Ana Sayfa Blog Sayfa 3064

Dicle’de tehlike çanları çalıyor: Barajlar, kum ocakları ve HES’ler nehri kurutuyor

Yıllarca coşkusuyla akan, masallara, hikayelere konu olan Dicle Nehri  kum ocakları, barajlar ve Hidroelektrik Santraller (HES) nedeniyle can çekişiyor. Bölgede yazların sıcak geçmesi nedeniyle debisi düşen nehir bir de insan eliyle yok edilmek isteniyor. Üzerinde kurulu barajların kontrolsüz bir şekilde su tutması nedeniyle nehirde yaşanan kuraklık gözle görünecek şekilde artmış durumda. Nehir yatağında suyun çekildiği yerlerden biri de Şırnak’ın Cizre ilçesi. Ekoloji Derneği Başkanı Güner Yalnıç nehirdeki debi düşüklüğünün nedeni olarak barajları gösterdi.

Beyar Özalp’in Evrensel’de yer alan haberine göre, su kullanım sözleşmelerine uyulmadan tamamen şirketlerin ticari çıkarlarını gözeterek su tutan baraj ve HES’ler Dicle Nehri’nde kuraklığa neden oluyor. 24 saat boyunca faaliyette olan kum ocakları nedeniyle de Dicle Nehri’nde yaşayan balıkların soyları tehlikede, iş makineleri nehirden her kum çıkardığında milyonlarca balık larvası ölüyor.

Ekoloji Derneği Başkanı Güner Yalnıç, nehir üzerinde Dicle ve Kralkızı barajları inşa edildikten sonra suyun debisinin düştüğünü vurguladı. Yalnıç, Dicle Nehri’nin Diyarbakır ve Bismil ilçesi arasındaki 60 kilometrelik alanda debi düşüklüğünden dolayı nehir vasfını yitirerek dere statüsü kazandığını belirti. Dicle’nin literatüre Basra körfezine dökülen nehir olarak girdiğini söyleyen Yalnıç, nehrin  dere statüsüne getirilmesiyle yasal olarak talana ve yağmaya izin verilmiş olduğunu ifade etti. Yalnıç, “Dicle nehri üzerinde aktif olarak iki tane baraj yer alıyor. Nehirdeki su debisi zaten düşmüş durumda bir de tarımda kullanılmasıyla daha da düşük seviyeye geliyor. Kum ocakları da büyük tahribata neden oluyor. Özellikle dere yapılan alanda kum ocaklarının açtığı devasa çukurlardan kaynaklı suda kirlilik oluşuyor ve yaz aylarında nehirde su akamayacak seviye düşüyor” dedi.

“Suyu ticarileştirmeyi planlıyorlar”

Devlet Su İşleri’nin (DSİ), HES yapan şirketlere HES’in üzerinde kurulu olduğu nehir ve derenin suyunun kullanım hakkını da verdiğini belirten Yalnıç, barajlarda ise suyun şirketler eliyle çiftçilere satılmasının planladığını ifade etti. Yalnıç, şunları kaydetti: “DSİ, suyu ticarileştirerek TEDAŞ gibi şirketler eliyle çiftçilere satmayı planlıyor, hatta bunun için birtakım çalışmalarda başlatmış. Zaten Ilısu Barajı sulama için yapılan bir barajdır. Böyle olunca zaten küçük çiftçi suyu para ile alamayacağı için bitecektir ve tarımda tekelleşmenin  önü açılacaktır.”

“Yağma ve talan için OHAL yok!”

OHAL nedeniyle bölgede yaşanan doğa tahribatını tam olarak tespit edemediklerini ifade eden Yalnıç, “Bu süreçte sermayenin yağma ve talanı devam ediyor. Sermayenin yaptığı her türlü talan ve tahribat için herhangi bir yasak yok. Kum ocakları son hız çalışmalarına devam ediyor, Hevsel’de ağaçlar kesiliyor, tarım alanları yok ediliyor. Bunlar için bir yasak yok. Ancak bizim bunlara karşı durmamız yasak. OHAL, olduğu sürece bunlara karşı bir mücadele yürütemiyoruz. Yerinde tespit edemediğimiz için etkili mücadele edemiyoruz. Bu OHAL sadece bize OHAL ama sermaye, ranta, talana OHAL’de herhangi bir kısıtlama yok. Eğer yaşam alanlarını savunursanız her köşe başında bir OHAL’le karşılaşırsınız” dedi.

“Devlet Su İşleri nehir yatağını değiştirdi”

Barajlar ve kum ocaklarıyla talan edilen Dicle nehri, DSİ ve kayyım atanan Cizre Belediyesi eliyle de talan ediliyor. Nehir yatağını korumak için önlem alması gereken DSİ, bunun yerine Dicle Nehri kenarında belediye ile beraber yaptığı parklar için nehrin yatağını değiştirdi. Nehrin su akış yönünü değiştiren DSİ bununla da yetinmeyip nehrin ortasında bir set oluşturdu.

