Köşe Yazıları

Suruç Katliamı: Matem ve İktidar – Yahya B. Adil

0

İnsan hayatının ve onurunun söz konusu olduğu bir meselede güncel siyasal mevzilerden konuşmaya tepki gösteren İoanna Kuçuradi, ‘insanın yüzü siliniyor’ demişti. İnsanlıkla iktidar hesaplarının bağdaşmamasına karşı tuhaf bir tepki görülebilir bu. Bizi bir başkasına etik bağlarla bağlayan, ona karşı etik yükümlülüklerimizi devreye sokan insanın suretidir, diyordu Levinas.

AKP liderliği ve medyası ile MHP (ve Vatan Partisi) camiasını birleştiren Türk-İslamcı dünya görüşü, Suruç katliamında parçalanan bedenlerin suretlerine bakmayı, onların insanlığını korumayı reddediyor.

Medyada yapılan Suruç propagandasının etkilerini sokakta, toplu taşım araçlarında, bakkal dükkanlarında, ev sohbetlerinde görmek mümkün. Suruç katliamında yaşamını yitiren insanlarımızdan söz edildiğinde, aynı gün ölen başka genç insanlarımızın, polis memuru ve asker olarak damgalanan (bu da onların suretlerini inkar etmenin bir yolu olsa gerek) gençlerin kaybıyla karşılaştırılıyor, üzüntü belirtmek yerine ‘ya şehitlerimiz?’ deniyor. Bireysel düzeyde, ölçeği büyüdükçe ızdırabı redddetmenin de kolaylaştırıcı bir etkisi olmalı bunda, ama siyasal düzeyde başka hesaplar söz konusu.

Sadece ölen bedenlerin değil, bütün insanlığın yüzü siliniyor. Bir olağanüstü hal tekniği olarak katliamların ‘faili meçhul’ kalmasında da bunu görmek lazım.[1]

Matemin ve bir katliam karşısındaki insani geleneklerin kutupsallaşma konusu olması, ‘bizim tarafın ölümlerinin sizin tarafınızdaki ölümler’le yarıştırılması, siyasal bir tercihtir. Ölüm karşısındaki eşitliğimizin inkarında bir hesap vardır. Ama sizin hakkınızda siyasal tercihlerinizden daha fazlasını söyler, ve hayatınızı belirleyici kudreti olan bir tercihtir.

Başkalarının çocuklarının bedenlerinin parçalanması konusunda Türkiye’nin, ABD’nin ve İsrail’in siyasal tarihindeki tutarlı, birbirini tekrarlayan bu meş’um (post-modern diyen de olur) söylem, insanlık durumumuz üzerine çok şey söylüyor.

Siyasal katliam ve rekabet

Bu derin meseleler bir yana, ‘terörizm’ve ‘terörizmin kurbanları’ söylemlerinde tutarlılık beklemek için biraz geç kalmadık mı? Arınç ve Bahçeli’nin sözlerinde temsil edilen Türk-İslamcı gelenek, Maraş katliamı, Çorum katliamı, Lice katliamı, Bahçeli katliamı ya da Sivas katliamı konusunda nasıl tavır aldılar; bugün onların siyasal tarihlerinde bu katliamlar nerede duruyor?

‘Devlet dersinde’ Türk-İslam iktidarına ‘kurban’ verilen bedenler karşısında onlar katillerin safında değiller mi? Katilleri kahraman değil, ama mazlum ilan eden onlar değil mi? ‘Demokratik’ devletin usulleri, kanun ve nizam, işte burada fark getiriyor, toplu katliamları yapan katillere açıkça kahraman payesi verilemiyor, onun yerine bir mağduriyet tarihi yazılıyor: kahraman olamamaktan, ‘hakim millet’ olduğu topraklarda açıkça konuşamamaktan kaynaklanan bir mağduriyet. (En azından Alev Alatlı, Hrant Dink’in katillerini kavmi için savaşma hakkı adına savunma dürüstlüğünü göstermişti. Bu yüzden de Devlet Sanatçısı payesine kavuştu. Her ne kadar pekçok belagati gibi bu da Nazi literatüründen araklama olsa da…)

Cumhurbaşkanı, Suruç katliamını kabul etmek yerine ‘terör nereden gelirse gelsin’ derken, Arınç ve Bahçeli, ‘orada ne işleri vardı’, ‘amaçları halis ve ahlaki değildi’, hatta ‘HDP milletvekilleri neredeydi’ diyecekti. Gazze Flotillasında yapılan İsrail katliamına (o vak’a da ayrı saflarda bulunan) ulusalcıların verdiği tepkide olduğu gibi. Fügen Yüksekdağ, ‘peki sizin insanlığınız neredeydi’ derken, en temel soruyu sormuş oluyor sadece. Ama muhatabı orada olmayan bir sorudur bu.

