Ana Sayfa Blog Sayfa 3619

Diyarbakır Belediyesi, Lice’de organik ürünler pazarı kuruyor

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin hazırladığı Lice Organik Ürün Pazarı Projesi’ne, Karacadağ Kalkınma Ajansı 288 bin lira hibe desteği verdi. Organik ve doğal tarımı desteklemek amacıyla geliştirilen projenin başarılı olması halinde, benzer projeler tüm ilçelerde uygulanacak.

43

Jiyana Ekolojik’in haberine göre Bismil ilçesine bağlı Ambar Mahallesi’nde belediyeye 229 dönümlük tarım arazisinin 35 dönümünü topraksız tarım işçilerine tarım yapmaları amacıyla tahsis ederek önemli bir çalışmaya imza atan Yerel Ekonomiyi Güçlendirme Daire Başkanlığı, şimdi de Lice Organik Ürün Pazarı Projesi hazırladı.

Proje, Kalkınma Ajansları’nın Urfa’da yapılan toplantısında çok beğenilen projeler içinde yer aldı ve 288 bin lira hibe desteği verilmesi kararlaştırıldı. Giderinin 96 bin lirasının Belediyemiz tarafından karşılanacağı projeyle, Lice’de organik ve doğal tarımın yaygınlaştırılarak ürünlerde ve organik girdilerde marka yaratılması, iç ve dış pazardaki bu yönlü talebin arttırılması hedefleniyor.

Pirinçcioğlu, “Projen, Lice Belediyesi ile ortak yürütülüyor”

Diyarbakır Belediyesi Yerel Ekonomiyi Güçledirme Dairesi Başkanı Necati Pirinççioğlu
Diyarbakır Belediyesi Yerel Ekonomiyi Güçledirme Dairesi Başkanı Necati Pirinççioğlu

Projeyle ilgili bilgi veren Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yerel Ekonomiyi Güçlendirme Daire Başkanı Necati Pirinççioğlu, projenin pilot uygulama olarak yapıldığını, Kalkınma Ajansı’ndan büyük ilgi gördüğünü kaydetti. Pilot projenin Lice’de uygulanmasının ardından diğer ilçelerde de benzer projeleri hayata geçireceklerini söyleyen Pirinççioğlu, Lice bölgesinde organik tarımın yapıldığını, proje uygulamasıyla organik tarım bilincinin daha da artacağını ifade etti.

Pirinççioğlu, projenin Lice Belediyesi ile ortak yürütüldüğünü belirterek, şöyle konuştu: “Geçen perşembe günü kalkınma ajanslarının Urfa’daki toplantısında projeler açıklandı ve bizim projemiz iyi bir puan alarak uygulamaya hak kazandı. Önümüzdeki dönemlerde bunun sözleşmelerini imzalayarak, faaliyetlerimize Lice bölgesinde eylül ayı itibariyle başlayacağız. Kuzey bölgelerinin toprağı daha buna elverişli ve zaten organik olan ürünlerin daha fazla olduğu bir bölge. Onun için pazar alanlarının orada oluşturulması projemiz var. Bu bir pilot uygulamaydı, orada başarılı olduğumuz zaman bu ve buna benzer alanlarda çalışmalarımızı sürdüreceğiz.”

Amaç organik üretim konusunda farkındalık yaratmak

Pilot olarak uygulanacak projenin hedef grubu 90 üretici, kooperatif yönetimi ve üyelerinden oluşan 7 kişi, organik pazarda ürün pazarlayıcılarından 30 kişi olacak. Lice merkezde 14 mahallede yaklaşık 9 bin kişi, kırsalda 56 mahallede yaklaşık 17 bin kişinin faydalanacağı projeyle, şu sonuçların elde edilmesi bekleniyor: “Üreticilerde organik üretim konusunda farkındalık yaratılacak. İlçede organik üretim yapan köy ve çiftçi sayısında yüzde 10 artış sağlanacak. Mevcut organik ürünler içinde yer alan mercimek, arpa, buğday, nohut, sebze vb. gibi ürünlerde artış sağlanacak. Organik tarımla ilgili ilçe genelinde farkındalık gelişecek. İlçede organik üretim yapan köy sayısında yüzde 10 artış olacak. Lice’de toplam 100 alanda organik tarım yapılacak. Organik ürün pazarı oluşturulacak.“

 

(Jiyana Ekolojik)

Mithat Sancar’dan, Derik’te faili meçhulden yargılanan Çitil hakkında soru önergesi

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Mardin Milletvekili Mithat Sancar, hakkında birçok insan hakkı ihlali soruşturması bulunan ve faili meçhuller yargılamasında beraat etikten sonra tümgeneralliğe terfi eden Ankara Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Musa Çitil’le ilgili İçişleri Bakanlığı’na soru önergesi verdi.

Mithat Sancar
Mithat Sancar

Çitil, Derik’teki faili meçhuller davasından 21 Mayıs 2014’te beraat etmiş, beraatı Yargıtayca da onanmıştı.

Sancar’ın İçişleri Bakanlığınca yanıtlanmasını istediği sorular şöyle:

Musa Çitil
Musa Çitil

– Musa Çitil neden terfi ettirilmiştir?

– Musa Çitil terfi ettirildikten sonra Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığı’na hangi gerekçelerle atandı?

– Bölge halkına yaptığı iddia edilen işkenceler, tecavüz ettiği kadınlar, öldürdüğü sivil ve silahsız kişiler ortadayken ve bu nedenlerle açılan davalarda etkili yargı sürecinin işlemediği AİHM kararlarıyla sabitken, Musa Çitil görevine nasıl devam edebilmekte ve hatta terfi alabilmektedir? Bu zatı terfi ettirerek taltif eden mercilerin bu fiillere ortak olduğunu düşünüyor musunuz?

– Bu atamanın yeni savaş politikalarıyla nasıl bir ilgisi vardır?

– Musa Çitil’in, devletin karanlık uygulamalarının açtığı yaraların hala taze olduğu Diyarbakır, Mardin ve Urfa illerini kapsayan Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığı’na atanması sizce bölgede yaşayanlar üzerinde nasıl bir etki yaratacaktır? Yaratacağı bu etkinin barışın tesisi için olumlu herhangi bir etkisinin olacağını düşünüyor musunuz?

– Daha önce haklarında insan öldürme, işkence, kötü muamele, tecavüz ve benzeri suçlarla dava açılmış kaç jandarma mensubu vardır? İçişleri Bakanlığı bu kişilerle ilgili hangi hukuki ve idari işlemleri yapmıştır?

(Agos)

PKK’ya Açık Mektup: PKK Derhal Tek Taraflı Ateşkes İlan Etmelidir – Demir Küçükaydın

Bugün gazetelerde, Selahattin Demirtaş’ın çağrısı yer alıyor. Örneğin BBC Türkçe “Demirtaş: Hükümetin odemir küçükaydınperasyonlarına da PKK’ya da dur diyoruz” başlığıyla canlı olarak vermiş.
Arabulucular böyle davranabilirler. Bu anlaşılabilir. Zaten HDP’nin esas misyonu da şimdiye kadar arabuluculuk, hatta tam arabuluculuk bile değil, esas olarak postacılık oldu.
Demirtaş’ın çağrısı iyi niyetli ve güzel olabilir. Ancak biz iki taraflı değil, tek taraflı ateşkes öneriyoruz. Hükümet elbette silahlarla saldıracaktır. Biz de ona karşı ateşkesle saldırmalıyız.
Bilineni bir kez daha tekrarlayalım.
Çağrılarla karşılıklı ateşkes olmaz.
Peki, ne zaman olur?
Karşılıklı ateşkes ancak savaşın ve sıcak çatışmaların iki tarafın da amaçlarına hizmet etmediği zaman olur.
Bugün Türk devletinin başında bulunun sarayda oturan sultanın ateşkesten çıkarı var mı?
Yok.

