Duyduğumuz yoktu ne vakittir güvercin sesi, kumru sesi pencerede.
Yolculuk mu düştü nedir gene içimize?
Orhan Veli’nin gözlerini kapatıp dinlediği İstanbul’da hafiften bir rüzgar esmiyor
nicedir şiirdeki gibi öyle, rüzgar esse de
ağaçların yavaş yavaş sallanan yapraklarının şarkısı kayboluyor
şehri kuşatan binaların sessiz, soğuk yüzünde.
Yükseklerden sürü sürü, çığlık çığlık kuşlar geçse de ulaşmıyor trafiğin,
hep bir yerlere yetişme gayretinin kalpleri sağır eden gürültüsünde.
Gittikçe birbirine benziyor şehirler, daha fazla tüketmeyi çağrıştıran göz alıcı ışıkları,
bize fark ettirmeden dayattığı alışkanlıkları, yeşilden griye dönen kuş bakışı renkleriyle…
Yoruyor ruhlarımızı doğadan ayrı düşürdükçe, doğayla bağımızı hissedemedikçe.
Gittikçe büyüyen bir boşluğu bütünlemeye çalışıyoruz
neyi aradığımızı bilemez halde bir özlemle.
Oysa uyansak baksak bir sabah, güneş vursa içimize,
kuşlara, yapraklara, nehirlere dönsek, dokunsak bir ağacın gövdesine.
Bir ağacın gövdesine birlikte sarılınca gerçek olan düşler kursak yine…
Yola çıksak, dere tepe yürüyerek dolaşsak, can suyuna varsak, suya karışıp aksak…
Yeniden başlasak. Derin, sakin, serin nefesler alıp bulutların peşine takılsak,
dursak, sussak, anlasak, paylaşsak, sevgiyi çoğaltsak, doğayla bir olduğumuzu hatırlasak.
İşte bu olmalı kuş seslerini penceremize doldurup içimize yolculuk düşüren de,
Kaz Dağları bizi çağırıyor 19 – 23 Ağustos tarihleri arasında Ekofest’e.
Orman gibi kardeşçesine…
Kaz Dağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından bu yıl ikincisi organize edilen Ekofest için geri sayım, heyecanı çoğaltarak sürüyor. İçine yolculuk düşenler, çadırlarını alıp şehrin duvarlarını geride bırakarak toprakla, suyla, ağaçlarla, başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunu savunanlarla buluşmak, birlikte yıldızların altında uyumak, Kaz Dağları’nın ruhunda salınmak için yola çıkıyor.
Buluşma noktası, Çanakkale Küçükkuyu ile Balıkesir Altınoluk arasındaki Narlı köyü üstünde, Darıdere Tabiat Parkı’na yakın Fidanlık Mevkiin’de, Kazdağı Doğal Kaynak Suyu Dolum Tesisi bahçesinde oluşturulan kamp alanı. Ekofest ile doğanın kucağında beş gün boyunca, ekolojik, kolektif, müzikten, şiirden, fikirden, üretimden, atölyelerden, farklı direniş hikayelerinden beslenecek bir yaşam kurulacak. Kaz Dağları’nın yamacına varanlar, onun eşsiz havasında, bin pınarından akan suyunda, yeşilden maviye uzayan tonlarında, yüzlerce yıllık zengin geçmişine dair izler taşıyan belleğinde hem bu güzellikleri yaşayacak hem de bunu yok etmek isteyen altın madenciliği, termik santral, HES ve baraj projelerine karşı direnişin sesini çoğaltacak.
Dereler Özgür Aksın Diye
Ekofest için belirlenen kamp alanı da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Eğer 1/100 bin ölçekli Balıkesir – Çanakkale Çevre Düzeni Planında işaretlendiği gibi Mıhlı Deresi’nden Zeytinli’ye kadar olan dereler üzerinde planlanan beş baraj projesi hayata geçirilirse, o bölge, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte sular altında kalacak. Ekofest, dereler özgür aksın, Kaz Dağları’nın endemik bitkileri termik santral külleriyle kaplanmasın, ağaçlar kesilmesin, altın madeni aramak için toprak delik deşik edilmesin diye, “Bir orman gibi kardeşçesine” temennisiyle yapılacak. Festival, 19 Ağustos Çarşamba akşamı belgesel film gösterimleriyle başlayacak.
Ağaç gözleminden doğal temizlik maddesi üretmeye
Ekofest panellerinde doğa hakları ve ekolojik anayasa, halk kültüründe ağaç, kömürün sağlığa ve çevreye etkileri, zeytin ağaçları, Kaz Dağları’ndaki canlılar ve yaşamlarını tehdit eden eden projeler, bunlara karşı yapılabilecekler konuşulacak. Yırca’dan Kuzey Ormanları’na, Fırtına Vadisi’nden Alakır’a doğa talanına direnenler, mücadele öykülerini ve biriktirdikleri deneyimlerini paylaşacak. Kurulacak ekopazarda hem Kaz Dağları’nın zeytini, meyveleri, çevre köylülerinin yetiştirdikleri, hem de Soma’nın Yırca köyünde termik santrale karşı zeytin nöbeti tutan kadınların ürettiği sabunlar satışa sunulacak.
Yaratıcı dramadan sepet örmeye, mandala çizmeye, doğal temizlik maddesi üretiminden ağaç gözlemine, spor aktivitelerinden fotoğraf sergilerine, doğa yürüyüşlerinden dansa, yogaya kadar oldukça zengin bir etkinlik programı, çocuklarla büyükleri birlikte doğayı keşfetme oyununa çıkaracak. Bin yaşındaki çınar ağacının altında imece usulu kurulan sahnede her akşam ateş böceklerinin sesine müzik karışacak. Ateş başında türküler, çay, sohbet, dostluk paylaşılacak.
Kamp alanına nasıl ulaşılacağı, etkinliklerin ayrıntıları, Kaz Dağları’nın ruhuna dokunmaya gelirken istemeden ona zarar vermemek için nelere özen göstermek gerektiği, festivalin katılımcılardan ne beklediği gibi soruların yanıtları, http://ekofestival.com/ adresinde.
Derler ki eskiden bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Fakat Babil Kulesi yıkılınca insanlar birbirinin dilinden anlamaz oldu. Sözler karıştı, insanlar ayrıştı, birsürü farklı dil dünyaya yayıldı.
Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür, derler. İşte bu efsane de dilden dile aktarılırken bazı kısımları unutuldu. Hep insanlar konuşuldu. Oysa efsanenin aslına göre zamanında herkes herkesi anlayabilirdi. Herkes; yani saksağanlar, arılar, bitler, atlar, keçiler, kurtlar… Fakat bir kere diller karışınca ne hayvanlar insanları ne insanlar hayvanları anlayabildi bir daha. Bütün kavimler dünyanın dört bir yanına dağılıp kendi dillerinde ve sadece kendileri gibi olanlarla başladı konuşmaya. Dünya oldu adeta birsürü geçit vermez ada.
Her masalda olur ya, bunun da bir istisnası olacak elbette. Birbirlerinin dilini unutmak istemeyen bir grup hayvan ve insan, kötü gidişi önceden görerek Babil yıkılmadan az evvel dünyadan çektiler el etek. Geçilemez denilen dağları geçtiler, aşılamaz denilen okyanusları aştılar. Nihayet kimsenin bilmediği bir adaya ulaştılar. Dünyanın geri kalanına kapalı, ama her lisana açık bir vatan kurdular. Nesillerini burada sürdürdüler.
Adada yaşayanlar benzemiyordu bildiklerimize. Arılar bir kaz, kediler inek kadardı. Timsahlar ot yer, tavuklar uçardı. İnsanlar da çeşit çeşitti. Kimisi mavi saçlı, yeşil tenli; kimisi boylu kimisi topluydu. Kimse birbirine benzemezdi; ama söz müşterekti.
İnsanlar arasında kırmızı kıvırcık saçlı bir kız yaşardı, ismi Kırmızı‘ydı. Fidan boylu, buğday tenli, zeytin gözlü, ateş gibi kıpır kıpırdı. Yün eğirmeyi, kumaş dokumayı, demir dövmeyi iyi bilirdi. Ama asıl sevdiği hayvanlarla yârenlik etmek, onlarla şarkılar söylemekti. Her sabah daha güneş doğmadan evden çıkar, gece geç saatlere kadar da dönmezdi. En iyi dostu uzun yeleli kara kısrakla uzun yürüyüşler yapar, ormanın masallarını dinlerdi. Mutluydu Kırmızı. Hayat işte hep böyle neşeyle, muhabbetle geçecek zannederdi.
Kırmızı
Geçmedi. Malûm, hayat acı sürprizlerle doludur, masalların da hikmeti budur. Birgün ormanda gezerken ayağının altındaki toprağın sallandığını fark etti. Ne oluyor, demeye kalmadan yerin altından kayalar fırlamaya, lavlar fışkırmaya başladı. Arılar dedi, “koş Kırmızı, sahile koş”. Kırmızı denileni yaptı. Koşarken arkasında ateşten nehirlerin aktığını duydu, bildiği tek dünyanın alev aldığını gördü. Adasıyla beraber yüreği de yandı.
Yanardağ ve alev alan ağaçlar
Sonunda sahile ulaştı ulaşmasına, ama bir de ne görsün? Yüzebilen yüzmüş, uçabilen uçmuş, geri kalan da gemilere binip çoktan uzaklaşmıştı. Kırmızı yapayalnızdı. Alevler kıyıya adım adım yaklaşmakta, ensesini yakmaktaydı. O sırada ihtiyar bir yunus ittire ittire, öfleye pöfleye eski dökük bir sal getirdi sahile. Atla, dedi Kırmızı’ya, kalma buralarda. Eskiden bildiğin hayat bitti, tek başınasın bundan sonra.
Yunus sal getiriyor, arkada yangın
Kırmızı atladı sala, gözyaşları akarken okyanusa, günler geceler boyu savruldu oradan buraya. Gücü takâti kalmadı, her gün biraz daha zayıfladı. Bulunduğu yer meçhûlün ortasıydı. Sonunda dayanamadı ve salın üstünde bayılıp kaldı.
Gözünü açtığında hâlâ hayatta, ottan samandan bir yataktaydı. Çevresinde meraklı gözler kendisine bakmaktaydı. Hemen anladı Kırmızı, başka bir diyardaydı. Çevresindeki insanlar Kırmızı’nın saçlarını, yüzünü inceliyor; ama en çok da kıyafetlerine hayret ediyorlardı. Çünkü bu ülkenin sakinleri tümüyle çıplaktı. Kıyafet nedir bilmiyorlardı. Diğer canlıların dilini de çoktan unutmuşlardı. Ama dost canlısı, güleç, iyi insanlardı. Yabancı da olsa Kırmızı’ya aralarında yer vardı.
Kırmızı bu insanlarla yaşamaya başladı. Günler günleri kovaladı, mevsimler mevsimleri… Kırmızı mutluydu mutlu olmasına ama, yüreğinde kimi zaman yoğun bir özlem duyardı. Kendi adasını, en çok da dostlarını özlerdi. Her bulduğu fırsatta kimseye fark ettirmeden ormanda gezmeye çıkar, hayvanlarla sohbet ederdi. Kendileriyle konuşabilen bir insan olduğunu gören hayvanlar önce şaşırır, sonra sevinçten deliye dönerdi. Ne de olsa dedelerinin anlattığı efsaneleri dinleyerek büyümüşlerdi. Hem de insanlar gibi bir kısmını unutmuş değillerdi. Hayvanların hafızası (beşer olmadıklarından olacak) eksiksizdi.
Kırmızı’nın namını duyanlar çok uzaklardan Kırmızı’yı ziyarete geldi. Uzun sohbetler sabahlara erişti. Ama yine de Kırmızı bu durumu insanlara hiç söylemedi. İnsanlar güleçti, dosttu; ama hafızaları olmadığından hayalleri de mahduttu. Geçmişin bazı izlerini kâbus zanneder, akıllarının almadığından korku duyarlardı. Kırmızı o yüzden bildiklerini kendine sakladı.
İnsanlar, Kırmızı’nın kıyafetlerine bakıp bakıp iç geçirirdi. Çünkü kendileri kışın tir tir titrer, yazın ise güneşten derileri kavrulurdu. Kıyafet onlar için sanki bir sihirdi. Fakat iplik nedir onu dahi bilmezlerdi. Kırmızı, insanlara yardım etmeye karar verdi. Gitti, ipek böcekleriyle konuştu.
Kırmızı ipek böcekleriyle konuşuyor
İpek böcekleri dediler ki: “Yemeğimizi ikiayaklar bulsun, kışları da bizi soğuktan korusun. Kozalarımızın bir kısmı onların olsun.” Kırmızı, ipek böceklerini alıp insanlara getirdi. Onları nasıl besleyeceklerini, kozadan nasıl iplik eğireceklerini, ipliklerden nasıl kumaş dokuyacaklarını öğretti. İnsanlar bayram etti. Işıl ışıl, rengârenk elbiseler dikmeyi, nakış işlemeyi öğrendiler. Kısa zamanda maharetli birer terzi oldular. İpek böcekleriyle hiç konuşamadılar eskisi gibi, ama ortak bir hayat kurdular.