 

(Evrensel)

Haluk Levent’ten Ayvalık’a fidan dikme çağrısı!

Ayvalık’ta üç hektarlık ormanın yanmasına tepki gösteren müzisyen Haluk Levent, yanan alana fidan dikme çağrısı yaptı. Levent, yangına tepki olarak Twitter hesabından şu mesajı paylaştı: “Geliştirdiler kendilerini parsel parsel yaktılar Ayvalık’ı. Oraya villa yapamayacaksınız! Her tarafına fidan diktireceğim arazinin hodri meydan!”

Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Şeytan Sofrası mevkiinde 17 Ağustos’ta çıkan yangında üç hektar (yaklaşık iki futbol sahası) alan küle dönmüştü. Yangının çıkış nedeni henüz bilinmezken, arazözler tedbir amacıyla bölgede bekletiliyor.

“Yangın şaibeli”

Ayvalık Tabiat Parkı Platformu Yürütme Kurulu Üyesi Erhan Çiftçi, ‘kundak’ şüphesine işaret etmişti: “Yangının çıkış noktası deniz kıyısından uzak. Yani bir sigara izmariti ya da piknikçi ateşiyle başlamış olabilme ihtimali bana göre yok. Zaten o bölgede çoban ateşi de olmaz, çünkü bölgede hayvancılık yapılmıyor. Bu yüzden de yangın bana göre şaibeli bir yangındır.”

 

(Diken)

Mersin’de taş ocağı tehdidi: Tarım arazileri ve su kuyuları yok olacak!

Mersin’in Akdeniz ilçesine bağlı Esenli Mahallesi’nde ÇİMSA A.Ş.’nin taş ocağı için 1 kilometrelik yeni yol yapımına girişmesi nedeniyle su kuyuları ve tarım alanları yok olacak. Taş ocaklarıyla ilgili 2010 yılında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) iptal edilse de yönetmelikte, “25 hektarın altındaki arazilerde ÇED gerekli değildir” ibaresiyle boşluk yaratılması nedeniyle yapımı durdurulan birçok proje gibi ÇİMSA A.Ş. de kendi projesini yeniden gündeme getirdi. Esenli’de yapılmak istenen yol projesi de ÇED yönetmeliğinde yapılan değişiklikle yeniden hayata geçirildi. Mersin Valiliği tarafından alınan ruhsatla yol çalışmalarının yürütüldüğü belirtilirken, yöre halkı ise tarım arazileri ve su kuyularının yok olmasına tepkili.

Zeytinlikler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

Mahalle Muhtarı Hasan Tan, 10 ay önce mahallelerinin tarım arazisi olduğuna dair rapor aldıklarını belirterek, yapılan yol ve taş ocaklarının yasalara aykırı olduğunu belirtti. Tarım arazilerinde zeytin ağaçları olduğunu vurgulayan Tan, 5373 Sayılı Zeytinlik Yasası ile bu toprakların taş ocağına açılmasının zeytinliklere zarar vereceğini kaydetti. Mahallede yaşayan yurttaşların tamamının taş ocağına karşı olduğunu ifade eden Tan, ocağın yapılmaması için gereken tüm kurum ve kuruluşlara dilekçe verdiklerini söyledi. Ocağın yapımı sırasında kullanılan patlayıcıların su kaynaklarını olumsuz etkileyeceğini aktaran Tan, “Suyumuzun kaybolma riski olduğu için ocağın burada yapılmasını istemiyoruz” dedi.

Taş ocağına gitmek için yapılan yol için Orman Müdürlüğü’nden izin alındığını kaydeden Tan, verimli arazilerin yok olmasını istemediklerini dile getirdi. Tan, şöyle dedi: “Burada yaklaşık 1000 kişi tarımla uğraşıyor. Mahallenin nüfusunun tamamının geçim kaynağı bu arazilerde yaptıkları tarımdır. Tek isteğimiz, geçim kaynağımız olan tarım arazilerimize dokunulmaması. Kurmak istedikleri ocağı da tarıma elverişli olmayan arazilerde yapsınlar. Buna karşı değiliz.”

“Evlerde çatlaklar oluştu”

Taş ocağının yapımı sırasında kullanılan patlayıcılardan kaynaklı birçok evde sarsıntı ve çatlamaların olduğunu ifade eden mahalle sakinlerinden Necdet Erol, bu patlamalardan büyük zarar gördüklerini söyledi. Yetkililerin bu patlamaların izinli mi yoksa izinsiz mi yapıldığını kendilerine açıklamasını isteyen Erol, patlamalar için defalarca jandarmaya gittiklerini fakat herhangi bir şey yapılmadığını aktardı. Yaptıkları eylem sonucu patlamaların 3 gün durdurulduğunu kaydeden Erol, patlamaların tekrar başladığını kaydetti. Erol, taş ocağının sadece Orman Müdürlüğü’nden alınan izinle yapıldığını halkın görüşlerinin dikkate alınmadığının altını çizdi.