Aksine tüm geleceğini ve kaderini savaşın başlamasına ve sürmesine; 90’lara dönülmesine; böylece terörle baskı altına alınarak, tecrit edilerek, hatta kapatılarak oyun dışı bırakılmasına bağlamış durumdadır. Bu onun için varlık yokluk sorunudur. Gerek Türkiye’de gerek uluslar arası alanda mahkemeye bir sanık olarak çıkmaktan kurtulabilmek için her şeyi yapacaktır.
Saraydaki sultan, her türlü denetimin dışında olarak, muazzam bir yetki ve gücü elinde bulundurmaktadır. Suruç’taki kanlı katliamı IŞİD üstlenmedi. Bu topraklarda yaşayan herkes onu kimin ve hangi güçlerin yaptığını bilir. Sultan ve o güçler bugün kader birliği içindedirler. Onlara bunu yapacak cesareti de bu kader birliği vermiş olmalıdır.
Bu sultanın ittifak yaptığı temel güç ise “Seferberlik Tetkik Kurulu”; “Ergenekon”, “Özel Savaş Dairesi” veya “Kontrgerilla” denen; devlet içindeki gizli ve kontrol dışı güçtür.
Bu güç de “askeri vesayet bitiriliyor” denen zamanlarda, gücünü ve operasyon yeteneğini olduğu gibi korumuştur. Sadece çok yıprandığı; tecrit olduğu ve dolayısıyla politik etkisi sınırlandığı için, geri çekilmişti.
Bu gücün de, bırakalım “barış süreci”ni bir yana, tahkim edilmiş bir ateşkesten veya en basit biçimiyle bile ateşkesten en küçük bir çıkarı yoktur.
Bu “iyi saatte olsular”, tekrar eski gücüne ve etkisine kavuşmak için Erdoğan’ın ihtiraslarında ve günahlarında hiç ummadığı bir müttefike kavuşmuş bulunmaktadır. Erdoğan ve Ergenekon çıkar ve kader ortaklığı içindedir.
Bugün temel görev, yakalanması gereken ana halka, Erdoğan’ı ve Ergenekon’u; bu iki gücü tecrit etmek; etkisizleştirmektir.
*
Bugün sanki temel görev bu değilmiş gibi, hala ateşkesi tahkim etmekten; Kürtlerin haklarının tanınmasından; demokratikleşmeden; “barış süreci”nin yeniden başlamasından söz etmek; aç tavuğun kendini darı ambarında görmesinden farklı değildir.
Bu yaklaşımlarla ne ana halka doğru tespit edilebilir; ne de acil görevler doğru belirlenebilir.
HDP ve Demirtaş, bir dereceye kadar mazur görülebilir. Yeni bir örgüttür. Daha oturamadan Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 7 Haziran Referandumuna girmek zorunda kalmıştır. Oturmamıştır. Bir sürü farklı gücün dengesine dayamaktadır. Hareket alanı çok dardır. HDP’nin de çok yanlışları ve orada yapılacak çok şeyler vardır ama bunlar başka yazıların konusu olabilir.
Ama PKK için aynı şey söylenemez. Yılların tecrübesi vardır. Aynı ideoloji ve önderlik altında birleşmiş bir örgüttür. Böyle bir örgütün, eline geçmiş en iyi fırsatları bile böyle bozuk para gibi harcaması affedilir bir durum değildir. PKK şu son bir iki aylık performansıyla ne dünyayı ne de Türkiye’yi doğru okumaktan uzak olduğunu; durumdaki değişiklikleri görüp ona göre taktik ve mücadele biçimlerinde değişiklikler yapmaktan uzak olduğunu göstermiştir.
Politik zaferler ve mücadeleler her şeyden önce karşı tarafı tecrit ederek güçlerin yer alışında ve dengesinde, yani stratejide değişiklikler yaparak kazanılabilir. Örneğin seçim zaferi böyle kazanıldı. Örgütlenme ve seçim propagandasındaki tüm zaaflara rağmen böyle kazanılabildi
Güçlerin yer alışında ve güçlerinde değişiklikler olmadan, yapılacak mücadeleler duvara kafa atmaktan farksızdır.
PKK hemen seçimlerden sonra, yeni bir durum değerlendirmesi yapıp, bırakalım demokratikleşmeyi; bırakalım “Barış Süreci”nin ilerlemesini bir yana; bırakalım tahkim edilmiş ateşkesi bir yana, var olan ateşkesi bile sürdürmenin en büyük bir kazanç olacağı tespitini yapmalıydı.
Erdoğan ve Ergenekon ittifakının tecrit edilip etkisizleştirilmesini ve onların istediği alanda savaşa girilmemesini temel mücadele çizgisi olarak belirlemeliydi. Var olan güçlerin mevzilenişiyle ve gücüyle, barış sürecinin ileri götürülemeyeceğini; ateşkesin sürdürülmesinin bile büyük başarı olacağını; çünkü barışın Erdoğan-Ergenekon ittifakının aleyhine çalıştığını görmeliydi. Dolayısıyla seçim başarısıyla sarhoş olmadan savunma pozisyonuna geçmeliydi. (Aynı hatayı HDP de yaptı. Dolmabahçe’ye dönmekten söz etti. İki taraflı ateşkes önerileri bir yandan böyle bir yanlış durum değerlendirmesine de dayanmaktadır. Ama dediğimiz gibi HDP hoş görülebilir.)
*
Savaşın çok basit bir kuralı vardır. Düşmanın istediği şartlarda savaşa girmemek. Erdoğan-Ergenekon ittifakı barışın demokratik güçlere yaradığını görüp, orada savaşa girmemek için barışa son verdi. Kendi açısından son derece akıllıca davrandı.
Peki, PKK ne yaptı. Aksine düşmanın çıkarına koşulları kendisi de kabul ederek onun işini kolaylaştırdı ve halen kolaylaştırıyor. Ateşkes için hala bir sürü koşul öne sürüyor. Duvara kafa atıyor.
PKK’nın bunu neden yaptığı ilerde belki daha iyi açıklanabilir. Ama Öcalan’ın tecrit edilip görüştürülmemesi bir ipucudur. Hükmet Öcalan’ın çizgisinden rahatsızdır ve Kürt hareketi içindeki gerici milliyetçilerin etkinlik kazanmasından çıkarlıdır. Çünkü onların çizgisi kendisine gerekli hareket alanını sağlamaktadır.
PKK’nın şu anki çizgisi Öcalan’ın çizgisine karşıdır. Türkiye Partisi olmayı, bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp Ortadoğu çapında bir Demokrasi hareketi olmayı reddeden “ilkel milliyetçi” denilen; bir Kürt devletinden başka bir hayali olmayan Kürtlerin çizgisine denk düşmektedir. Kürt hareketi içindeki politik olarak en geri ve ham kesimlerin eğilimlerini yansıtmaktadır.
Her dış savaş bir iç savaşla birlikte yürür. Onun için önce, PKK içindeki Apocular, bir araya gelip, kenetlenip, bu “ilkel milliyetçi” ideolojiyle beslenen aynı zamanda sekter ve ufuksuzlara karşı kesin tavır alıp ağırlık koymalıdırlar büyük bir kararlılıkla.
Öcalan “birçok PKK vardır. Herkesin bir PKK’sı vardır” anlamında bir sözler etmişti bir zamanlar. Öyle anlaşılıyor ki, Kürt devleti hayalinden ötesini göremeyen “İlkel milliyetçi”ler, HDP’nin başarısından ki bir anlamda Öcalan’ın çizgi ve vizyonunun başarısıydı, rahatsız oldular ve hükümetin savaş koşullarını dayatmasını bulunmadık bir nimet olarak gördüler. Ağırlıklarını koydular veya emrivaki yaptılar. PKK önderliği de bir şekilde paralize durumda kaldı. Çünkü öyle anlaşılıyor ki, Öcalan konuşmadığında ne yapacaklarını bilemiyorlar. Türk Devleti de bunu çok iyi değerlendirdi.
Her ne olursa olsun. PKK bugünkü yanlış çizgisine derhal bir son vermelidir. Eğer PKK’nın eski ve denenmiş kadroları. Cemil Bayıklar, Murat Karayılanlar, Duran Kalkanlar, Karasular, Altunlar vs. bir arada pek ve yekvücut olarak ortak bir iradeyle davranırlarsa, bu gibi dayatma ve emrivakilere son verip, hatta mümkünse bir özeleştiriyle tekrar kendi koşullarını dikte ettirebilir hale gelebilirler. Bir zamanlar Osman Öcalan ve diğerlerine karşı bunu yapabilmişlerdi. Şimdi de yapmamaları için bir neden yok.
Bunun ilk adımı PKK’nın tek taraflı ateşkesi olmalıdır. PKK kendisine saldırılmadıkça saldırmamalıdır ve tıpkı seçimler öncesinde olduğu gibi, Türk devlet güçleriyle karşılaşmaktan ve çatışmaya girmekten kaçınmalıdır. Bunu da açıkça ilan etmelidir.
Bu yöndeki bir hamle, PKK’nın da elini güçlendireceği gibi; Türkiye’deki demokrasi güçlerinin konumunu güçlendirebilecek çok daha geniş müttefikler edinebilmelerini sağlayabilecek ve kısa zamanda Erdoğan Ergenekon ittifakının tecrit olmasının yolunu açabilecektir.
*
Ayrıca bugün Türkiye ile savaşa girmek ve sürdürmek askeri bakımdan da saçmadır.
Bugün PKK’nın güçlerini özellikle Irak ve Suriye’de, ama özellikle Suriye’de IŞİD’e karşı yoğunlaştırması, o savaşın başarısına bütün ağırlığını koyması gerekmektedir. Oradaki başarılar zaten Türkiye politikasına Erdoğan ve Ergenekon’un başarısızlıkları olarak dönecek ve onları tecrit etmeye yarayacaktır.
Ayrıca Türkiye’de yapacağı tek taraflı ateşkes, PKK’nın Türkiye dışındaki müttefikleriyle ilişkilerini de daha olumlu etkileyecektir.
Tek taraflı ateşkesin daha birçok faydası sıralanabilir. Bir çocuk bile bunları görebilir.
Hükümet elbette “korktular, vurunca sindiler” gibi psikolojik savaş yapacaktır.
Vurmaya, bombalamaya, tutuklamalara, yakmaya, cinayetlere devam edecektir.
Bütün bunlara göğüs germek gerekiyor.
Ama uzun vadede kaybedecektir.
Hem askeri olarak hem da politik olarak kaybedecektir. Erken seçimde de yenilecektir. Askeri olarak da tek taraflı vurmayla hiçbir başarı sağlayamayacaktır.
Çünkü esas güçler IŞİD’e karşı savaşta, pişecek, güçlenecek, dünyanın ve demokratların, ezilenlerin desteğini kazanacak ve bir umut haline gelecektir.
Tekrar ediyoruz. PKK bugünkü, durumu ve acil görevleri doğru tanımlamaktan uzak politikasına derhal son verip, tek taraflı ateşkes ilan edip; çatışmadan kaçmalı; pasif savunmaya; ancak kaçacak yeri kalmadığında; meşru savunma durumunda çatışma çizgisine geçmelidir.
Seçimlerden önce bunu başarıyla yapabildiğini göstermişti.
Ancak böyle bir politika ve çizgi, Erdoğan-Ergenekon ittifakını tecrit edip yenerek ateşkesin; tahkim edilmiş ateşkesin ve çözüm sürecinin yeniden başlamasının yolunu açabilir.

