Halkların Demokratik Partisi (HDP) Parti Meclisi üyesi Bercan Aktaş attığı bir tweet nedeniyle tutuklandı.
Aktaş, devletin TSK tarafından öldürülen PKK’liler için sürekli kullandığı “etkisiz hâle getirildi” sözünü, 16 Ağustos’ta Şemdinli’de PKK’lilerle çatıştığı sırada ölen özel harekât polisi Ahmet Çamur için kullandıktan sonra, savaş yanlılarının sosyal medyada lincine uğradı. Bercan Aktaş daha sonra özür dileyerek sözlerini geri aldı. İroni yapmaya çalıştığını belirten Aktaş attığı özür tweetlerinde savaşın yarattığı psikolojinin hepimizi dağıttığını, barış dilini bırakmaması gerektiğini söyledi.
Yeni Şafak ve Akit gibi hükümet yanlısı basın tarafından hedef gösterilen Aktaş, 17 Ağustos’ta İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi Müdürlüğü ekipleri tarafından gözaltına alındı.
Bercan Aktaş’ın gözaltına alınması üzerine bir soru önergesi veren HDP Diyarbakır milletvekili Altan Tan, İçişleri Bakanı’na “Yaptığı ironik paylaşımdan dolayı yanlış anlaşıldığını belirtip özür dilemesine rağmen Bercan Aktaş’ın gözaltına alınma nedeni nedir?” diye sordu.
Irkçılar ve savaş yanlıları tarafından sosyal medyada tehdit edilen Aktaş, adliyede de ters kelepçe ile tutulmak istendi, bu duruma itiraz eden avukatlara ise polis saldırdı. Mahkeme, Bercan Aktaş’ın tutuklanmasına karar verdi.
Aktaş, kararla ilgili olarak “Bu ülkede kararlar adalet sarayında değil kaçak sarayda alınıyor. Ama ne olursa olsun mutlaka barış kazanacak” dedi.
Diyarbakır Valisi ile görüşen heyet adına açıklama yapan Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, “Silvan’da kelimenin tam anlamıyla savaş var” diyerek, daha vahim bir durumun yaşanmaması için sivil toplum örgütlerine ve tüm kesimlere “harekete geçin” çağrısı yaptı.
AKP’nin savaş gücü polis ve askerlerin katliam girişimine devam ettiği Silvan’da incelemelerde bulunan HDP Diyarbakır Milletvekili Ziya Pir, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Silvan Belediyesi Eşbaşkanı Aysel Bodakçı, HDP Diyarbakır İl Eşbaşkanı Gülşen Özer ve sivil toplum örgütü temsilcilerinden oluşan heyet, Diyarbakır Valisi Hüseyin Aksoy ile görüştü. Operasyonların durdurulması amacıyla Vali Aksoy ile görüşen heyet, görüşmenin ardından valilik binası önünde açıklama yaptı.
Heyet adına konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Valinin olumlu tavrının sonucunu görmek istediklerini dile getirdi.
“Silvan’da kelimenin tam anlamıyla savaş var” diyen Kışanak, çocuk ve yaşlıların bulunduğu mahallelerde patlamaların yaşandığını söyledi. Kışanak, “Buradaki operasyonu asker yönetiyor. Sivillerin, çocukların ve yaşlıların bulunduğu mahallelerde patlamalar yaşanıyor. Bu mahallelerde ağır silahlar kullanılıyor. Başta Vali ve Ankara’yı bu operasyonun bitirilmesi noktasında sağduyuya çağırıyoruz. Önümüzde sayılı saatler var” diye konuştu. Daha vahim durumların yaşanmaması için başta sivil toplum örgütleri olmak üzere tüm kesimlere çağrıda bulunan Kışanak, “Tüm kesimlerin, daha vahim bir durumun yaşanmaması için harekete geçmesi gerekir” dedi.
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Ekoloji Komisyonu vee Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nin (MEH) daveti üzerine Amed’den başladığımız orman yangınlarını yerinde tespit turunun ikinci gününe Şırnak’tan başladık.
Yola 16 Ağustos Pazar günü sabahı Diyarbakır DTK Binası önünden çıktık
Bizi misafir eden İHD Şırnak Genel Sekreteri Ekrem Ertaş ile birlikte ilk durağımız Şırnak Belediyesi idi. Ekibin kadınları ile orada buluşup Şırnak Belediyesi Parkı’na geçiyoruz yerelden insanlarla orman yangınları konusunu görüşmek için.
Şırnak Belediyesi Parkı
İlk açıklamayı DTK Ekoloji Komisyonu’ndan Şehbal Şenyurt Arınlı yaparak kim olduğumuzu ve amacımızı özetliyor. Bir komisyon kurulacağından, bu komisyonun ön raporunun 3 bölgeyi (Amed, Botan, Dersim) dolaşarak durumu yerinde tespit eden ve Türkiye’nin her tarafından gelen ekolojistler tarafından hemen tur bitimi hazırlanacağını belirtiyor. Asıl rapor ise her yerelin kendi içinde örgütlenmesi sonucu DTK ve MEH ortaklığında ortaya çıkacak. “Yangınlar nerelerde çıktı, Kimin ne zararı var, Yanan bölge tapulu mu değil mi, Hayvan türleri ve bitki çeşidi hakkında bilgi var mı, hayvan ve bitki örtüsü kaybı ne kadar” gibi sorulara yanıt aramak için bu turu planladıklarını dile getiriyor Arınlı.
Şırnak’ta Belediye Parkı’nda gerçekleşti toplantı
İHD Şırnak’tan Mucip Erdem, “Peki biz size, “Şu bölgede orman yangını başladı” bilgisini verirsek sizin ne gibi bir desteğiniz olacak?” sorusunu yöneltiyor.
Arınlı’nın yanıtı, “Burda bir yangın çıktığında ülkedeki tüm ekolojistleri harekete geçirme imkanımız olacak” şeklinde geliyor. Yırca’da zeytin ağaçları köklerinden kesildiğinde DTK Ekoloji olarak Kobane sınırına zeytin ağaçları diktiklerini anımsatarak Türkiye çapında her ekolojik oluşumun kendi yerel eylemini hayata geçirerek Şırnak’ta olanı ülke ve dünyayla paylaşabilmesinin önemini vurguluyor.
DTK Ekoloji’den Şehbal Şenyurt Arınlı orman yangınlarını yerinde inceliyor
İHD Şırnak Şube Başkanı Emirhan Uysal ise yanan her ağaç ölen her hayvanla kendisinin de öldüğünü söylüyor. “Orda sadece bir ağaç yanıp, bir hayvan ölmüyor. her ağaç ve her hayvan ekosistemin bir parçası , burdaki yangınla ekolojik denge altüst oluyor” şeklinde konuşuyor.