Orman Müdürlüğü’ne tepki gösteren Şerafettin Çeliko ise, “Orman Müdürü halka gelip de herhangi bir açıklama yapmadı. Halkın düşüncesi görmezden gelindi. Sonuçta Orman Müdürü bir kurum ise biz de tarımla uğraşan çiftçiler olarak bir kurumuz. Bu yüzden ocağın yapımına izin verirken bizim de iznimizin alınması gerekir” diye konuştu. Çeliko, yetkililerin halka değil ÇİMSA A.Ş.’ye sahip çıktığını söyledi.

“Yetkililer bize değil şirkete sahip çıkıyor”

Birçok ruhsatlı kuyu suyunun bulanıklaştığını kaydeden Çeliko, taş ocaklarının verimli tarım arazilerine yayılmasını istemediklerini belirtti. “Bu konuda jandarma ile karşı karşıya da gelsek hakkımızı savunmaya devam edeceğiz” diyen Çeliko, “Bir halkın geçim kaynağına bu kadar müdahale edilmesi kabul edilemez. Tarım arazilerimize dokunulmasını istemiyoruz” ifadelerinde bulundu.

 

(Evrensel, Dihaber)

İran geri adım atmıyor: Nükleer füze programları devam edecek

İran Savunma Bakanı Amir Hatami, hükümetin ilk kabine toplantısından sonra nükleer füze programı ile ilgili açıklamalarda bulundu. Hatami, İran’ın füze programını durdurma yönündeki faaliyetlerin herhangi bir baskıdan etkilenmeyeceğini belirterek, “İran’ın füze programları onaylanan programlara göre ilerleyecek. Nükleer füze programları kesintisiz devam edecek” dedi.

“Gerekirse nükleer anlaşmasından ayrılırız”

ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlar sebebiyle İran “gerekirse nükleer anlaşmasından ayrılırız” açıklamasında bulunmuştu. Rusya ise konuya ilişkin ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımları eleştirmiş ve anlaşmayı bozacak her türlü davranıştan kaçınılması gerektiği uyarısında bulunmuştu.

 

(Cumhuriyet)

Halkları tarım ile bir araya getirmek?

Geçen hafta Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı’nın, BM Gıda ve Tarım Örgütü ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği işbirliği ile Türkiye’deki Suriyelilere ve Türkiyelilere yönelik 1,7 milyon dolarlık bir tarım projesini yürüteceği açıklandı. İsmi “Tarımsal Mesleki Eğitim Projesi”.

Beş ilde yürütülecek proje ile 900 kişinin istihdam edilebilmesi için güçlendirilmesi hedefleniyor. Proje beni hem ümitlendirdi hem meraklandırdı. Suriyeliler ile bölge halkını tarımda birleştirmek şahane fikir ama bölgedeki halkların arasında uyum yaratmak için de adımlar atılacak mı, istihdam kapasitesi bu insanlar için ne kadar yeterli olacak, rekabet mi artacak, eğitim alacak kişiler istihdam edildiğinde iş güvenliği, sosyal ve ekonomik hakları ne derece korunacak gibi sorular kafamı kurcalıyor.

Projenin gerçekleştirileceği iller Adana, Mersin, Şanlıurfa, Gaziantep ve Isparta’da hali hazırda Türkiyeli tarım işçilerinin, özellikle mevsimlik yani göçebe işçilerin, işçilerin sosyal ve ekonomik haklarının yeteri kadar gözetilmediğini, iş güvencesi sorunları yaşadığını biliyoruz. Bölgeyi iyi bilen kişilerden ilerlemeleri takip etmek lazım.

Bu haberi duymamın hemen ardından ABD’deki göçmen işçilerin hikâyelerini kendi dillerinden anlatan (benim çevirim ile) Hasatı Kovalamak: Kaliforniya’daki Göçmen Tarım İşçileri* adlı kitabın yazarı gazeteci Gabriel Thompson ile yapılmış bir röportaja rastladım.

Thompson, kitabında 17 göçmen tarım işçisinin, kendi ifadeleriyle, “doğumdan bugüne” neler yaşadıklarını, ABD’ye nasıl geldiklerini ve hayatlarının nasıl değiştiğini onların anlatımıyla, yani bir çeşit “sözlü tarih” formunda paylaşıyor. Kaliforniya’da yaşayan tahminen (tahminen, çünkü birçoğu kayıt dışı) 800 bin tarım işçisi, ABD’nin tüm tarım iş gücünün üçte birini oluşturuyor.

Röportajı yapan Liesl Schwabe’nin kitap hakkındaki yorumu şöyle: “Her hikâye samimi bir portre çizerken, hikâyelerin tümü ele alındığında arazilerdeki günlük sıkıntılarının ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor. Tarım işçilerinin güvensiz ve adaletsiz çalışma şartlarından bahsederken ne kadar az korunma altında olduklarını göz önüne alırsak bu, özellikle isabetli.”