İpek böcekleri ve insanlar arasındaki o kadim işbirliği işte böyle başladı.
Zaman geçti. İnsanlar ve ipek böcekleri mutluydu mutlu olmasına ama, Kırmızı’nın yüreği hâlâ bir taş kadar ağırdı. Artık orada daha fazla kalamayacağını anladı. Dostlarını aramalıydı. Bekleneceği üzere, herkes bu karara çok üzüldü. Gitme, bizimle kal. Bir ömür böyle geçsin, bizim rengimiz sensin, dediler. Ama Kırmızı’nın kararlı olduğunu görünce ısrar etmediler. Sarıldılar, ağladılar. Gitmeden önce ona bildikleri tüm masalları anlattılar. Yeniden denizlere açılması için de ona bir ufak sandal hediye ettiler.
Kırmızı bindi sandala, açıldı okyanusa. Dostları neredeydi acaba? Günlerce kürek çekti. Kumanya sandığının dibine geldi. Ama dalgalar hiç kesilmedi, okyanus bitmedi. Günlerden bir gün ufukta kara bulutlar belirdi. Kırmızı korktu korkmasına ama geri döneceği bir ev ne yazık ki yoktu. Daldı fırtınanın içine, karanlığın tam kalbine. Şimşekler, rüzgâr, üstünden aşan dalgalar çevirdi etrafını. Göz gözü görmez oldu. Tek duyduğu fırtınanın uğultusuydu. Kırmızı sırılsıklam üşüyordu. Gücü takâti kalmadı. Sandalı dev gibi bir dalgayla ters dönerken Kırmızı düşüp bayıldı.
Kırmızı ve fırtına
Gözünü açtığında hâlâ hayatta, balmumundan yapılmış bir yataktaydı. Çevresinde meraklı gözler kendisine bakmaktaydı. Hemen anladı Kırmızı, başka bir diyardaydı. Fakat bu defa kendisini kurtaran arılardı. Arılar, Kırmızı’nın dillerini konuşuyor olmasına önce çok şaşırdı, sonra pek sevindiler. Arı halkı biraz gürültülü, ama alicenaptı. Yabancı da olsa Kırmızı’ya aralarında yer vardı.
Günler günleri kovaladı, mevsimler mevsimleri… Zaman, her zaman olduğu gibi, bazen mutlulukla bazen üzüntüyle geçip gitti. Ama Kırmızı’nın yüreğindeki özlem bir türlü hafiflemedi. Arada bir civarda yaşayan insanların köyüne gider, onlarla sohbet ederdi. Ama arılarla konuşabildiğinden kimseye bahsetmezdi.
Bu ülkenin insanları ekşiyi, tuzluyu bilirdi; fakat tatlıdan bîhaberdi. Çaylarına buz, pastalarına tuz atarlardı. Kırmızı, insanların ikramları karşısında yüzünü buruşturmamak için kendini zor tutardı.
Arıların derdiyse iri pençeli ve kalın kürklüydü. Felekten paylarına bir boz ayı düşmüştü. Sürekli kovana gelir, balın tümünü yer, yiyemediğini döke saça alır götürürdü. Arılar kışın açlıktan dökülür, yazın güçsüzlükten sürünürdü. Sonunda Kırmızı’ya gelip dediler ki: “Bu ayı balımıza musallat. Onparmaklar bizi bu ayıdan korusun, balımızın bir kısmı onların olsun.”
Ayı, arılar ve orman
Kırmızı, arıların teklifini insanlara iletti. İnsanlar bayram etti. Yemeklerde hiç tatmadıkları lezzetler buldular. Kısa zamanda maharetli birer aşçı oldular. Arılarla hiç konuşamadılar eskisi gibi ama, ortak bir hayat kurdular.
Arılar ve insanlar arasındaki o kadim işbirliği işte böyle başladı.
Zaman geçti. İnsanlar ve arılar mutluydu mutlu olmasına ama, Kırmızı’nın yüreği hâlâ bir taş kadar ağırdı. Artık orada daha fazla kalamayacağını anladı. Dostlarını aramalıydı. Bekleneceği üzere, herkes bu karara çok üzüldü. Gitme, bizimle kal. Bir ömür böyle geçsin, bizim tadımız sensin dediler. Ama Kırmızı’nın kararlı olduğunu görünce ısrar etmediler. Sarıldılar, ağladılar. Gitmeden önce ona bildikleri tüm masalları anlattılar. Yeniden denizlere açılması için de ona bir yelkenli hediye ettiler.
Kırmızı bindi yelkenliye, açıldı denize. Dostları acaba nerelerde? Günlerce rüzgârı takip etti. Kumanya sandığının dibine geldi. Ama dalgalar hiç kesilmedi, deniz bitmedi. Günlerden bir gün ufukta kara bulutlar belirdi. Kırmızı korktu korkmasına ama geri döneceği bir ev ne yazık ki yoktu. Daldı fırtınanın içine, karanlığın tam kalbine. Şimşekler, rüzgâr, üstünden aşan dalgalar çevirdi etrafını. Göz gözü görmez oldu. Tek duyduğu fırtınanın uğultusuydu. Kırmızı sırılsıklam üşüyordu. Gücü takâti kalmadı. Yelken lime lime olup savrulurken ötelere, Kırmızı da bayılıp düştü denize.
Gözünü açtığında hâlâ hayatta, demir bir yataktaydı. Çevresinde meraklı gözler kendisine bakmaktaydı. Hemen anladı Kırmızı, başka bir diyardaydı. Çevresindeki insanların gözleri faltaşı gibi açılmıştı; çünkü Kırmızı, gördükleri ilk yabancıydı. Bin yıllardır ne bir gelen vardı ülkelerine ne de buradan kaçıp gidebilen. Burası dünyanın uzak bir köşesinde unutulmuş, kendi yağında kavrulmuştu. Halkı biraz hoyrat ve fukara, ama lütufkârdı. Yabancı da olsa Kırmızı’ya aralarında yer vardı.
Günler günleri kovaladı, mevsimler mevsimleri… Kırmızı dışardan mutluydu, ama yüreği içten kanardı. Dostlarını hiç bulamayacağından korkardı. Her bulduğu fırsatta kimseye fark ettirmeden çayırlarda gezmeye çıkar, tanıştığı yaban atlarıyla sohbete koyulurdu. Kendileriyle konuşabilen bir insan olduğunu gören atlar önce şaşırır, sonra mutlulukla zıplardı.