Batı’da (Türkiye’nin batısı) nerde yangın çıkarsa çıksın medyanın günlerce, “Ciğerlerimiz yanıyor” manşetleri ile durumu kamuoyu ile paylaştığını anımsatan Uysal, “Türkiye’nin batısını da geçtim. Geçtiğimiz günlerde ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki yangını Türkiye medyası canlı olarak verdi. Peki Cudi’de, Dersim’de, Lice’de çıkartılan orman yangınlarına karşı neden sessizler” sorusunu yöneltiyor.
Silopi – Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği
Şırnak’tan ayrılıp Silopi’ye doğru hareket ediyoruz. Botan Bölgesi’ni ziyaret eden 2. Grup’ta Yeşil Gazete’yi temsil eden benim dışımda DTK Ekoloji Komisyonu‘ndan Şehbal Şenyurt Arınlı, Güner ve Kasım. Mezopotomya Ekoloji Hareketi’nden Nesime Atlı, ÇEHAV’dan Deniz Gedik, Adana HDP’den Hatice Kavran, Rize HDP’den Necmettin Yemiş ve minibüs şoförümüz Mehmet bulunuyor. Milletvekilleri başka bir araçla tura devam edip buluşma noktalarında bize katılıyorlar.
Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği ile görüşmemizin ardından Laleş Kültür Sanat Merkezi önündeyiz
Silopi’de durağımız Laleş Kültür ve Sanat Merkezi’nin zemin katında bulunan Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği (CEK-DER). Ekolojist gençler bizi kapıda karşılıyor. Aynı zamanda matematik öğretmeni olan CEK-DER Başkanı Fadıl Tay, Yeşil Gazete’den olduğumu öğrenince bir süre önce termik santrallerin yıkımı ile ilgili gözlem yapmak üzere bölgeye gelen Yeşil Gazete yazarı Özgecan Kara‘nın ziyaretini anımsatıyıor bana. Özgecan’ın iki bölüm halinde yayınladığımız, “Biz Çok Seviyoruz Cudi Dağı’nı” yazılarına buradan erişebilirsiniz.
Tay, Silopi’ye yaklaşım 35, 40 dk mesafede bulunan Görümlü (Besbin) Beldesi‘ne gitmemiz gerektiğini söylüyor. “Dün bile orda yangın vardı” diyen Tay, yangınların 2, 3 hafta önce birçok bölgede aynı anda başladığını dile getiriyor. Bu ifadeyi bir gün önce Nusaybin’de, aynı günün sabahı Şırnak’ta, Silopi’nin ardından ziyaret ettiğimiz Görümlü ve Eruhta da duymamız aynı kanıyı oluşturuyor ekipte. Emir, belli bir günde belli bir merkezden geldi ve pek çok yerleşim merkezinde aynı anda uygulamaya geçildi.
Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği’nde Levent Coşkun imzalı “Termik nasıl öldürür” çalışması
Yangın tahribatının en çok olduğu köylerin Slip (Damlaca) ve Bliga (Ballıkaya) Köyleri olduğunu vurgulayan Fadıl Tay, Bliga’nın bir Asuri Köyü olduğunu ve bölgeye arazi satın alarak yerleşen Petrus Karatay‘ın 4.500 ağacından 3.000’nini yangın sırasında kaybettiğini belirtiyor.
Cudi’de asıl derdin orman yangınlarından ziyade Termik Santraller olduğunu söyleyen Tay, Turgay Ciner’in sahibi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadının (Berat Albayrak) da ortakları arasında olduğunu ifade ettiği Ceytaş’ın saatte 60 ton kömür çıkardığını, sahip ve ortaklarına günde 1 trilyon lira kar getiren işletmenin bölgeyi yaşanmaz hale getirdiğini aktarıyor.
Cudi’de açık kuyu sistemi ile kömür çıkartıldığını ve dağların kelimenin tam anlamı ile eritildiğini de sözlerine ekleyen Fadıl Tay, “Kömür yataklarında asfaltit türü kömür var. Bu en kalitesiz kömür. Üstelik filtreleme sistemi de kullanmıyorlar. İşletmede çalışan mühendis arkadaşımızın bize ilettiğine göre filtreler Ankara’dan denetleme için gelindiğinde o gün için takılıp geri çıkartılıyor” diyor.
Görümlü Beldesi Belediye Başkanlığı
Fadıl Tay’ın önerisi ile hem kendisini hem de dernekten ekolojist arkadaşları da yanımıza alarak Görümlü’ye doğru hareket ediyoruz. Yanımızda CEK-DER’den arkadaşların yanısıra DİHA Silopi muhabiri Sabahattin Koyuncu da var.
Görümlü (Besbin) Belediye Başkanı ile makamında görüştük
Koyuncu, orman yangınlarının hemen sonrasında yangınların en yoğun yaşandığı Ballıkaya ve Aksu Köylülerinin yangına hemen müdahale ettiğini, ardından da 5 gün müddetle 9ar 10ar kişilik gruplarla 12şer saatllik dönüşümlü gece gündüz nöbet tuttuklarını söylüyor.
Görümlü’ye giderken yanından geçtiğimiz bir alabalık tesisini gösterip, “Buranın bir zamanlar tek geçim kaynağı meyvecilikti. Termik Santraller sonrası artık bu mümkün değil. Yöre halkı da çaresiz başka yollar bulmaya çalışıyor kendisine” diyor. Koyuncu, bölgede yetişen ağaçları da Menengiç, İncir, Nar, Dut, Meşe ve Palamut olarak sayıyor.
Görümlü’de Belediye Başkanı Abdulgaffur Rüzgar‘ı makamında ziyaret ediyoruz. Orman yangınları hakkında o da Fadıl Tay ve Sabahattin Koyuncu’dan edindiğimiz bilgileri tekrarlıyor. Bunun yanında Bliga Köyünden ağaçları yanan Petrus Karatay’a askeriye tarafından, “Yangını biz çıkardık” itirafının da yapıldığını sözlerine ekliyor. Rüzgar’ın bize aktardığına göre yangın sonrası tapulu arazisinde binlerce ağacı ve mahsülü yanan Karatay şikayet dilekçesi yazıyor. Bunun üzerine kendisine Çalışkan Hudut Taburu‘ndan konuya ilişkin davet geliyor ve “Bir karaltı göründüğü için üç adet havan topu atıldığı” teyit ediliyor.
İlk gün ziyaret ettiğimiz Nusaybin’deki Mor Yakup Manastırı’nda Rahip Aho ile birlikte
“Havan topundan yangın çıkmaz ama ” diyor Abdulgaffur Rüzgar, “Yangının çıkma sebebi bana sorarsanız aydınlatma fişekleridir. Bu fişekler yere düştükten sonra da yanmaya devam eder.”