Otuz iki canın parçalanmasını bir olgu olarak bile teslim etmeyi reddeden Bahçeli, aslında yaptığının sadece ‘seçmeni iyi okumak’ olduğunu söyleyerek kendini savunamaz mı? Ama Türk-İslamcılar, iktidar adına yaptıklarının sadece ‘siyaset’, yani iktidar hesabı olduğunu söyleyemezler. Çünkü kelimeyi sadece sathi anlamıyla anlamayı tercih eden, söz tüketen ve sözle harekete geçen bir kitleye hitab ettiklerini biliyorlar.[2]

Bahçeli, Suruç katliamı karşısında kelimelerini seçerken, AKP ile seçim rekabeti halinde olduğunu biliyor; Suruç konusunda sertlik yaparak AKP’den oy kapma telaşında. Böyle anlarda insanlık askıya alınabilir, ama böyle anlar hiç bitmiyor ve bunca vakit askıya aldığınız teferruat sizi terk edip gidiyor.

Teferruat, çünkü Bahçeli gerçekten de, en azından sosyal medyayı iyi okuyor: vicdansızlık yarışında bir adım öne geçme telaşında. Sosyal medyada Türk-İslam camiasının Suruç’ta ‘şenlik’ olduğunu ilan etmesinden feyz almasında, bunun oya tedavül edilebilir bir şey olduğunu tahayyül etmesinde şaşırtıcı olan, hikayeye ters düşen ne varki?

Şimdi mesele şudur: Suruç katliamında hayatını kaybeden canların insanlığını, mateme değer olma niteliğini kim daha fazla reddedecek? Kim daha cüretkar, daha aşırı olacak. İşte bu yüzden kinini sükunetle, vakarla geçiştiremez, asgari bir insaniyet gösteremeyecektir.

Nitekim Arınç da, teessüfü bir yana bırakıp, kadim bir gelenek olan taziyeyi çok görüp derhal HDP’yi suçlamaya girişecekti; elini gördük ve arttırıyoruz.

‘Milleti hakime’nin kurucu bir unsuru olarak matemin reddi

Okullarda bize, ‘Türk-İslam medeniyeti’ meth edilirken (ya da inşa edilirken), burada bir insaniyet ve bu arada ölüye, mateme saygı, çocuğunu kaybetmiş anababalara merhamet ve saire olduğu da söylenirdi. ‘Devlet dersi’nde söylenen her şeye inanırdık.

Gelin görün ki, her şey bir yana, Kürt meselesinin 1990lar tarihinde asıl dersi alacaktık. Kürtlerin varlığını, katliamlarla ve parçalanan çocuk bedenleri karşısında azametli devlet lisanına maruz kalarak, dehşete düşerek öğrenecektik.

1990larda ‘Doğudaki’ jandarma karakollarında ölü bebek bedenlerinin altında ‘ölü ele geçirilen terörist’ diye kayıt düşüldüğünü görecektik sonra. O resimleri o karakollara giren, o karakollarda ‘vatan vazifesi’ yapan, o karakollara girip çıktıkları kayıt olan olağanüstü hal‘gazeteciler’i, binlerce insan evladı görmemiş miydi? O resimler ‘devlet dersi’nde bize ne öğretiyordu?

Roboski’de katırlarıyla mazot taşıyan köylülerin en son askeri teknolojiyle yakılıp parçalanması konusunda Erdoğan, ‘onlar zaten kaçakçıydı’ dediğinde, ona her konuda karşı olan ulusalcılar derhal ikna olacak, Türk sağı hep birlikte taziye belasının savuşturulmasında ferahlayacaklardı. Anlamasını bilene bunda mühim hisseler vardır.