Atların derdi sert kayalardı. Koşarken bu yüzden ayakları acır, bilekleri kanardı. Kırmızı, atlara yardım etmeye karar verdi. Gitti, insanlarla konuştu. İnsanlar dediler ki: “Uzunbacaklar bizi sırtlarına alsın, uzakların ötesine taşısın. Biz de onların ayaklarına demirden nallar takalım.” Kırmızı, insanları alıp atlara götürdü. Ortalık bayram yerine döndü. Atlar yaralanmaktan, insanlar yalnızlıktan kurtuldu. Kısa zamanda aralarında seyyahlar, yarışçılar peydah oldu. İnsanlar ve atlar hiç konuşamadılar eskisi gibi ama, ortak bir hayat kurdular.
Kırmızı, atlar ve ata binen insanlar
Atlar ve insanlar arasındaki o kadim işbirliği işte böyle başladı.
Zaman geçti. İnsanlar ve atlar mutluydu mutlu olmasına ama, Kırmızı’nın yüreği hâlâ bir taş kadar ağırdı. Artık orada daha fazla kalamayacağını anladı. Dostlarını aramalıydı. Bekleneceği üzere, herkes bu karara çok üzüldü. Gitme, bizimle kal. Bir ömür böyle geçsin, bizim seher yelimiz sensin, dediler. Ama Kırmızı’nın kararlı olduğunu görünce ısrar etmediler. Sarıldılar, ağladılar. Gitmeden önce ona bildikleri tüm masalları anlattılar. Yeniden okyanuslara açılması için de ona büyük bir kadırga hediye ettiler.
Kırmızı bindi kadırgaya, açıldı okyanusa. Çıkar mı bütün yollar dostlara? Günlerce sabah güneşini takip etti. Kumanya sandığının dibine geldi. Ama dalgalar hiç kesilmedi, okyanus bitmedi. Günlerden birgün, o güne kadar gördüklerinin hepsinden daha kara bulutlar belirdi ufukta. Kırmızı korktu korkmasına ama, geri döneceği bir ev ne yazık ki yoktu. Daldı fırtınanın içine, karanlık korkularının tam kalbine. Şimşekler, rüzgâr, üstünden aşan dalgalar çevirdi etrafını. Göz gözü görmez oldu. Tek duyduğu fırtınanın uğultusuydu. Kırmızı üşümedi, ıslaklığı hissetmedi. Bu sefer kararlıydı, fırtınayı aşacaktı. Kadırga bir sağa bir sola yattı. Direkler ıslık çaldı, güverte çatırdadı. Kırmızı kendini bir iple gemiye bağladı. Gecenin zifirisinde kadırga parça parça düşerken denize, eski dostu ihtiyar yunus çıktı hemen önüne. Kılavuz oldu Kırmızı’ya. Bütün gece boğuştular dalgalarla.
Sabah olduğunda Kırmızı hâlâ hayatta, kadırgadaydı. Çevresindeki deniz artık süt limandı. Sanki o uğursuz fırtına hiç yaşanmamıştı. Yunusla beraber yararak suyu, sanki süzülüyordu ufka doğru. İlerde bir ada gördü Kırmızı, aynı kendi vatanı. O anda bildi, dostları buradaydı. Sahile çıktığında ortalık adeta bir bayramdı. Herkese tek tek sarıldı ve ilk kez ağladı. Sonra uzun macerasında öğrendiği masalların hepsini dostlarına aktardı. Buradaki hayat bütün hikâyelerin toplamıydı.
Kırmızı ağlıyor
Bugün bizim bildiğimiz dünya, işte bu Kırmızı’nın mirası. Ama derler ki o bırakıp gidince, ilk bozan insanlar olmuş anlaşmayı.
**Bu masalın bir de teorik tartışması var. Linki şurada.
Çağdaş, 29 yaşında yaşam enerjisiyle dolu bir insan. Bu enerjisini farklı şirketlere heba etmek yerine, oyunlara ve insanlara kanalize edecek güzel bir yöntem bulmuş: Samanlıkta İğne.
Samanlıkta İğne ile Ankaralı maceraseverleri yakın bir gelecekte olası bir felakete hazırlayan bir oyun hazırlamış. Kendisi sorularımızı içtenlikle yanıtladı, biz de sizlerle paylaşalım:
Yeşil Gazete: Bize biraz kendinden bahseder misin?
Çağdaş Gültekin: Eğitim için gittiğim İngiltere’den yeni döndüm. Esasen yazarlık yapıyorum. Suç hikayeleri yazıyorum çoğunlukla. Hikayelerimi yayımlamak için görüştüğüm yayınevleri var şu anda. “Kafasına Göre” dergisinin ilk yazısında da bir denemem yayımlandı.
YG: Samanlıkta İğne fikri nasıl oluştu?
ÇG: Samanlıkta İğne tarzı oyunlar İngiltere’de gerçekten çok popüler. 2006’da ABD’de başlayan bu moda özelikle 2012’den sonra dünyada yayıldı. Türkiye’de de 3-4 seneden beri benzer örnekleri vardı. Ben de yaratıcı bir şeyler arıyor ve yapmak istiyordum. Bu şekilde ortaya çıktı.
Çağdaş Gültekin
YG: Samanlıkta İğne oyunu hakkında çok fazla detay vermek istemediğini biliyoruz. Ancak oyunu tasarlarken neler düşündün ve nasıl hayata geçti?
ÇG: Oyunu sadece eğlendiren değil, mesaj veren de bir oyun olarak tasarladık. Hikâyenin kahramanı tek gözlü bir bilim insanı ve bodrum katındaki evinde herkesten uzakta yıllarca bir proje üzerinde çalışmış ve sonuca ulaşmıştır. Bilginin herkes tarafından ulaşılabilir bir şey olduğuna inanmaktadır ve tüm dünya ile paylaşmaya hazırlanmaktadır.
Ancak bu arada buluşunun petrol şirketleri tarafından yok edileceğini düşünmektedir. Bu nedenle bulduğu yeni enerji kaynağını dünyanın geleceğine inanan bir grup aktiviste anlatmıştır. Tam bu sırada bilim insanı şüpheli bir şekilde öldürülür. Formülün yerini bilen aktivistler ve petrol şirketlerinin adamları peşine düşerler. Bilim insanının evinde sakladığı ipuçlarını bulup petrol şirketlerinden önce formüle ulaşmanız gerekiyor.
