Hafta SonuKitapManşet

Kırmızı’nın Mirası: Bir Masal – Sezai Ozan Zeybek / Azade Zeybek

0

*Resimler Azade’ye ait. Masalı dinlerken yaptı

Derler ki eskiden bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Fakat Babil Kulesi yıkılınca insanlar birbirinin dilinden anlamaz oldu. Sözler karıştı, insanlar ayrıştı, birsürü farklı dil dünyaya yayıldı.

Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür, derler. İşte bu efsane de dilden dile aktarılırken bazı kısımları unutuldu. Hep insanlar konuşuldu. Oysa efsanenin aslına göre zamanında herkes herkesi anlayabilirdi. Herkes; yani saksağanlar, arılar, bitler, atlar, keçiler, kurtlar… Fakat bir kere diller karışınca ne hayvanlar insanları ne insanlar hayvanları anlayabildi bir daha. Bütün kavimler dünyanın dört bir yanına dağılıp kendi dillerinde ve sadece kendileri gibi olanlarla başladı konuşmaya. Dünya oldu adeta birsürü geçit vermez ada.

Her masalda olur ya, bunun da bir istisnası olacak elbette. Birbirlerinin dilini unutmak istemeyen bir grup hayvan ve insan, kötü gidişi önceden görerek Babil yıkılmadan az evvel dünyadan çektiler el etek. Geçilemez denilen dağları geçtiler, aşılamaz denilen okyanusları aştılar. Nihayet kimsenin bilmediği bir adaya ulaştılar. Dünyanın geri kalanına kapalı, ama her lisana açık bir vatan kurdular. Nesillerini burada sürdürdüler.

Adada yaşayanlar benzemiyordu bildiklerimize. Arılar bir kaz, kediler inek kadardı. Timsahlar ot yer, tavuklar uçardı. İnsanlar da çeşit çeşitti. Kimisi mavi saçlı, yeşil tenli; kimisi boylu kimisi topluydu. Kimse birbirine benzemezdi; ama söz müşterekti.

İnsanlar arasında kırmızı kıvırcık saçlı bir kız yaşardı, ismi Kırmızı‘ydı. Fidan boylu, buğday tenli, zeytin gözlü, ateş gibi kıpır kıpırdı. Yün eğirmeyi, kumaş dokumayı, demir dövmeyi iyi bilirdi. Ama asıl sevdiği hayvanlarla yârenlik etmek, onlarla şarkılar söylemekti. Her sabah daha güneş doğmadan evden çıkar, gece geç saatlere kadar da dönmezdi. En iyi dostu uzun yeleli kara kısrakla uzun yürüyüşler yapar, ormanın masallarını dinlerdi. Mutluydu Kırmızı. Hayat işte hep böyle neşeyle, muhabbetle geçecek zannederdi.

Kırmızı

Kırmızı

Geçmedi. Malûm, hayat acı sürprizlerle doludur, masalların da hikmeti budur. Birgün ormanda gezerken ayağının altındaki toprağın sallandığını fark etti. Ne oluyor, demeye kalmadan yerin altından kayalar fırlamaya, lavlar fışkırmaya başladı. Arılar dedi, “koş Kırmızı, sahile koş”.  Kırmızı denileni yaptı. Koşarken arkasında ateşten nehirlerin aktığını duydu, bildiği tek dünyanın alev aldığını gördü. Adasıyla beraber yüreği de yandı.

Yanardağ ve alev alan ağaçlar

Yanardağ ve alev alan ağaçlar

Sonunda sahile ulaştı ulaşmasına, ama bir de ne görsün? Yüzebilen yüzmüş, uçabilen uçmuş, geri kalan da gemilere binip çoktan uzaklaşmıştı. Kırmızı yapayalnızdı. Alevler kıyıya adım adım yaklaşmakta, ensesini yakmaktaydı. O sırada ihtiyar bir yunus ittire ittire, öfleye pöfleye eski dökük bir sal getirdi sahile. Atla, dedi Kırmızı’ya, kalma buralarda. Eskiden bildiğin hayat bitti, tek başınasın bundan sonra.

22

Yunus sal getiriyor, arkada yangın

Kırmızı atladı sala, gözyaşları akarken okyanusa, günler geceler boyu savruldu oradan buraya. Gücü takâti kalmadı, her gün biraz daha zayıfladı. Bulunduğu yer meçhûlün ortasıydı. Sonunda dayanamadı ve salın üstünde bayılıp kaldı.

