Ana Sayfa Blog Sayfa 3065

Yazar Doğan Akhanlı, İspanya’da tutuklandı ve serbest bırakıldı

Türkiye kökenli Alman yazar Doğan Akhanlı, tatilde bulunduğu İspanya’nın Granada şehrinde dün sabah önce tutuklandı, ardından bugün koşullu serbest bırakıldı.

Bir kimlik kontrolü esnasında, yerel hizmet biriminde görevli polisler Akhanlı’nın İnterpol tarafından Kırmızı Bülten’le arandığını ve hakkında yakalama kararı bulunduğunu tespit ederek tutuklamıştı.

1992 yılından bu yana Köln’de yaşamakta olan 60 yaşındaki yazar, Türkiye’ye iade edilmesi hakkında verilecek karara kadar İspanya’da tutulacak. Madrid’deki Almanya Büyükelçiliği, Akhanlı’nın Alman avukatı İlyas Uyar tarafından derhal bilgilendirilmişti.

Akhanlı, Uluslararası Yazarlar Birliği PEN üyesi. Eserlerinde sadece insan haklarının bölünmezliğini değil, bilhassa Ermeni Soykırımı’nın hatırlanması ve işlenmesi konularını da yoğun bir şekilde ele alıyor.

Türkiye yargısı 2010 ve 2011 yıllarında Akhanlı hakkında siyasi olduğu çok bariz olan bir dava açmış, ancak sonunda beraat kararı vermek zorunda kalmıştı. Akhanlı, bu karardan önce aylar boyunca gözaltında tutulmuştu. Ancak hakkındaki beraat kararı 2013 yılında temyiz edilmişti.

Akhanlı’nın Alman avukatı İlias Uyar, “Bu tutuklama, Erdoğan’ın gücünü ülkesinin sınırları dışına taşıyarak, sevmediği ve eleştirel seslere karşı dünyanın her yerinde harekete geçme denemesidir. Bu tutuklama emri çok açık bir şekilde hukukun suiistimal edilmesidir. Müvekkilimin derhal serbest bırakılmasını talep ediyorum” açıklamasını yapmıştı.

Şimdilik serbest bırakıldı

Bugün Alman Der Spiegel gazetesine konuşan Akhanlı’nın avukatı İlyas Uyar, mahkemenin yazarı serbest bırakma kararı aldığını duyurdu.

Mahkeme, eğer Türkiye Akhanlı’nın ülkeye iadesini isterse, bu talebini meşru gerekçelerle sunmak için 40 günlük müddeti olduğuna dikkat çekti.

Bu süreçte Akhanlı hapse girmeyecek ancak İspanya’yı da terk edemeyecek. Yazarın haftada bir de Madrid polisine bilgi vermesi gerekecek.

 

Haber Merkezi

Onlar Dersim’de Tanrı’nın yüzünü yakıyorlar… – Fadıl Öztürk

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Hüzün kaç kapılıdır ve bu ülkede neden hüznün bütün kapıları hep sonuna kadar açıktır? Gülmeyi hangi uzağa attılar ki, ağlamak bağdaş kurup oturmuş gözlerimizde? Ve bu nasıl bir öfkedir ki, öldürdükçe köreleceğine bileniyor bütün bir hayatın ölümüne?..

Sanki bizi öldürmeden önce, gençlerimizin, sularımızın, kuşlarımızın, ormanlarımızın, tüm canlı hayatın, yani bütün sevdiklerimizin, ölümünü bize tek tek tattırmak istiyorlar. Seyit Rıza’ya oğlunun asılmasını izlettikleri gibi. Gözlerimiz ağlamaktan kör olsun, kalbimiz acılarıyla kavrularak içine çöksün, bedenimiz olduğu yere yığılırken, ruhumuz biz daha ölmeden terk etsin, bomboş bir gövde olarak yığılıp kalalım istiyorlar…

Çünkü bir yanımız ağaç, yapraklar dallarımızda rüzgârla oynayan birer çocuk… Bir yanımız kıyılarında şehirler kurulan ırmaktır, bereket ve hayat taşırız, değil gam, değil keder… Bir yanımız olmadık anda kanatlanıp uçan kuştur her cinsinden, nereye gidersek gidelim, yolumuz mutlaka maviye çıkar…

Bir yanımız dağdır, başı darda olanlara erişilmez yurt oluruz, ayrımsız… Kış uyku halimizdir, bahar uyanma, yaz meyveye duruşumuz, güz gidenlerle gelecekler arasında çadır kurduğumuz hüzün mevsimimizdir. Bizi doğadan, doğayı bizden ayırmaları mümkün değil. Bütün bir hayata bir nazardan bakarız çükü. Ondandır ki, ağacın canı yanınca, dumanı bizden tüter. Ondandır ki, suların önü kesilince, yaramızı saran hekim bulunmaz. Uçan, yürüyen, sürünen hayvanlar ateşe düşünce biz yanar kül olur, rüzgârla savruluruz…

Peki, bütün bunlara sebep olanlar utanmadan arlanmadan ellerini kollarını sallayarak nasıl dolaşıyorlar aramızda? Hangi zamana kaldık ki, yaşamak dediğimiz onca heyecanı, sevinci, coşkuyu, umut ve hayali bir bir çıkardılar hayatımızdan? Bu nasıl kıyımdır ki, bize, doğaya bu zulmü yapanları bir türlü suçüstü yapamıyoruz. Şahidi yok mu bu zulmün, şahitlik edecek tanıkları, ve bunları suçlarından yargılayacak yargıçları, zabit katipleri, mahkeme salonları. Yoksa bütün dünya bize sırt döndü de, biz mi bunun farkında değiliz?
***
Cinayet sadece bir insanı öldürmek midir? Her delil aynı zamanda bir şahit değil mi? Yakılmış meşe ağaçları köklerinin bilgelikleriyle, kül olmuş gövdeleriyle şahitlik ediyorlar. Kayalıkları tırmanıp aşmak gibi değil orman yangınları. Ateşin ortasında öylece, ölümünü bekleyen geyikler, yanmış gövdeleri şahitlik ediyorlar. Rüzgâr serinlik değildir onlar için, ateşe üfüren bir körük. Ateşte kavrularak yanan karıncaların sayısını dert etmek bir kenara, ölüsü bile ölüye sayılmayan yerdeyiz.

Yuvası dalda tutuşmuş kuşların acısı nasıl yakar onları, bilmeyiz. Bir bildiğimiz insan acısıdır ki, ona da kırk yıldır sırt dönmüşüz. İçi yanan kuşların göğün en üst katına çıksalar bile kurtulamadıkları, dumandan boğularak düşmeleri şahitlik ediyorlar. Pepug, diksêlêman, baçermok ve daha birçok uçan canlı acısını koyarak insanlığın eşiğine şahitlik ediyorlar.

Yüz yılı bir ömre sığdıran kaplumbağalar hafızalarını dökerek ateşe, geriye kalan külleriyle bu vahşete şahitlik ediyorlar. Yer küllerle, gök dumanıyla uğuldadı günlerce. Ve insanlık hafızası biraz daha karanlığa gömüldü…

Sadece kendi acısına eğilmiş insan için ormansız, susuz, göksüz bir dünya ne işine yarar? Akan sular, uzun ırmaklar, dereler ve yolcusunu bekleyen çeşmeler, toprağa düşecek kar taneleri ve yağmur damlaları ilk var oldukları güne kadar geri gidip, o gün yağmur olamadıklarına iç çekerek şahitlik ediyorlar.
Merhametin kollarının bağlandığı, insafın kendi içine çöktüğü, isyanın dilsiz kaldığı bir hayatta acı, gözyaşlarıyla cehennemin ateşini söndüren Melek Tavus’un acısına kadar götürür bizi. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz, güneyimiz, kuzeyimiz, doğumuz, batımız, göğümüz ve toprağımız ateşten bir gömlek giyinmiş sanki. Soluyan her canlı alev alıp içinden, ciğerlerine, kavruluyor. Alevlerin ateşten bir dili var, dumanın bir dili, külün bir dili var, ısınarak parçalanan kayanın bir dili… Oldukları yerde birer delil olarak durarak şahitlik ediyorlar…

Batan günün kızıllığı, yüzünü ışıkla yıkamış sabah serinliği, gündüz ve gecelerin, neşesi hiç eksik olmayan yeşil çimenler, mevsimini bilerek kurumuş otlar, çocuğuna bakar gibi dalında yanan meyvesine bakan ağaçları yakıldıkları yerlerde kül olmuş bedenleriyle şahitlik ediyorlar…

Ağaç dallarını evi sayan tırtıllar, toprağı devinerek bereketli yapan solucanlar, kozasını dala asmış kelebekler, çığlığı ağzında yanan ağustos böcekleri, çiçeklere konup bir daha havalanmayan arılar, onların balı için kayalara, ağaç kovuklarına tırmanan ayılar ve onların meraklı yavruları, bulduğumuz yerde yapraklarından fal baktığımız papatyalar, sulak yerleri kendine yurt etmiş böğürtlenler, yani insana ihtiyaç duymadan soyunu sopunu sürdüren bütün bu dünyalı canlılar yakıldıklarına birer delil olarak şahitlik ediyorlar…

Suda balıkların, inadıyla keçilerin, kendini var eden toprağa hürmetle yüzünü dönmüş ters lalelerin, sizin kardelen, bizim belezer dediğimiz, kar altında baharı müjdeleyen çiçeklerin yurdunda esen rüzgârın, yağan yağmurun, gök gürültüsünün, çakan şimşeğin ve Ağlayan Kayalar’ın yapılan zulmü anlatacakları, sizin dilinizden farklı dilleri var.