Bu ev işte o ev. “Bilim insanının evinde neler olur, nasıl yaşar, kaç odası vardır evin” gibi tüm detayları tek tek düşündüm. Kullandığımız ofis de bir bodrum katı bu nedenle buraya uyacak şekilde dekorasyonu düzenledim. Dekorasyonu düzenlerken, arkadaşlarımdan ve çevremden yardım aldım. Oyunu deneme amaçlı oynayan bir grup tanıdıklar ve tanımadıklardan oluşan gruplar da düzenlemede yardımcı oldu. 1,5- 2 ay süren bir süreç içerisinde hızla tamamladık ve geçtiğimiz ay resmi olarak açılışını yaptık.
YG: Gerçekten evin içinde samanlar ve iğne mi var?
ÇG: Hayır ancak içeri girdiğinizde bulmacalarla dolu bir yerde buluyorsunuz kendinizi. Kafanız karışmasın ismiyle.
Oyun sırasında oyuncuların telsiz ile ipucu alma imkanları da var
YG: Peki nasıl oynuyoruz?
ÇG: Grup oyunu olduğu için 2-5 kişilik gruplar alıyoruz ve bir saat süre içerisinde bulmacaları çözüp, formülü ele geçirmeye çalışıyorsunuz. Arada ipucu haklarınız da var tabii, telsizle bizden yardım alabilirsiniz.
YG: Oyuna kimler gelsin ve kaç kez gelsin?
ÇG: Oyuna her yaştan her kesimden insanı bekliyoruz. Ancak özellikle bazı şirketler takım çalışması için tercih edebiliyor gelmeyi. Bir kez oynadığınızda bulmacaları çözmüş oluyorsunuz ancak bunu da geliştirmek ve yenilemek amaçlı planlarımız var.
YG: Peki Samalıkta İğne’ye nasıl ulaşacağız ve oyunu oynayacağız?
Spor Toto 2. Lig ekibi Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’un, ismini ‘Amed Sportif Faaliyetler Kulübü’ olarak değiştirme talebi Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından kabul edildi.
Kulüp Asbaşkanı Nurullah Edemen, TFF’ye isim değişikliği için yaptıkları başvurunun olumlu sonuçlandığını söyledi.
Edemen, daha önce kulübün isminin “Amedspor” olarak değiştirilmesi taleplerinin TFF tarafından, bu isimde başka bir takımın bulunduğu gerekçesiyle kabul edilmediğini hatırlatarak, şu ifadeleri kullandı:
“TFF tarafından gelen uyarıları dikkate alarak yeni girişimler başlatıp, kulüp olarak Amed Sportif Faaliyetler Kulübü’nü TFF’ye önerdik.TFF de bu ismi değerlendirdi ve kabul etti. Yeni sezonda Amed Sportif Faaliyetler Kulübü olarak liglerde mücadele edeceğiz.”
Edemen, kulübün renginin yeşil, kırmızı ve beyaz olarak düzenlendiğini duyurdu.
Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK), TFF’nin onayı olmadan geçen sezon “Resmi internet sitesi içerisinde tescilli isim ve amblemi haricinde farklı bir isim ve amblemin kullanılması suretiyle talimatlara aykırı davranıldığı” gerekçesiyle kulübe 10 bin TL para cezası vermişti.
Mersin Kadın Emeği Kolektifi yaptığı yazılı açıklama ile tüm etnik grup, sınıfsal yapı, inanç, cinsel kimlik ve yapılar içinden kadınları barış bloklarında yer almaya çağırdı.
#BarışaİhtiyacımVar mesajıyla sona eren açıklamanın tam metni şu şekilde;
“”Biz kadınlar yıllardır barış için örgütlendik. Barış için ses çıkardık. Çünkü biliyoruz ki savaş en çok bizleri vurur. Çünkü biliyoruz ki ataerkinin bedenimiz üzerindeki saldırısı, savaş dönemlerinde daha da katlanır ve yıkıcılaşır. Çünkü biliyoruz ki savaş koşulları, “vatan”ı dişi ve fethedilmesi gereken; “siyasal egemenlik”i ise erkek ve fetheden olarak kodlar ve bilinci tekrar inşa eder. Savaş, mevcut toplumsal rolleri daha da derinleştirir, biz kadınları tüm dünyanın ezilenleri durumuna hapsetmeye yarar, köleleştirir. Özellikle kadınlar üzerinde onarılamayacak, geri döndürülemeyecek fiziksel ve duygusal tahribatlara yol açar. Ve bu yıkım yine egemen sınıfların ve egemen cinsiyetin işine yarar.
Şu günlerde başta Suriye’de olmak üzere Ortadoğu’da emperyalist müdahalelerle bir savaş yayılmakta. Özellikle kadınları meta ve köle olarak gören IŞİD (DAİŞ) kanımızı donduran bir vahşilikle bize yaklaşıyor. Özsavunmanın ve kadınların örgütlülüğünün temsili olarak Rojava devrimi ise bu yangın yerinde ayrıca bize umut veriyor.
Patriarkal Kapitalizmin Türkiye’deki temsilcisi olan AKP
Türkiye halklarının yıllardır tüm bu yanı başımızdaki yangın yerine rağmen tesis etmeye çalıştığı barış ise bugünlerde AKP hükümeti tarafından ilk gözden çıkarılacak şey! AKP’yi biz kadınlar, zaten yıllardır cinsiyetçi ve kadın kırımına destek sunan politikalarıyla biliyoruz. Patriarkal Kapitalizmin Türkiye’deki pervasız temsilcisi olan AKP, bu kez hiç gözünü kırpmadan bizi savaşın içine çekmekte. Suruçta ki katliam bu acımasızlığın boyutlarını en acı bir biçimde yaşattı bize. Onlarca genç insan bu kirli politikanın gözü dönmüş uygulayıcılarının emriyle hayatlarından oldular. Bu katliamla bir kez daha ülkede yeni bir kaos dönemi oluşturup muhalif, özgürlükçü herkesi hedef haline getirme peşinde sınır tanımayacaklarını gösterdiler. Ancak özgür bir hayat peşine düşenler barış içinde bir yaşamı kurana kadar bir araya gelmekten mücadele etmekten ölümü değil yaşamı savunmaktan geri durmayacaktır.
Kadınlar, barış bloklarına
Biz yıllardır barış diyoruz, evet. Çünkü biliyoruz ki bu savaşa dur diyemezsek, kalıcı demokratik bir barışı öremezsek savaşı çıkaranlar durmayacak, çıkarları için yaşamı tüm canlılar için eziyete dönüştürecek. Canlılar katledilmeye, doğa tahrip edilmeye devam edecek. Özellikle kadınlar en ağır bedelleri ödemeye devam edecek. Bu sebeple kadınların “barış” mücadelesine katılımı tıpkı özel alanın politikliği gibi politik bir durumdur.