Demir Küçükaydın (12 Ağustos 2015 Çarşamba ) – http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr

 

 

Göğe bakma durağı’nda gece vardiyası: Göktaşı yağmuru

Her kayan yıldızı gördüğünüzde dilek tutacaksanız bu akşam (12.08) bol bol dileğiniz hazırda bulunsun. Özellikle de şehirlerden uzakta bir yerdeyseniz, çünkü 12 Ağustos’ta göktaşı yağmuru var.

Göktaşı yağmuru nedir, öncelikle onu anlatayım. Tabi bunun için önce göktaşı nedirden başlamak gerekir. Göktaşları uzayda başıboş dolaşan ve bizim atmosferimize girdiğinde yanarak ışık saçan fazla büyük olmayan taş parçalarıdır. Bunların çoğu futbol topu büyüklüğünde nesnelerdir ve atmosferde yandıkları için dünyaya ulaşmazlar. Bizler bu taş parçalarını atmosferde yanarak önümüzden geçerken gördüğümüzde bunlara yıldız kayması der ve dilek tutarız. Yani yıldız kayması dediğimiz olayın yıldızlarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur, bunlar sadece bizim atmosferimize girdiklerinde yanan taş parçalarıdır.

33

Peki bunların yağmuru nasıl olur?? Genelde kayan yıldızlar çok seyrek olur. Ancak senede bazı gecelerde dünyanın yörüngesinin geçtiği noktaya bağlı olarak bunların sayısı neredeyse saatde yüzü bulabilir. İşte bu akşam da aslında birkaç hafta süren bu yağmurun en şiddetli olacağı akşam. Ayrıca bu gece gökyüzünde ay da olmayacağı için görebileceğimiz kayan yıldızların sayısı da artacaktır.
Bir de tabi kuyruklu yıldızlar var. Tahmin edeceğiniz gibi kuyruklu yıldızın da yıldızla alakası yok. Aslında bunlar da güneş etrafında uzun sürelerde dönen kirli kartopları. Sadece güneşe yaklaştıkları zaman bu kartopları eriyor ve uzayıp giden bir kuyruk oluşturuyorlar. Bu kuyruğun eni 10 milyon, boyu da 100 milyon kilometre olduğu için çok uzaklardan rahatça görünebiliyorlar. Kuyruğun yapısı ise su buharı ve irili ufaklı toz ve taş parçalarından oluşuyor. Kuyruklu yıldız geçip giderken toz ve su buharından oluşan kuyruğunu toplayıp gidiyor, ancak irili ufaklı taş parçacıkları güneş sisteminde kalıyorlar. İşte dünyanın yörüngesi de arada sırada bu taş parçacıklarının arasından geçtiğinde bu taş parçacıkları dünyaya düşerek göktaşı yağmurlarını oluşturuyorlar.

Dünyanın yörüngesi her 12 Ağustos’ta dünyayı bu taş parçacıklarının arasından geçirdiği için her sene aynı gösteriyi izleriz. Bu gösterinin adı Perseid yağmurudur ve sebebi de dünyanın o sırada Swift-Tuttle kuyruklu yıldızının bırakmış olduğu taş parçacıklarının arasından geçiyor olmasıdır. Bunlara Perseidler denmesinin sebebi ise bu kayan yıldızların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir.

Perseus, Pazar akşamı 10 gibi kuzey-kuzeydoğu ufkundan yükselir, bakacağımız yön de o doğrultudadır, sanki oradan birileri bize doğru bu yıldızları fırlatıyor gibi görünür.

Yıldızları beklerken biraz da eğlenmek isterseniz:

Perseus’un hemen üzerinde Andromeda takımyıldızı vardır. Andromeda’nın hafif doğusunda ve yukarıya doğru uçan at Pegasus, Andromeda’nın batısında ve gene yukarıya doğru da Andromeda’nın annesi Kassiopeia oturur sandalyesinde. Kassiopeia’nın biraz üzerinde de kocası Sefe vardır. Bunların hikayesini bilir misiniz??

Önce Perseus ile başlayalım: Perseus Danae’nin oğludur. Dedesi Argos kralı Aksirius’dur. Krallığını bırakacak oğlu olmadığı için Delfi’nin kahinine fikir sormaya gider. Kahin ona yapılacak bşrşey olmadığını, ancak ileride bir gün kızının oğlu tarafından öldürüleceğini söyler. Bunu duyan Aksirius da kızını yeraltında bronz bir odaya kapatır. Ama gene de uçan ve kaçanın kurtulamadığı tanrı Zeus altın bir yağmur halinde gelerek Danae’yi hamile bırakır ve Perseus doğar. Hain dede Danae ve Perseus’u tahta bir kayıkla denize bırakır. Bu ikili Serifos adası kıyısında balıkçı Diktis tarafından kurtarılır ve Perseus Diktis tarafından büyütülür ve Aşil, Hektor ve Herkül türü kahramanlardan biri olur.