Doğada kılcal damarlar gibi, kıvrıla kıvrıla insana yol olan patikalar, Bir şehri diğerine bağlayan asfaltlar, uçaklar, otobüsler ve göllerin teninde yüzen feribotlar günlerce bu acıyı taşıdılar. Köklerinin doğadan geldiğini bilen, çaresizliğinden elini göğe kaldırıp, değil tanrınıza, hakkına yakaran yaşlıların gözlerinde boncuk boncuk yaş oldular. İster yakın, ister uzak her nerede, hangi ülkedeysek orada bu zulmü yedik, bu zulmü içtik günlerce…

Onların Allah dediklerinden üç bin yıl geriye giderek Hêq diyoruz. Ki bize göre dağ, taş, ırmaklar, ormanlar ve ormanları yurdu sayan bütün bir canlı, cansız hayat, yani yeryüzü tanrının Tanrı’nın yüzüdür. Onlar her yıl bu zamanlarda, Dersim’de Tanrı’nın yüzünü yakıyorlar…

Fadıl Öztürk – Artı Gerçek

Sema: Özünü dinlemek ve Dergah – Yağmur Mercanoğlu

Yaşamımın büyükçe bir kısmını mana arayarak geçirdim. Hayatı, her şeyi, düşünsel olarak anlamakla yükümlü olduğum bir yer olarak tasavvur etmişim. Anlamayı dert edinmişim, haliyle anlamlandırmak için çabalamış durmuşum bunca zaman. Fakat kendime hiç bakmamışım. İçimde neler olup bittiğine, neler hissettiğime gözlerimi çevirmemişim. Manayı dışarıdan ummuş, içsel hazineme körelmişim. Düşüncelerle, anlamla bezeli bilgileri, özüme ait sandığım bir yaşamın içinde olduğumu fark ettim üç yıl önce. Uzun sorgularımın sonucunda anlamlandırmaya yönelik bu dışsal bilgiler kendini başkaca bir hale bıraktı. Ne hissediyorum, ne duyumsuyorum, içimde neler olup bitiyor soruları ile içsel bir farkındalık canlandı bende. Çok kıymetli sorulardı bunlar;  çünkü yanıtları dışarıda değildi. Böylece  yepyeni bir şey keşfettim :  kendimi dinlemeyi. Özümün bana sunduğu içsel bilgeliğe açtım ruhumu.

Hayatımın son üç yılı kendimi dinleyebileceğim, özümü duyabileceğim , içsel deneyim yaşayabileceğim yerleri ziyaret ederek geçti. Kendimi dinlemeye olanak tanıyan ilk mekan ,  hiç durmayan müzik ve sema ile ruhumu büyüleyen , Yalova’nın Gökçedere İlçesi’ndeki Mehmet Rasim Mutlu Kültür Merkezi oldu. Biz orada olup gönül gönüle olmayı tattığımızdan gönülden deneyimleri bize açan bu kolektif alana “dergâh “ diyoruz. Dergâh, Yrd. Doç. Rahmi Oruç Güvenç önderliğinde her yıl, yılda iki kere  düzenlenen , belirlenen gün süresince hiç durmadan devam eden müzik ve semanın yanı sıra ; zikir, tasavvuf sohbetleri, katılımcıların düzenlediği çeşitli workshopları içeren etkinliğe ev sahipliği eden yer. Etkinliğin gün sayısı, her yıl,  İslamî- tasavvufî bir kaynağa göre belirleniyor. Örneğin geçtiğimiz yıllarda, Allah’ın 99 isminden yola çıkılarak 99 gün 99 gece sema etkinliği yapılmıştı. Bu yıl devam etmekte olan 114 gün 114 gece sema etkinliği , Kur’an-ı Kerim’deki sure sayısından (114) ilhamla belirlenmiş. 114 gün boyunca müziğin ve semanın durmadan, nöbetleşe devam etmesi etkinliğin yegane amacı. Etkinliğin belirlenmiş bir ücreti yok ama yemek, elektrik, su gibi ortak kullanılan giderler için bağış kabul ediliyor.

Dergâh, dünyanın her yerinden insanı ağırlayan,   Hz. Mevlana’nın “ Ne olursan ol gel “ sözüne hizmet eden, hoşgörülü ve şefkatli bir yer. Haliyle farklı kültürlerden gelen insanların, aile ortamında birliği deneyimlemelerine alan açılıyor burada. Tüm işler gönüllük temelinde kolektif olarak yapılıyor. Yemek beraber hazırlanıyor, sofra beraber kuruluyor, temizlik gibi rutin işler ortaklaşa yapılıyor.  Tasavvufta, birlik temelli bu işleyişe “hizmet” deniyor. Ben tasavvufla ilgilenen biri olduğumdan bu deneyimi içsel olarak değerlendiriyorum, hizmet bilinci bana iyi hissettiriyor. Ancak, tasavvufî açıdan duyumsamayabilir herkes. Bu noktada başka açılardan yaklaşabilmek oldukça mümkün aslında. Topluluk olma bilinci, kolektif düzen, dostluk gibi sosyal bakış açılarının  yanı sıra spiritüel bir deneyim ya da İslamî geleneğin bir çeşit ritüeli olarak da bakabiliriz hizmete. Ayrıca, bir şey yapmak zorunda hissetmediğiniz bir yerde olmanın güzelliğine bırakabilirsiniz kendinizi. Özgürlük ve hoşgörü dolu bu mekanda olmanın hafifliğini hissederek yalnızca varlığınızın tadını çıkarabilirsiniz de. Kendimize böylesi bir  izin vermenin de  hizmet olduğunu hatırlatayım. Tasavvuftaki hizmete ilişkin öğrendiğim en etkileyici şey , ne haldeysen , neredeysen oradaki güzellikleri görmenin ve tadını çıkarmanın büyük bir hizmet olduğu.

İbnü’l Arabî’ye göre, alem ve tüm yaratılmışlar, Allah için ayna gibidir. Allah, kendini bilmek için bu aynaya bakar ve hayrete düşer. Kendini bilen insan aleme bakar, diğer tüm yaratılmış güzelliklere bakar ve o da hayrete düşer. İbnü’l Arabî, tıpkı Allah’ın seyri gibi insanın da evrenin ve tüm canlıların güzelliğini seyretmesinin, bu güzelliğe şahitlik etmesinin büyük bir hizmet olduğunu vurgular. İbnü’l Arabî’ye göre, hepimiz birer hayret aynası taşıyoruz. Hatta hepimiz birer hayret aynasıyız.

Kendimizin seyrinde nice büyük keşif var. Dünyada deneyimlediğimiz her anda, gittiğimiz her yerde , bulunduğumuz her halde çok sayıda şey keşfediyoruz. Benim  İbnü’l Arabî’den anladığım,  tasavvufî yolculuğun tam anlamıyla böyle bir keşif yolculuğu olduğu. Çünkü keşifte hayret var, güzelliğe tanıklık etmek var. Böyle bir noktadan bakınca, özün seyri ve keşif için bambaşka bir hayret aynası olduğunu düşündüm dergahın. Bu güzel keşif yolculuğumda dergâhtaki paylaşımın, müziğin ve semanın içimde uyandırdığı hayreti pek sevdim ben. 

Paylaşım

Dergâhta beni en çok etkileyen şeylerden biri de insanların paylaşıma verdikleri değer. Katılımcı dostların birçoğu burada kendi vakıf oldukları alana dair seminer ya da workshop düzenliyorlar. Müzik terapi seminerleri, nefes egzersizleri, yoga gibi çok çeşitli şifa çalışmalarına ya da farklı etkinliklere katılma imkanı var. Aynı çatı altında farklı birçok etkinliğin gerçekleşmesi beni çok şaşırtmıştı. Dergâha ilk gidişimde “baksı dansı”nın ne olduğunu öğrenmiştim mesela. Onlarca tanımadığım insanla baksı dansı yapmak çok eğlenceliydi ve başka bir yerde deneyimleme fırsatı bulamayacağım bir şeydi belki. Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olarak benim için bir ders niteliği taşıyordu üstelik. Öğretmenlik yaptığım dönemde sözlü  edebiyat geleneğini anlatırken baksılara değiniyordum . Ne kadar yavan geliyor şimdi o anlatımım.

Türk eğitim sisteminin yazılı bilgiye, ezbere dayalı yönteminin tekdüzeliği içinde yetişiyoruz. Öğrenim yaşamı boyunca bilginin aslında ne olduğunu deneyimlemek için fırsat verilmiyor bize. Dahası bizler, böylesi deneyimlere kendimizi açabilecek  mekanların varlığından haberdar değiliz. Özellikle edebiyat gibi  sanatsal dallarda deneyimsel yerlerden bakabilmenin, sanatı içsel olarak duyumsamanın son derece ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. Dergâh , gazellerin icrasını dinleyebildiğim, Yunus’un şiirinin, ezgilerle ruhuma işleyişini duyumsadığım, deneyimsel bir alanı sundu bana.

Başka birçok konuda da çoğaldıkça çoğaldım. Ritim çalmak, şarkı söylemek, İranlı dostlardan Farsça şiirler dinlemek, Hintli dostlardan mantralar öğrenmek (…) gibi. Harika arkadaşlıklar edindim bu güzel yerde. Her birinden çok şey öğrendim. Kiminin halinden, kiminin hareketinden, kiminin heyecanından, kiminin tuttuğu sessizlik orucundan, kiminin bilgeliğinden, kiminin sesindeki büyüden, kiminin sema dönüşünden, kiminin sohbetinden … Dergâhta tanıdığım tüm canlara şükranlarımı sunuyorum. Her birinin kendi hikayelerine, anılarına şahitlik etmek son derece keyifli ve gönül esneten türden bir lütuf oldu benim için.