Burada İttihat ve Terakki’nin ve onun ‘milleti hakime’ görüşünün mirası üzerinden bir iktidar mücadelesi, parçalanan bedenler üzerinden kurulan bir asabiyyet mevzuu bahistir. Başkalarının matemini reddetmek üzerinden bir millet, bir iktidar tabanı inşası söz konusudur.

Matem ve sükunet

Suruç katliamı karşısında matemi kabul etmek ve karşısında asgari bir sükunet göstermek de mümkündü. Türk-İslamcı cenahın partileri açısından bu, en azından siyasal bir tercih olabilirdi. Kadim insani hasletler bir yana, gerilimi düşürmek adına, medeniyet, adına, yurttaşlık bağlarını yeniden tesis etmek adına. Bu bize en azından, bir yurttaşlar topluluğu olma yanılsamasını, fikrini yeniden inşa etme şansı verirdi. Değerli bir yanılsamadır bu.

Fakat (söz gelimi) ilginç bir şekilde, CHP dışında sadece tam da ‘bölücü’ olmakla suçlanan HDP böyle bir kamusal duruşu sergilemekte. Örneğin PKK’nin üstlenmeyi münasip gördüğü iki polis memurunun, haklarında sadece orada ve korumasız bırakıldığından başka birşey bilmediğimiz o iki insan evladının katledilmesi karşısında, bu cinayetin acıların yarıştırılmasına vesile olmasını engelleyerek…

Fakat Türk-İslamcı zihniyet ve strateji, buna karşı tavır almalarında da kendini gösterecekti. Yok saymak. Çünkü HDP’nin bir kez daha katledilen asker ve polisler hakkında ortak insani değerle üzerinden konuşması ve taziye bildirmesinin üstü kapatılmalı, beyanın gücü beyan edene çevrilmeliydi. Bu hikayelerine ters düşüyor. Matemler paylaşılamaz,

Ama şu soruyu da sormak lazım? Türk-İslam camiası herhangi bir matem tutuyor mu? Matem, ölüm siyasetine, şehadet söylemine uygun mu?

Matemin cihat ruhu açısından caiz olup olmadığı tartışılagelsin, başkalarının matemlerini reddetmek, matemleri yarıştırmak karşımızda apaçık bir süreklilik gösteriyor. Hayır, ‘kurban’lar ‘bayrak’ haline, yani iktidar mücadelesinin gündelik teçhizatı haline getirilmiştir.

Şunu söylemek gerekir: Yaptığınız, başkalarının çocuklarının ölümlerinden hisse paye çıkartmaktır.

Sevdiklerinden ansızın kopartılan gencecik bir insanın ailesinin ızdırabına hürmet bir kenara bırakılıp, slogan atılacak, sessiz kalmanın adetten olduğu anlarda intikam yeminleri edilecektir. Matemi reddediyor ve öldürmeye yemin ediyoruz teşhirciliğinde, insanın yüzü, parçalanmış bedeni, yaşamış olduğu değildir söz konusu olan.

Asker ve polis cenazelerinin görüntülerine bakın: cenaze siyasetçilerinin, intikam teşhircilerinin anababaların, kardeşlerin, sevgililerin ızdıraplarıyla tezat teşkil etmek üzere, onların matemini inkar etmek üzere sahneledikleri gösteriye… Burada mevzu, Türk-İslamcı asabiyye halkalarını genişletmek için yapılan propagandadır. Bu sahnede savaş makinesine yeni Aslan Asker Şwayklar teçhiz edilir.

Bu sahnede yitirilen hayatın hikayesi yoktur. Belki hayatını yitiren o suret, bu sahneden hisse kapmaya gelenlerle hiçbir şey paylaşmamış, onlarla aynı yolda yürümemeye yeminli bir candı. Ama artık o bir hiçtir, kurtlar sofrasındadır bir kez daha. Çocuklarının neden ateşe atıldığını, neden muktedirlerin mahallelerine cepheden cenaze gelmediğini, ‘kardeş kavgası’nın neden durdurulmadığını haykırmaya kalkışan anababaların nasıl susturulduğunu hatırlayın.

Ve burada da, devlet adına konuşma tekelini ele geçirmiş olan hükümet adamlarının, iddiası olanların, azametli beyanlarında rakamların nasıl da yarıştırıldığı yüzümüze çarpacaktır. Asıl söylenen şudur: onlar suretler, canlar değil, rakamlardır. Onlardan kaç, bizden kaç kişinin öldürüldüğü söylenecektir. ‘Şehitlerimiz’ ile ‘ölü ele geçirilen teröristler’ mukayese edilecek, aslında onların artık bir suret olmaktan başka bir şey oldukları kayda düşülecektir.