Gözünü açtığında hâlâ hayatta, ottan samandan bir yataktaydı. Çevresinde meraklı gözler kendisine bakmaktaydı. Hemen anladı Kırmızı, başka bir diyardaydı. Çevresindeki insanlar Kırmızı’nın saçlarını, yüzünü inceliyor; ama en çok da kıyafetlerine hayret ediyorlardı. Çünkü bu ülkenin sakinleri tümüyle çıplaktı. Kıyafet nedir bilmiyorlardı. Diğer canlıların dilini de çoktan unutmuşlardı. Ama dost canlısı, güleç, iyi insanlardı. Yabancı da olsa Kırmızı’ya aralarında yer vardı.

Kırmızı bu insanlarla yaşamaya başladı. Günler günleri kovaladı, mevsimler mevsimleri… Kırmızı mutluydu mutlu olmasına ama, yüreğinde kimi zaman yoğun bir özlem duyardı. Kendi adasını, en çok da dostlarını özlerdi. Her bulduğu fırsatta kimseye fark ettirmeden ormanda gezmeye çıkar, hayvanlarla sohbet ederdi. Kendileriyle konuşabilen bir insan olduğunu gören hayvanlar önce şaşırır, sonra sevinçten deliye dönerdi. Ne de olsa dedelerinin anlattığı efsaneleri dinleyerek büyümüşlerdi. Hem de insanlar gibi bir kısmını unutmuş değillerdi. Hayvanların hafızası (beşer olmadıklarından olacak) eksiksizdi.

Kırmızı’nın namını duyanlar çok uzaklardan Kırmızı’yı ziyarete geldi. Uzun sohbetler sabahlara erişti. Ama yine de Kırmızı bu durumu insanlara hiç söylemedi. İnsanlar güleçti, dosttu; ama hafızaları olmadığından hayalleri de mahduttu. Geçmişin bazı izlerini kâbus zanneder, akıllarının almadığından korku duyarlardı. Kırmızı o yüzden bildiklerini kendine sakladı.

İnsanlar, Kırmızı’nın kıyafetlerine bakıp bakıp iç geçirirdi. Çünkü kendileri kışın tir tir titrer, yazın ise güneşten derileri kavrulurdu. Kıyafet onlar için sanki bir sihirdi. Fakat iplik nedir onu dahi bilmezlerdi. Kırmızı, insanlara yardım etmeye karar verdi. Gitti, ipek böcekleriyle konuştu.

Kırmızı ipek böcekleriyle konuşuyor

Kırmızı ipek böcekleriyle konuşuyor

İpek böcekleri dediler ki: “Yemeğimizi ikiayaklar bulsun, kışları da bizi soğuktan korusun. Kozalarımızın bir kısmı onların olsun.” Kırmızı, ipek böceklerini alıp insanlara getirdi. Onları nasıl besleyeceklerini, kozadan nasıl iplik eğireceklerini, ipliklerden nasıl kumaş dokuyacaklarını öğretti. İnsanlar bayram etti. Işıl ışıl, rengârenk elbiseler dikmeyi, nakış işlemeyi öğrendiler. Kısa zamanda maharetli birer terzi oldular. İpek böcekleriyle hiç konuşamadılar eskisi gibi, ama ortak bir hayat kurdular.

İpek böcekleri ve insanlar arasındaki o kadim işbirliği işte böyle başladı.

Zaman geçti. İnsanlar ve ipek böcekleri mutluydu mutlu olmasına ama, Kırmızı’nın yüreği hâlâ bir taş kadar ağırdı. Artık orada daha fazla kalamayacağını anladı. Dostlarını aramalıydı. Bekleneceği üzere, herkes bu karara çok üzüldü. Gitme, bizimle kal. Bir ömür böyle geçsin, bizim rengimiz sensin, dediler. Ama Kırmızı’nın kararlı olduğunu görünce ısrar etmediler. Sarıldılar, ağladılar. Gitmeden önce ona bildikleri tüm masalları anlattılar. Yeniden denizlere açılması için de ona bir ufak sandal hediye ettiler.

Kırmızı bindi sandala, açıldı okyanusa. Dostları neredeydi acaba? Günlerce kürek çekti. Kumanya sandığının dibine geldi. Ama dalgalar hiç kesilmedi, okyanus bitmedi. Günlerden bir gün ufukta kara bulutlar belirdi. Kırmızı korktu korkmasına ama geri döneceği bir ev ne yazık ki yoktu. Daldı fırtınanın içine, karanlığın tam kalbine. Şimşekler, rüzgâr, üstünden aşan dalgalar çevirdi etrafını. Göz gözü görmez oldu. Tek duyduğu fırtınanın uğultusuydu. Kırmızı sırılsıklam üşüyordu. Gücü takâti kalmadı. Sandalı dev gibi bir dalgayla ters dönerken Kırmızı düşüp bayıldı.