Müzik…

Dergâhtaki tüm müzisyenler hayranlık uyandırıcı bir icra ile ruha dokunuyorlar. Bana böyle hissettiren muhtemelen dergâhın enerjisinin müzisyenlere verdiği o eşsiz ilham. Gözlerim kapalı, akıp giden leziz ezgiyle ben olmayan her ne varsa bırakmaya niyet ediyorum, ruhumu dinliyorum semahanede. İçime dönüp derinlerdeki semazeni çağırıyorum. Tüm bunları yaparken Klasik Türk Müziği’nden  türkülere, ilahilere birçok farklı dilden , farklı türden etnik müziğe uzanan geniş bir müzik kültürünün kucağında buluyorum kendimi.

Sema…

Dergâhta üst kat semahane olarak adlandırılıyor. Semanın kelime anlamlarından biri de işitmek, duymak. Kendine, özüne, Allah’ a kulak kesilmek ; ruhunu açmak, can kulağını sunmak. Semanın etkisi, şifası tam buradan başlıyor, duymaktan, dinlemekten. Semahanede bu dinleme haline saygı duyulduğundan konuşulmuyor. Hepimizin diline sus değiyor. Böylece bambaşka bir keşif başlıyor. Dinlemenin biçimi gönül ve öze dönüyor. Daha bir hafta önce bir arkadaşım bana heyecanla cebinde gezdirdiği bir gazete haberini göstermişti. Habere göre, öldükten sonra bir süre daha duyabilmek mümkünmüş. İşlevini en son yitiren duyumuz işitmekmiş. Şaşkın bir bakışma oldu aramızda, önemli bir aydınlanma yaşamışçasına gülümsedik birbirimize. İşitmek kadar güçlü bir duyuya odaklanarak sema dönmek , dinleme eylemine bambaşka bir biçim veriyormuş, semaya dair ilk farkındalığım bu olmuştu.

Dergahta gerçekleşen semanın, “Klasik Mevlevî Geleneği”den farklı bir anlayışı olduğu hemen anlaşılıyor. Sema deyince  canlanan bir görsel oluyor ister istemez. Beyaz tennureli, başında sikke olan semazenler ile belirli bir ritüele uygun hareket sırası olan bir sema geliyor gözümün önüne. İşte semahanede sema dönebilmek için zihnimizde canlanan semazenler gibi özel bir kıyafete, belli bir mizansene ya da belli bir eğitime gerek yok. Edep kuralları dahilinde, makul kıyafetlerle, içinden nasıl geliyorsa sema dönebiliyorsun. Aslında bu sema, Hz. Mevlana’nın esas aldığı semadır, derdi değerli  hocamız Rahmi Oruç  Güvenç. Kendisi müziğin ve  semanın şifasına ilişkin çeşitli çalışmalar yapmış ve bizlerle bu kıymetli bilgilerini paylaşmıştı. Oruç Hoca’nın, “Sema herkes içindir, yapabildiği ölçüde ve şekilde herkes sema dönebilir” cümlesi çok etkilemişti beni. Semanın şifasından nasiplenebilelim diye dileyenin dilediğince sema yapmasına teşvik ediliyor dergâhta. Eğer biri sema dönmek istiyor ama çekincedeyse semazen dostlar gönülden destek oluyorlar.

Sema dönmek benim için de ürkütücü bir şeydi ilk zamanlar. Ya düşersem , ya başım dönerse kaygıları dönüyordu içimde. Kendime içsel telkin verdim sık sık. Hz. Mevlana’dan aldığım ilhamla kendimle söyleştim. Dünya dönüyor, kanım hücrelerimde dönüyor, nefesim dıştan içe , içten dışa dönüyor. Ben niye dönmeyeyim, dedim kendime.

Telkin daha ilk seferinde işe yaradı. Bir cesaret attım kendimi sema alanına, başladım dönmeye. Sema yaparken etrafın dönmesinin olağanlığına alıştım. Bu alışma hiç de uzun sürmedi. Her yerde birden olmak gibi bir şey deneyimledim ben. Kendiliğinden bir hal. Renklerin, ışığın, insanların birbirine karıştığı bir hal. Aslında mekansızlığı keşfettiğim bir andı. Mekansızlığın huzur verdiği o anda bir süre kalmak , demlenmek , benim için semanın özeti bu. Peki başım dönmedi mi ?  Fark ettim ki semaya kendimi bıraktığımda bambaşka biri oluyorum. Daha doğrusu hiç olmadığım kadar kendim oluyorum,  özüm ile buluşuyorum. Burada baş döndürücü bir şey olduğu kesin ancak; anladım ki,  fiziksel hissiyatın ötesine geçen bir halmiş yaşadığım.

Semahanede sema dönmek zorunda değil gelenler.  Oturabilir, uzanabilir, uyuyabilirler, yalnızca müziği dinleyebilir, enstrüman çalıyorlarsa eşlik edebilir, ya da semazenlerin dağıttığı şifaya ortak olabilirler. Gönülden geçeni yapmak için semahanede fazlasıyla seçenek var.

Ben sema dönmek kadar semazenleri seyretmeyi de seviyorum. Hatta sema ile ilgili öyle büyülü seyirlerim  var ki… Semahanede gözümün değdiği ilhamlı anlardan birini paylaşayım. Üç yıl önce, ilk gidişimin heyecanıyla üst katta semahanede oturuyorum. Yine semazenleri seyre dalmışım. Kırklarında kızıl bir semazen gözüme değiyor. Beyaz bir tennure giymiş , döndükçe etrafında beyaz bir hare oluşuyor. Nefesin döngüsünü, dünyanın turlayışını tek bedende görebiliyorum. Acılarının başını okşuyor sanki sema dönerken. Öyle derin bir duyumsama yaşıyor ki halinin ışığı bana yansıyor. Kızıl bir derviş diyorum kendime, kim bilir neler hissediyor, neler duyuyor…  Bazen çok hızlanıyor bazen de oldukça sakinleşiyor. Tüm bu ritminin içine bir anda 4-5 yaşlarında bir kız çocuğu dahil oluyor. Semazeni eteğinden tutuyor. Derviş yavaşlayıp kızı kucağına alıyor. Sol kolunu yana doğru açıyor. Kızın kafasını omzuna sabitliyor kendi boynuyla. Ayaklarını da sol avcunun içine alıyor. Ve beraberce dönüyorlar. Sol kolundan yatak yapmış bir babanın çocuğunu sema dönerek uyutuşunu izliyorum. Daha sonra öğreniyorum ki, kızıl derviş kızını hep böyle uyutuyormuş. Çok ruhlu bir kısa öykü okumuşum ya da bir film sahnesini hayranlıkla izlemişim gibi hissettiğim bir andı. Sema dönerken kızını uyutan kızıl dervişi ve o anın büyüsünü hala unutamıyorum. İçimde hala  aynı canlılıkla dönüyorlar.

Yaşadıklarımdan, anlattıklarımdan kendi deneyiminize uzanmak isterseniz hala biraz vakit var. Yakın zamanda sonsuzluk diyarına uğurladığımız Sevgili Rahmi Oruç Güvenç’in bizlere miras bıraktığı etkinlik, 23 Ağustos 2017’de sonlanacak. Huzurla içsel bir yerde demlenmek isterseniz,  kollarını sonuna kadar açmış böylesi bir mekanın varlığından artık haberdarsınız. Gelin, yepyeni keşiflerimiz olsun, hayret aynalarımızdan birbirimize yansımanın güzelliğini birlikte yaşayalım.

 

Yağmur Mercanoğlu

Bazen Çanakkale, bazen Portekiz’de D harfi olmak – Buket Atlı / Gülengül Anıl

Sizlere şimdi Çanakkale yolunda yazdığım bu yazının hikayesi dün akşam Portekiz uçağında başladı. Gülengül Anıl ile birlikte, ortak bir arkadaşımızın bizi teşvik etmesi sayesinde, 40 yıl önce Almanya’da başlayan ve şimdi güney Portekiz’de yaklaşık 170 kişinin bir arada yaşadığı bir barış projesi olan Tamera Biyotopu I ‘in düzenlediği ‘Kutsalı Korumak’ başlıklı bir etkinliğe katıldık.

Bu kutsal, tüm dünyadan gelen konuşmacıların da katkıları ile kimi zaman Standing Rock’da olduğu gibi yerel kabileleler tarafından savunulan su, kimi zaman da İsrail ve Filistin bölgesinde barış veya Kenya’da temiz su ve gıdaya erişim oldu. Oldukça zihin açıcı ve çok yönlü olan konuşmalara, sizler de ulaşabilirsiniz: http://defendthesacred.tamera.org/

Hangi dili konuşuyor ve hangi konuda aktivizm yapıyor olursa olsun, tüm dünyadan gelip toplantıya katılan 200 kişinin ortak olarak kesiştiği nokta ise; hayatın kutsallığıydı ve bunu korumak için hem kendi içimizde, hem diğer canlılarla hem de doğayla barış yapmanın gerekliliği…

Bu buluşma sırasında benim kalbimde ise hep, senenin başından beri Çanakkale’ye yapılmaya çalışılan Kirazlıdere ve Çırpılar Kömürlü Termik Santrallerini her seferinde Çevre Bakanlığı tarafından yapılan değerlendirme toplantılarında ÇED onayı almalarını  ‘#Kazdağıhepimizin’ diyerek ertelettiğimiz ve koruduğumuz Kazdağları vardı. Ve şimdi bugün, Ankara’da, Kirazlıdere Termik Santrali’nin tekrar değerlendirme toplantısınde ve Biga kıyılarının; 13 Eylül’de de Yenice’nin gıda deposu Agonya Ovası’nın kaderini çizilecek, hep birlikte çizeceğiz…

12 Ağustos’ta ise; petrol çıkarılması nedeniyle yok olma tehditi altında olan Portekiz kıyılarını korumak için Amerikalı sanatçı ve activist John Quigley’nin yürüttüğü ve aşağıda videosunu izleyebileceğiniz yaratıcı bir eylem gerçekleştirildi.