Şimdi gelelim Sefe ve karısı Kasiopeia’ya: Sefe bir Finike kolonisi olan Etiyopya’nın kralıdır. (Bu Etiyopya bizim bildiğimiz Habeşistan olan Etiyopya değil şimdiki İsrail, Ürdün ve Mısır arasında bir yer) Karısı Kasiopeia’da tüm cihana güzelliği ile nam salmıştır. Yalnız bu konuda fazla havalara girip kendisini Afrodit ile kıyaslayınca deniz tanrısı Poseydon’un hışmına uğrar. Poseydon herşeyi yiyen canavar Seto’yu Sefe’nin ülkesine musallat eder. Ne yapsalar bu canavardan kurtulamayınca Sefe Ammon kahinine danışır. Kahin de ona kızı Andromeda’yı Seto’ya kurban etmesi gerektiğini söyler. Memleketi kurtarmak için Sefe kızını bir kayaya bağlayarak Seto’yu beklemeye başlar. Bu sırada seferlerinden birinden dönmekte olan Perseus (yeni mitolojiye göre atı Pegasus üzerinde) gelerek Seto’yu öldürür ve kızı kurtarır. Sefe de kızı Andromeda’yı Perseus ile evlendirir, bunların bir sürü çocukları olur. Bunlardan biri Perse’dir. Perse’yi Etiyopya’da bırakan Andromeda ve Perseus Argos’a dönerler. Perse de büyüdüğünde Pers krallığı kuran kişi olur.

Hepinize hayırlı seyirler…

31

 

Prof. Dr. Levent Kurnaz

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Mercator/İstanbul Politikalar Merkezi Araştırmacısı

2015’in bütçesini bitirdik, 2016’nın bütçesini yiyoruz – Pelin Cengiz

Ormanları yok ederek, denizlerin üretebildiğinden daha fazla balık tüketerek, atmosfere, ormanlarla okyanusların tutabileceğinden daha fazla karbon salarak, her şeyin hiç eksilmeden devam ettiğini sanıyoruz. Ama doğanın döngüsü böyle değil. İnsanlığın, doğal kaynaklar üzerindeki tahribatını ve koruma/ kullanma dengesini nasıl sürekli kullanmaktan yana kurduğunu en net şekilde anlatan gösterge Küresel Ayak İzi. Dünyanın ekolojik sınırlarını her geçen yıl fena hâlde zorluyoruz.

Dünya, bu yıl da 12 ayın doğal kaynağını yine sekiz ayda tüketti. 2013’te insanlığın Ekolojik Ayak İzi 20 Ağustos’ta, 2014’te ise 19 Ağustos’ta, gezegenin kapasitesini aşmıştı. 2000 yılında bu tarih 1 Ekim’e denk düşüyormuş. Bu yıl ise 13 Ağustos itibariyle gezegenin kapasitesini aşmış durumdayız.

Bu ne demek? Gezegenin doğal kaynaklarının kendisini yenilemesine izin vermeden, dünya nüfusunun gelecek yılın kapasitesini şimdiden tüketmeye başlaması demek. Daha hızlı şekilde daha fazla kaynağın yok edilmesi demek… Bunun bedelini daha fazla kıtlık, daha fazla tarım arazisi ve su kaynağı kaybı, iklim değişikliğine bağlı aşırı iklim olayları sonucu daha fazla felaket olarak ödeyeceğiz.

Sürdürülebilirlik konusunda bilimsel çalışmalar yapan Global Footprint Network (Küresel Ayak İzi Ağı) tarafından ortaya konan son verilere göre, bu yıl 13 Ağustos günü itibariyle insanlığın Ekolojik Ayak İzi, gezegenin kapasitesini aşmış olacak. Earth OverShoot Day (Dünya Limit Aşım Günü), insanlığın talebinin doğanın bir yıl içinde sunduğu miktarın üzerine çıktığı gün olarak her yıl GFN tarafından açıklanıyor.

Ekolojik Ayak İzi ne anlama geliyor? Dünyanın sürdürülebilir bir şekilde sağlayabildiği doğal kaynak miktarıyla dünya nüfusunun tükettiği miktar arasındaki açık, insan yaşamını biçimlendiren en önemli etkenlerin başında geliyor. Ekolojik Ayak İzi, tüketilen doğal kaynakların yeniden üretimi, oluşan atıkların geri kazanımı için ne kadar kara ve su sahasına ihtiyaç duyulduğunu gösteren bilimsel bir ölçü. Bu ölçü sayesinde, doğal kaynaklar ve ekosistem üzerinde insanların tüketimi sonucu oluşan etki ortaya konuyor. Bu ölçü, bize doğal kaynakların tüketim hızıyla dünyanın kendi kendini yenileme kapasitesini karşılaştırarak, mevcut tüketimin sürdürülebilir olup olmadığını gösteriyor. Buna, solunum için gerekli olan hava, temiz su, gıda, ısınma/ soğutma, ihtiyaç duyulan enerji, tüketilen ağaç ürünleri, yaşam alanlarının yaratılması için tüketilen kaynaklar ve tüketim sonucu ortaya çıkan sera gazları, katı atıklar da dâhil.

Herkesin ayak izi birbirinden farklı elbette. Bireylerin ayak izi olduğu gibi ülkelerin de ayak izleri var, üstelik bazılarınınki devasa boyutlarda. Bugün dünya nüfusunun yüzde 86’sı, doğanın arz edebildiğinden daha fazla kaynak talep eden ülkelerde yaşıyor.

Küresel Ayak İzi Ağı’nın hesapları gösteriyor ki, yenilenebilir ekolojik kaynaklara olan talebimiz günümüzde 1,6 gezegen seviyesinde. Ülkelerin tüketme hızı böyle giderse tahminlere göre, yüzyıl ortasında üç gezegene ihtiyaç var.

Mesela, Çin’in kendi kendine yetebilmesi için 2,2 Çin gerekli. Bu oran Almanya için 2,5, ABD için 1,9, İngiltere için 3,3, İsviçre için 4,3, Japonya için 7, Birleşik Arap Emirlikleri için 12,3 oranında. Türkiye’nin doğal kaynakları, şu andakinin 1,7 katını üretebilseydi, Türkiye’nin kaynakları kendi kendine yetebilir olacaktı.

Az gelişmiş ülkelerin ayak izi ne kadar küçükse, kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkelerin ayak izi o denli büyük. Örneğin, bir ABD’linin ayak izi 43 Afrikalının ayak izine eşit. İnsanlık, tek gezegenlik yaşam döngüsü içinde varlığını sürdüremediği sürece çok tüketenlerin bedelini tüm dünya en çok da yoksullar ödemeye devam edecek. İnsanlığın doğal kaynak kapasitesinin sınırları içinde yaşamasını öğrenmesi gerek, bilimsel çalışmalar yaşam olasılığı bulunan gezegen keşiflerini sürdürse de gidecek başka gezegen yok, en azından şimdilik…

Pelin Cengiz –  Taraf

Kuzguncuk’ta bir güzel: Nail Kitabevi

Geçenlerde Kuzguncuk’ta dolaşırken Nail Kitabevi / Kafe’yi gördüm, henüz açılmamış olduğu halde çarpıldım. Nasıl güzel bir binaydı öyle. Elimi siper edip içeri de baktım. Bomboş raflar vardı. Onların Dostoyevskilerle, Tanpınarlarla, Nazımlarla… dolduğunu düşledim. Yazının ucundan bucağından geçen herkesin hayalidir, kitabevi açmak. Butik bir kitapçının günümüz koşullarında tek başına ayakta kalması çok da mümkün olmadığından ve de kitabın yanına en yakışanı çayla kahve olduğundan bir köşesine kahve / kafe kondurmak. Belki böylece eski kıraathaneleri yaşatmak.