Kırmızı ve fırtına

Kırmızı ve fırtına

Gözünü açtığında hâlâ hayatta, balmumundan yapılmış bir yataktaydı. Çevresinde meraklı gözler kendisine bakmaktaydı. Hemen anladı Kırmızı, başka bir diyardaydı. Fakat bu defa kendisini kurtaran arılardı. Arılar, Kırmızı’nın dillerini konuşuyor olmasına önce çok şaşırdı, sonra pek sevindiler. Arı halkı biraz gürültülü, ama alicenaptı. Yabancı da olsa Kırmızı’ya aralarında yer vardı.

Günler günleri kovaladı, mevsimler mevsimleri… Zaman, her zaman olduğu gibi, bazen mutlulukla bazen üzüntüyle geçip gitti. Ama Kırmızı’nın yüreğindeki özlem bir türlü hafiflemedi. Arada bir civarda yaşayan insanların köyüne gider, onlarla sohbet ederdi. Ama arılarla konuşabildiğinden kimseye bahsetmezdi.

Bu ülkenin insanları ekşiyi, tuzluyu bilirdi; fakat tatlıdan bîhaberdi. Çaylarına buz, pastalarına tuz atarlardı. Kırmızı, insanların ikramları karşısında yüzünü buruşturmamak için kendini zor tutardı.

Arıların derdiyse iri pençeli ve kalın kürklüydü. Felekten paylarına bir boz ayı düşmüştü. Sürekli kovana gelir, balın tümünü yer, yiyemediğini döke saça alır götürürdü. Arılar kışın açlıktan dökülür, yazın güçsüzlükten sürünürdü. Sonunda Kırmızı’ya gelip dediler ki: “Bu ayı balımıza musallat. Onparmaklar bizi bu ayıdan korusun, balımızın bir kısmı onların olsun.”

Ayı, arılar ve orman

Ayı, arılar ve orman

Kırmızı, arıların teklifini insanlara iletti. İnsanlar bayram etti. Yemeklerde hiç tatmadıkları lezzetler buldular. Kısa zamanda maharetli birer aşçı oldular. Arılarla hiç konuşamadılar eskisi gibi ama, ortak bir hayat kurdular.

Arılar ve insanlar arasındaki o kadim işbirliği işte böyle başladı.

Zaman geçti. İnsanlar ve arılar mutluydu mutlu olmasına ama, Kırmızı’nın yüreği hâlâ bir taş kadar ağırdı. Artık orada daha fazla kalamayacağını anladı. Dostlarını aramalıydı. Bekleneceği üzere, herkes bu karara çok üzüldü. Gitme, bizimle kal. Bir ömür böyle geçsin, bizim tadımız sensin dediler. Ama Kırmızı’nın kararlı olduğunu görünce ısrar etmediler. Sarıldılar, ağladılar. Gitmeden önce ona bildikleri tüm masalları anlattılar. Yeniden denizlere açılması için de ona bir yelkenli hediye ettiler.

Kırmızı bindi yelkenliye, açıldı denize. Dostları acaba nerelerde? Günlerce rüzgârı takip etti. Kumanya sandığının dibine geldi. Ama dalgalar hiç kesilmedi, deniz bitmedi. Günlerden bir gün ufukta kara bulutlar belirdi. Kırmızı korktu korkmasına ama geri döneceği bir ev ne yazık ki yoktu. Daldı fırtınanın içine, karanlığın tam kalbine. Şimşekler, rüzgâr, üstünden aşan dalgalar çevirdi etrafını. Göz gözü görmez oldu. Tek duyduğu fırtınanın uğultusuydu. Kırmızı sırılsıklam üşüyordu. Gücü takâti kalmadı. Yelken lime lime olup savrulurken ötelere, Kırmızı da bayılıp düştü denize.

Gözünü açtığında hâlâ hayatta, demir bir yataktaydı. Çevresinde meraklı gözler kendisine bakmaktaydı. Hemen anladı Kırmızı, başka bir diyardaydı. Çevresindeki insanların gözleri faltaşı gibi açılmıştı; çünkü Kırmızı, gördükleri ilk yabancıydı. Bin yıllardır ne bir gelen vardı ülkelerine ne de buradan kaçıp gidebilen. Burası dünyanın uzak bir köşesinde unutulmuş, kendi yağında kavrulmuştu. Halkı biraz hoyrat ve fukara, ama lütufkârdı. Yabancı da olsa Kırmızı’ya aralarında yer vardı.