Fotoğraf: Joseph Philipson, CSU Long Beach’s Beach Magazine için çekilmiş

Röportajı aktarmaya ikinci sorudan başlıyorum:

“Mülakatlar sırasında seni en çok şaşırtan şey neydi?”

Thompson: “Beni en çok şaşırtan şey insanların bu kadar çabuk açılmalarıydı. Genellikle bir saat gibi bir sürede hayatlarıyla ilgili oldukça özel ve samimi bilgiler vermeye başlıyorlardı. Uzun süren bu konuşmalarımızın birçoğunun sonunda, bana anlattıklarını daha önce bu kadar çok konuşmadıklarını söylediler.

Tarım işleri açısından beni şaşırtan şey ise kuraklığın birçok insanın aklında olmamasıydı. Özellikle Kaliforniya, kuraklık ve kuraklık yüzünden kaybedilen işlerin hikâyeleriyle doludur. Anlaşılan o ki, hasat edilen ürün çeşitlerinde bazı değişiklikler olduğu halde, kuraklık gerçekten fazla gündeme gelmemiş.

Bunun dışında tarım işçilerine baskı yapan birçok meselenin (Sürekli göç ediyorlar, fakirler, sıklıkla kayıt dışılar) yanında onları destekleyen insan ve topluluk ekosistemi var. Kitap için bir ilkokul öğretmeni ile mülakat yaptım. Kendisi de tarım arazilerinde büyümüş bu öğretmen, göçmen çocuklara eğitim veriyordu. Ayrıca göçmenler için bir Head Start** programı yürüten biriyle de mülakat yaptım. Ve bu destek ağının tarım işçileri için ne kadar hayati öneme sahip olduğunu anladım. Bu destek ekosistemi olmasa zaten zor olan hayatları daha da zor olacaktı.”

Thompson’a diğer bir ilgi çekici soru tarım işçilerinin çocuklarının eğitimi hakkında geliyor:

“Tarım işçilerinin çocuklarının eğitimlerinin gittikçe artan bir ihtiyaç haline geldiğini yazmışsın. Daha fazla bahsedebilir misin bu konudan?”

Thompson, “Konuştuğum tek bir aile bile çocuklarının eğitimine odaklanmamış değildi. Bu sadece tarım işçilerine özel değil ve daha derine, ABD’ye gelme sebeplerine bizi götürüyor. Kitaptaki ailelerin hepsi çocuklarının yüksek eğitim almalarını ne kadar istiyorlarsa çocuklarının bir tarım işçisi olmanın ne kadar önemli olduğu anlamalarını da o kadar istiyorlar. Kitaba ortak bir sözlü tarih ile katılan bir ailenin kızı üniversiteyi bitirmek üzere idi, babası ise okuma yazma bilmiyordu. Gualdelupe, genç kız, üzüm bağlarında çalıştığı zamanların ne kadar inanılmaz bir deneyim olduğu hakkında konuştu. (…)” diyor.

Thompson’ın mülakatları 2016’da, Trump’ın başkanlık için yarıştığı zamanlarda yapmasından hareketle Schwabe soruyor:

“Yeni hükümetin gelmesiyle tarım işçileri için değişen şeyler gözlemledin mi?”

“İnanılmaz ölçüde korku var. Örneğin, göçmenler için Coachella Vadi’sinde Head Start programını yürüten kişiyi ilk ziyaret ettiğim zaman programın bekleme listesinde 200 aile vardı. Çocuk bakımı her zaman tarım işçileri için önemli bir konudur ve bu program oldukça talep görüyordu. Seçimlerden sonra onu ziyaret ettiğimde ise aynı programda bir derslik kapatılmıştı, çünkü katılan çocuk sayısı azalmıştı. Ve çocukları programa getirmekle görevli kişi kapı kapı dolaşıp daha fazla katılımcı bulmaya çalışıyordu. Neredeyse yüzde 99’u Latin kökenlilerden oluşan Coachella Vadisi’nde insanlar eskisi kadar kiliseye ya da başka bir yere gitmiyorlar. Bu açıkça korkuya dayanıyor.

Kitaptaki birçok kişi kayıt dışı yaşıyordu. Onlarla ilk mülakat yaptığımda rumuz kullanmak isteyip istemediklerini sordum, ‘Hayır, önemli değil. Gerçek adımı kullanmak istiyorum.’ dediler. Kasım sonlarına doğru, tam da kitap basılmadan hemen önce, onlarla tekrar konuştuğumda hepsi rumuz kullanmak istediler. Güvensizlik her zaman vardı ama şimdi insanlar daha büyük bir şeylerin olabileceğini düşünüyorlar ve destek ağlarından uzaklaşıyorlar.” diye cevaplıyor Thompson.

Gazeteci yazar Gabriel Thompson. Fotoğraf: Pandora Young

Ve röportajın son sorusu:

“Bu projeyi bitirdin, ne için ümitli hissediyorsun?”