Sizleri  ilk defa böyle bir etkiliğe katılan Gülengül’ün gözlerinden Portekiz’e davet ediyorum:

‘Daha önce bu boyutta bir aktivist harekete katılmamıştım. Kumda oluşturacağımız resmin bir noktası olma fikri beni heyecanlandırmıştı. Bu aynen yaşamın küçük bir modeliydi: Büyük resmi meydana getiren küçük parçalardan biri olmak. Tamera’dan yola çıktığımızda yaklaşık 250 kişiydik. Oysa günün sonunda, kumda resim ve yazı oluşturmak için oturanlarla, Portekiz kıyılarını sembolize eden metrelerce uzunluğundaki kırmızı kumaşı kaldırıp başının üzerinde tutanların toplamı 1000 kişiyi bulmuştu. Ribeira de Seixe nehrinin okyanusa kavuştuğu inanılmaz doğal güzellikteki Odeceixe plajında güneşlenip yüzmeye gelen yerel ya da turist hemen herkes çağrımıza kulak verdi, el verdi, hatta ciddi bir zaman vererek oluşturulan resimde yer aldı.  Sadece bu bile yeni dünyanın müjdesi gibiydi. Akşam üstü güneşi ve okyanustan gelen hafif esintiler altında DEFEND THE SACRED yazısının sonundaki “D” harfini oluşturmak üzere oturan kişilerden biriydim.

 

Hemen önümde oturan Buket’ten sonraki pozisyona yerleşmiş iki çocuklu ailenin resmin tamamlanmasını ve tepemizde uçan drone’un güzel çekimler yapabilmesini nasıl bir sabırla beklediğini biraz da hayretle izledim. Hayretim, biri erkek biri kız iki minik çocuğun sessizce olana bitene katılması, ve hiçbir sıkılma emaresi göstermemesine dairdi. Sanki uzun zamandır beklenen ve kehaneti dillendirilen yeni nesil gelmişti ve görevini yapmaya başlamıştı. Yunus resminin sloganı iki dilde oluşturulacağı için ilk çekimler yapıldıktan sonra her harfin görevlisi, oturanların kalkıp okyanus yönünde beklemesini sağladı. Sonra ayaktakilerin bir kısmını oturtup Portekizce “geleceğe evet” anlamında SİM AO FUTURO cümlesini yazdırdı.

Bu sefer de, okyanus sahilinde bekleyen kırmızı kumaşı tutanlardan biriydim. Böylece, Portekizce versiyonunun hava fotoğrafında, Portekiz’de şiddetsiz eylemin sembolu olan kırmızı çizgiyi çekenlerden birisi oldum.

Sanatın aktivizmde bir araç olarak kullanılmasında sanatçının eserine katkıda bulunmak  heyecan vericiydi ama esas etkileyici olan, aktivist olarak gittiğimiz o dünya güzeli plajda bizden üç misli fazla sayıda insanın, ortaya ne çıkacağını bile bilmeden davetimize kulak vermesiydi. Sanki içlerindeki sesi izleyerek bize katıldılar ve resmin tam ortasında yer alan ateş ile su ritüellerinin arasından sabırla geçerek resimdeki bir nokta oldular.

 

Ve son bir söz: Türkiye’den gelen biri olarak, petrol firmasına karşı yürütülen bu eylemi engellemeye gelen hiçbir polis veya jandarma gücünün olmamasını nasıl da acayip bulduğumu fark ettim. Uluslararası bu boyutta bir gösteri barış içinde başlayıp bitti. Sahilde davullar eşliğinde müzik ve dans, muhteşem güzel bir piknik yemeği ve denize doğru batan güneşle günü bitirmek…. Rüya gibi….’

Hayatın kutsallığını korumak için, Çanakkale’de veya Portekiz’de, insanlık olarak hepimizin içinde olan o sesi daha güçlü duyabilmek ve pes etmeden her an, birlikte, yine, yeni yollarla, kimi zaman bir D harfinde, birbirinden yaratıcı direnişlerde buluşabilmek dileğiyle…

 

 

Buket Atlı / Gülengül Anıl

Obaruhu: Geçtikleri yere sihir taşıyan mimarlar

“Yuva, bir barınaktan daha fazlasıdır; ruhsal, fizyolojik ve zihinsel refahımızı besleyebilme kapasitesine sahiptir. İyi tasarlanmış bir alan hem topluluk buluşmalarına hem içe dönüşe hizmet edebilecek bir mekan olarak davranabilir.”

Obaruhu’nun kurucularından Merve Tekin yaşam alanlarımızın, üzerimizdeki psikolojik ve fizyolojik etkilerini böyle tasvir ediyor. Obaruhu, çoğumuzun çevresiyle iletişim halinde, pozitif titreşimleri davet eden, içindeki öğelerle oyuncu bir ilişki kuran bir yuvaya olan ihtiyacını bir davete dönüştürerek bizi çeşitli metod ve ritüellerin de yer alacağı

‘topınak’ (topraktan tapınak) inşa buluşmasına çağırıyor.

Tapınak: İbadet etmeye adanmış mekan ya da; çeşitli inanışlarda tanrı/tanrıça ya da yüce bir varlığın hanesi.

Tapınak uzay, hava, ateş, su ve toprak elementlerinin rehberliğinde, içimizle ve dışımızla meditasyon ve dualar aracılığıyla bağlantıya geçebileceğimiz, dinamik bir mekan olarak tasarlanacak. Atölye, yine Obaruhu’nun ruhuna uygun bir şekilde topluluğun birliğine hizmet edebilen bir araç olma niyetiyle yola çıkacak.

Birlikte yaşayan, seyahat eden, paylaşan göçebe toplulukların taşınabilir yuvalarına/çadırlarına Tengri dilinde ‘oba’ deniyor. Obaruhu ekibi de aynen böyle yaşayıp çalışıyor zaten. Kendilerini ‘gezginliğin hafifliğine, birliğin gücüne ve doğanın bilgeliğine adanmış bir doğal yapı ustaları, mimarları ve zanaatkarları topluluğu’ olarak tanımlıyorlar. Kimi zaman ev, kimi zaman fırın, kimi zaman başka başka doğal yapılar inşa ediyorlar.

Bayramiç Yeniköy Çiftliği’nden.
Bayramiç-Yeniköy Çiftliği’ndeki doğal yapı.

İnandıkları dünyayı yaratmak için canla başla, neşeyle, kahkahayla, aşkla, armoni içinde çalışan, aslında içimizde var olan ama zamanla unuttuğumuz ‘doğayla uyum’u yaratıp koruyabilmek için, oradan oraya göç eden, gelmiş geçmiş bütün topluluklardan ilham alan bir topluluk Obaruhu.

Tapınak, Edirne Badem Han’da bölgenin ekolojik özelliklerine özen göstererek earthbag (toprak çuval) ve hyper-adobe (hiper kerpiç) tekniğiyle yapılacak. Atölye boyunca oynanacak topluluk oyunları, danslar ve elementlerle ilgili ritüeller, doğal malzemeler ve özümüzle olan güçlü bağı hatırlamamıza yardımcı olacak.

Atölye saman, toprak ve suyun farklı tekniklerle uygulanacağı, pratik gösterimler ve biyo-mimari, Vaastu Shastra (evrenle uyumlu, kadim Hint tasarım sanatı), toprak yapılar ve doğal malzemeler (toprak torbalar/hiper-kerpiç ile kubbe yapımı ve sıva, heykel çalışmaları) ile ilgili teorik sunumlar üzerine kurulu olacak.

Obaruhu, bünyesine zaman zaman başka değerli insanları da katıyor ancak çekirdek kadrosunun birbirinden güzel insanlardan oluştuğunu belirtmeden geçmeyelim.

Obaruhu ekibi.

Obaruhu, isteyenlerin atölyeye katılımını kolaylaştırmak için bir de acayip birleştirici ve destekleyici bir muhteşem oyun yarattı. Bereket Oyunu’nun adımlarını öğrenmek için bu videoyu izleyebilirsiniz: https://obaruhu.org/videos/

Temel kural şu; atölyeye katılabilecek kadar maddi imkanınız yoksa, biraz içinize dönüp ‘Ben bu hayata ne katıyorum? Elimdeki kaynaklarım neler?’ diye düşünüp bir liste yapıyorsunuz. Örneğin ben bu atölyeye katılabilmek için yoga dersi verebilirim, defter dikmeyi öğretebilirim, Anadolu Jam, şiddetsiz iletişim, psikodrama pratiklerini temel düzeyde aktarabilirim. Bunlar karşılığında da sizden/topluluktan para yardımı istiyorum. Gibi gibi…

Topluluğun sayfalarına buralardan ulaşabilirsiniz:

www.obaruhu.org

https://www.facebook.com/obaruhu

 

Ceylan Yurdakuler

 

 

 

 

 

 

 

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Benim Adım Hiç Kimse – Dilge Güney

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Benim Adım Hiç Kimse

Her sene dünyanın çeşitli yerlerinde binlerce insan savaş, çatışma, terör, olumsuz iklim ve yetersiz beslenme koşulları gibi sorunlar nedeniyle evlerini terk ediyor. Göç esnasında yaşanan güçlükler, varılacak yerdeki belirsizlikler, şiddet, dışlanma, uyum sorunları ve sağlıksız koşullar gibi pek çok sorunla yetişkinler bile baş etmekte zorlanırken; göçlerden en çok etkilenen çocuklar oluyor.

Günümüzde sıklıkla nefretle anıldığına şahit olduğumuz göçmelerle, geleceği kurgulayacak olan bugünün çocuklarının duygudaşlık kurabileceği alanlar yaratmak son derece önemli. Frank Cottrell Boyce tarafından kaleme alınan kitapta, Moğolistan’dan İngiltere’ye göçen bir ailenin çocukları Chingis ve Nergui’nin, sınıf arkadaşları ve “iyi rehberleri” Julie’nin gözünden yaşadıkları anlatılıyor.