Görümlü’de konu boşaltılan köylere yeniden dönenlerin durumuna da geliyor. DİHA Silopi muhabiri Koyuncu, hava saldırıları başlamadan birgün önce Ballıkaya Köylüleri ile “Köye yeniden dönüş” haberi için röportajlar yaptığını, haberini ertesi sabah yazarken gerçekleşen saldırılar üzerine yayına alamadığını belirtiyor.
Havan Topları Patlıyor
Görümlü (Besbin) ziyaretimizi gerçekleştirdiğimiz sırada peşpeşe patlayan havan toplarından yükselen dumanlar
13:15’de biz Belediye Başkanı ile görüşürken birden top sesleri geliyor kulağımıza, hem de çok yakınımızdan. Görümlülü ve Silopili olanlar gayet sakin, “İşte yeniden başladı” diyorlar. Top atışlarını seslerinden sayıyorum. 15 dakka içinde bizim yanımızda bulunan tepenin diğer tarafına 9 havan topu atılıyor. Tepenin ardında olduğunu çıkan dumandan tahmin ediyoruz.
Tepenin diğer tarafını görme isteğimizi ise Belediye Başkanı Rüzgar, “Misafirimizsiniz. Orası güvenlik bölgesi ilan edildi. Sizin güvenliğinizi garanti edemeyiz. Bizi bile o tarafa geçsek tararlar” diyerek geri çeviriyor.
Eruh HDP İlçe Başkanlığı
Günün son durağı için Eruh’a doğru hareket ediyoruz Görümlü’den. Eruh yolu için sabahtan bu yana geldiğimiz yolu gerisin geri dönmek durumundayız. Silopi’den Cizre’nin kenarından geçecek, Şırnak’a girmeden hemen önce Eruh’a sapacağız.
Eruh’ta ilk adresimiz HDP İlçe Eşbaşkanlığı oldu
Görümlü’den henüz çıkmışken minibüsü durduruyor CEK-DER’den İbrahim. Onunla birlikte iki kişi daha kavun tarlasına dalıyor. İbrahimlerin kendi tarlası olduğu için kimsenin hakkını yemediğimiz konusunda hemen bir konsensus oluşturuyor, yolun geri kalanına mis gibi kavun kokusu altında devam ediyoruz.
Görümlü’den çıkar çıkmaz kavun hasadımızı da yaptık. Elebaşı tarla sahibi CEK-DER üyesi İbrahim ortada
Eruh’da toplanma mekanımız HDP İlçe Eşbaşkanlığı. Kısa bir toplantının ardından, “Karnınız açtır, yemeğe geçip orda devam edelim” diyorlar ve Nida Ocakbaşı’na geçiyoruz hep birlikte.
Şehbal Şenyurt Arınlı bir kez daha kim olduğumuzu ve amacımızı aktarıyor. Nihai raporun ardından konunun tüm muhataplarına (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman Bakanlığı, Valilik, TSK vsr) suç duyurusunda bulunulacağını, konunun önce Türkiye ardına Dünya gündemine taşınması için çaba harcanacağını söylüyor.
Eruh Belediye Eşbaşkanları Eda Kilis ve Hüseyin Kılıç ile Eruh HDP İlçe Başkanı Gurbet Oktay, bölgedeki yangınların Çırav Dağı çevresinde yoğun olduğunu belirtiyorlar. Yangınların yoğun olduğu köylerin ise Basıxe (Yelkesen) ve Girdara (Ormanardı) olduğu bilgisini iletiyorlar.
Biz orada iken köylerin çevresinde yeniden orman yangını çıktığı bilgisi geliyor. Biran önce gitmek, yangına müdahaleye katılmak istiyoruz. Saatin geç olduğunu (18.00), köy yollarının bozuk olduğunu, oraya varana kadar karanlık çökeceği için güvenlik endişesi olabileceğini anımsatıp Eruh’ta sizi misafir edelim diyorlar. Ekip olarak köylere gitme kararı alıyoruz. Köy yollarının durumu nedeniyle Eruh’tan yöreyi bilen bir arkadaşın şoförlüğünde yola çıkıyoruz.
Girdara (Ormanardı) Köyü
Kıvrım kıvrım ve hayli virajlı yollardan Çirav Dağı’nı tırmanıp ardından benzersiz bir manzaraya sahip ovaya doğru iniyoruz. Hemen karşımızdaki dağın zirvesinde askeri bir garnizon bulunuyor.
Girdara (Ormanardı) köyüne geldiğimizde bize yangın yerine araba ile gidilemeyeceğini, 5 km yürümemiz gerektiğini söylüyorlar yangının söndürülmek üzere olduğu bilgisi ile birlikte. Hava da artık kararmış olduğundan Siirt üzerinden Diyarbakır’a dönüş kararı alıyoruz kısa bir fikir teatisinin ardından.
Girdara (Ormanardı) köyünden Cemal ve HDP Adana’dan Hatice Kavran ile birlikte
Yoldayken Diyarbakır’da 21:00 sonrası sokağa çıkmas yasağı olduğu bilgisi geliyor. Bunu öğrendiğimiz saat ise 22:00 sıraları. Yola devam kararı alıyoruz. 23:20 gibi Siirt il sınırında iken ikinci kez durduruluyoruz kontrol için. “İyi yolculuklar. Kapıyı açabilir misiniz?” diyor tam teşekkül silahlı bir polis memuru ve minibüse binip küçük bir el feneri ile kısaca içeri göz atıyor. O içerdeyken dışardan bir polis, “Nerden nereye gidiyorsunuz?” diyor. “Eruh’tan Diyarbakır’a” diye yanıtlıyor arkadaşlar. “Ne işiniz vardı Eruh’ta?” diyor kinayeli bir sesle memur. “Siz daha iyi bilirsiniz?” şeklinde geliyor yanıt. Minibüsü arayan polis memurunun, “Yola devam edebilirsiniz” diyerek araçtan inmesi ile son buluıyor Eruh muhabbeti.
Gece yarısına doğru Diyarbakır’a girerken herhangi bir kontrol noktasında durdurulmuyoruz. Zaten sokakta insanlar da her zamanki hallerindeler. Olağanüstü bir durum -en azından benim- gözüme çarpmıyor.
İnsan denen varlığın ne kadar kötüleşebileceğine somut olarak temas ettiğimiz, iç dünyamızda derin gedikler açan anlar vardır. Hani öfke ve üzüntü dışında ‘insan olduğumuz için insaniyet namına mahcup olduğumuz’ zamanlar. Ne yazık ki memleketimizde utanma duygusunu yitirmemiş her insan evladının payına bol miktarda düşer o anlardan.
Bir kavram olarak ‘kötülük’ hakkında konuşmak veya kötülük üzerine okumak ile kötülüğü ete kemiğe bürünmüş vaziyette karşınızda görmek arasında daima fark vardır. Dün o kötülük iki fotoğraf karesiyle zuhur etti hayatlarımızda.