Nail K1

            Nihayet açıldığını duyunca, bayram tatilini de fırsat bilerek, “İcadiye Caddesi No:32 Kuzguncuk / Üsküdar” adresindeki Nail Kitabevi / Kafe’yi bir kez daha ziyaret ettim. İki sokağın birleştiği noktadaki kitabevinin sağında solunda, sokakta kahve içip kitap okuyanlarla selamlaştıktan sonra içeri girdim. Girişte kitaplarla biraz oyalandıktan sonra üst kata çıktım. İki sokağı da gören geniş pencereleriyle aydınlık bir alan. Ortada masa ve sandalyeler, köşelerde koltuk ve sedirler var. Bir yandan kahvenizi içerken sedirlerde kitap keyfi yapabileceğiniz ya da masalarda çalışabileceğiniz keyifli bir mekân yaratılmış.

Nail K6Nail K7

            Kitabevi yeni olduğundan henüz kitaplar tam olarak gelmemiş ve yerleşmemiş. Hakim yayınevlerinin yanı sıra en çok Aylak Adam Yayınları’nın kitaplarına rastladım. (Butik kitabevlerinin butik yayınevlerini desteklemeleri dileğimi burada da yineleyeyim.) Kitapların bölüm bölüm ayrılacağı izlenimini edindim. Çocuk, siyaset ve edebiyat bölümlerinin yanı sıra İstanbul / Kuzguncuk kitaplığı da olacak sanırım -ki bu çok hoşuma gitti-. Keşke daha da mikro bölümleşse diye düşünmeden edemedim; feminist kitaplığı, tam bostanın karşısında olduğundan ekoloji kitaplığı, tarihi binasına uygun biçimde Osmanlı tarihi kitaplığını çok yakıştırdım. Ama alan kısıtlı olduğundan düşlediklerimin gerçekleşmesinin çok zor olduğunu itiraf etmeliyim.

Nail K2

            Çıkarken kitabevinin çalışanlarıyla sohbet ettim. Çok ilgili ve güleryüzlüler. Tam randımanlı olarak çalışmaya başlamalarının eylül ayını bulacağını söylediler. Girişin altındaki bodrum katında ufak bir sergi alanı yaratmayı, en üstteki iki katın ise yayınevinin idari ofisi olacağı bilgisini paylaştılar. (Nail Kitabevi Yayınları’nın internet sitesinden felsefe ve psikoloji konularında çeviri kitapları bulunan tazecik bir yayınevi olduğunu gördüm.) Kitabevi biraz daha oturduktan sonra tekrar ziyaret etme sözüyle bu güzelim mekândan ayrıldım.

Mehmet Fırat Pürselim

3mehmet fırat pürselim

Acun’dan E-Demokrasi örneği! : Rising Star

Acun Ilıca’lı bence gösteri dünyamızda önemli bir idol. Beğenelim ya da beğenmeyelim, politik olarak yanlış bulalım ya da bulmayalım hiç farketmez. Önemli bir biçimde günümüzün dinamiklerini değerlendiren ve bunlar üzerinde popüler kültür yaratan önemli bir figür. Bazılarımıza kültürsüzlüğün kültürünü yayıyor gibi gelebilir ama günümüzün ruhunu anlamadığını söyleyemeyiz.

Bugün ilk defa bir yarışmasına denk geldim. Rising Star yarışması ilginç bir biçimde Türkiye televizyonlarında devrimsel denilebilecek bir yaklaşımla interaktif bir yarışma programı üretiyor. Yarışma aynı zamanda karar alma sürecinde juri üyeleri ile seyircileri aynı anda oylamaya katıyor.

Bir yarışmacı karşısında bir duvara karşı şarkı söylüyor. Oylamada 100 üzerinden 70i geçince Rising Star adayı oluyor. 4 jüri üyesi var yarışmada.

Oylama ilginç yalnız. Her sayaçta juri üyeleri beğendiklerine yüzde 7 verebiliyorlar. Ama yine de her jüri üyesi beğenirse bile geri kalan oyu seyirciden almak zorunda.

Seyirciye, internette şarkıcı adayı çıktığı anda oylamaya katıl diyebileceğiniz bir uygulama yapılmış. Tüm tv8 programları için geçerli bu TV8 Yan Ekran uygulaması bu program sırasında size canlı katılım fırsatı sağlıyor. Ya da sağlıyor mu? Fiziki olarak katılıyor hissediyorsunuz. Belki de bir anlığına.. Ama hissettim ben.

14

Merak edip indirdim ve oylamaya katıldım. Katılıyor gibi oluyor güzel oluyor. Oy verenlerin fotoğrafı ekran köşesinde görünüyor. Ekranlarda evet verenler görünüyor.

Tam bir katılım tiyatrosu

Bu uygulamayı kullanırken aklıma Arnstein geldi. Hatta bu yazıyı yazıp makaleyi açana kadar merdivende 3 veya 4’üncü basamağa denk geliyordur hissiyatı ile ilk once Arnstein’In makalesini açtım.

En altta manipulasyon dediğimiz basamak var. Bu basamak Arnstein tarafından tanımlanırken şöyle tanımlanmış: “Manipulasyon mutlak bir aldatma / dalaveredir. Anketler yapmak veya toplantılar yürütmek gibi özel olarak katılım gerekliliklerini yerine getiren faaliyetler yürütülür ancak ortada evet diyenlerin hayır diyenler ile gerçek hakiki bir güç paylaşımı niyeti yoktur.”[2]

Öncelikle adalet yok. Yarışmacı çıkar çıkmaz, uygulamada “oylamaya katılacağım” demeniz gerekiyor. Ancak sonra girişler kapanıyor, bu bir adalet duygusu yaratsa da başlangıçta aslında her yarışmacı eşit sayıda insan tarafından oylanmıyor.

Başka bir yöntem olmaz ama diyebilirsiniz. Ama yine de katılımcılar için adil olmayan bir durum yaratılıyor. Üstelik bu yönüyle Acun’a daha çok yarıyor uygulama. Anlık olarak orada olmanız lazım ki uygulamaya katılabilesiniz. Yarışmayı anlık olarak kaç kişi izliyor gösterebiliyor Acun. Büyük bir avantaj televizyonculuk için.

Şimdi güç paylaşımına bakalım. Acun ve juri aslında karar verici olan konumlarını seyirciler ile paylaşıyorlar mı? Tabiki hayır,

4 juri de hayır dese, teorik olarak tüm seyirciler evet derse yarışmacı yüzde 72 alıyor. Ancak bir juri evet derse, yarışmacıya yüzde 10 katkı sağlıyor, (70 toplaması gerekiyordu, %7 etkisi aslında yüzde 10luk bir yarışmacı katkısı). 4 jürinin katkısı yüzde 40.

Durun bitmedi, ee yüzde 60 seyircide diyebilirsiniz. Ancak blok oy olduğu için manipulatif bir etkisi var bu oyların. Üstelik jurinin ekranda olması gibi avantajları, anlık tepkileri, hepsi bir katılım tiyatrosunun parçası.

Biraz daha matematik yapalım. 100’lük oy barometresinin 72 birimi oylamaya katılanlara ait. Yarışmaya anlık kaç kişi oylamaya katıldı bilgisine ulaşamadım. O yüzden diyelim ki 72000 kişi oylamaya katıldı. Her 1000 kişi bir birime tekabül edecek.

Bir jürinin oyu ise 7000 kişiye tekabül edecek. Üstelik bu oya sahip olan kişinin sahnede olma, konuşma, mimikleri ile oylamayı etkileme gibi bir konumu olacak.

Yani katılmıyoruz. Tamamen Arnstein’in “katılım değil” dediği noktadayız. Ancak katılıyor gibi hissediyoruz. Gücün sahibi halen juri üyeleri ve tabi ki Acun.