Çocukların İngiltere’deki okula uyum sağlama çabaları, kendilerini takip ettiğine inandıkları bir iblisten kaçmak için yaptıkları ve göçmen bir ailenin korkularıyla yüzleştiğimiz bölümler oldukça çarpıcı.

Kullanılan fotoğrafların da katkısıyla kitap, okuru Moğolistan’a doğru bir de yolculuğa çıkarıyor. Evcil hayvan olarak yetiştirilen kartallarla, uçsuz bucaksız bozkırlarla, taşınabilir bambu saraylarla özellikle çocuk okurun düş dünyasında renkli bir pencere açıyor. Üstelik günümüz çocuklarının altında bulundukları çılgın bilgi yağmurunda, tarih, simetri, sağlıklı beslenme gibi kitabi bilgilerin yanında; hayatta “yaşamaya dair” öğrenecekleri daha pek çok şey olduğu fikrini uyandırıyor. Mesela bir kartalı sakinleştirmenin yollarını…

Kullanılan dilin akıcılığı ve hikayeye eşlik eden fotoğraflar okurun kitaba sıkı sıkı bağlanmasını sağlayan önemli unsurlar. Bir defterden esinlenerek tasarlanmış sayfa düzeni de kitabın gerçekçiliğini perçinliyor.

Hem çocuk hem de yetişkin okurların Chingis ve Nergui’nin İngiltere’ye uyum çabalarını kah gülümseyerek kah hüzünlenerek okuyacakları bu duygu yüklü roman ile göçmenlerle duygudaşlık sağlayacaklarına ve onlara daha farklı bir gözle bakacaklarına inanıyorum.

Kitabın sonunda okurları bir de sürpriz bekliyor. Frank Cottrell Boyce’un bu romanı yazarken yaşanmış bir hikayeden esinlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Okuru gerçeklerle yüzleştirirken, “batı medeniyetini” bir kez daha gözden geçirmemizi sağlayacak üç unutulmaz cümle kuruyor üstelik:

“Ülkemin iltica politikası ya da Moğolistan ile olan ilişkileri hakkında fazla bilgiye sahip değilim. Bootle gibi az nüfuslu ve kültürel olarak gelişmemiş bir yere böyle gönlü zengin ve harikulade misafirlerin kabul edilmemesinin karmaşık bir sebebi vardır belki. Ama bildiğim bir şey varsa, o da gecenin bir yarısı çocukların yataklarından kaldırılıp götürülmesini normal karşılayan bir ülkenin gelişmiş kabul edilemeyeceği.”

Benim Adım Hiç Kimse
Yazan Frank Cottrell Boyce
Türkçeleştiren Arif Cem Ünver
Yaş grubu +9
Tudem
115 sayfa karton kapak

 

Dilge Güney

 

Benoit Aquin ve Çin’deki toz fırtınaları ile çöle dönmüş arazi fotoğrafları – Ahunur Özkarahan

18.yüzyılda Sanayi Devrimi ile başlayarak dünya hızlı bir şekilde tek bir büyük ev haline dönüşmektedir; fakat bu evin bir parçasında gerçekleşen bir felaket veya çevre sorunu, doğa sınır tanımadığı için, farklı alanlarını da etkilemeye başlamıştır. Örneğin Çin’de meydana gelen bir toz fırtınası, kolaylıkla Kuzey Amerika’yı etkileyebilmektedir. Yerel politikaların sonuçları yerelde kalmamakta, sınır tanımayan doğa hareketleri ile ciddi boyutta çevre problemleri ile karşı karşıya kalınmaktadır. Çevresel konuları ele alan sanat, bir zamanlar sadece küçük bir grup insanın ilgisini çekerken son yıllarda sanatsal ana akımın önemli bir parçası haline gelmiştir. Önceleri kavramsal sanat, performans, propaganda vb. stratejiler tarafından belirlenen çevre sanatı, bugün çeşitli yaklaşım ve yöntemleri benimser. Sanatçılar nadiren yalnız çalışırlar, mutlaka diğer disiplinlerden uzmanlar ile iş birliği içindedirler. Sanatçının rolü, bir bilim insanının aksine, sorunlara kesin cevaplar vermek değildir; soruyu sormak çoğu zaman yeterlidir. Sanatçı, tüm olasılıklara açık olmalıdır, herhangi bir aşamada yeniden sorgulama ve tanımlamada da özgürdür.

Avrupa’da Rönesans ile hümanizm yükselişe geçer ve insan her şeyin ölçüsü haline geldiğinde, madde dünya ile ilgili mülkiyet hissi de artar. Doğa korkulan, gıpta ve saygı ile izlenen, kopya edilmeye çalışılan bir şey değildir artık; incelenir ve artık insan kontrolüne uygun hale getirilir. 18. yüzyıldaki Sanayi Devrimi ile gezegenin kaynakları küresel düzeyde fazlasıyla tüketilmeye başlanmıştır. Bu insanlığın, doğayı sonsuz bir hazine kaynağı olarak gördüğü bir dönemin başlangıcıdır ve daha sonra istemediği parçacıklarını boşaltabileceği dipsiz bir çukura dönüşür.

Bugün çağdaş sanat, modern sanatın aksine, belli akımlara bağlı olmadan, tekniklerin iç içe geçtiği bir zamanı bize sunmaktadır. Sanatçılar doğal malzeme ve geri dönüşümlü malzeme kullanarak veya video, enstalasyon, performans, fotoğraf, resim, heykel vb. her türlü teknikle çevre sorunlarına işaret etmekte ve farkındalık yaratmaktadırlar. Kanada doğumlu sanatçı Benoit Aquin de dikkati fotoğraflarıyla dünyanın birçok yerindeki çevre sorunlarına çekmektedir. Sorunların aciliyetini tasvir edip insanları harekete geçirmek istemektedir.

Aquin, çağdaş dünyanın tehlikelerini araştırmaktır. Çin’deki büyük çevresel felaketler ile ilgili farkındalık yaratmak için, büyük ölçekte hasar vermiş tarım uygulamalarının, yüksek hızdaki rüzgarlar ile Çin, Kore, Japonya ve hatta Kuzey Amerika’ya taşınmasıyla oluşan büyük toz bulutlarının sürüklenmelerine dikkat çekmektedir. Aquin, fotoğrafın insanları sosyal ve çevresel konular üzerinde harekete geçirmeye ve dünyadaki değişime etki etmeye motive edebileceğine inanmaktadır; böylece bu çöl görünümlü arazilerin fotoğraflarını çeker. Çin’de üç yüz milyon insan, buradaki toz fırtınalarından etkilenmiştir ancak etkilenme burası ile sınırlı kalmamıştır, rüzgarlar çorak toprağı Kuzey Amerika’ya kadar taşımıştır. Aquin, bu fotoğraf serisi ile Çin’deki yetersiz su kaynakları ve çölleşme konularında herkesi bilinçlenmeye çağırmaktadır. Güncel, çevresel ve siyasi konuları fotoğraflamadaki başarısı, onu prestijli ödüller almaya hak kazandırmıştır. 2008 yılında sürdürülebilirlik mesajlarıyla Prix Pictet ödülünü kazanmıştır. Prix Pictet ödülü, sürdürülebilirlik konularına özellikle de çevreyle ilgili olanlara geniş kapsamlı dikkat çekilmesi için fotoğrafın gücünü kullanmayı amaçlamaktadır. Prix Pictet ödülüne müteakip Paris’de ‘Palais de Tokyo’da fotoğraf sergisini açmıştır. Çalışmaları uluslararası alanda, özellikle TIME, Canadian Geographic, The Guardian, Foto8, Canadian Art, Walrus Magazine ve L’actualité gibi basılı yayınlarda yer almıştır.

Benoit Aquin, “Dust Bowl”, 2006-2009 (Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır) http://www.benoit-aquin.com/

 Çin’deki Toz Fırtınaları ile Çöle Dönmüş Araziler

Çöller artık Çin’in %18’ini kaplar ve bunların dörtte biri ekolojik olarak zararlı insan faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. Tarıma elverişli arazinin fazla işlenmesi, aşırı otlatma ve su için fazla derine inme Çin’deki toz fırtınaları ile çöle dönmüş araziler oluşumunun sebebidir. Bu tür bir hadise 1930’lardan beri yaşanmamıştır ve Amerikan Orta Batı ve Kanada bozkırlarında yaşanan yıkıcı kuraklığı hatırlatmaktadır. Çin’in bu durumu, dünyanın en büyük ve hızlı, tarıma elverişli arazilerinin kısır kum tepelerine dönüşme halidir. Ortaya çıkan toz, rüzgâr aracılığıyla alınıp büyük kum fırtınaları şeklinde Çin geneline, Kore ve  Japonya’ya kadar yayılır, ve Kuzey Amerika’ya kadar ulaşır. Çin hükümeti durumu tersine çevirmek için, dünyanın gördüğü en büyük çevresel iyileştirme çalışmasını başlatır.

Benoit Aquin, “Dust Bowl”, 2006-2009 (Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır) http://www.benoit-aquin.com/

İlk bakışta Aquin’in eserleri haber fotoğrafçılığı alanına aitmiş gibi görünebilir. Savaşlarla değil -ki haber fotoğrafçılığının en gözde konularındandır- farklı türlü felaketlerle, özellikle de ekolojik sorunlarla ilgilenmektedir. Aquin felaket yerine gider, orada çalışır ve geri gelip bu olaylara tanıklık eden görüntüler sunar. Bu, onun fotoğraflarının neden seri olarak ve Nicolas Bérubé ya da Patrick Alleyn gibi gazetecilerin yazılarıyla beraber sunulduğunu açıklamaktadır. Bu görüntüler, fotoğrafçının geniş sanayileşme, doğal kaynakların tükenmesi ve bunların çevre, hayvanlar ve insanlar üzerindeki etkileri konusunda ne kadar rahatsız olduğunu yansıtmaktadır. Açıkça görülmektedir ki Aquin, dünya hakkında oldukça endişelidir.