Ve son cevabı: “Birçok tarım işçisinin yaptığı işten memnun, bunu belirtmek önemli. Her iş gibi bu işinde olmasını tercih etmeyecekleri yanları var, ama her zaman öyle acınası durumda değiller. Ve insanlar bunu fark etmezlerse, hikâyenin büyük bölümünü ıskalamış olurlar. Kolayca sömürülmeye, bazı açılarda, müsait olmalarının yanında birbirlerinin yanında da duruyorlar. İşverenlerinin suistimaliyle karşı kaşıya gelmek her gün karşılaşılan görece ufak bir şey olabilir ama arazideki işçiler arasında gerçek bir dayanışma var. (…)”

 

*Kitabın orijinal ismi  Chasing the Harvest: Migrant Workers in California Agriculture

**Head Start’ın Vikipedi çevirisi: ABD Sağlık ve İnsani Hizmetler Bakanlığı’nın düşük gelirli çocuklar ve aileleri için yürüttüğü eğitim, sağlık, beslenme ve ebeveynlerin dahil edilmesi alanlarında kapsamlı hizmetlerin verildiği program türünün adı.

 

Haber: Pelin Atakan

(Yeşil Gazete)

Boğucu Avrupa yaz sıcağında insanın parmak izleri var

Climate Home’da Andrew King imzasıyla yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz.

***

Bu yaz Güney Avrupa boyunca görüldüğü üzere, aşırı sıcak günlerin yaşanma olasılığı iklim değişikliği yüzünden “büyük ölçüde arttı”.

Yunanistan (fotoğrafta), Portekiz, İtalya ve Hırvatistan’da yanan ateşler, olağandışı sıcaklar nedeniyle şiddetlenmiştir (Fotoğraf: Юкатан / Commons)

Avrupa’nın bazı kesimleri tahripkar derecede sıcak bir yaz geçiriyor. Hâlihazırda, ısı kayıtlarının Haziran ayında Batı Avrupa’da düştüğünü gördük[1] ve şimdi ise “Lucifer” takma adlı bir hava dalgası[2], Güney ve Doğu Avrupa’daki bölgelere boğucu şartlar getiriyor.

Birçok ülke, kontrol edilmesi güç yangınları ve su kısıtlamalarını[3] içeren bu aşırı sıcaklığın etkileriyle mücadele ediyor.

Sıcaklıklar, İtalya, Yunanistan ve Balkanlar’ın bir bölümünde 40 ° C’yi aşarak aşırı sıcaklığın Çek Cumhuriyeti ve Polonya’nın güneyine yayılmasıyla yükseldi.

Bazı bölgeler, şiddetli sıcaklığın yine kıtanın güneydoğusuna tehlikeli koşullar getirdiği 2007 yılından bu yana görülen en yüksek sıcaklıklarını yaşıyor.

“Jet akımı”nın hava durumu sistemlerini İngiltere ve Kuzey Avrupa üzerine yönlendirmesine rağmen; sıcaklık, Güneydoğu Avrupa’nın üzerindeki yüksek basınç sistemi ile ilişkilendiriliyor. 2007 yılında Avrupa çapında görülen bu türde ayrık iklim örüntüsü, Yunanistan ve Balkanlar için kavurucu sıcaklıklar eşliğinde İngiltere’ye şiddetli yağışlar ve taşkınlar[4] getirerek haftalarca devam etti.

Avrupa, sıcaklık dalgaları bakımından çok iyi çalışılan bir bölgedir. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi, bol miktarda hava durumu gözlemlerinin mevcudiyeti ve bu, iklim modellerimizi değerlendirmemize ve iklim değişikliğinin etkilerini yüksek bir güvenilirlik derecesi ile ölçmemize olanak tanımaktadır. İkinci olarak, birçok önde gelen iklim bilimi grubu Avrupa’da yer almaktadır ve öncelikle, iklim değişikliğinin bölge üzerindeki etkilerine dair anlayış geliştirmek için finanse edilirler.

Belirli bir aşırı hava olayını iklim değişikliğiyle ilişkilendiren ilk çalışma, 2003 yılında meydana gelen en sıcak Avrupa yazını inceledi.[5] O zamandan beri birçok çalışma, Avrupa’nın olağan dışı hava koşullarındaki insan etkilerinin rolünü değerlendirdi. Açıkçası, dünyanın bu kısmında daha sıcak yazlar[6] ile daha sık ve yoğun ısı dalgaları[7] bekliyoruz.

Üstelik iklim değişikliğinin 2003 yılı ısı dalgalarında ölümleri arttırdığını[8] ve gelecekte iklim değişikliğine bağlı ölümlerin yükseleceğinin öngörülmekte olduğunu[9] biliyoruz.

İklim değişikliğinin son Avrupa ısı dalgalarındaki rolünü anlamak için, Güneydoğu Avrupa üzerinde –İtalya, Yunanistan ve Balkanlar’ı içine alan bir bölgede– etkili olan en sıcak yaz günlerindeki değişimleri gözlemledim.