Fotoğraflardan biri polis cenazesinden, bayrağa sarılı tabutun başında ülkenin cumhurbaşkanı, bir elini tabutun üstüne koymuş, diğer elinde mikrofonla konuşuyor, yanı başında imam bekliyor ve fonda kocaman bir Türk bayrağı…
Birazdan cenaze namazı kılınacak, şehidin ruhuna Fatiha okunacak ve bir insan toprağa verilecek. Dirlik düzenimizin, toplumsal huzurumuzun ise çoktan ruhuna Fatiha okunmuş durumda. Cumhurbaşkanı başında bekliyor ‘cenazeyi kaldırmak’ için.
Yanına koyduğumuz ise sosyal medyada paylaşılan çırılçıplak soyulmuş ve işkence edilmiş bir kadın cesedi fotoğrafı. Yakıcı bir utanç duygusuyla baktığımız. Hani bakarken ‘Yaratılanların en şereflisi eşref-i mahlûkat denen insanın alçaklığının sonu neresidir’ dediğimiz türden.
Gerçek mimar, aynı devlet otoritesi
Toplumun geniş bir kesimi iki fotoğraf arasında neden-sonuç ilişkisi kuruyor. Yıllardır içinden çıkamadığımız, “Ama onlar da…” diye başlayan cümleler le saplandığımız fasit daire o neden-sonuç ilişkisinde terkip ediliyor.
Oysa her iki fotoğrafın da gerçek mimarı aynı devlet otoritesi. İkisinde de gururla sergiliyor eserini.
Sokak ortasında yatan ölü bir kadın bedeni var, çırılçıplak soyulmuş, işkence edilmiş ve sokağın ortasına atılmış. Bizim birlikte yaşadığımız bazı insanlar o fotoğrafa bakarak mutlu oluyor, gururlanıyor. Belki de “İşte Türk’ün gücü” diyorlar. Ötekine baktıklarında ise öfke ve intikam duygusuyla dolup taşıyorlar.
Gerçek olmasaydı da…
Çıplak fotoğrafın öldürülen bir PKK’ li kadına ait olduğu ben bu yazıyı yazmaktayken teyid edildi; keşke başlangıçta iddia edildiği gibi gerçek olmasaydı. Lâkin yalan, yanlış, montaj bile olsaydı değişmeyecek bir gerçek vardı üzerine durup düşünmemiz gereken: “Az bile yapmışlar”, “O ölü değil leş ve her şeye müstehâk”, “Ortada bunca şehit varken bunlar çok normal” diyenlerin ruh hali ve düşünme biçimi. O düşünme biçimi ve duygu durumunun hangi koşullardan beslendiğini, sıradan insanların bu kadar nefret yüklü şiddeti ve bunun teşhirini nasıl bu kadar normalleştirebildiğini düşünmek durumundayız.
Devlete gelince, fiil hakkında bir açıklama soruşturma yapmak yerine fotoğrafı paylaşanlar hakkında soruşturma başlatmayı tercih etti elbette.
Öte yandan memleketimizde hiç bilinmedik görülmedik türden hadiseler de değil bunlar. Bilakis geçmişte daha kötülerini de duyduk, okuduk. Belki de gördüğümüzde şaşırmamamız, “Yok yahu bu kadarını kimse yapmaz, yalandır o fotoğraf” diyemememiz bu yüzden.
Nasıl olabiliyor?
Bu noktada savaşın bile bir âhlâkı olduğunu, yaptırımlara bağlanmış bir hukuku olduğunu söylemek tekrara girer. Ama gördüğümüze şaşırmamak ve bunları yapabilenlerin motivasyonunu irdelemek meselenin bir tarafı iken, bilgisayarları başında ölü bir kadın bedenine şehvetle saldıranların, aklımız almayacak galiz küfürler eşliğinde alkışlayanların bu kadar çok olması meselenin hâlâ bir miktar şaşırtan, “Nasıl olabiliyor” dedirten tarafı. Aralarında IŞİD çetelerinin kafa kesme videolarını izlerken “Bu nasıl bir vahşet” diyerek tepki gösterenler bile vardır belki kim bilir.
Koca ülke Milgram deneyinde geçiyor adeta
İki fotoğraftan birinde bir tabutun başında elinde mikrofonla konuşma yapan, “Beğenseniz de beğenmeseniz de” diyen devlet var, diğerinde ise devletin ölüsünü çırılçıplak sokağa attığı bir kadın. Her iki fotoğraf da otorite ve bireysel vicdan ilişkisi üzerine önemli sorular barındırıyor içinde. Koca ülke bir deney laboratuvarına dönüşmüş de Milgram deneyinden geçiyor adeta.
1961 yılında, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra Yale Üniversitesi’nde psikolog Stanley Milgram kendi adıyla bugün de hâlâ anılan meşhur deneyini yaptı. Merak ettiği şey şuydu: “Eichmann ve Yahudi Soykırımı’nda yer alan yüz binlerce Nazi sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi?”
Sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçen deneyin sonucunda makalesine şunu yazacaktı Milgram: “Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile otoriteyi çeliştirdim ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının yönetimi doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın ivedilikle açıklama gerektiren en önemli bulgusu.”
Milgram deneyi bir otoritenin talimatına itiraz etmemek suretiyle devre dışı bırakılan vicdan üzerinedir. Lakin vicdan dediğimiz çok katmanlı bir şey olsa gerek ve geldiğimiz nokta şimdi çok daha dipte görünüyor. Savaşın parçası olup düşmanını öldüren biriyle, düşmanının ölüsüne insanlık onuruna aykırı bir muameleyi reva görenin durduğu yer aynı değildir o vicdan katmanları içinde.
Peki ya elinin altındaki bilgisayardan en vahşi yorumları yapan bu coşkun taraftar kitlesini hangi katmana koyacağız? Milgram’ın yaptığına benzer deneyler var mı sosyal medya kullanıcıları üzerinde bilmiyorum. Ama sürdürdüğü steril hayat içinde, ‘şiddetin her türlüsüne karşı olmak’la övünen, sokağındaki kediye köpeğe şefkat besleyen milyonlarca insanın, ‘düşman’ bellediğinin bedeni ve haysiyeti mevzubahis olduğunda, ahlak, merhamet, adalet duygusu gibi ne kadar insana özgü haslet varsa hepsini bir kenara bırakabilmesini sadece ‘savaşta tarafı olmak’la açıklayabilir miyiz, çok emin değilim.
Biz kadınların onurunu çigneyen…
Savaşın ilk kaybedeni masumiyettir türünde bilindik cümleler kurmayacağım ama görünen o ki sıradan kötülüğümüzün eşiği devlet politikasının dâhi ötesine geçmiş durumda. Erkek iktidarının çırılçıplak bırakarak sokağa attığı beden değildir biz kadınların onurunu çiğneyen, bunu gördüğünde iyi hissedebilenlerle, “İyi olmuş” diyenlerle aynı yeryüzünde yaşamak mecburiyetidir.
“Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” cümlesini çok duyduk biz bu ülkede, hâlâ da duymaya devam ediyoruz. Başkalarının evlatlarını savaşıp ölmesi gereken teferruatlar olarak gören devlet zihniyeti yerinde duruyor. “Her şey teferruat” diyelim bu dibine doğru yer aldığımız bataklıkta; insan hayatı, insan onuru, adalet, merhamet, masumiyet hepsi teferruat…
Devletlerin kendi işledikleri suçlardan utanıp özür dilediği örnekler var ama bizimki onlardan biri değil, bu aşikâr. Peki ama bizim sıradan insanlar olarak kendi utanma duygumuza ne oldu? Utancı hangi dönemeçte bıraktık da insan olmakla aramıza bu kadar derin bir mesafe koyduk? Şefkat duygumuz, utanç duygumuz olmadan, bütün bu kurgunun asıl sahibi otoriteyi sorgulamadan bu kabustan uyanabileceğimizi düşünen var mı?
Sınırın öte tarafına geçip bu yana bakmak hep tuhaf bir histir. Doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız, toprağına bastığınız, kaldırımını çiğnediğiniz, dostlar, arkadaşlar edindiğiniz, insanları sevindirdiğiniz, incittiğiniz, gurur veya pişmanlıklar duyduğunuz bir yer, sizi aç bırakmış ya da karnınızı fazlasıyla doyurmuş bir yer, karşıdaki. Ne olursa olsun, sizin yeriniz işte… Sınırlar, pasaportlar, asık suratlı polis memurları, nöbetçi kulübelerinin ardından bakınca neden farklı gözükür?
Hele aradaki kapalı bir sınırsa, hem durum hem hisler daha da tuhaflaşıyor.
Biz, yaşadığı toprakları hiçbir zaman tam anlamıyla kendi yeri hissedememiş bir toplumun fertleriyiz. Toplum olamayışımızın bir sebebi bu. Evet, hâlâ!
Yaşadığımız yerle aramızdaki mesafenin sebebiyse çeşitli – yaygın kanaate göre.
Oysa bir tek basit sebebi var: Bu toprakları birileriyle paylaşıyorduk, paylaşıyoruz; bu topraklar hepimiz burada olduğumuz için bu topraklardı; biz paylaşmak istemeyince kanla sulandılar, lanet çöktü üzerlerine, oralı olmadık, dokunmaz, zarar vermez, dedik, verdi, anlamadık, kanlı toprak havayı bozdu, yine de içimize çektik, suyu zehirledi, yine de içtik, hastalandık. Hastalığın en kötü yanı, hastanın hastalandığını fark etmeyişiydi.
Bir kâbus âleminde sürdü hayatımız. Kurtuluşu öğrenilmiş cehalette bulduk.
Cehalet bizi kurtarmadı. Abdülhamid’in Hamidiye Alayları kurması ve eli kanlı karikatürlerinin yapılmasıyla, Atatürk’ün idam edilmiş soykırım suçlusunun kızlarına “Ermeni evi” verdirtmesi arasındaki bağlantıyı görmeyen, bulmayan, kurmayanlar olarak, iki takıma ayrılıp aramızda maç yapmaya koyulduk.
Bugün Türkiye-Ermenistan sınırının niye kapalı durduğunu mâkûl şekilde izah edebilecek tek kimse yoktur. İnsanlığı, iyi niyeti, şunu bunu bir kenara bıraktık – uzun zaman oldu; “ulusal çıkarlar” (yatırımdı, ticaretti vs.) açısından dahi bu sınırın kapalı durması ne kadar saçma! Ama kapalı.
Yol kenarında kavun karpuz satan adamdan üç adım ötede durmuş Ararat’a bakarken, Acaba, diyor insan, temastan mı korkuluyor? “Her temas iz bırakır” (Emrah Serbes, Behzat Ç.). Belki inkâr, şirretlikle, yalanla savunuluyor ve temas kesikliğiyle garanti altına alınıyordur. Hrant’ın yaptığı, başardığı, belki de, indirgeye indirgeye tek bir kavrama sığdırmaya çalışsak, temas manasına geliyordu. Olan bitenle temas. Neden asla tarihçilere veya başka birilerine bırakılamayacağı dokunulduğu anda kendini belli eden tarihle temas. Kurbanla temas. Bundan doğan yükümlülükle temas. İnsan gibi yaşamaya devam edebilmek için halletmen gereken büyük meseleyle temas. Aksine inanabilmek için hastalığa razı olduğun hakikatle temas.
Haysiyet ve yücegönüllülük yoluna değil, gaspçılık, fırsatçılık, inkâr ve şirretlik yoluna saptığımız içindir ki, Kürt meselesinde de aklı başında her insanın görebileceği hakikatleri göremiyoruz.
Millet-i hakime olmak kolay iş değil. Erkeklik gibi âdetâ. Mütehakkim değilsen, muktedir değilsen huzursuzluk damarlarında dolaşan bir minik şeytanlar ordusu gibi; göz yumdurmuyor, rahat soluk aldırmıyor sana, güzelce arkana yaslanamıyorsun, yumruğun hep sıkılı, parmaklarına kramplar giriyor; artan bir gerilim… nasıl boşalacak? Boşalmazsa nasıl oturacaksın yerinde?
Üstelik, kağıt üzerinde millet-i hakime iken aslında ayrıcalıklı bir kesim dışında bunun nimetlerinden faydalanmamışsın. Neden sonra, katliamlardan, gasplardan sonra iktidar sana da ucundan tattırılmış, o kadarıyla bile kendinden geçmişsin, ruhunu sakatlamışlar bu yolla. Aklın yerinde değil, hep birilerinin elinde, onunla oynayıp oynayıp tutuşturuyorlar eline. Hepinizin eli pis, o da leş gibi olmuş. Zihnin fikirle değil duygularla dolu. Sükûnet kavramı sözlüğünde yok, mantık-muhakeme hiçbir oyununa dahil değil. Duygularının bulunması gereken yerdeyse bazen bir Gûlyabani dolaşıyor, bazen satırlar, baltalar yığılmış duruyor, bazen alevler yükseliyor.
Şimdi sana dediler ki: Tamam, cihana hükmediyoruz artık.
Bir defa, bu yalan. Meselen, artık beceremediğin, elinden kaçan şey, Kürtlere hükmetmek; cihan filan hikâye.
Yalan bir yana, hükmü seninle paylaşacaklar mı sanıyorsun? Peşlerinden sürükleniyor, bütün günahlarına iştirak ediyorsun.