Benoit Aquin, “Dust Bowl”, 2006-2009 (Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır) http://www.benoit-aquin.com/

Mevcut olayın ötesinde, bu görüntüler mıntıkaları göstermektedir: çöl ve kum fırtınaları. Bu fotoğraflar olağanüstülük ve ebedi oluştan kaçınmaktadır, aksine gerçekliğin sıradanlığını açıkça göstermektedir. Bu fotoğraflar çerçevelendiğinde, toplum ve toprakların bütünlüğünden parçalar sunar; anlık oluşları ile zaman ve tarihin geçici durumlarını muhafaza ederler. Hikayeleştirmeye direnmenin yanı sıra güzelliğe de direnirler. Güzellikleri ile bazen sanatsal bir dürtüyle motive olmuş gibi görünebilirler ancak asla tamamen estetik değildirler. Anlam ve güzelliğin ötesinde bir şey içerirler, sanki fotoğrafçı bu aşırı tanıdık amaçlardan kasıtlı olarak uzak durmuş gibidir.

Benoit Aquin, “Dust Bowl”, 2006-2009 (Görsel sanatçının izni ile kullanılmıştır) http://www.benoit-aquin.com/ 

Aquin’in görüntüleri bir açılıma ipucu sunar. Hiçbir zaman basit bir anlamda doğaya karşı kültür kavramı, insana özgü olmayana karşı insan, doğal süreçlere karşı endüstri, makineler ve teknolojileri göstermezler. Doğa burada olduğu gibi korunması gereken romantik bir cennet şeklinde değil, daha çok insan faaliyetlerini içeren açık ve sürekli değişen ilişkilerin bir sistemi olarak sunulmaktadır.

Daha fazla görsele ulaşmak için sanatçının resmi web sitesi: http://www.benoit-aquin.com/

Kaynaklar:

 

Ahunur Özkarahan

[Babil’den Sonra] Toz fırtınası baladları

“Ben bir toz fırtınası mültecisiyim” diye başlıyordu Woody Guthrie şarkısına “…sadece bir toz fırtınası mültecisiyim…”  ve “… merak ederim, hep toz fırtınası mültecisi olarak mı kalacağım?” diye bitiriyordu şarkısını.

Dust Bowl Refugee, Woody Guthrie’nin 1930’ların Büyük Buhran yıllarında adına toz çanağı fırtınası denen fırtınanın girdabında kavrulan bir kasabanın,  Birleşik Devletler’in Pampa kasabasının  yaşadığı felaketi ve sonra yollara düşen iklim mültecilerinin hikayesini şarkılarla anlattığı Dust Bowl Balads  veya Türkçedeki söylemiyle Toz Çanağı Baladları  albümünde yer alan bir şarkıydı. Bu cumartesi programda bu albümden şarkılar dinlettim.

16 haftadan beri Babil’den Sonra programında, gezegenin ve üzerinde yaşayan tüm canlıların bugün yaşadığı bu iklimsel-ekolojik kaosta, Babil’den sonra rüzgarın önünde yeryüzünde dolaşan ve daha iyi, daha yeşil bir dünya ve sürdürülebilir bir yaşam umudumuz diri tutacak şarkıları-şarkıcıları-sesleri dinletmeye çalışıyorum.

Woody Guthrie de bu şarkıcılardan bir tanesi. Burada Guthrie’den uzun uzun bahsetmek istemiyorum. 2012 yılında Woody Guthrie’nin 100. Yaşı, Açık radyoda uzunca bir süre devam eden bir programla kutlanmıştı. Mahir Ilgaz, Ömer Madra ve Hakan Gürvit’in anlatımlarıyla ve seçtikleri şarkılarla Woody Guthrie’ye doymuştuk. Sanıyorum 2002’de de Guthrie’nin 90. yaşı radyoda anılmıştı. Ben o programı anımsayamadım. Ama Gökhan Akçura’nın o yıl yazdığı nefis yazısı hala Açık Radyo WEB sitesi arşivlerinden okunabilir.

John Steinbeck çağdaşı Woody Guthrie’yi Woody Woody’dir İşte. Binlerce insan onu öyle bilir.O sadece bir ses ve gitardır. Bir halkın şarkılarını söyler ve sanırım bir bakıma kendisi de o halktır. Sert ve genizden gelen sesiyle, boynunda paslı bir janta asılı bir lastik levyesi gibi duran gitarıyla, Woody’nin sevimli bir tarafı yoktur. Keza söylediği şarkıların da. Dinlemesini bilenler için çok daha mühim bir şey vardır onun sesinde. Baskılara göğüs geren ve mücadeleci bir halkın iradesidir diye anlatıyordu bir yazısında.

Woody Guthrie sadece bir protest folk şarkıcısı-bestecisi değildi. Öldüğünde geride 3 bin şarkılık bir külliyat bırakmıştı ama aynı zamanda çok iyi de bir edebiyatçı ve ressamdı. Toprak Ev kitabı Guthrie’nin ölümünden sonra, 2013’de yayınlandı. Bu kitapta Guthrie, Steinbeck’in, batıya daha iyi bir hayat için göçen insanlarından farklı olarak gitmeyip, topraklarında kalarak, ekonomik buhrana, kuraklığa ve toz fırtınalarına karşı koyan insanların, yani bir anlamda kendi ailesinin hikayesini anlatıyordu. Guthrie şarkılarıyla Amerikan protest folk müziğinde olduğu gibi bu kitabıyla da çağdaş Amerikan edebiyatında sağlam bir yer edindi.

Toprak Ev, 1935’de Kansas, Nebraska, Oklahoma, Arkansas, Texas, Colorado ve New Mexico’nun büyük bir bölümünü ve yaşadığı Pampa kasabasını kavuran kuraklık, sıcak hava ve toz fırtınalarıyla yıkıma uğrayan tarımı ve sosyal yaşamı anlatır. Ona göre toprağı bu hale getiren endüstriyel tarım ve insanı-doğayı hiçe sayan kapitalist sistemin ta kendisidir. Toprak Ev kitabı Türkiye’de de yayınlandı.

Son haftalarda İstanbul’da ve Anadolu’da ve tabi Avrupa’nın güneyinde ve hatta bütün dünyada birçok yerde zamansız diyebileceğimiz doğal afetlere tanık olduk. Önce İstanbul’da kafamıza ceviz büyüklüğünde dolu yağdı, yazın ortasında İstanbul’dan bir küçük kasırga geçti adeta.  Sonra sel kenti vurdu, son yılların en yüksek sıcaklık değerlerini yaşadık ve daha birçok şey. Ve birçoğumuz bu mevsimsiz iklim hareketlerine bir anlam vermeye çalışıyoruz. Aslında bu zamansız doğa hareketleri iklim yıkımı olarak tanımlayabileceğimiz bir gerçeğin giderek sıcaklığını bizlere daha çok hissettiren somut belirtileriydi, doğanın bir tepkisiydi. Gezegen ben artık yoruldum diyor, çok yordunuz beni diyor biz insanlara.

Hal böyleyken toplumun büyük bir kesimi iklim değişikliğinden- büyük iklim yıkımından bi-haber. Yaklaşık 20 yıldır Açık Radyo dinliyorum ve neredeyse 15 seneden fazla bir süredir Açık Radyo programcıları ve özellikle Ömer Madra, tıpkı bir “sis çanı” gibi yaklaşan tehlikeye karşı bizi uyarıyorlardı.

Yeşil Gazete’nin yeni konuk yazarlarından Ahunur Özkarahan geçen hafta Yeşil Gazete’de yayınlanan ilk yazısında çoğunlukla yeryüzü sanatı ile adı anılan, New York’lu bir sanatçı ve ekoloji mücadelesi aktivisti olan Alan Sonfist’in “Zaman Peysajı” çalışmasını anlattığı bir yazıda Sonfist’le beraber bizlere bir soru soruyordu:  “Çevreciler yıllardır büyük bir felaket beklemektedirler. Temiz su, hava ve toprak gibi temel yaşam destek sistemleri endişe verici oranda azalmaya devam etmektedir. Bu büyük küresel resim neden sanat dünyasında uluslararası düzeyde gözden kaçırıldı? Gezegenimizin çevre sorunları sanatçılar için çok mu büyüktü?”  Ve yazının devamında ihtiyaç duyduğumuz şeyin varlığımızın gezegenin hayatta kalmasına bağlı olduğunu kabul ederek, daha büyük, canlı eko-sistem ile olan ilişkimize odaklanan sanat eserlerini görmekolduğunu vurguluyordu.

Ben de tıpkı Sonfist ve Özkarahan gibi yaşanan ekolojik yıkımın daha geniş kesimlerce fark edilmesinde sanatın- sanatçıların politikacılardan çok daha fazla etkili olabileceğini düşünüyorum. Bir şarkıyla, bir resimle, bir şiirle, kısacık bir videoyla o kadar çok şey anlatabilir ki. Bu bağlamda her disiplinden sanatçılara çok büyük sorumluluklar düştüğünü düşünüyorum.

Bu bağlamda 2015 senesinde İklim İçin hareketinin düzenlediği bir dizi etkinliğe bir İklim Korosu kurarak katılmıştık. Müzisyen arkadaşlarım Cengiz ve Tolga ile İstanbul’da çalışan bütün korolara çağrı yapmış ve yaklaşık 200 kişinin yer aldığı İklim Korosu’yla BÜ’de bir türkü seslendirmiştik. Ertesi gün de Galatasaray’da yapılacak olan basın açıklamasıyla koroyu sokağa taşımak istiyorduk ama olmadı. O gün Paris’te Charlie Hebdo baskını yaşandı ve basın açıklamasıyla yetinmek zorunda kaldık. O gün koro olarak sadece bir arada durduk ve o gün orada, yaşanan bu katliama ve iklim yıkımına karşı sustuk! 