Peki, nasıl aldatılıyoruz?

Yarışmacı, 100 birimden 70 birim almalı, 4 jüri varken tam sınırda olan birim sayısı Juri’ye ait. Eğer jüri 8 birim olsaydı, her yarışmacı için en az bir Juri’nin evet demesi lazımdı. Bu aldatmacaya daha zor kanabilirdik mesela.

Anlık sürecin parçası oluyor diye hissediyoruz ama Facebook veya Twitter’daki verilerimizi feda ediyoruz. Çünkü uygulamaya facebook, twitter ya da bilgilerinizi paylaştığınız üyelik sekmesi ile üye olabiliyorsunuz. Yani üstelik katılmak için bedel ödüyoruz.

Hayır ya da çekimser diye bir ayrım yok. Evet verirseniz katkınız oluyor ama oy kullanıcağım diyip kullanmayabiliyorsunuz. Şarkı bitene kadar oy kullanmak zorundasınız çünkü. Bu durum da başka bir aldatmacaya hizmet ediyor. Açıklayayım, yarışma tanıtımında kurallarda şöyle bir ifade yazıyor: “Her bir jüri üyesinin önünde bir buton var ve EVET olarak butona bastıklarında yüzdeye +7 olarak etki ediyorlar. Hayır dediklerinde ise yüzde etkilenmiyor.” Jurinin hayırlarının hiç bir etkisi yokmuş gibi görünüyor değil mi? Peki öyle mi? Dört juri de “evet” demezse, yarışmacı 72 seyirci biriminden en az 70’ni almalı. Yani en az katılan tüm seyircilerin Yüzde 97’si “evet” demeli. Yani, aslında sana Arnstein’in “manipulasyon’u tanımlarken dediği gibi bir katılım yöntemini kullanıyor ama seninle her hangi bir şekilde gücü paylaşma niyeti yok.

Tekrar bakalım tanıma:

Screen Shot 2015-08-11 at 11.09.58 PM
Arstein’in Katılım Merdiveni


Manipulasyon mutlak bir aldatma / dalaveredir. Anketler yapmak veya toplantılar yürütmek gibi özel olarak katılım gerekliliklerini yerine getiren faaliyetler yürütülür ancak ortada evet diyenlerini hayır diyenler ile gerçek hakiki bir güç paylaşımı niyeti yoktur.”[3]

 Arnstein’nın katılım merdiveninde ikinci sırada ise terapi var. Bu aşamada yurttaş katılımı yanlış yönlendirme için kullanılır – keza yoksulun (kitlelerin) davranışlarını yönlendirme olan gerçek niyeti örtmektir asıl amaç.

Üçüncü aşama ise danışma. Basitçe sizden görüş alır ama uygulamak zorunda değildir. Tokenizm yani. Rising Star’da danışılıyor olmaktan daha iyi hissettiğiniz kesin. Katılıyor gibi hissediyorsunuz sonuçta, ama danışılmıyorsunuz bile. Yani seyirci barometresi ile jüri barometresi ayrı olsa bir diyalektik yaratılabilirdi ve danışıyor olurdunuz. Arnstein’e göre daha iyi katılıyor olurdunuz.

Ne kadar katılıyoruz, ya da kim katılıyor? Ya da sadece manipule mi ediliyoruz?

Acun’dan tam da bir manipulatif e-demokrasi ile günün teknolojisini kullanarak bize “demokrasicilik tiyatrosu” çiziyor olması ne kadar da manidar değil mi?

Haydi ben oylamaya gidiyorum, çok yazdım, ahanda eveti verdim…

Halen ikna edemedim mi? O zaman Black Mirror birinci sezon ikinci bölüm olan 15 Million Merits izlemenizi öneririm.

Bonus: Bu arada Acun bunu kendisi üretmemiş tabi ki tahmin edebileceğimiz gibi. Yarışma formatı Israil menşeli.  HaKokhav HaBa (Sonraki Yıldız) adlı yarışmanın tüm kuralları da, oranları da aynı. Sonraki aşamalarını da inceledim bu yarışmanın. Kurallarda sonraki seviyelerde, juri oy oranı düşüyor ama bu seviyelerde de juri üyelerinin açık yarışmacı destekleri gibi oylama öncesindeki manipulasyonları var. Bakalım Türkiye’de nasıl uygulanacak sonraki aşamalar.

Bonus 2: Arnstein’in katılım merdiveni hakkında türkçe birkaç kelam okumak isterseniz diye: Gençlik Politikaları Kılavuzu sayfa 52ye bakabilirsiniz. Görsel de oradan.

[1] http://ibis.geog.ubc.ca/~ewyly/u200/arnstein.pdf

[2] http://ibis.geog.ubc.ca/~ewyly/u200/arnstein.pdf

[3] http://ibis.geog.ubc.ca/~ewyly/u200/arnstein.pdf

15 Devin Bahçeci

 

 

Devin Bahçeci

Borçka, Karagöl’ü kurtarmak için seferber oldu

Artvin’in Borçka İlçesi’nde Aralık Deresi’nin taşıdığı alüvyonlar nedeniyle 6 dönümü yok olan Karagöl’ün 30 metre olan derinliği de yaklaşık 8 metreye indi.  Karagöl’ü kurtarmak için hazırlanan ve ihalesi yapılan proje ile alüvyonların dolması engellenecek, gölün eski doğal güzelliğine kavuşturulması için çaba harcanacak.

13

08 Artvin.com’un haberine göre Karagöl’ü korumak için yöre sakinleri de yoğun çaba harcıyor. Göl kıyısında tesisleşmeye karşı çıkan vatandaşlar gölü çevreleyen uzak alanlarda görüntü kirliliği oluşmaması için yapılaşmama kararı aldı. Karagöl Doğayı Koruma ve Tanıtma Derneği üyesi Emre Atan, ziyaretçi sayısının her yıl artış gösterdiği Karagöl’ü korumak için büyük çaba harcadıklarını belirterek, “”Göl çevresinde yapılaşmaya kesinlikle müsaade etmiyoruz. Göl kıyısında yürüyüş yolları bile en doğal şekilde yapılacak. Doğayı bozacak hiçbir girişime müsaade etmeyeceğiz. Karagöl ve çevresi bütün doğallığı ile kalacak” dedi.

Borçka Tabiat Parkı’nda yer alan ve 1800’lü yıllarda Aralık Deresi’nin, oluşan heyelan sonucu önünün kapanmasıyla oluştuğu bilinen Karagöl, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Son yıllarda Aralık Deresi’nin taşıdığı alüvyonlarla dolan gölün yaklaşık 6 dönümü yok oldu, 30 metre olan derinliği 8 metreye düştü. Karagöl’ün alüvyon tehdidine karşı önlem alınmaması halinde yok olma riski üzerine harekete geçe Doğa Koruma ve Milli Parklar 12’inci Bölge Müdürlüğü, Karagöl’ü kurtarmak için eylem planı hazırladı. Devlet Su İşleri (DSİ) ile ortaklaşa yürütülen proje kapsamında Karçal Dağı eteği ile Aralık Deresi üzerinde ağaç ve taşlarla yapılacak özel menfezlerle gölün alüvyonla dolması engellenecek. İhalesi yapılan proje için önümüzdeki günlerde çalışma başlatılacak.

 

(08Artvin.com)

Acayip kentlerin acayip rüzgârları! – Menekşe Kızıldere

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim.
Soraydım söylerdi herhalde
Soramadım.