Bir grup iklim modeli simülasyonları setinde, son derece sıcak yaz günlerinin sıklığını, dört farklı senaryo altında hesapladım: insan etkileri olmayan doğal bir dünya, bugünün dünyası (küresel ısınmaya dayalı yaklaşık 1°C ile), 1.5 °C’deki küresel ısınma dünyası ve 2 °C’de daha sıcak bir dünya. Paris Anlaşması’nda[10] açıklanan hedeflere karşılık geldiğinden dolayı, 1.5 °C ve 2 °C kriterlerini özellikle seçtim.

Isı dalgası devam ederken, biz henüz bu olayın ortalamadan daha ne kadar fazla sıcak olacağını tam olarak bilmiyoruz. Bu belirsizliğe açıklama getirmek için, tarihsel açıdan hayli sıcak yaz günlerine dayanan pek çok eşik kullandım. Bu eşikler, 10 yılda bir gerçekleşen tarihin en sıcak günü, 20 yılda bir gerçekleşen en sıcak günü ve bölgede gözlemlenmiş 2007 değerini aşan yeni bir kaydı ifade etmektedir.

Henüz, 2017 olayının nasıl sonuçlanacağını tam anlamıyla bilemesek de, 10 yılda bir meydana gelen eşiği aşacağını ve hatta daha yüksek eşikleri de ihlal edebileceğini biliyoruz.

İklim değişikliği, Güneydoğu Avrupa’da sıcak yaz günlerinin sıklığını arttırıyor. Tarihsel açıdan 10 yılda bir gerçekleşen, 20 yılda bir gerçekleşen ve en son rekoru aşan en sıcak yaz günleri olasılıkları, dört senaryoya işaret ediyor: doğal bir dünya, şu andaki dünya, 1.5 °C olan bir dünya ve 2 °C olan bir dünya. Tahmin edilen en iyi olasılıklar, parantez içinde % 90 güven aralığıyla gösterilmektedir (Kaynak: Yazar tarafından sağlanmıştır).

Hangi eşiği kullandığım fark etmeksizin, iklim değişikliğinin aşırı sıcak yaz günleri olasılığını büyük ölçüde arttırdığını fark ettim. Bu olaydaki gibi, aşırı sıcak yaz günlerinin olma ihtimali, insan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle en az dört kat artmıştır.

Analizim, Güneydoğu Avrupa’da gördüğümüz aşırı sıcaklığın doğal koşullar altında nadir olacağını gösteriyor. Buna karşın, şu andaki dünyada ve Paris Sözleşmesi’nde küresel ısınma için belirlenen eşiklerde bulunan gelecekteki olası dünyalarda, özellikle böylesi ısı dalgaları hiç de olağan dışı olmayacaktır.

Ayrıca, bu aşırı sıcaklık olaylarının göreceli frekansını düşürdüğü için, küresel ısınmayı 2 °C yerine 1.5 °C ile sınırlamakta fayda var.

Bu olay sona erdiğinde Avrupa’nın buna benzer daha çok sıcaklık dalgaları bekleyeceğini biliyoruz. Bununla birlikte, küresel ısınmayı Paris’te üzerinde anlaşılan seviyelerde veya onun altında tutarak bu aşırı sıcaklığın yeni normal değer[11] haline gelmesini önleyebiliriz.

 [1] https://pursuit.unimelb.edu.au/articles/the-human-fingerprint-on-europe-s-recent-heat.

[2] http://www.abc.net.au/news/2017-08-05/lucifer-heatwave-holds-italy-eastern-europe-in-fiery-grip/8776788.

[3] http://www.bbc.com/news/world-europe-40825668.

[4] https://www.theguardian.com/news/gallery/2007/jul/23/flooding.

[5] http://www.nature.com/nature/journal/v432/n7017/abs/nature03089.html?foxtrotcallback=true.

[6] http://www.nature.com/nclimate/journal/v5/n1/full/nclimate2468.html.

[7] https://theconversation.com/science.sciencemag.org/content/305/5686/994.

[8] http://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/11/7/074006.

[9] http://www.bbc.com/news/world-europe-40835663.

[10] https://theconversation.com/the-paris-climate-agreement-at-a-glance-50465.

[11]https://theconversation.com/2015s-record-breaking-temperatures-will-be-normal-by-2030-its-time-to-adapt-68224.

[12]https://theconversation.com/southeast-europe-swelters-through-another-heatwave-with-a-human-fingerprint-82139.

 

Andrew King, Melbourne Üniversitesi’nde iklimsel uç değerler araştırması üzerine çalışmaktadır. Bu yazı, ilk olarak The Conversation‘da yayınlanmıştır.[12]

 

Haberin İngilizce Orjinali

Yeşil Gazete için çeviren: Cansu Yılmaz

 

(Yeşil Gazete, Climate Change News)

İnsan hakları aktivisti ve komedyen Dick Gregory hayatını kaybetti

ABD’li insan hakları savunucusu, yazar ve komedyen Dick Gregory dün 84 yaşında hayatını kaybetti. Sanatçının oğlu Christian Gregory yaptığı açıklamada “Bu gece Gregory ailesinin babası, komedi efsanesi ve insan hakları savunucusu Washington’da hayatını kaybetti. Büyük üzüntü içerisindeyiz” dedi.

