hepsine hava saldırıları düzenlendi ve hala da düzenleniyor” diyen Demhat Agit saldırılarda 9 PKK’lının öldüğünü söylüyor.

Agit bununla birlikte hava saldırısının “örgüte çok zarar vermesinin mümkün olmadığını” belirtiyor:

“Türkiye devletinin sonuç alacağı bir durum olmadı. Gerillanın pozisyonunu değiştirmesinde etkili olabilir fakat sonuç alma noktasında yıllardır denenmiş, sonuca ulaşmamış bir yöntemdir.

“Bizim gücümüz gerilla gücüdür. Yerinde sabit duran bir güç değildir, hareketlidir.”

‘Barzani Türkiye’nin saldırılarını destekledi’
Agit, hava saldırılarını anlatırken Erbil yönetiminin pozisyonuna da değiniyor.

“Bu hava saldırılarının Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin desteğiyle gerçekleştiğini mi söylüyorsunuz?” sorusuna cevaben “Kesinlikle” diyor ve ekliyor:

“Onlardan habersiz gerçekleşmemiştir. Mesut Barzani açıklamalarında buna yer verdi. Türkiye’yi demokratikleştiren AKP’ye PKK’nin destek sunmadığını söyledi.”

“Ama Barzani’nin açıklamalarında çözüm sürecine ve savaşın çözüm olmadığına da değiniliyor” hatırlatması üzerine Agit şöyle konuşuyor:

“Bunu biz de söylüyoruz zaten. Savaşın çözüm olmadığını biz de biliyoruz. Mesut Barzani’nin bu yönde açıklamaları olmuş olabilir ama PKK kamplarına yapılan saldırıları meşrulaştıran, AKP’ye siyasi bir destek sunan poziyondadır.

‘Kontrollü misilleme eylemleri’
Türkiye’deki resmi yetkililer PKK’ya yönelik operasyonların süreceğini söylüyor.

PKK da güvenlik güçlerine yönelik saldırılar gerçekleştiriyor.

PKK’nın bundan sonra nasıl bir eylemlilik içinde yer alacağı merak konusu.

Agit, örgütün şu an için operasyonlara karşı ‘kontrollü misilleme eylemlerine’ gittiğini belirtiyor:

“Hem sivil tutuklamalar ve hem de sınır dışında hava harekatı devam ederse bu konuda gerilla güçlerimiz mecburen kendisini korumak zorundadır.

“Eğer tutuklamaların, saldırıların dozajı, süresi artarsa bizim askeri güçlerimiz tarafından ona göre bir durum değerlendirmesi yapılacaktır.”

“PKK bundan sonra saldırılarına aynı şekilde devam edecek mi?” sorusuna Agit’in cevabı: “Bunu kestiremeyiz. Bu, Türkiye devletinin siyasal ve askeri yönelimlerine bağlı. Belirleyecek olan Türkiye devletidir, Türkiye ordusudur” oluyor.

Çözüm süreci: Umudumuzu hala sürdürüyoruz
Kamuoyunda, son çatışma süreciyle birlikte çözüm sürecinin fiili olarak sona erdiğinin düşünüldüğü söylenen Agit, “Savaşın ve şiddetin olduğu bir yerde ve çift taraflı bir ateşkesin olmadığı bir yerde siyasal bir çözümde bahsetmek zor” diyor.

Ancak KCK sözcüsü “Bu umudumuzu halen taşımak istiyoruz tabi” diye konuşuyor.

“Çözüm sürecinin yeniden devam ettirilmesi gibi bir olasılık sizce var mı?” sorusuna cevabına “Evet” diyerek başlıyor ve “Abdullah Öcalan’ın devreye girmesinin önünün açılmasının öneminden” bahsediyor:

“Bu konuda umudumuzu hala sürdürdüğümüzü söyleyebiliriz çünkü çok zor olduğuna inanmıyoruz. Yanı başlarında, ellerinde önderliğimiz var. Tutsaktır. Tekrardan görüşmelerle bu sürecin sağlıklı bir şekilde yürümesi için devreye girip, süreç tekrardan başlatılabilir. Bu kadar da basit olduğunu söyleyebiliriz. Çok zor bir mesele değil.”

‘HDP ve Öcalan ile görüş farklılıkları doğal’
Kamuoyunun bir bölümünde PKK’ya, attığı adımlarla, HDP’nin siyasetteki alanını daralttığı eleştirileri yapılıyor.

Bu eleştiriler sorulan Agit şunu söylüyor:

“Şu andaki gelişen şiddet ortamını, HDP’nin şu anda yakalamış olduğu ivmeyi etkilsizleştirmek ve itibarsızlaştırmaya yönelik bir operasyon olarak algılıyoruz. Temelde zaten AKP’nin seçim yenilgisinden sonra HDP’nin zaferine karşı büyük bir hazımsızlık durumu yaşandı.”