Cennete gidecek masumlarla cehennemlik günahkârlar tam olarak nerede ayrılıp saadet veya azap yollarına gönderiliyor, bilmiyorum. Gerçi 5,7 milyar lirayla bile doyurulamayan Diyanet İşleri de bilmiyor. Belki ilave 700 milyon lirayla ayrıca araştıracak, öğrenecektir. Sorgu işlemlerinden, Sırat Köprüsü’nden sözedilebildiğine göre, iki grubun bir süreliğine aynı yerde bulunduğunu varsaymalıyız. Orada insan cennetlik olduğunu düşünse bile içten içe ürperiyordur: “Ya farkında olmadan bazı suçlar işlemişsem!” Cehennemliklerin bazıları da umutlanıyordur. Heyecanlı, gerilimli bir bekleyiş hali vardır herhalde.
Sen bu heyecanı yaşamayacaksın, senin durumun vahim, muktedir, pişkin, kalpsiz millet-i hakime İslâmcısı. Sen belli ki asla ürpermeyeceksin. Öylesine kendinden emin gireceksin ki sıraya, sırf bu halin yüzünden derhal teşhis edecekler seni. Cennete gitsen oradakilere de zarar vereceğini, alçakgönüllü masumlara hükmetmeye kalkışacağını, pınarlara baraj, çayırlara inşaat yapıp kendine illâ bir tür ayrıcalık sağlamaya çabalayacağını anlayacaklar. Birilerine hükmetmezsen, birilerini ezmezsen yaşayamayacağın artık yüzünden ve her sözünden belli oluyor. Sanırım itiraz etmezsin: Biz görebiliyorsak Allah da görüyordur.
Günün birinde anlarsan asla inanmayacağından, derin bunalımlara düşeceğinden eminim: Bu mesnetsiz büyüklük ve üstünlük duygusunu sadece seni seçilmiş yaratık olduğun yalanına inandıran din hocaların yaratmadı; bunu Cumhuriyet’in eseri Türk Millî Eğitimi’ne de borçlusun. Ya! Hayat sürprizlerle dolu…
Lâkin asıl büyük haber bu değil. Şu: Büyüklük ve üstünlük hissiyatı sandığın şey aslında aşağılık ve suçluluk duygusu. Neyse ki bu asıl haberi öğrenince uğrayacağın büyük zarardan ebediyen sakınabileceksin, zira böyle bir şeyi idrak etmen ihtimali yok.
Çin’de çevre kirliliği dehşet verici boyutlara ulaştı. Deutscha Welle’de yer alan habere göre dünyanın en kalabalık ülkesinde her yıl 1 milyon 600 bin kişi hava kirliliğinin neden olduğu hastalıklardan dolayı hayatını kaybediyor.
ABD merkezli çevre kuruluşu Berkeley Earth uzmanlarının yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre Çin’deki ölümlerin yüzde 17’si hava kirliliğinden kaynaklanıyor.
Geçen yıl dört ay boyunca yapılan araştırma sırasında hava kirliliği toplam bin 500 ayrı noktada ölçüldü. Çin nüfusunun yüzde 38’lik kısmının “sağlıksız” olarak tanımlanabilecek bir havayı soludukları saptandı.
Pekin’de insan ömrü saat başı 20 dakika azalıyor
Hava kirliliğini günümüz dünyasının en önemli çevre felaketi olarak tanımlayan araştırmacılardan Richard Muller, Pekin’i son ziyaretinin hava kirliliğinin endişe verici boyutlara ulaştığı bir ana denk geldiğini belirtti. Muller, “Kirli havayı soluduğum her saat hayat beklentim 20 dakika kısaldı. Bu, her erkek, her kadın ve her çocuğun saat başı 1,5 sigara içmesine benzetilebilir” dedi.
Çin’de insan sağlığını en çok ince toz tehdit ediyor. Çapı en az 2,5 mikrometrenin altında partiküllere ince toz adı veriliyor. Akciğerlere giren ince toz kalp krizine, felce, akciğer kanserine ve astıma neden olabiliyor.
Enerjide kömür tercihi havayı kirletiyor
Çin’de hava kirliliğinin büyük kısmı kömür kullanımından kaynaklanıyor. Çin enerji ihtiyacının üçte ikilik kısmını kömürden elde ediyor.
Dünya genelinde her yıl ortalama üç milyon kişi hava kirliliğine bağlı hastalıklardan ötürü hayatını kaybediyor. Berkeley Earth yetkilisi Elizabeth Muller, kirliliğin AİDS, sıtma, diyabet ya da veremden daha çok can almasına rağmen uluslararası kurumların harekete geçmemiş olmasını eleştiriyor.
Uzmanlar ne öneriyor?
Elizabeth Muller kirliliğin azaltılması için gaz arıtma sistemlerinin devreye sokulmasını, enerji üretiminde etkinliğin sağlanmasını ve kömürden doğalgaz, nükleer enerji ya da yenilenebilir enerji gibi diğer enerji çeşitlerine geçiş yapılmasını öneriyor. Çin’de emisyon oranının düşürülmesinin küresel ısınmayı da azaltacağına dikkat çeken uzman Elizabeth Muller, “Hem bugün için hem de gelecekte hayat kurtarabiliriz” dedi.
Araştırmacılardan Robert Rohde ise 2022’de yapılacak Kış Olimpiyatları’na kadar Pekin’in havasının düzelmesini zor görüyor. Uzman, ince tozun asıl kaynağının başkent çevresinde kurulu sanayi kuşağında aranması gerektiğini kaydediyor.
“Aklımdan çıkmayan o” diyor Nusaybin Kuyumcular Derneği Başkanı Takyeddin Aktaş, “Ormanları, yanan ormanları söndürmeye gittiğimizde burnumun direğini sızlatan ve çok yoğun bir şekilde hissedilen canlı canlı yanan hayvanlardan gelen et kokusu”…
Diyarbakır’dan çıkmış, günün ilk ve son polis kontrolünden geçmiş, Nusaybin Demokrasi Parkı’nda yerel insiyatifler, sivil toplum örgütleri ve meslek odaları ile buluşmuşuz. Amacımız Amed, Botan ve Dersim’de son 10 ila 15 gün içinde peşpeşe çıkan orman yangınları hakkında yerinde gözlem yapmak, yerel ile olayın seyrini konuşmak, yangınların çıkış nedeni hakkında fikir edinmek ve buna dair bir rapor hazırlamak.
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Ekoloji ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nin daveti ile ülkenin dört bir yanından bölgeye gelen ekolojistler olarak #ormanlarımızıyaktırmayacağız şiarı ile hareket ediyoruz. Biz 2. Grup olarak Botan bölgesini dolaşıyoruz.
Nusaybin Demokrasi Parkı’nda yerelin anlatımlarının ardından DTK Ekoloji’den Şehbal Şenyurt Arınlı ile Mezopotomya Ekoloji Hareketi’nden Nesime Atlı kim olduğumuzu, ne amaçladığımızı özetliyor.
Ekipte HDP Siirt Milletvekili Hatice Seviptekin ile HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü de var.