Biz kadınlar, pasif bir barış söylemi için sesimizi yükseltmiyoruz. Her türlü farklılıklarımızla, kırıma uğramadan, şiddete uğramadığımız, emeğimiz sömürülmeden yaşayabileceğimiz bir dünya için verdiğimiz mücadelemizi yükseltebileceğimiz, kalıcı demokratik ve onurlu bir barış ortamı istiyoruz.
Savaş karşıtı mücadelenin feminist rengi belirginleşmeli. Kadınlar kendi özgür iradeleri ile kendi sözlerini kurmalı. Nasıl bir barış istediğini dillendirmeli. Barışın artık nefes almak kadar gerekli ve acil olduğunu anlatmalı. Kadınlar barış mücadelesinin kurucu ve yürütücü gücü olmalı. Tam da bu sebeple; farklı etnik grup, sınıfsal yapı, inanç, cinsel kimlik ve yapılar içinde var olan kadınları Türkiye’de etkin bir barış mücadelesi vermek ve barışı kalıcılaştırmak için oluşturulan Barış Bloklarinda yer almaya ve cesaretle ses çıkarmaya çağırıyoruz.
Kamp Armen nöbetini sürdüren Nor Zartonk tarafından yapılan açıklamaya göre, dün gece saat 23.30 sularında, kampa saldırı düzenlendi. Nöbet tutanlardan iki kişi yaralandı.
Nöbetin 100. gününde gerçekleşen saldırıya ilişkin Nor Zartonk açıklamasında şu bilgilere yer verildi,
“Günlerdir devam eden tacizlerin ardından, 13.08.2015 Perşembe, Kamp Armen Direnişi’nin 100. gününde gece saat 23:30 sularında Kamp Armen’e yönelik faşist bir saldırı gerçekleşmiştir.
“İki araç ile Kamp Armen’in kapısına gelen şahıslar, Kamp Armen’de nöbet tutmakta olan yoldaşlarımıza sopalarla saldırmıştır. Saldırı bertaraf edilmiş, bu esnada iki arkadaşımız darp edilmiştir.
“Soykırımcı zihniyetin bir tezahürü olan bu saldırıların direncimizi kıramayacağını ve Kamp Armen Direnişini aynı kararlılıkla sürdüreceğimizi kamuoyuna duyuruyoruz. Tüm dostlarımızı Kamp Armen Direnişi’ne destek vermeye bir kez daha davet ediyoruz.”
Polisin saldırı sonrası Kamp Armen önünde beklediği de gelen bilgiler arasında.
Bursa kentinin merkezindeki Demirtaş mahallesine yapılmak istenen “DOSAB Termik Santrali” ne karşı 13 Ağustos Perşembe günü (dün) DOSAB Bölge Müdürlüğü önünde toplanan “DOSAB Termik Santralına Hayır Platformu” üyeleri bu santrali istemediklerini ve yapılmaması için sonuna kadar direneceklerini bir kez daha ifade ettiler.
Platfrom üyeleri ve doğa koruma aktivistleri daha önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 23 Temmuz 2015 tarihinde ÇED raporu onaylanmasının hemen ertesinde 30 Temmuz’da Heykel’de toplanmış ve “Bakanlık onayladı, biz onaylamıyoruz” diyerek ÇED raporunu kabul etmediklerini belirten bir basın açıklaması yapmışlardı.
DOSAB Bölge Müdürlüğü önünde düzenlenen yürüyüş ve basın açıklamasına CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal ve HDP Bursa Milletvekili Asiye Kolçak‘ın yanısıra yöre halkı ve çocuklar da katıldı.
“Yeşil Bursa Kara Bursa Olmasın!” başlığı ile yapılan basın açıklamasını Ziraat Odası Başkanı Ertuğrul Aksoy okudu.
Basın açıklamasını Ziraat Odası Başkanı Ertuğrul Aksoy okudu
DOSAB Termik Santraline Hayır Platformu üyeleri tarafından önümüzdeki günlerde ÇED raporunun iptali için dava açılacağının da belirtildiği eylemde okunan basın açıklamasının tam metni şu şekilde;
“Yeşil Bursa Kara Bursa Olmasın!
Çocuklar da geleceklerinin karartılmaması için termik santrale karşı ses çıkarttı
Bilindiği gibi; DOSAB Ölüm Santralı Projesinin ÇED Raporu, Bursa’da yaşayanların bütün itirazlarına rağmen Çevre Bakanlığı tarafından kabul edildi.
Çevre Bakanlığı, Bursa’nın göbeğinde yılda 524 bin ton kömür yakacak bir tesise, bilim insanlarının ve akademik meslek odalarının bütün bilimsel kanıtlarını hiçe sayarak olumlu görüş verdi.
Hükümet ve Çevre Bakanlığı bu tutumuyla bir kez daha halkın değil, sermayenin yanında olduğunu ortaya koydu; DOSAB’da bulunan 100 patronun çıkarı için, yüz binlerce yurttaşın sağlığının olumsuz etkilenmesine göz yumdu.
Bursa kent merkezine kömürlü termik santral yapılması bir kent cinayetidir. Güzel Bursa’mızın içindeki insanlarla birlikte ölüme gönderilmesidir.
BİZ BURSA’DA YAŞAYANLAR, BU KENT CİNAYETİNE İTİRAZ EDİYORUZ!
Yeşilliğiyle anılan Bursa, KaraBursa olarak anılmasın istiyoruz!
Bu cinayete karşı durmak için DOSAB’da Termik Santrala Hayır Platformu olarak, sonuna kadar direneceğiz!
DOSAB Ölüm Santralı yüzünden gebeler etkilenmesin diye direneceğiz!
DOSAB Ölüm Santralı yüzünden çocuklarımız hastalanmasın diye direneceğiz!
DOSAB Ölüm Santralı yüzünden hemşerilerimiz erken ölmesin diye direneceğiz!
Halkız biz; DOSAB Ölüm Santralını yaptırmamak için sonuna kadar direneceğiz!
Yemeğini bitirmezsen arkandan ağlar! Türkiye’de gıdaya erişimi olan şanslı kesimin büyürken sıkça duyduğu sözler bunlar. Anne ve babaların tabakta yemek kalmaması için diretmesi sadece çocuklar yemeklerini tam yesin ve sağlıklı olsun diye değil, aynı zamanda ekmeğin karne ile alındığı dönemi gören neslin, çocuklarına gıdaya saygıyı ve israf etmemeyi öğretme çabası. Artık ekmek karneyle alınmıyor, istediğimiz an ekmek alabiliriz. O kadar ki Türkiye’de üretilen ekmeğin %5,4’ü çöpe gidiyor, bu da günde 4,9 milyon adet ekmeğin çöpe gitmesi anlamına geliyor.[1] Anlaşılan bir önceki neslin israf etmeme çabaları hızlı tüketim karşısında etkisiz kaldı.