Cahit Külebi

Çok acayip havalara maruz kalıyoruz değil mi? Bulutlu ama yağmıyor! Rüzgâr dolanıyor kentin yukarılarında ama esmiyor! Güneş var ama görünmüyor…

12

Şair Külebi 1949’da daha uçsuz bucaksız kentler surlarının, tepelerinin, vadilerinin dışına taşmamışken bile kentten geçen rüzgâra yetişememiş. Kırlarda yetişebilmiş ancak. Demek ki daha ellilerin başında başlayan bir doğa insan çatışması başlamış bu topraklarda. Doğada çatışma olur mu hiç? Olmaz tabii ki, doğada uyum vardır, uyumlaşma vardır. Evrimin en garip türü insanoğlu en zalim ve ahmak yırtıcıya dönüşmüş ya, bu yüzden ben buranın hâkimiyim diyerekten taşı yontup baltaya çevirir çevirmez, doğal tahribata başlamış. Özellikle 1950’lerin başında gelişmiş ülkeler sanayileşmenin bedelini sağlık ve doğal varlıkların kaybıyla ödedikten sonra, gelişen teknolojiyi çevreyi korumaya dair önlemler alarak kullanmaya başladılar. Bu durum, Princeton Üniversitesinden Amerikalı Profesör Richard. A. Falk’un “This Endangered Planet” (Tehlikedeki Bu Gezegen) kitabında da bahsettiği gibi çevre tahribatına karşın teknolojiye güvenme, ‘teknoloji nasıl olsa bir yolunu bulur’ bahanesini yarattı. Böylelikle gelişen ülkeler hakkıyla önlem almazken, gelişmekte olan ülkeler doğa tahribatını ve çevreyi kirletmeyi kalkınma ve gelişme uğruna bir hak olarak gördü. Neticede 2015 Aralık ayında Fransa Paris’te yapılacak olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nda (COP21 Zirvesi) iklim değişikliğinin geri dönüştürülemez noktaya varmadan engellenmesi için, acilen hükümetlerin ne kararlar alması gerektiğini konuşacak, belki de, son nesil olduk. Köprüden önce son çıkıştayız.

TARIM TOPRAKLARI KURAKLIKLA YOK OLDU

Hala bazı bilim çevreleri ve siyasetçiler ‘iklim değişikliği var mı’ diye tartışadursun. İklim değişikliği en başta en kırılgan bölgeleri vuraraktan, Kuzey Yarım Küre’nin ortalarına geldi. Evrensel gazetesinin 2 Ağustos 2014 tarihli haberinde Kuzey Yarım Küre’nin göbeğindeki Türkiye’nin Kuzey Batısı İstanbul’da Haliçte hortum yaşandığı bildiriliyor. Tayfunlarıyla meşhur Bangladeş ya da Myanmar değil, hortum ve yoğun yağmur ardından Taksim’de Tünel’de su baskını yaşandığı bildiriliyor. Üstelik bu yıllık yağış rejimine bağlı beklendik bir alışılageldik su baskını da değildi. Aynı günlerde İstanbul Teknik Üniversitesinden Prof. Dr. Orhan Şen Türkiye’nin iklim kuşağının subtropical iklim kuşağına değiştiğine dair çalışmalarını basına yansıttı. Kuzey Yarım Küre’nin ortalarında bol bereketli yağışlı iklim kuşağı yaşanırken Ortadoğuda yer altı su kaynaklarının tükenmesi, verimli toprakların kaybı çoktan alarm vermeye başladı bile. Nihayetinde Ortadoğu ülkeleri çok uzun yıllar sürecekmiş gibi görünen iç çatışmalar ve dahi iç savaşlara sürüklendi. Mart 2015’te yaptığı araştırmada, Kaliforniya Üniversitesinden Colin Kelly, ‘Verimli Hilal’ olarak bilinen Mezopotamya’nın verimli tarım topraklarının nasıl kuraklıkla yok olduğunu ortaya koydu. ‘Verimli Hilal’ Türkiye, Suriye ve Irak toprakları üzerinde. Susuzluktan öte, Suriye, Irak ve ne yazık ki son günlerde Türkiye güvenlik sorunları ve savaşın kendisiyle kavrulmakta. Columbia Üniversitesinden Dr. Richard Seager, 2015’te yayımladığı araştırmasında iklim krizinin savaşı bizzat başlatmasa da savaşı başlatan çatışmaları başlattığını bildirdi.

Peki, Ortadoğu’daki çatışmalardan uzak, Filipinler’deki ve Amazonlar’daki sel baskınlarını, Afrika’daki kum fırtınalarını evindeki televizyondan izleyen, her gün işine gidip evine dönen, emeğinin ve ekmeğinin peşinde vatandaş iklim krizi ile nerede yüzleşiyor? İklim değişikliği sadece Paris Konferansı’nda tartışacak olan hükümetlerin ve onlar samimi kararlar alsın diye uğraşan çevreci sivil toplumun mu sorunu?

NEDEN ESSİN?

Esmiyor… Neden essin ki? Nasıl esecek? Kuzey Ormanları Savunması sosyal medya aracılığı ile bize bu aralar hep bunu soruyor; Neden essin ki? Biz de içimizden cevaplıyoruz: Nasıl esecek? Şu betonların arasından nerde esecek bu rüzgâr? İstanbul Teknik Üniversitesinden Prof. Dr. Kasım Koçak geçtiğimiz günlerde basına yansıttığı bir çalışmasında İstanbul’un Kuzey Ormanlarının yörenin yağış düzeni üzerindeki önemini anlattı ve ormanlardaki tahribatın bu düzeni nasıl bozduğunu anlattı.

Doğanın düzeni bozulunca şayet hele ki beton yığınlarına dönüşmüş ucu bucağı olamayan plansızca büyüyen kentler su, hava, toprak krizlerini çok ağır yaşamaktalar. İşte her gün işine gidip evine dönen, emeğinin ve ekmeğinin peşinde vatandaş iklim krizi ile burada yüzleşiyor. Hatta tam olarak şöyle yüzleşiyor: İçme suyu havzalarında su oranı ciddi şekilde düştüğü için alternatif pahalı çözümler üreten yerel yönetimler faturayı vatandaşa kestiği ve su faturası beklenmedik şekilde yüksek geldiği gün. Yosun kokulu dip suyunu musluktan içtiği gün. Hatta musluk suyundan hastalandığı gün. İçmek için damacana suya normalden daha fazla ödediği gün. Enerji piyasası dalgalanmaları sebebi ile ısınamadığı, ısındığında çok ödediği gün. Başkaları da ısınamadığı ve üretemediği için kömürü geçtik linyiti yaktığında kirli havayı soluduğu gün. Ülke enerji politikası, bol güneşe ve rüzgâra rağmen kömür odaklı olduğu için ve ülkenin en verimli topraklarında termik santraller yapıldığı ve çiftçi akrabaları madenlerde çalışmaya mahkûm edildiği ve en temel iş güvenliği önlemleri bile alınmadığı için, madenci akrabası yerin kilometrelerce altında öldüğü gün. Gürül gürül akan deresinin kenarındaki bahçesi tarlası canı ancak o yöreye can verecek kadar olan deresinin üzerinde dört tane hidroelektrik santral yapıldıktan sonra, toprağı kuruduğu ve santralde de vadedildiği gibi iş sahibi olamadığı için gelip bir Ekümenapolisin ücra köşesine göç ettiği gün. Kaya gazı çıkaran çok uluslu büyük şirket yer altı suyuna envai çeşit zehir karıştırdığı için ne tarlasına, ne bahçesine, ne çocuğuna içirecek su bulamadığı için. Hiçbir zaman geçmeyeceği köprülerin, kullanmayacağı havaalanlarının ve enerjisinin üretildiğini görmeyeceği nükleer santrallerin vergilere yansıyan payını emeğinden ödediği gün. Hiç bilmediği büyük kirletici zengin ülkeler, hiç bilmediği uzak yoksul ülkelerin havasını, suyunu, toprağını mahvettiği için ülkesine kum fırtınaları, kirlilik, yoksulluk, açlık taşındığı gün. Komşu ülkesinden savaştan kaçan mülteci komşusunu kaldırımda ailesi ile dilenirken gördüğü gün… Biz sıradan insan, her gün her yerde iklim krizi ile yüzleşiyoruz. Farkında değiliz!

DÜNYAYI KİM KURTARACAK?