Dick Gregory

1932’de St. Louis, Missouri’de doğan Gregory, 1954’te askere alındıktan sonra başlayan komedyenlik kariyerini 1961’e dek sadece siyah izleyicilere yönelik ayrı kulüplerde sürdürdü. Bu tarihten sonra beyazların de izlediği gösterilere çıkan ilk siyah komedyen oldu. 1960’lar boyunca ırkçılığa karşı mücadelenin ön saflarından yer alan Dick Gregory Vietnam savaşına da karşı çıktı. Defalarca tutuklanan ve açlık grevi eylemi de yapan Gregory’nin komedi kayıtlarının ve filmlerinin yanı sıra çok sayıda kitabı da vardı.

Democracy Now’dan gazeteci Amy Goodman Dick Gregory’nin ölümü üzerine şunları yazdı:

“O 1963’de izinsiz yürüyüş yaptığı için Birmingham polisi tarafından dövülmüş ve hapsedilmişti. 1965’de Watts ayaklanmasında kalabalığı yatıştırmaya çalışırken dizinden bir kurşun yedi. İki yıl sonra Chicago’da kötü şöhretli Richard Daley’ye karşı belediye başkan adayı oldu.

Martin Luther Jr.’ın yakın arkadaşıydı ve 1968’de Richard Nixon’a karşı başkan adayı oldu. Herkesi şaşırtan bir şekilde 1,5 milyon oy aldı. Üstelik bağımsız adaydı. Kampanyası sırasında ABD Hazinesi’nin şikayetiyle kampanya malzemesi olarak bastığı üzerinde resmi olan dolarlar gerekçe gösterilerek tutuklanmıştı.

https://www.youtube.com/watch?v=eNNHpNXokK0

Onun adı Dick Gregory. O bir aktivist ve komedyen, adalet için yaptığı açlık grevleriyle tanınır. 1967’de 127 kiloydu, aşırı sigara ve içki içiyordu. Şükran günü Vietnam savaşını protesto etmek için oruca başladı. 40 gün sonra orucu bir bardak meyve suyuyla bitirdiğinde 44 kiloydu.

1968 yazında Amerikan Yerlileri ile dayanışma için 45 gün oruç tuttu. Ertesi yaz Chicago’daki kamu okullarında süren de facto ırk ayrımcılığına karşı 40 gün daha aç kaldı. 1970’de uyuşturucu sorununa dikkat çekmek için 71 gün oruç tuttu. 1971’den itibaren savaşı protesto etmek için 3 yıl boyunca ağzına hiç katı gıda koymadan yaşadı ve bu süre içinde Chicago’dan başkent Washington DC’ye kadar 1500 kilometre koştu.

İran rehine krizi sırasında rehineleri kurtarmak için görüşmeler yapmak üzere Tahran’a gitti. Kuzey İrlanda’ya giderek açlık grevi yapan IRA mahkumlarına tavsiyelerde bulundu. Açlığa karşı kampanya yaptığı sürede ondan fazla kez Etiyopya’ya gitti.

Son zamanlarda Afro-Amerikan toplumunun uyuşturucu sorunun arkadsında CIA’nın olduğuna dair iddiaları araştırması nedeniyle gazetelere çıkıyordu. Bu durumu CIA’nın önünde protesto ettiği için gözaltına alındı.

Hayatı boyunca FBI ve polis takibi altında yaşadı ve politik aktivizmi nedeniyle eğlence dünyasından yasaklı hale geldi.”

Democracy Now’da 2002’de yayınlanan söyleşisi buradan izlenebilir.

(Yeşil Gazete)

 

Kanada’da yanan orman alanı İstanbul’un iki misli büyüklüğe ulaştı, dumanlar Kuzey Kutbu’nu kaplıyor

Kanada tarihinin en yoğun orman yangınlarını yaşarken, iklim değişikliği nedeniyle hiç durmayan yangınlar o kadar büyüdü ki, 12 bin kilometre yükseğe, yani stratosfere kadar yükselen dumanlar Kuzey Kutbu’nun üzerine kaplamaya başladı.

Kanada’da yanan ormanlardan yayılan duman Kuzey Kutbu’nun üzerini kaplıyor

Kanada’nın batısındaki British Columbia eyaletinde bu yıl 1 Nisan’dan beri yanan boreal ormanlarının 10 bin kilometre kareyi aştığı bildiriliyor. Bu alan İstanbul’un toplam yüzölçümünün neredeyse iki katı. Yanan orman alanı bu yıl her yılkinin 6 misline ulaştı.