Nusaybin Demokrasi Parkı’ndan yanımıza Kuyumcular Derneği Başkanı Takyeddin Aktaş, Esnaf ve Sanatkarlar Odası Başkanı Abdulgani Bilgen ve Muhtarlar Derneği Başkanı Şakir Acar’ı da alarak ayrılıyoruz. İlk durağımız Bagok Dağı. Bölgedeki köyleri ziyaret edip yangınları yerinde gözlemleyeceğiz.
Kuyumcular Derneği Başkanı Takyeddin Aktaş yanımda oturuyor. Ulaştığımız ilk köy görünmeye başladığında, “İşte bizim köy” diyor, “Türkçe adıyla Düzce, Kürtçesi ile Sırınç”. Sırınç’tan köy muhtarı Yusuf Kılıç’ı da yanımıza alarak ayrılıyoruz.
Bölgede orman yangınlarının çıkış sebebi hakkında kanaat ortak :Son 15 günde 90lara dönüldüğü izlenimini veren operasyonlar. Aynı yerde 6, 7 yerde yangın çıkması bize bunu düşündürüyor algısı hakim. Devletin ormanların yanması için izli mermi, özel işlenmiş mermi ve havan topu kullandığını dile getiriyorlar.
“Bu bahar çok iyi geçti” diyor ekipten biri, “Otların boyu bu kadar oldu” diye devam ediyor elini göğüs hizasına getirip, “Sonra kurudu otlar ve ilk alevde koca bir yangına dönüştü.”
“Bir köstebeğin hayatı ile bir insanın hayatının eşdeğer olduğu kanısını yeniden uyandırmak istiyoruz” diyor DTK Ekoloji’den Şehbal Şenyurt Arınlı.Bölgede birçok yerde yangın çıkmış. Bazı noktalarda durup fotoğraf çekiyor ve durumu yerinde tespit ediyoruz.
“Kürdün ağacı, insanı gibi direnişçidir” diyor DTK Ekoloji’den Kasın gülümseyerek çevremizi saran ağaçları gösteriyor bana, “Bunlara Beru deriz Kürtçesi ile Türkçesi ile Meşe. Ne kadar yakarsan o kadar gür çıkar. Kökü sağlam olduğu müddetçe bu ağaçları yok edemezsin”. 90lı yıllardan bu yana yakıla yakıla ekosistem bu duruma kendini adapte etmiş duygusu geçiyor içimden.
Bagok Dağı’ndaki Süryani Köylerini ziyaret ediyoruz. Öğle yemeği için mola verdiğimiz Süryanice adı ile Arkah, Türkçesi ile 3 Yol’da düğün hazırlığı var. Bizi güleç yüzlerle karşılıyor herkes.
Akrah’tan sonra Mor Yakup Manastırı’na uğruyoruz. Rahip Aho bize manastırı gezdiriyor. Manastır çevresini kendi el emeği ile bostanlar ile kaplamış. Manastırın çatısından Rojava görünüyor.
Ardından orman yangınları köyün içine kadar gelen başka bir Süryani Köyü Dağiçi’ne (Süryanice adını not almamışım) uğruyoruz. Mor Aho Kilisesini geçip mola veriyoruz. Bu arada Aho, erkek kardeş birader anlamına geliyor Rahip Aho’dan öğrendiğimize göre. Dağiçi’nde yangın evlerin dibine kadar gelmiş. Köyü yanmaktan kurtaran önünden geçen yol olmuş.
Nusaybin Bagok Dağı’nda çok zaman harcadığımız için Cizre planını şimdilik kaydıyla erteleyip geceyi geçireceğimiz Şırnak’a doğru yol alıyoruz. Şırnak’ta kadınlar ve erkekler ayrılıyor. Biz Şırnak İHD’den, Şırnak Yardımlaşma Derneği’nden ve daha pek çok sivil toplum örgütüyle bağlantısı olan Ekrem Ertaş misafir ediyor.
“Nasıl burada hayat?” diyorum Ekrem’e yemeği yedikten sonra çay içme faslında, “37 yaşındayım, ömrümün sadece geçen iki yılı rahat, olaysız geçti” diyor. IŞİD saldırılarından kaçan Kobanililer ile Ezidiler’in durumunu anlatıyor.
Ertesi gün 8:00’de Şırnak Belediyesi’nde güne başlamak üzere dinlenmeye çekiliyoruz.
#ormanlarımızıyaktırmayacağız inancı pekişmiş olarak
ABD, görev süresi Ekim’de dolacak olan Gaziantep’teki Patriot füzelerinin geri çekileceğini Türkiye’ye bildirdi. Türkiye’nin talebiyle NATO misyonu çerçevesinde 2013’te yerleştirilen füzelerin konuşlanma mevzii ve altyapısı bozulmadan bırakılacak, ihtiyaç olduğu takdirde bir hafta içinde yeniden yerleştirilebilecek.
Füze bataryalarının ‘modernizasyon güncellemesi’ için ABD’ye geri gönderildiğinin altını çizen açıklamada, doğu Akdeniz’de ABD Donanma gemisi Aegis’in varlığını sürdüreceği de hatırlatıldı.
ABD ve Türkiye hükümetlerinin ortak açıklamasında, NATO’nun güneydoğu sınırındaki güvenlik endişeleri konusunda müttefiklerle danışma ve dayanışmanın devam edeceği vurgulandı.
2013’te ABD’nin iki füze bataryası Gaziantep’e, Almanya’nın iki bataryası Kahramanmaraş’a ve Hollanda’nın iki bataryası da Adana’da kurulan birliklere konuşlandırılmıştı. Füzeler Türkiye’nin sınır bütünlüğünü korumak ve NATO’nun güneydoğu sınırındaki tehditlere karşı önlem almak amacıyla kurulmuştu.
Almanya da patriot füzelerini çekiyor
Almanya Savunma Bakanlığı’nın internet sitesindeki açıklamada, 250 askerin görev yaptığı birliğin vazifesinin, “Suriye’den Türkiye topraklarına balistik füze atılma ihtimalinin azalması” nedeniyle 31 Ocak 2016’da sona ereceği belirtildi.
Alman Silahlı Kuvvetleri’nin bölgenin istikrarı için angajmanının devam edeceği belirtilen açıklamada, yaklaşık 100 askerin Irak Kürdistan Özerk Bölgesi ve Irak güvenlik güçlerini eğitmeyi sürdüreceği kaydedildi.
Almanya’nın patriot birliği Türkiye’nin NATO’dan talebi üzerine Ocak 2013’te Kahramanmaraş’ta konuşlandırılmıştı.
İklim değişikliği nedeniyle az mahsul alınan ve dolayısıyla gıda fiyatlarında büyük artış yaşanan “gıda şokları” riski dünya genelinde artıyor.