Günler günleri kovaladı, mevsimler mevsimleri… Kırmızı dışardan mutluydu, ama yüreği içten kanardı. Dostlarını hiç bulamayacağından korkardı. Her bulduğu fırsatta kimseye fark ettirmeden çayırlarda gezmeye çıkar, tanıştığı yaban atlarıyla sohbete koyulurdu. Kendileriyle konuşabilen bir insan olduğunu gören atlar önce şaşırır, sonra mutlulukla zıplardı.

Atların derdi sert kayalardı. Koşarken bu yüzden ayakları acır, bilekleri kanardı. Kırmızı, atlara yardım etmeye karar verdi. Gitti, insanlarla konuştu. İnsanlar dediler ki: “Uzunbacaklar bizi sırtlarına alsın, uzakların ötesine taşısın. Biz de onların ayaklarına demirden nallar takalım.” Kırmızı, insanları alıp atlara götürdü. Ortalık bayram yerine döndü. Atlar yaralanmaktan, insanlar yalnızlıktan kurtuldu. Kısa zamanda aralarında seyyahlar, yarışçılar peydah oldu. İnsanlar ve atlar hiç konuşamadılar eskisi gibi ama, ortak bir hayat kurdular.

Kırmızı, atlar ve ata binen insanlar

Kırmızı, atlar ve ata binen insanlar

Atlar ve insanlar arasındaki o kadim işbirliği işte böyle başladı.

Zaman geçti. İnsanlar ve atlar mutluydu mutlu olmasına ama, Kırmızı’nın yüreği hâlâ bir taş kadar ağırdı. Artık orada daha fazla kalamayacağını anladı. Dostlarını aramalıydı. Bekleneceği üzere, herkes bu karara çok üzüldü. Gitme, bizimle kal. Bir ömür böyle geçsin, bizim seher yelimiz sensin, dediler. Ama Kırmızı’nın kararlı olduğunu görünce ısrar etmediler. Sarıldılar, ağladılar. Gitmeden önce ona bildikleri tüm masalları anlattılar. Yeniden okyanuslara açılması için de ona büyük bir kadırga hediye ettiler.

Kırmızı bindi kadırgaya, açıldı okyanusa. Çıkar mı bütün yollar dostlara? Günlerce sabah güneşini takip etti. Kumanya sandığının dibine geldi. Ama dalgalar hiç kesilmedi, okyanus bitmedi. Günlerden birgün, o güne kadar gördüklerinin hepsinden daha kara bulutlar belirdi ufukta. Kırmızı korktu korkmasına ama, geri döneceği bir ev ne yazık ki yoktu. Daldı fırtınanın içine, karanlık korkularının tam kalbine. Şimşekler, rüzgâr, üstünden aşan dalgalar çevirdi etrafını. Göz gözü görmez oldu. Tek duyduğu fırtınanın uğultusuydu. Kırmızı üşümedi, ıslaklığı hissetmedi. Bu sefer kararlıydı, fırtınayı aşacaktı. Kadırga bir sağa bir sola yattı. Direkler ıslık çaldı, güverte çatırdadı. Kırmızı kendini bir iple gemiye bağladı. Gecenin zifirisinde kadırga parça parça düşerken denize, eski dostu ihtiyar yunus çıktı hemen önüne. Kılavuz oldu Kırmızı’ya. Bütün gece boğuştular dalgalarla.

Sabah olduğunda Kırmızı hâlâ hayatta, kadırgadaydı. Çevresindeki deniz artık süt limandı. Sanki o uğursuz fırtına hiç yaşanmamıştı. Yunusla beraber yararak suyu, sanki süzülüyordu ufka doğru. İlerde bir ada gördü Kırmızı, aynı kendi vatanı. O anda bildi, dostları buradaydı. Sahile çıktığında ortalık adeta bir bayramdı. Herkese tek tek sarıldı ve ilk kez ağladı. Sonra uzun macerasında öğrendiği masalların hepsini dostlarına aktardı. Buradaki hayat bütün hikâyelerin toplamıydı.

Kırmızı ağlıyor

Kırmızı ağlıyor

Bugün bizim bildiğimiz dünya, işte bu Kırmızı’nın mirası. Ama derler ki o bırakıp gidince, ilk bozan insanlar olmuş anlaşmayı.

**Bu masalın bir de teorik tartışması var. Linki şurada.

Bu yazı ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

28.Sezai Ozan ve Azade

 

Çizimler: Azade Zeybek

Masal: Sezai Ozan Zeybek 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.