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş dün Radikal.com.tr’de yayınlanan röportajında ‘Kandil ile anlaşamadıkları bazı noktalar olduğunu’ söylemişti.

Bu açıklama hatırlattılan Agit, “Hepimizin aynı şekilde düşünmesi zaten yanlış olur. Böyle bir şey söz konusu değil” diyor ve devam ediyor:

“Ama aynı tabandan gelmişiz, aynı tabana hitap ediyoruz. Benzer yanlar çok fazla. Birbirine ters düşecek şeyler söz konusu olamaz.”

“Kandil ile Abdullah Öcalan arasında da görüş farklılıkları olup olmadığına” dair soruya da Agit şu cevabı veriyor:

“Olabilir. Makuldür. Çünkü sonuçta dağa çıkmış binlerce gerilla var. On binlere yaklaşıyor. Geçmiş süreç açısında değerlendiriyorum, onları çözüm sürecine ikna etmek, PKK’yi ikna etmek, o kadar basit bir olay değildi. Bizim hareketimizin yönetimiyle önder Öcalan’ın görüşme imkânları yaratılması gerekiyor. Bunun da, çözüm sürecinin gelişmesi ve daha sağlıklı bir karar alma açısından faydalı olacağını söyledik.”

‘ABD’nin tavrı şaşırtıcı olmadı’
ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin son dönemde Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’e karşı YPG ile eş güdümlü gerçekleştirdiği hava operasyonları ardından ABD ile PYD arasında önemli bir işbirliğinin kurulduğu yorumları yapılmıştı.

Böyle bir dönemde ABD’nin Türkiye’nin hava saldırıları konusunda “Türkiye’nin kendini savunma hakkına tamamen saygı duyuyoruz” açıklaması ise bazı kesimlerde şaşkınlık yarattı.

KCK sözcüsü Agit, “Bölgedeki bu kadar çatışmanın yaşanmasının ve karmaşıklaşmasının bir nedeni Amerika’nın Ortadoğuda uygulamış olduğu politikalar” diyor.

“Amerika kendi müdahalelerini uygularken sosyolojiden uzak sadece salt siyasi çıkarları esas alan bir politika izliyor” diyen Agit, “ABD’nin operasyonlara yönelik tavrının da hiç şaşırtıcı olmadığını, Türkiye’nin bir Nato ülkesi olduğunu da gözden çıkartmamak gerektiğini” söylüyor.

Agit, ABD’nin Kürtlere yaklaşımı konusundaysa şöyle konuşuyor:

“Amerika’nın Orta Doğu’da bir Kürt politikası yok. Şu ana kadar da hala ulus devlet statülerini esas alan bir politika izliyor. Bir bütün olarak Kürtlere hitap edecek ya da Kürtleri desteleyecek bir politikası zaten hiç olmadı.”

Haber: Mahmut Hamsici

Kaynak: BBC Türkçe

Putin: “Blatter’a Nobel verilsin, ne yolsuzluğu!”

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, yolsuzluk ve rüşvet skandalı ile boğuşan FIFA Başkanı Sepp Blatter’a yine övgüler yağdırdı.

FIFA Başkanı Sepp Blatter ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin

Bir İsviçre televizyonuna konuşan Putin, ev sahipliği yapacakları 2018 Dünya Kupası’nın en büyük destekçilerinden FIFA Başkanı Sepp Blatter hakkında yapılan yolsuzluk suçlamalarına kesinlikle inanmadığını dile getirdi. Putin, daha da ileri giderek, Blatter’e Nobel Ödülü verilmesi gerektiğini öne sürdü.

Sporun birleştirici gücüne dikkat çeken Putin, “Blatter gibi büyük spor federasyonlarının başkanları daha fazla övgüyü hak ediyor. Nobel Ödülü’nü hakeden biri varsa, onlardır” dedi.

Sepp Blatter, 14 üst düzey yetkilinin tutuklanmasıyla sonuçlanan yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna karşın 5. kez üst üste FIFA başkanı seçilmişti. Ancak Blatter, tepkilerin sürmesi üzerine görevini bırakma kararı almıştı.

FIFA’nın yeni başkanı gelecek şubat ayında yapılacak olağanüstü kongre ile belli olacak.

(Yeşil Gazete, NTVSpor)

Suruç Katliamı: Dayanışma ve nefret, yoldaşlık ve asabiyet – Yahya B. Adil

suruçSuruç’taki sosyalist katliamını sosyal medyada ‘bayram’ ilan eden, Ekşi Sözlük’te ‘iti ite kırdırmak’ diye takdis eden AKP yanlısı ve milliyetçi güruh, aslında 12 Eylül’den beri asabiyet bağlarının nasıl güçlü bir şekilde kurulduğunu gösteriyor.