Cenazenin ardından isimler unutulur, başkalarının çocukları istatistiki birer iktidar iddası olmanın ötesinde değer taşımazlar. Gerçekten nasıl kaybettiler hayatlarını? ‘Kanun ve nizam’ ölçülerinde kimler sorumludur bu ölümlerden?

O cana kan ve sevgiyle bağlı olanların yaralarının kapanması için bu bilgilere ihtiyaç vardır. Belki bir yurttaşlar topluluğu, bir toplum, medeniyet olmamız açısından da.

Ölüm siyaseti

İstatistiklerde asker veya polis olarak yer alan, ‘şehit’ olarak yer alan hiçbir suretin nasıl öldüğü tam olarak bilinmez. Kayıtları devlet sırrı. 13 yaşında ‘devlet dersi’nde öldürülen Uğur Kaymaz’ın yargılaması, neler bilebileceğimize bir misal olarak suratımıza çarpılmıştır. O kapısının önünde, ayaklarında terlikleriyle, babasıyla birlikte ‘ölü ele geçirilen bir terörist’ ise, daha bilmediğimiz neler vardır?

Türk yargısı, sanık devlet görevlilerinin beyanlarına sorgulamaksızın inanmayı tercih edecek, 2007’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi ve ardından Yargıtay, 13 yaşındaki Uğur’un terliklerine karşı olağanüstü halin son teknoloji silahlarının ve o silahların ucundaki insan suretlerinin ‘meşru müdafaa’sını sabit görecekti.[3]

Aslında dehşetin ‘meşru müdafaa’ olarak zarflanması, Hrant Dink’i öldüren Türk-İslamcı ‘tahrik olmuş’ vatandaşların ‘Türklüğü savunma’[4] bahanesinin kanun ve nizam lisanına tercümesi değil midir?

Ama Suruç katliamında da olduğu gibi, Uğur Kaymaz’ın öldürülmesinin dehşeti, binlerce ‘kayıp’tan, ABD ve İsrail güvenlik dilinden de çok iyi bildiğimiz, sayısız ‘munzam zarar’dan biri olması karşısında, kamusal alanda onun yüzünün de silinmesini engelleyemiyor. Ne Uğur’un öldürülmesinin ardından devlet adına ‘iki terörist öldürüldü’ diyen muktedirlerle ne de basınla hesaplaşmadan, ailelerin ve toplumun yaraları kapatılamaz.

Belki de amaç budur, çünkü hayata devam etmek için yaralarımızı, meselelerimizi kapatmak zorundayız, adaletin gereği ve işlevi budur.

Not: Suruç katliamının siyasal manası açısından ayrıca bkz: ‘Suruç katliamı ve Cihatın Türkiye Cephesi’.

[1] http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/166231-suruc-katliami-faili-mechul-olmasin

[2] Bkz: “Bunlar genç çocuklar. Birisi sürükler, bunlar da arkasından gidebilir. Hem Koreli ile Çinliyi ayırt edecek özellik nedir? Çekik göz… Baktı ki ikisi de çekik göz… Fark eder mi efendim?”

[3] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2014 yılında, 10 yıl sonra verdiği kararında, Uğur’un yaşama hakkının ihlal edildiğini nihayet teslim ederken, temel vurgusu şuydu: ‘Biri on üç yaşında iki kişinin öldüğü bir olayda ulusal otoritelerin şüpheli polislerin boşluklar ve tutarsızlıklar ihtiva eden beyanlarını doğrudan esas almadan evvel, farklı ihtimalleri de hesaba katması gerekirdi’. Bu tespit, aynı zamanda dehşet karşısında hukukun zayıf dilini de parlatmaktadır.

[4] Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinin Uğur Kaymaz davasındaki kararının ardından bu haberi veren bir sitedeki okur yorumlarından: ‘sizin gibi devleti her fırsatta suçlamaya hazır insanlar oldukça 13 yaşındaki teröristler de çoğalacak’; ‘Türkiye Türklerindir’.

You may also like

Comments

Comments are closed.