Ben bugün henüz kum fırtınalarına maruz kalmasam da, 55 senedir yaşadığım köyümü çevreleyen mega inşaatlardan ve bir zamanlar Küçükçekmece gölünün kıyısında yer alan, çimenlerine sırt üstü uzanıp bulutları seyrettiğim çayıra kurulan çimento fabrikasından köyün atmosferine yayılan minik toz zerreciklerini soluyarak yaşıyorum. Ekolojik yıkımın sonuçlarını Sazlıdere sulak alanındaki yıkımın günbegün şahidi olarak yaşadım ve bu geriye doğru gidişin acısını tıpkı Sazlıdere’de yaşayan ve sesleri her geçen gün gittikçe azalan kurbağalar gibi iliklerime kadar hissediyorum.

Bugün için yapabildiklerim olabildiği kadar az tüketerek, olabildiği kadar sade ve yavaş yaşayarak gezegendeki karbon ayak izimi olabildiğince azaltmak ve bir de Açık Radyo’dan şarkılar çalmak!

 

Ercüment Gürçay

 

 

 

[Kedi-Siz] Mahperi Mertoğlu: Melekler Korusun çekimleri sırasında hayatıma dahil oldu Melek

Bir İrlanda Atasözü diyor ki;

Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.

Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.

[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Ortak dostumuz Sevinç Erbulak bizi tanıştırmıştı çok seneler önce… Kim bilebilirdiki her türlü saçmalığa bundan sonra beraber karışacaklardı.

Ben önce Şaşıfelek Çıkmazı dizisinde tanıdım onu…  Sonra da defalarca canlı canlı izledim sahnede. Oyuncunun yaşının olmadığını, bedensel özelliklerinin olmadığını sahnede kanıtladı bana.

Kah Afet-i Devran bir çengi hatun oldu, kah ölmeye yüz tutmuş sevilmeyen bir babaanne, bazen de insan eti yiyen bir öz çekim kolik komşu…

Hepsinde de hakkını vere vere alnının terini döktü, şahidim.

Kimi zaman ise bir yaralı kumru bebesi için kıtalar arası yolculuk yaptı. Özel insanlar biriktirerek yola devam ediyorum.

Evet, çok şanslıyım;

Çünkü o Mahperi Mertoğlu

***

17 – Mahperi Mertoğlu: Melekler Korusun çekimleri sırasında hayatıma dahil oldu Melek

Mahperi Mertoğlu: Öncelikle güzel giriş sözlerine çok teşekkür ediyorum.

Çok kıskanmıştım, her okuduğumda “Kedi-Siz’de ben neden yokum?” diyordum, şimdi ben de varım.

Sana başlamadan çok teşekkür ederim.  Çok güzel bir yazı dizisi oluyor. Gerçekten bilgileniyorum ve çok sevdiğim insanlar var aralarında.

Tolga Öztorun: Evvela evdeki huysuz kızı tanımak istiyorum. Kıskanç bir kedi ile yaşamak hayatı çok zorluyor biliyorum.

Mahperi Mertoğlu: Çocukluğumdan beri kedilerle büyüdüm ama annem eve almama izin vermiyordu. Ben de sokakta bakıyordum. O dönemde de özellikle hasta hayvanlara bir ilgim vardı. Şükür ki o dönemi kendim hastalanmadan geçirdim. Kendi evim olunca ilk işim kedi almak diyeceğim ama benim kedilerim hep beni kendilerine seçtiler. Son kızım yani senin gördüğün, onunla karşılaşmamız bir dizi çekimi sırasında “Melekler Korusun” dizisini çekiyorduk. Mimar Sinan Üniversitesinde çekim yapıyorduk. Etrafta çok fazla bebek kedi vardı. O bölgeye çok kedi bırakılıyor.

https://www.youtube.com/watch?v=TZyBwQs95rU

 

Oradaki kedileri mutlaka kısırlaştırmalıyız. Çünkü gerçekten çok fazla kedi var. Makyaj yapılırken bir baktım, paltomun içine sarı ufacık bir kedi girmiş ve uyuyor. Yemek verdik, bagajımda mama ve su kabı vardı. Bu şehirleşme esnasında tüm hayvanların yaşam alanlarını işgal ettik. Hatta tuvalet yapmaya bile yer yok. Bu durum gerçekten çok çirkin bir durum.

Doğa zaten gerekeni yapıyor, son zamanlarda yaptıklarımıza baksana. Biz besledik ve bıraktık onu. Aradan bir hafta geçti, yine çekime gittik ve oradaydı. Yeni bir kedi almama kararı yaşıyordum. Üçüncü hafta onunla yeniden karşılaşınca,  gözlerime öyle güzel bakıyordu ki, anladım ki o benim kaderim. Dizinin adı ile müsemma kedinin ismini de Melek koyarak onu hayatıma dâhil ettim.  Evde kıskanç bir kız ile yaşamak değil, çünkü ben o kıskanç kızın evinde yaşıyorum.

Uysal bir hayvan ancak kısırlaştırma periyodunda klinikte kaldı. Daha sağlıklı olur diye bir gece orada kaldı. Ertesi gün uyanırken sahibini görmek istermiş ama orada değildim. O gün huyu değişti. Sebebini bilmiyorum. Artık insan sevmiyor, kliniğe gitmek zor, başka hiçbir kediyi de kabullenmiyor. Onun evinde misafir olarak yaşıyorum. Genel olarak benimle ilişkisi olan insanları da kabullenmiyor. Hayatımda sadece o olmak istiyor. Bana karşı çok uysal ama arkadaşlarımı sevmiyor. Şehir dışına çıktığımda, özellikle yurtdışına filan çıkmayı çok seviyorum, eğer uzun kalmıyorsam kimse gelmiyor. O tek olmayı seviyor. Onun seçimi. Biliyorum ki Melek olduğu sürece başka kedi olamayacak.

Tolga Öztorun: Kedileri bu kadar yakından gözlemlemek, bir oyuncu olarak sana neler kattı?

Mahperi Mertoğlu: Aslında bunu çok düşünmedim ama öncelikle insan olarak şunu öğrendim ki çok karakterli hayvanlar. Asla yemek için size yaltaklanmaz, seçimleri var. Dik duruyorlar. Yüksek tabaka hayvanlar. Asla nankör olduklarını düşünmüyorum. Verdiğiniz herşeyin karşılığını dolu dolu alıyorsunuz. Sevgi, özlenmek ve sevgiyi göstermeyi, dürüstlüğü öğrendim. Köpekten daha farklılar.

Sokak kedileri var baktığım, sokağa girdiğimde koşarak geliyorlar. İşte karşılıksız sevgi budur. Kediler bana birey olmayı öğretiyor.

Tolga Öztorun: Dizilerde, filmlerde hayvanların ve özellikle de kedilerin kullanılmasını nasıl buluyorsun? Çünkü kedi itaat etmediği için genelde uyuşturuluyor.

Mahperi Mertoğlu: Dizilerde kedilerin kullanılması karışık bir konu, hayvan sevgisini aşılayan her şeye varım. Bunu doğru öğreten her şeyin başımın üzerinde yeri var. Setler bırak kediyi herkes için çok zor. Zor şartlarda çalışıyoruz. Bir hayvana istemediği bir şey yaptırmak çok zor. Bunun için maalesef zorlama da yapılıyor.

Bazı dizilerde hayvanlar aksesuar gibi gösteriliyor. Buna çok karşıyım. Siz olmadan olamayacaklarını göstermek lazım. Çocuklara özellikle bilgisayar oyunlardaki gibi hayvanların durup durup canlanamayacağını anlatmak gerekiyor. Hayvanların böyle olmadığını çocuklara öğretmek lazım. Bu biz ebeveynlerinin görevi olmalı.

Kafamı karıştıran başka bir şey ise hayvan ırklarının dönemlik modaları. Bu sebep ile yaz sonu sokaklara bırakılan çok hayvan var.  Yazlarımı Çeşme’de geçiriyorum. Çeşme Barınağına ve ÇESAL görevlilerine özellilikle teşekkür ediyorum. İnanılmaz çaba harcıyorlar.  Kışın tam bir trajedi yaşanıyor.

Şimdi daha da bilinçlendi insanlar. Eskiye göre sokak hayvanlarına daha bir ilgi var. Eskiden daha zordu hayatları. Sokak hayvanlarına sadece yemek su vermek değil, sınırlarınız içindeki hayvanları rehabilite etmek, kısırlaştırmak aşılatmak, hastalandıklarında veteriner hekime götürmek gerekiyor. Kuduz aşısı ve parazitleri ile de ilgilenmeliyiz.

Onların birer can taşıdığını bilmemiz lazım. Çocuklara da öğretmemiz gerekiyor. Hayvan sevmenin çocuk gelişimine çok katkısı var.

Yaşadığımız sürece hayatta küçük güzellikler yaşamaya çalışıyoruz.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Mahperi Mertoğlu: Bu röportaj için çok teşekkür ediyorum sana. Söyleyebileceğim bazı şeyleri söyleme fırsatı buldum. Son mesajım da “Biz dünyada hep beraber yaşıyoruz.  Dünya sadece bizim yaşam alanımız değil o yüzden birlikte uyum içinde yaşamak zorundayız”

Hayat bu şekilde güzelleşecektir.

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Amerika’da uzun yol yapmak – Seran Vreskala

Herkes için hayatında arabayla hiç uzun yol yapmayanlar veya Amerika’da araba kullanacaklar için işe yarayacak bir rehber…

Ben ilk uzun yol tecrübemi Çamlıhemşin, Rize’ye yapmıştım, tam 2500 km. Hayatımın en güzel ve zorlu deneyimlerinden biriydi ama unutulmaz bir serüvendi. Tabii ki bu yol eğer keyifli bir yol arkadaşı ile olursa tadından yenmez ama asıl önemli olan tek başınıza bu uzun yola çıkmanız… Bu gerçekten de kendiniz için yapabileceğiniz en önemli şeylerden biri. Öncelikle kendinizle zorunlu olarak geçirdiğiniz zaman size çok şey kazandırıyor. İster bağıra bağıra şarkı söyleyin, ister kahkahalarla gülün, ister yüzleşemediğiniz vicdanınızla konuşun, ister feryat figan ağlayın; şahidiniz sadece kendinizsiniz. Yani gerçek kendinize şahit oluyorsunuz ve temizleniyorsunuz da…  Çünkü uzun yol yapmak insanı temizleyen bir şey!