Sosyal medya, Türk-İslamcıların insanlığı, insanlık arasındaki ortak bağları, ahlaki duyguları reddetmenin, ve böylece yeni-kabileci asabiyetlerini inşa etmelerinin ‘post-modern’ mekanı haline geldi. İnsanın kırılgan bedenine yapılan zulüm, sosyal medya üzerinden de bir kurban ayininin gösteri malzemesi oluyor.

Buna Gezi protestoları sırasında sosyal medyayı linç çığlıklarıyla kapladıklarında, protestoculara tecavüz fantazilerini sosyal medya üzerinden ‘paylaşmak’da behis görmediklerinde de, Diyarbakır mitingine yapılan ve DAEŞ/İŞİD’e atfedilen saldırıda karşısında ‘onlar Yasin kadar ölemezler’ dediklerinde de şahit olduk

İşte bu asabiyet, sosyal medyada linç ayinleri düzenleyen Türk-İslamcı modernlerle Suriye’de cahiliyye barbarlığını yeniden inşa ederek TV ve internet için kanlı mizansenler düzenleyen Tekfirci ve Cihatçı teröristler arasında da bir kanbağı inşa etti.

Nefret ve rövanş

Başkalarının ölümünü, ölüm karşısında eskilerin duyduğu ahlaki duyguları reddederek, Gezi protestolarında ölenlerin annelerini yuhalatarak, ailelerine saldırarak; Suriye’de El Kaideci, Tekfirci teröristlerin Alevi, Dürzi, Hıristiyan Kürt bedenleri katletmelerindeki hunharlığı zafer kutlamalarıyla karşılayarak insanlığı redddediyor, kendi lanetli kabilelerini inşa ediyorlar.

Eskilerin karşısında tevazuyla sessizlik gösterdiği başkalarının ölümü ve matemi karşısında, onlar kibirli çığıklar atıyorlar. Çünkü asabiyet ile iktidar arasındaki bağı anlayabiliyorlar.

Eğer asabiyet ümran’da, medeniyet koşullarında iktidar için yeterli değilse, kendi zihin dünyalarında medeniyetle son bağlarını da her fırsatta inkar etmek mecburiyeti zuhur edecekti.

Onların dünyasında herşey rövanş, ve Suruç katliamı da, öyle görünüyor ki, 7 Haziranda HDP’nin kazandığı küçük ama tahammül ötesi zaferine karşı, Tel Abyad’da PYD’nin zaferine karşı rövanş. Onlar rövanşı da kabilelelerinin kurucu bir unsuru olarak sürekli yeniden ileri sürmek zorundalar.

Benzer şekilde, AKP trolleri, Diyarbakır mitingindeki ölümler karşısında sevinç ifade etmekle kalmayacak, bunu Kobane gösterileri sırasında henüz aydınlığa kavuşturulmamış koşullarda öldürülen bir Hüda-Par’lı gencin, Yasin Börü’nün intikamı olarak görecekti (‘Onlar Yasin kadar ölemezler’).[1]

Freud, savaşan tarafların insanlıkdışı uygulamalarına karşı duyulan medeni hayal kırıklığını eleştirirken, insanlar arasındaki ahlaki bağların aslında ‘toplumsal kaygı’dan ibaret olduğunu söyleyecekti. O toplumsal kaygıyı üreten, yani insan bedenine zulmetmeyi ve zulümü kabul edilebilir görmeyi yasaklayan, medeniyete dair anlayıştır, içselleştirilmiş kurallardır. Bu kurallar bir kez ortadan kaldırıldığında, artık insani olan veya olmayan diye bir şey kalmaz. Militarizm, bu ayrımı ortadan kaldırarak yol çıkacak, Aslan Asker Şvayklar’ı, bir bomba düzeneğini kurar gibi kuracaktır.

Geçmişte 12 Eylül ve Olağanüstü Hal rejiminin ve şimdi AKP rejiminin yapmakta olduğu, bu türden bir toplum mühendisliği operasyonudur.

Ama insanlık insanın doğasından kaynaklanıyor, kalıtsal hale gelmiş ortak duygulanımlarından, ızdırap ve mutluluk konusunda benzer tepkiler göstermekten; neredeyse doğal bir yanı var,  ve bu yüzden kudretlidir; o yüzden tekrar tekrar tahrip etmek, tekrar tekrar inkar etmek zorundalar.

Bizim ‘Büyük İnsanlık’ adına dayanışma bayrağını hep yeniden açmak, insanlığın ortak ahlaki bağlarını her eylemde yeniden inşa etmek zorunda olduğumuz gibi.