Hem hızlı tüketiyoruz hem de hızlı yaşıyoruz; meyve ve sebzeyi manavdan, eti kasaptan, ekmeği fırından almaya vakit ve sabır yok artık. Mahallelerden çıkıp toplu konutlara, rezidanslara ve sitelere taşınan yaşamlarda esnafa yer yok. Tüm ihtiyaçların bir arada bulunabileceği süpermarketlerden haftalık toplu alışverişler yapılıyor, böylelikle en kaliteli ürünün en ucuza alınabileceğine inanılıyor. Tüketicileri bu inanca sürükleyen de yine süpermarketler.
Gıda alışverişlerinde semt pazarlarının veya manav, kasap, peynirci, fırın gibi belli gıda ürünleri üzerine “uzmanlaşmış” esnafın tercih edilmesinin nedeni en kaliteli ve taze gıdaya erişebilmek. Bunu bilen süpermarketler esnaftan alışveriş yapan tüketicilerin alışveriş alışkanlıklarını değiştirmek için sattıkları gıdanın kalitesini ve tazeliğini öne çıkarıyor. Türkiye’nin en büyük perakendecilerinin hepsinin birer “Tarladan Rafa” projesi var; Migros 30 saat[2] içerisinde, Carrefour 36-40 saat[3] içerisinde ürünleri tarladan raflara getirerek müşterilerinin kalite ve tazelik beklentilerini en üst düzeyde karşılamayı hedefliyor.
Kalite standartları ise görsel olarak meyve ve sebzenin görsel güzelliğiyle bağdaştırılıyor. Bu yüzden iki bacaklı havuç, iki kafalı patates, yamuk yumuk elma, her ne kadar kaliteli ve tüketilebilir olsa da, güzel olmadığı için süpermarketlerin satın alma kriterlerine uymuyor ve çöpe gidiyor. Tüketici o kadar şartlanmış ki Türkiye’nin evladiyelik pembe domatesinin “domates gibi olmayan” garip şekli yüzünden alıcı bulamadığı oluyor. En güzel ürünü satın almaya şartlanan tüketici süpermarketlerden yapılan haftalık alışverişlerden arta kalan meyve ve sebzelerin tüketilebilirliğini de tahayyül edemiyor, buzdolaplarında unutulan gıdalar öğrenilen kalite kriterlerine uymadığı için çöpü boyluyor.
Türkiye mutfaklarında en çok tahıl ve tahıl ürünleri, sonra sebze, sonra da bakliyat ve meyve tüketiliyor. Et ve balık tüketimi özellikle yüksek fiyatları nedeniyle oldukça kısıtlı. Bu nedenle evlerde et ve balık israfı %3 iken, evlere giren tahıl, bakliyat, meyve ve sebzenin %16’sı çöpe gidiyor.[4]
Bir başka yerde ise bir grup insan kasalarca hafif kırmızılaşmış biberlere, yumuşamış domateslere ve pörsümeye başlamış ıspanaklara bakıp bu akşam ne pişirsek diye düşünüyor. Bombalara Karşı Sofralar, manavlardan atılmak üzere ayrılmış ama yenebilir meyve ve sebzeler toplanarak vegan yemekler pişiriliyor, sofraya gelen herkesle bu yemekler ücretsiz paylaşılıyor. Sofralar’dan bir kişi meyve ve sebze toplarken hiç zorlanmadıklarını belirterek “Biz Beyoğlu civarındaki beş-altı manavı gezerek çöp diye ayırdıklarından 100 kişiye yetecek yemek çıkarıyoruz. Kim bilir Türkiye’nin tüm atık gıdaları kaç kişiyi doyurur” diyor.
Cevap: Çok fazla kişiyi
Türkiye dünyanın en büyük 4. sebze, 10. meyve üreticisi. Dünyada bir yılda üretilen sebzenin %2,5’i, meyvenin %2’si Türkiye’de üretiliyor.[5] Öte yandan “çirkin” gıdalar; “tarladan rafa” taşıma esnasında iyi paketlenemediği veya korunamadığı için kayıp olan gıdalar; küçük çiftliklerde yeni teknolojilere ayak uyduramayan, yetersiz insan kaynağıyla üretim yapan eski nesillerin verimsiz tarım uygulamalarından kaynaklanan kayıplarla birlikte sofralara gelene kadar toplam meyve ve sebze kaybı yılda 2,4 milyon ton sebze, 880 bin ton meyve oluyor.[6]Bu miktar Orta Afrika ülkelerinin bir yıllık toplam sebze üretimine denk.[7]
Türkiye’de gıda israfı:
Türkiye’nin toplam ekin, hayvan ve balık tedarikinin %53’ü hasat sonrasında daha tüketiciye ulaşamadan kayıp oluyor. Türkiye bu yüzdesiyle Dünya gıda kaybı sıralamasında Malavi’den sonra sondan on birinci.[8] Dünyanın gıdasını üreten Türkiye dünyalar kadar da israf yapıyor. Bir taraftan yetersiz teknoloji yatırımları, az insan kaynağı ve belirsiz gıda kalite ve güvenlik standartları yüzünden üretilen gıda ürünlerinin yarısı tüketiciye ulaşmadan heba oluyor. Diğer tarafta nüfusun %99,5’inin gıdaya ulaşabildiği Türkiye’de hem gıda güvenliği bir sorun olmadığı için hem de artan tüketim gücüyle iş yeri, otel, üniversite, yurt ve ev mutfaklarında gıda israf ediliyor.[9]
Gıda israfına karşı bugüne kadar yapılmış en kapsamlı kampanya Toprak Mahsülleri Ofisi’nin “Ekmeğini İsraf Etme” kampanyası. Bu kampanyayla günde 1 milyon 50 bin ekmek çöpe atılmaktan kurtarıldı. Bunun dışında artan yemekleri hayvan barınaklarına gönderen yemekhaneler veya organik atıkları biogaza ve komposta çevirmek üzere toplayan kurumsal sosyal sorumluluk projeleri var.
Oysa israfı önlemek için sadece -devlet veya özel- kurumsal vicdanlara bağlı değiliz. Değişim insanda başlıyor. İstanbul gibi büyük şehirlerde bile mahallelerde bostanlar kuruluyor; bombalara karşı sofralarda, yeryüzü sofralarında, çerçöp çorbacılarda yemekler paylaşılıyor. Sürdürebilir bir yaşam adına gıda israfını engellemek için üretimin bir parçası olmak, yerel üretileni tüketmek, tüketimi planlamak, atmamak, atılanı hep beraber değerlendirmek ve paylaşarak çoğaltmak yani tüketiciden türeticiye evrilmek de bizlere düşüyor.