HAYAT MEMAT ARAÇLAR

Yanınıza mutlaka ama mutlaka almanız gerekenler (sadece hayati önem taşıyan gereçler)

– Akıllı telefonunuz varsa ne ala ama yoksa kesinlikle bir navigasyon aleti uzun yolun olmazsa olmazı

– İyi bir müzik arşivi

– Çöp torbası

– Ekstra rahat ayakkabı (ayaklarınız bir müddet sonra farklı bir kalıp istiyor)

– Yedek tişört (arabada yerken ya da içerken üstünüze dökmemeyi beceriyorsanız gerek yok)

– Güneş gözlüğü

– Islak mendil

BİLMENİZ GEREKENLER

– Öncelikle Amerika’da Türk ehliyetinizi kullanabiliyorsunuz ama geçerlilik süresi eyaletlere göre değişiklik gösteriyor. Bazı eyaletlerde bu süre 1 ay iken, diğerlerinde 6 aya kadar çıkıyor.

– Araba kiralamak dünyanın en kolay işi burada, geçerli bir ehliyetiniz ve kredi kartınız olsun yeter.

-Herkes adam gibi kurallara uyduğu için ‘biri beni sıkıştırır mı, yoksa dönülmemesi gereken yerden mi döner, bir anda önüne mi çıkar, arkanıza çok mu yanaşır, selektörle gözlerinizi mi kör eder, kornayla sinirlerinizi mi bozar, sinyal vermeden mi döner, kadın şoförsünüz diye sizi sıkıştırır mı’ endişeniz yok. Bayağı kolay işiniz…

– Başta km ile milleri karıştırıp duruyorsunuz, alışmakta zorlanıyorsunuz ama bir kaç gün sonra hesaplamadan mille konuşmaya başlıyorsunuz. İnsanoğlu işte, her şeye alışıyor. 1 mil =  1.6 km.

– Bir kere ne olursa olsun emniyet kemeriniz bağlı olmalı; polisler bunu asla affetmiyor.

– Eğer şehir içinden geçiyorsanız ve geçtiğiniz sokak başlarında ‘DUR’ levhasını görürseniz mutlaka durun! Bu dur levhası buradaki gibi ‘yavaşlayıp geçebilirsin’ anlamına gelmiyor. Kesinlikle durmanız gerekiyor. Etrafınızda kimse olmasa bile… Diyelim ki etrafta ne kamera ne de insan var, nasıl olsa kimse görmez diye yavaşlayıp geçtiniz ama bilin ki etraftaki evlerde oturanlardan biri gördüğünde ihbar edebilir sizi… Kısaca kurallara uymama lüksünüz yok!

-Öyle bir sistem var ki tıkır tıkır işliyor; yanlış yola mı girdiniz, hemen ileride telafisi var. Benzin bitecek diye mi kaygılanıyorsunuz, 5 milde bir benzin ve yemek istasyonları var. Uykunuz mu geldi? Arabanızı park edebileceğiniz dinlenme cepleri var. Dönüşü mü kaçırdınız? Gerçi bu mümkün değil, 10 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatmışlar dönüşleri, kaçırma riskiniz yok!

-Bizdeki otobanlarda ezilmiş kedi köpek görüyorsunuz ya, burada daha çok sincap, chipmunk (sincabın ufağı / farenin büyüğü), geyik, tilki görüyorsunuz.

-Uzun yolda eşlik etsinler diye yanınıza yiyecek içecek bir sürü şey alıyorsunuz; e arabaya atacağınıza yediklerinizi aldığınız çöp torbalarına atıyorsunuz. İnanın o koca çöp torbası doluyor. Eğer yanınıza torba almazsanız durduğunuz her yerde çöp kutusu aramak zorunda kalırsınız ya da arabanızda bir müddet sonra adım atacak yer kalmaz; kalan yiyeceklerden çıkan koku da cabası…

– Bu ülkede benzin almak dünyanın en kolay işi… Hiç de arabanızı bırakıp kasaya gitmek zorunda değilsiniz. Tüm istasyonlarda benzin pompalarının üzerinde kredi kartınızı kullanabileceğiniz bir yer var. Burada her yerde kart geçiyor, 1 dolar için bile kartınızı kullanabilirsiniz ve kimse yüzünüze ucuzmuşsunuz gibi bakmıyor. Bu yüzden yanınızda para olmaması ya da yola parasız çıkmanız hiç önemli değil; kredi kartınız hayatınızı kurtarıyor.

– Yalnız yolculuklarda çok iyi ve fazla müzik seçeneğinizin olması hayati önem taşıyor gerçekten. Aklınıza gelebilecek her müzik türü işe yarıyor; benim tercihlerim genelde country , klasik (hele yemyeşil dağların arasından giderken), caz (daha çok blues) ve chill out tarzında Budha Bar serileri (gaza getiriyor)… En keyifli yanı da yalnız olduğunuz için şarkılara bağıra bağıra eşlik edebilmeniz… Bu yüzden Türkçe repertuar da önemli yer taşıyor.

– Aman hız sınırına dikkat! Bazen müzikten dolayı öyle bir gaza geliyorsunuz ki normalde hız sınırının 70 mil olduğu yerlerde bir bakmışsınız 95’e hatta 100 mile çıkmışsınız; hemen toparlanmanız lazım çünkü buradaki polisler hızı asla affetmiyor. Bir kere durdurdular mı, ne rica minnet ne sevimlilik işe yaramıyor.

– ‘EZPass’ paralı yollar için büyük kolaylık… Bizdeki OGS / HGS gibi… Ama yoksa da önemli değil, paralı geçişlere daha geniş yerler vermişler; bu arada her geçiş 2 Dolar.

– Bizim ülkeyi yeşil zannederken, buradaki uçsuz bucaksız ve sonsuz yeşilliği görünce fikriniz değişecek… Hele öyle rengarenk ağaçlar var ki! Sarıdan başlayarak yeşilin, turuncunun, kırmızının, hatta morun tüm tonlarına rastlıyorsunuz. Sonbahara denk gelirseniz palet iyice zenginleşiyor. Patlıcan moru hatta beyaz ağaç bile gördüm.

– Bir yağmur geçişleri var, inanılmaz… Daha 3 saniye evvel kupkuru yolda giderken bir anda bir yağmur bastırıyor, ama öyle bastırma falan değil. Hani su depoları vardır ya birkaç tonluk; işte o depoyu alın, ters çevirin ve arabanın üstüne dökün! Siz içindeyken ve yol alırken… Neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz, silecekleri sonuna kadar açsanız da göz gözü görmüyor; özellikle bu durum tırlar, kamyonlar daha da ağır vasıtalar yanınızdan vızır vızır geçerken çok tehlikeli bir hal alıyor. Bildiğiniz 35-40 mile düşüp babaanneler gibi burnunuzu neredeyse cama yapıştırarak gidiyorsunuz.

-Eğer 9 saatlik bir yolunuz varsa, ilk 7 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile ama o son 2 saat var ya! Bitmiyor… İnanın bitmiyor… Hele son saat tam bir işkence… Tam dönüş yapacağınız yola girmek üzeresiniz, iki mil kalmış, artık çok yaklaştım derken navigasyon bir 35 mil daha ekliyor, zannedersiniz ömrünüzden bir 35 yılı çalmış! Tam onu bitiriyorsunuz, bir 19 mil daha çıkmış, sonra bir 24 daha ve siz git git git git bir bakıyorsunuz daha bir mil gitmişsiniz… Sonra başlıyorsun saymaya; 24-23-22.8-21.4-20.2-20.1-20-19.9… Böyle gidiyor… Aman dikkat lütfen, kazaların çoğu eve veya varacağınız yere bir kaç km kala olurmuş, bu yüzden mümkün olduğu kadar dikkatinizi iyice yola vermeniz gerekiyor.

-Gece yolculuğu nerede olursanız olun, çok zor. Hele ormanlık veya dağlık bir bölgeden geçecekseniz, kapkaranlık bir yolun sizi beklediğinizi bilin. Çoğu yolda sadece kendi farlarınız ve varsa diğer arabaların ışıklarından başka bir aydınlatma yok! Eğer fazla trafiği olmayan bir yerden gidiyorsanız, işiniz daha da zor. Aslında paranoyaya çok müsait bir durum ama dediğim gibi müzik sizin en büyük kurtarıcılarınızdan biri…

-Eğer çok uykunuz gelirse (sağa çekip uyuyabilenlerden değilim) ya bağıra bağıra şarkı söyleyin (nasıl olsa duyan yok), ya kendinize bir kaç tokat atın (işe yarıyor gerçekten), ya bir istasyonda durup yüzünüzü yıkayın ya da en iyisi morarana kadar nefesinizi tutmak… Kalbiniz birden hızlı hızlı atmaya başladığı için bedeniniz adrenalin salgılıyor ve kendinize geliyorsunuz. Ben denedim, anında işe yarıyor.

-Son olarak, nedense bir yere gitmek daha uzun sürerken dönüş yolu hep daha kısa… Neden böyle oluyor bilmiyorum; daha mı az mola veriyoruz, yoksa ihtiyaçları çoktan karşılamış mı oluyoruz, hiçbir fikrim yok! Ama evinize daha hızlı ulaştığınız kesin…

Haydi iyi yolculuklar şimdi!

 

Seran Vreskala