Yalan ve nefretten kurulu bir dünya

Öte yandan HDP’nin Diyarbakır mitingine yapılan bombalı saldırıda da olduğu gibi, Suruç katliamı da AKP rejiminde kolluk güçlerinin ‘ihmalleri’ sayesinde gerçekleşebiliyordu; Reyhanlı’da da olduğu gibi. Hatta sosyalist dayanışmacılar, katliam saatine kadar Suruç’ta bekletilmişti.

Ama sosyal medyanın Türk-İslamcı trolleri, Suruç katliamı konusundaki şüpheliler arasında DAEŞ’in yanı sıra PKK’yi de zikr edecekti. Diyarbakır saldırısında olduğu gibi. Şimdi bu iddiaların AKP ve devlet medyasında tekrar edileceğini beklemek hiç de akılsızca olmaz.[2]

Türk-İslamcı medyada ve sosyal medyada yürütülen iktidar mücadelesinde yalanla gerçek arasındaki ayrımın da ortadan kalkması patolojik veya tesadüfi değil.

1990larda TRT ekranlarında ‘derin devlet’in katliamlarının aslında PKK eylemleri olduğunu tekrar tekrar ispat eden Ertürk Yöndem ya da insan hakları savunucularına karşı Haçlı seferi yürüten Hürriyet Gazetesi, yalan söylediklerini, bir propaganda aygıtının parçaları olduklarını biliyorlardı. Gezi’den beri yalanla gerçeğin, kurmaca ile olgunun yer değiştirdiği, bu yer değiştirmenin siyasal bir tercih olduğu AKP dünyasında, aslında bütün bu fantazilere inanıldığına dair tereddüde mahal kalmadı.

Yalan ve nefret fantazilerinin kamusal alanı böylesine kuşatması, Hannah Arendt’in totaliter siyasete yönelik tahlillerini akla getiriyor. Arendt, totaliter hareketlerin kitlesel propaganda gayretlerinde gerçeklik ilkesinin yerini tutarlılık (ya da ‘ısrar’ da diyebiliriz) ilkesinin aldığını söyler.

Bu, ‘propaganda bilimcileri’nin, insan zihninin gerçeklikten kaçıp tutarlı bir kurmacaya sığınma ihtiyacı oluğu cihetindeki sözde-bilimsel bir kanaatine dayanır. Bir yerde şöyle der: ‘Totaliter hareketler, iktidarı ele geçirmezden ve doktrinleri uyarınca bir dünya inşa etmezden evvel, insan zihnininin ihtiyaçlarına hakikatin kendisinden daha fazla yeterli olan bir yalancı tutarlılık dünyası inşa ederler’ (Origins of Totalitarianism, 353).

Fakat Türk-İslamcı cenahın Nazizmden ziyade Soğuk Savaş anti-komünizminin ve 12 Eylül rejiminin mirasçısı olduğunu gözden kaçırmadan. Bütün güvenlik rejimlerinin ve neoliberal rejimlerin potansiyeli olması ölçüsünde totalitarizmin mirasçısıdır.

Aslında Türklük, ‘devletin bekası’ veya İslam referansları bile, bu yalan ve nefret dünyasının, iktidar mücadelesinin tuğlaları olarak tesadüfen seçilmiş araçlar olmanın ötesine gitmez. Ama aynı zamanda, onlar adına kurban talep edilmesi için gayet müsait araçlardır bunlar. O yüzden de bu mefhumlara sıkıca sarılacak, amaç-araç ilişkisini kendileri de gözden kaçıracaktır.

 

Yahya B. Adil

[1] Kobane gösterileri sırasında öldürülen Barış Dalmış ve Ümit Kurt, Yasin Börü ile aynı yaştaydı. Yasin Börü ile aynı ‘mahalle’den olmadıkları için onlar yok hükmünde. İkisinin de öldürülmesine dair soruşturma bile açılamıyor. Devlet adına konuşanlar, Ümit Kurt’un silahlı olduğunu iddia ettiler ama bu iddiayı kanıtlamaları için de soruşturma yapılması gerekirdi. Kobane gösterilerine dair bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi davası olmadıkça gerçeklerin bilinmesi pek mümkün görünmüyor. Ama farklı mahallelerin farklı hikayeleri var elbet. Aradaki bir fark, bir mahalle bazı kurbanları şehit ilan ederken bazılarını yok sayacak, diğer mahalle cinayetlerin soruşturulması ve gerçeklerin açığa çıkması için sonuna kadar mücadele edecektir. Alın size bir ‘90lar hikayesi’ daha… Egemenlik hikayesi, kurbanlar üzerinden yazılan bir hikayedir.
[2] DAEŞ’in Kobane saldırısının arkadasından da DAEŞ’e değil, YPG’ye katliam suçlaması yapacaklardı (defaatle ve ibretle bkz. Yeni Şafak).