Kaynaklar:
[1] Toprak Mahsülleri Ofisi, Türkiye’de Ekmek İsrafı Araştırması, Aralık 2013
Jens Anker tarafından Berliner Morgenpost‘ta yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cana Ece Mungan‘ın çevirisiyle sunuyoruz.
***
Berlin Belediyesi’ne bağlı atık toplama ve taşımadan sorumlu bir şirket olan “Berliner Stadreinigung” (BSR), yabani ot ilacı glifosat maddesinin kullanımından vazgeçmeyeceğini belirtti. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), yapılan araştırmalara ait bilimsel verilerin değerlendirilmesi sonucu glifosatın “muhtemel karserojen” olduğunu açıkladı. Şimdiye kadar sakıncasız olarak görülen bu pestisitin Avrupa’daki ruhsat geçerlilik süresi bu sene bitecek.
Fotoğraf: Rainer Jensen / pa/dpa
Yeşiller Parti Grubu Doğa Koruma Uzmanı Altuğ, “Berlin Senatosu glifosatı engellemeli”
Yeşiller Parti grubu doğa koruma uzmanı Turgut Altuğ
Almanya Yeşilleri, herbisit kullanımının kaldırılmasını talep ettiler. Parti grubu doğa koruma uzmanı Turgut Altuğ, “Berlin Senatosu’nun glifosatın Berlin’de kullanımının önüne geçmesini talep ediyoruz.” diyor ve ekliyor, “Senato, Berlinlileri bu sağlık riskiyle daha fazla karşı karşıya bırakmamalıdır. Bu, senatonun yeni alternatif arayışına girmesi için kayda değer bir konu teşkil etmektedir.”
BSR, yaya kaldırımlarının temizlenmesinde glifosat içeren “Roundup Roto” adlı ilacı az miktarda kullandığı iddiasında. Şirket sözcüsü Sebastian Harnisch, “Rotofix olarak adlandırılan prosedürde Roundup Roto özel bir silindir ile yabani bitkilere sürülmekte, ilaç püskürtülmemektedir” diyor. “BSR bu sene bu işlemi aşaği yukarı 150 kilometre çalışma yolunda gerçekleştirmiştir.” BSR yılda toplam 520,000 kilometre kaldırım çalışması yürütüyor.
Herbisitin, Berlin Bitki Koruma Dairesi‘nin onayı üzerine kullanıldığı ve sadece bu işlem hakkında özel eğitilen çalışanların görevlendirildiği belirtiliyor. “Herbisit kullanımındaki silindirler maddenin toprağın altına inmesini önlüyor. Bu nedenden dolayı herbisiti yağış zamanlarında kullanmıyoruz” diye ekliyor Harnisch. Berlin Çevre Müdürlüğü’ne göre bu herbisitin kullanımı tehlikeli bir madde olmasına rağmen kabul edilebilir. İlacın çoğunlukla kaldırımın binaya yakın kenarlarında kullanıldığı ve diğer mekanik tür işlemlerin masrafının çok yüksek olduğu belirtiliyor. Ayrıca bazı bitkilerin de yok edilmeye karşı çok inatçı oldukları öne sürülüyor.
Glifosat ilk olarak Amerikalı şirket Monsanto tarafından dünyaya ‘Roundup’ adıyla pazarlanmış ve bugün en çok satılan yabani ot ilaçlarından biri olmuştur. Bugün bu maddeyı içeren çok sayıda ürün bulunmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü şimdiye kadar maddeyi sakıncasız olarak değerlendirmişti. Fakat şimdi fikir değiştirdi. Lyon’da konumlanan Uluslararası Kanser Araştırma Kurumu (IARC) Mart 2015’te bu yabani ot ilacını “muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırıldı. Buna İsveç ve Kanada’da gerçekleştirilen yeni araştırmalar yol açtı.
Bu yeni araştırmalarda insanların sağlık durumunun maddeyle temas sonrası ne denli etkilendiği araştırıldı. Temasta bulunan kişilerde kötü huylu lenf sistemi hastalıklarına yakalanma riskinin daha yüksek olduğunun tespit edildiği açıklandı. Ayrıca Dünya Sağlık Örgütü’nüne göre glifosatın fareler ve sıçanlarda tümöre yol açtığına dair artık yeterince kanıt bulunmakta.
Harnisch “Glifosata dair tartışmalar çerçevesinde BSR Rotofix alternatifleri araştırmaktadır.” diyor. Su buharı ile yapılan bir testin istenilen sonuçları ortaya çıkarmadığını belirtiyor. “Halk bizden kaldırım yollarındaki yabani otları etkili bir şekilde temizlememizi beklediğinden şimdilik Rotofix prosedürüne devam edeceğiz.” Berlin bitki koruma yasasına göre bitki koruma ilaçları açık alanlarda sadece tarım, ormancılık ve bahçecilik amacıyla uygulanabilir.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Mardin-Nusaybin devlet hastanesinde özel harekat polislerinin Doğan Haber Ajansı (DHA) muhabiri Ahmet Akkuşile Anadolu Ajansı (AA) muhabiri Arif Altunkaynak’a saldırmasına tepki göstererek kınadı.
Gazeteciler Cemiyeti, açıklamasında “Bugüne kadar sürdürülen ‘gazeteciye yönelik polis şiddetine cezasızlık’ politikasından vazgeçilmesi için iktidarı ve Meclis’i göreve çağırıyoruz” dedi.
“En kısa sürede ülkede barışın yerleşmesini ve provokasyonların son bulmasını diliyoruz” açıklaması yapan TGC bu süreçte olayları izleyen gazetecilerin her gün saldırıya uğradığına dikkat çekti.
Mardin Valisi Ömer Faruk Koçak’tan olayın sorumlusu özel harekat polislerine gerekli cezanın verilmesi için soruşturma başlatmasını isteyen TGC açıklamasında “Son yıllarda yaşanan her şiddet olayının ardından sorumluların bulunması için harcanacak çabayı gazetecilere saldırarak kullanan güvenlik güçlerine karşı yasal yaptırımın uygulanmasını bekliyoruz” ifadesi yer aldı.
TGC bugüne kadar sürdürülen gazetecilere yönelik polis şiddetine cezasızlık politikasından da vazgeçilmesi için iktidar ve Meclis’i göreve çağırdı.