Bu sebeple iklim krizi tam da; emekçinin, gencin, yoksulun, çifçinin, kadının, çocuğun, LGBTİ bireyin, beyaz yakalının, emeklinin, dindarın… Özetle halkın sorunudur. Bu yüzden dünyanın her yerinde iklim mücadeleleri birer halk hareketidir. Hatta adalet mücadelesidir.

Bu yıl şubat ayında, Türkiye’de iklim krizini kendine dert edinen insanlarca bir kampanya başlatıldı. İklim İçin Kampanyası. İklim İçin en temel hedefi iklim değişikliği sorununun halkın sorunu olduğunu anlatmak, bu farkındalığı yaratıp, bu krize çözüm için gerekli adımların atılmasını sağlamak. Böylece dünyada aynı mücadeleyi veren halklara katılıp dünyanın her ülkesindeki hükümetlerin iklim krizine samimi çözümler getirmesini sağlamak. Duyar gibiyim; dünyayı biz mi kurtaracağız yani? İşe kendi dünyamızı kurtarmakla başlayabiliriz aslında! İklim İçin Kampanyası bu yıl kasım ayında Antalya’da gerçekleştirilecek olan ve iklim krizi ile ilgili acilen samimi kararlar alamsı gereken gelişmekte olan ülkelerin katıldığı G20 Zirvesi öncesi bir İklim Sosyal Forumu düzenlemekte. Forumda her sözü olan kendi oturumunu düzenleyip, kendi derdini paylaşabilir. Aşağıda forumun daveti ve ilgili bağlantıları paylaşacağım.

Profesör David Harvey 17 Çelişki ve Kapitalizmin Sonu kitabında özellikle gelişmekte olan ülkelerin bu doğayı feda etme ısrarını kalkınma ve ülke itibarı takıntısı olarak tanımlamakta. Yukarıda sıraladığım günlere bakınca nelerin feda edildiğini görünce, bu gerçekten de takıntıdan başka bir şey olamaz. Peki, şu geldiğimiz noktada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bu konuya nasıl bakıyor? Gelişmiş ülkelerin katıldığı ve yakın zamanda gerçekleşen G7 zirvesinden çıkan en güzel karar, bu ülkelerin enerji için artık kömür gibi geleneksel ve riski, doğal tahribatı fazla enerji üretim yöntemlerini terk edip, temiz ve yenilenebilir üretime geçiş yapacaklarını açıklamasıydı. Böylece topu G20 ülkelerine bırakmış oldular. Şimdi sıra G20 ülkelerinde.

Betondan, yağmuru geçirmeyen ve rüzgârın esmediği mahallelerimizde, tarfiğin, gürültünün içinde işte bu gelişmeleri izleyeceğiz. Fakat artık tüm bu gelişmelere müdahil olabileceğimiz bir çağda yaşıyoruz. Kuzey Ormanları Savunucularının dediği gibi Kentimize #NefesOl’a biliriz. İklim İçin’in çağırdığı üzere G20’ye sözümüzü söyleyebiliriz.

Cahit Külebi’nin kentte göremediği rüzgarı, belikli kentlilere küskün. Rüzagarı, temiz yağmuru, pırıl pırıl güneşi kentlere geri getirmeliyiz! Bunu hemen şimdi kendimiz için ve sonunu getirdiğimiz bir doğa bırakmamak için çocuklarımız için yapmalıyız.
Umutla…


İKLİM FORUMU ÇAĞRISI

G20’ye “İklim İçin” söyleyecek sözümüz var!

G20 ülkelerinin “liderleri”, şimdiye kadar sebep oldukları sosyal, ekonomik ve ekolojik krizlere bir yenisini daha eklediler: İklim krizi.
Bizler de hep birlikte mücadele ettiğimiz alanlara bir yenisini ekliyoruz; gezegende adil yaşama hakkımızı ve iklim adaleti arayışımızı. Türkiye’nin başkanlığında yapılacak G20 zirvesi öncesinde 14 Kasım’da büyük iklim yürüyüşümüzü gerçekleştireceğiz.

Yürüyüşte hep birlikte G20’den ortak taleplerimizi dile getireceğiz. Ortak taleplerimizi, sosyal forum gibi özgürce bir ortamda tartışarak, birlikte hazırlamak için 12-13 Kasım 2015’de Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi’nde İklim Forumu düzenliyoruz.  Forum kapsamında yer alması için önereceğiniz toplantı ve oturumlarla ilgili lütfen aşağıdaki linkte bulabileceğiniz formu doldurunuz.

G20’den büyük olduğumuzu gösterelim; geleceğimizi gelin birlikte talep edelim.

Başvuru için:
http://iklimicin.org/forum-basvuru/
CALL FOR PARTICIPATION IN CLIMATE FORUM – FIRST ANNOUNCEMENT
http://iklimicin.org/call-for-participation/
Kampanyanın adresi: http://iklimicin.org/

KUZEY ORMANLARI SAVUNMASI – İSTANBUL’A NEFES OL
http://nefesol.kuzeyormanlari.org/

 

Bu yazı evrensel.net/ den alınmıştır

11.Menekşe Kızıldere

 

 

Menekşe Kızıldere

Danıştay, Cide HES’in ÇED raporunu iptal etti

WWF-Türkiye’nin de müdahil olduğu dava sonucunda Danıştay, Küre Dağları Milli Parkı’nı besleyen Devrekani Çayı üzerinde yapılmak istenen Cide HES’in ÇED raporunu iptal etti.

10

Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu 2009 yılında onaylanan Cide HES’e karşı başlatılan mücadele olumlu sonuçlandı. Kastamonu Cide’deki Loç Vadisi halkının mücadelesi sonucunda Danıştay ÇED raporunu iptal etti.

WWF- Türkiye , Doğa Derneği ve TMMOB Peyzaj Mimarları Odası’nın da müdahil olduğu davaya itiraz yolları da tamamen kapandı.

İtirazları ve dava sürecini beklemeyen Orya Enerji, bölgede en az sekiz bin ağaç kesti. Köy merasına şantiye kurmaya çalıştı ve meraya beton döktü. 2011’de Kastamonu Bölge İdare Mahkemesi, “geri dönülmesi mümkün olmayan tahribatlar yapıldığı” gerekçesiyle inşaatın yürütmesini durdurdu. Danıştay’ın bu kararı bozmasıyla HES çalışması yeniden başladı ancak bölgede yaşayanların tekrar iptal davası açması sonucunda, çevresel değerlerin ve ekolojik dengenin tahrip edileceği gerekçesiyle Danıştay Cide HES’in ÇED raporunu iptal etti.

WWF tarafından Avrupa Ormanları’nın Türkiye’deki dokuz “Sıcak Nokta”sından biri kabul edilen Küre Dağları, doğal yapısını günümüze kadar taşıyabilmiş yaşlı ormanları, akarsu ekosistemleri, yaban hayatı ve biyolojik zenginlikleri ile bir doğa harikası. Dünya Koruma İzleme Merkezi (WCMC) ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) dünya üzerinde belirlediği “Mutlak Korunması Gereken Alanlar” arasında yer alan proje sahası, aynı zamanda tehlike altındaki “Karadeniz Nemli Karstik Orman” ekosistemlerinin en iyi örneklerinden biri.

Cide regülatörünün sekiz ay boyunca Devrekani Çayı suyunun yüzde 75’inden fazlasını çekeceğini hatırlatan WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem, “İptalini istediğimiz ÇED raporunda, bu yüksek miktarda suyun çaydan çekilmesinin ekolojik hayatı nasıl etkileyeceği irdelenmemişti. Öte yandan kesilmesi planlanan 10 bin ağaç Küre Dağları Milli Parkı sınırlarındaydı. Cide HES projesi bütüncül havza planına dahil edilmemişti. Havza bütünü içinde yer alacak diğer HES projelerinin ve ilave çevresel baskıların etkisi göz ardı edilmişti. Danıştay, bölgedeki ekolojik dengeye büyük zarar verecek HES’le ilgili doğru kararı verdi” dedi.

 

(Radikal)