BBC çevre muhabiri Matt McGrath’in haberine göre araştırmacılar 21.yüzyılın sonunda gıda üretimini etkileyecek derecede aşırı hava olaylarının her on yılın yedisinde yaşanacağını söylüyor.
Uzmanlara göre küresel ticarete fazla bağımlılık bu üretim şoklarını daha da kötüleştirebilir.
2008’de az mahsul alınması ve bazı diğer faktörlerin birleşimi nedeniyle tahıl fiyatlarında büyük artışlar olmuş, Birleşmiş Milletler’in (BM) fiyat endeksine göre gıda fiyatları 2000 yılına kıyasla neredeyse 3 kat artmıştı.
2010 ve 2011’de de Rusya’daki sıcak hava dalgası ülkede 40 yıldır görülen en kötü kuraklığa yol açmış ve tahıl üretimine darbe vurmuştu.
Ekmek fiyatlarında büyük artış olunca da Kuzey Afrika ülkelerinde protesto ve çatışmalar yaşanmıştı.
ABD’li ve İngiliz uzmanlar dünya ısınırken, bu tür gıda şoklarına yol açacak aşırı hava olayı yaşanması ihtimalini analiz etti.
Gıda şoku riskindeki artış
Pirinç, buğday, mısır ve soya üretimini inceleyen uzmanlar bu tür bir şok ihtimalinin 100 yılda birden 2040’ta 30 yılda bire çıkacağını tespit etti.
2070’ten sonra da küresel üretimde yüzde 10 düşüşe yol açan ciddi şok ihtimalinin her on yılda yediye çıkacağı tahmin ediliyor.
Araştırmaya katılan İngiltere Meteoroloji Kurumu’ndan Kirsty Lewis “Bu tür aşırı hava olaylarını ve sıklığını tanımlamak çok zor. Ancak şu an nadiren görülen aşırı olayların gelecekte daha da sık yaşanacağını açıkça görüyoruz. Gelecekteki en aşırı hava olayları büyük ihtimalle daha güçlü, daha büyük ve daha sık görülen şoklar yaşatabilir” dedi.
BM Gıda ve Tarım Örgütü artan nüfusun 2050 itibariyle gıda talebini her durumda yüzde 60 arttıracağını söylüyor, dolayısıyla küresel gıda üretimi üzerinde büyük bir baskı olacak.
İklim değişikliği de küresel resmi hızla değiştiren ek bir faktör olabilir.
Afrika ve Ortadoğu ülkeleri etkilenecek
İngiltere Küresel Gıda Güvenliği Programı’ndan Prof. Tim Benton “Gıda süstemi üzerinde baskılar var, bu baskıların bir kısmı da küresel ısınmadan kaynaklanıyor. Ancak biz aşırı hava olaylarının ek bir zorluk getireceğine dikkat çekiyoruz. Aniden, bir yıl içinde yaşandığından bu şoklara uyum sağlamak yavaşça artan gıda talebiyle başa çıkmaktan daha zor. ” dedi.
Araştırmacılara göre gıda üretimi şoklarından en çok etkilenenler Afrika ve Ortadoğu ülkeleri olacak.
ABD ve İngiltere gibi ülkelerinse daha müreffeh yerlerde daha çok işlenmiş gıda tüketildiği ve temel gıda maddeleri fiyatlandırmayı daha az etkilediği için şoklarla başa çıkabileceği vurgulanıyor.
Araştırmaya katılan Chatham House’dan Rob Bailey “En olumsuz etkilenen ülkeler düşük gelirli, gıda açığı olan, özellikle Sahra altı Afrika ülkeleri. Bu ülkelerdeki en yoksul haneler gelirlerinin yarısından fazlasını gıdaya harcıyor. Dolayısıyla gıda fiyatlarının yüzde 50-100 artması bu insanların durumunu katlanılmaz hale getirir” diyor.
Küresel ticarette reform çağrısı
Uzmanlara göre gıda arzının yüksek olduğu dönemlerde uluslararası gıda ticareti iyi işliyor, ancak talep artışı olduğunda çeşitli ülkelerin durumu daha da kötüleştiren ihracat denetimleri koyması durumu daha da kötüleştiriyor.
Araştırmacılar bir diğer faktörün de, tarım topraklarının daralmasına yol açan bioyakıt üretimi olduğunu vurguluyor.
Uzmanların hükümetlere tavsiyesiyse, sadece gıda ve tahıl stoklamak yerine risklerin iyice anlaşılması.
Dünya ticaretinde gıda üretiminde düşüş olduğunda ülkelerin gümrük duvarlarının ardına saklanmasını önleyecek reformlar gerektiğini söyleyen uzmanlar artan talep ve sıcaklıklarla başa çıkmak için tarım alanında önemli araştırmalar yapılmasını tavsiye ediyor.
DTK ( Demokratik Toplum Kongresi) Ekoloji ve Mezopotamya Ekoloji Hareketinin daveti ile Türkiye’nin her bölgesinden ekolojistler #ormanlarımızıyaktırmayacağız demek için bu sabah Diyarbakır‘da buluştuk
Demokratik Toplum Kongresi ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi işbirliğiyle
Ben Yeşil Gazete’yi temsilen burdayım
Sabah DTK binasında durumu Şehbal Şenyurt Arınlı özetledi
Ekolojistler 3 grup halinde orman yangınları olan bölgeleri ziyaret edecek
1. Grup Amed
2. Grup Botan
3. Grup Dersim
Dersim turu 3, diğerleri 2 gün sürecek
Ben Botan grubundayım
Jiyana Ekoloji Kolektifinden Ferat Demiroğlu ile Su hakkı ile ortak yürüttükleri projeyi konuştuk
Bugün önce Mardin/Nusaybin – Bagok, Cizre ve Şırnak yapacağız Gece Şırnak’ta konaklayıp
Yarın ise Silopi , Hakkari ve Eruh yapıp Diyarbakır’ a (Amed) geri döneceğiz plana göre
Diyarbakır çıkışı ilk polis kontrolünü atlattık
Rutin arama dediler ve hepimizi minübüsten indirip arabayı ve çantaları aradılar
Hakkınız var yok tartışması oldu ama ilgili belgeyi gösterdiler
Minübüste HDP Siirt Milletvekili Hatice Seviptekin de var
Onun çantasını aramadılar
Polisler anlayışlı idi
Bir an önce işimizi yapalım fazla sizi bekletmeyelim dediler
Gerginlik ekipten arkadaşların polislerin fotoğrafını çekerken yükselir gibi oldu ama kısa sürdü
Bir başka dikkatimi çeken nokta arama yapılırken yanıbaşımızda Toma, içinde şoför
Bizim ön ve arkamızda 50 metre ara ile iki akrep ve önünde silahlı, çelik yelekli polisler
Yolun karşısında askerî zırhlı bir araç ve önünde iki askeri personel olması idi