NASA yetkilileri yanan ormanlardan yükselen dumanın kalınlığının bütün rekorları kırdığını, Kuzey Kutbu’nun üzerini kaplayan duman tabakası yüzünden Grönland ve Kutup buzullarının erimesinin hızlanmasından endişe ettiklerini söylüyorlar. Duman tabakasından yeryüzüne çöken kurumun buzulların üzerini kaplaması, buzun daha fazla ısı emmesini sağlayarak erimeyi hızlandırıyor.

Kanada’daki orman yangınlarından yayılan duman ve uçucu bileşiklerin (aerosol) 10-15 Ağustos’taki dağılımı

Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde 2013’de yayımlanan bir araştırma boreal ormanlarının 10 bin yıldır görülmemiş bir hızda yanmakta olduğunu ortaya koymuştu. Boreal ormanları Kuzey kutup dairesine yakın Kanada, Alaska, İskandinavya ve Sibirya’da geniş bir şerit halinde yayılan ormanlara deniyor. Sibirya’da aynı kuşak tayga adını alıyor.

Boreal ormanlarının ve taygaların yayılımı

Kanada’da uzayan yangın mevsiminin Eylül sonuna kadar devam etmesi beklenirken, bu yıl yangınlar nedeniyle etklenen topluluklara yardım amacıyla ve söndürme çalışmalarında harcanan para 300 milyon doları geçti.

Boreal ormanları dünyada bitkilerde depolanan toplam karbonun yüzde 30’unu içeren devasa bir karbon deposu. Bu nedenle yangınlar atmosfere dağılan karbon dioksit miktarını artırarak iklim değişikliğini de hızlandırıyor.

Kanada’nın ve ABD’nin batı kıyılarında bu yıl iyice artan yangınlar iklim değişikliği nedeniyle artan sıcaklıkların, azalan yağışların ve sıklaşan sıcak dalgalarının doğrudan sonucu olarak görülüyor.

(Grist, Mashable, Think Progress, Yeşil Gazete)

Kazdağı Ekofest’te doğa koruma ödülleri Yeşil Artvin Derneği ve Gülpınarlılara

Kazdağı Ekofest’in üçüncü gününde doğa korumacılar bir forumda buluştu. Farklı bölgelerden gelen doğa koruma alanında faaliyet gösteren STK temsilcileri düzenlenen forumda bir araya gelerek deneyimlerini paylaştılar. Söz alan konuşmacıları ortak vurgusu ekoloji mücadelelerinin kararlılıkla sürdürülmesinin hepimizin gezegenimize ve gelecek kuşaklara karşı ortak sorumluluğumuz olduğu idi.

Üç gündür yüzlerce katılımcının ilgi gösterdiği Ekofest paneller, atölye çalışmaları ve konserlerle Kazdağlarında Küçükkuyu- Altınoluk arasındaki Narlı köyü sırtlarındaki Darıderesi festival alanında devam ediyor.

Ekofest’i düzenleyen Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği bu sene ilk kez Doğa Koruma ödülleri verdi.

Ödülün ilk sahipleri Cerattepe başta olmak üzere Doğu Karadeniz’de HES’lere, madencilere, ve Yeşil Yol’a karşı yıllardır mücadele sürdüren Yeşil Artvin Derneğine verildi. Ödülü dernek adına alan Neşe Karahan ekoloji mücadelelerinin ortaklaştırılmasının gerekliliğine işaret etti.

Yerel Doğa Koruma ödülü Gülpınar’da jeotermalci şirketin sondaj faaliyetlerine karşı günlerce nöbet tutarak şirketi püskürten Gülpınarlılara verildi.

Yeşil Gazete

Tanzanya’da hayvan hakları aktivisti öldürüldü

Tanınmış doğa korumacı ve fil savunucusu Wayne Lotter Tanzanya’da öldürüldü.

PAMS adlı hayvan koruma örgütünün kurucusu ve başkanı olan Wayne Lotter’ın yasadışı fildişi tacirleri tarafından ölüm tehditleri aldığı biliniyordu. 2009’da Tanzanya’da kurulan PAMS Afrika’da kaçak avcılığı önleme konusunda çalışmalar sürdürmekteydi. Güney Afrika doğumlu Wayne Lotter 20 senedir Afrika’da doğa koruma konusunda faaliyet gösteren pek çok örgütte aktif olarak çalışmaktaydı.

Lotter 2015 yılında Tanzanya yetkilileri ile işbirliği içinde fildişi kraliçesi olarak bilinen ve milyonlarca dolarlık kaçak fildişi ticaretini yöneten Yang Feng Glan isimli  Çinli kadının yakalanmasını sağlamıştı.

Tanzanya’nın başkenti Darüsselam havaalanından  oteline doğru yol alırken bindiği taksinin yolunu kesen durduran arabadaki kişilerce öldürüldü. Polis soruşturmalara başladığını duyurdu.

Son yapılan sayımlarda 2007 – 2014 yılları arasında Afrika’daki fillerin sayısında %30 azalma olduğu açıklanmıştı. Bu oranın Tanzanya’da %60’a kadar yükseldiği tahmin ediliyor.

 

(The Guardian)